Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 61

Şimdi nakledeceğimiz Celse'de, Medyum'un Rehber Ruhu Mevlevî Hazret-i İshak ,onu daha üst seviye bir Ruh ile tanıştıracak... Medyum'un bu karşılaşmaya nasıl hazırlandığını ibretle izleyeceksiniz.

Aslında Spiritualizm Çalışmaları'nın her safhası hazırlıkla başlar... Rahmetli Bedri Ruhselman ne gibi usûl tatbik ederdi, bilmiyorum. Keşke onunla çalışmış olanlar bu konuda daha teferruatlı bilgi verselerdi!.. Ben Ferhan Erkey merhumun çalışma tarzını görme, toplantılarına katılma ve çalışmalarda görev alma fırsatını buldum. Kendisi haftada iki gün, akşam toplantı yapardı. Cuma günkü toplantısı herkese açıktı. Hatırladığım kadarıyla saat 8:00'de toplantı başlar, önce daha evvelden yapılmış bir Celse'nin banttan kaydı dinlenir, onun üzerine konuşulur, sualler cevaplandırılırdı. Sonra gününe ve Avra'da bulunanlara ve ortama göre telepati tecrübeleri yapılır, uyumak isteyenler içerdeki odada uyutulurdu. Ama içeriye gitmeden önce "Telkin alma" yetenekleri ölçülür, buna göre çabuk mu uyuyacak, direnecek mi, o tesbit edilirdi. Sonra Masa Celsesi yapılır, Masa'ya Medyumlar'la birlikte alabildiği kadar isteyenler otururdu. Bu Masa ile harfler sıra ile sayılarak Masa'nın ayağını yere vurması beklenir, böylece harf harf Tebliğ alınırdı. Yine kaç defa bu Masa'nın Mehter Marşı'na tempo tutarak oda içinde yürüdüğünü görmüşümdür.

Telepati tecrübelerinde bir gün enteresan bir vak'aya şâhit olmuştum. Gelenlerden birisi, Fransız bir turist misâfir getirmişti. Adam Türkçe bilmiyordu, ama merakından gelmiş, ne olup bitiyor, görmek için.Yanındaki sürekli ona anlatılanlaıı tercümıe ediyordu... Telepati tecrübeleri esnâsında "Ben de denemek istiyorum" diye tutturdu. Tecrübe şöyle oluyordu: Kişi dışarı çıkarılıyor, odanın bir köşesine bir eşya saklanıyor, sonra süje içeri alınıyor, Doktor elini süjenin başına koyarak zihnen eşyanın yerini tekrarlıyor, "sağa dön, öne git, eğil" gibi zihnî komutlar veriyor; bir eşyayı eline alınca "o değil" veya "tamam" diye belirtiyordu. Fransız Türkçe bilmiyor, Doktor da Fransızca... Ama komutları Türkçe veriyor... Daha doğrusu zihninden geçiriyor.... Adam gidip eşyayı bulmaz mı?.. Çok şaşırmış, ve o gün fikirlerin lisanla değil de, aslında kavramlar hâlinde zihinden zihine düşünce olarak naklolduğuna kesin inanmıştık... Bu telepati tecrübelerinde dolu bir sigara paketinin içindeki bir sigaraya toplu iğne saplanıp, süjeden hangi sigara olduğunu bulması dahi istenmiş, vc muhtelif Medyumlar tarafından bu başarılmıştı.

Salı günü ise seçilmiş, tecrübeli ve bilgili şahısların katıldığı bir toplantı yapılır, kapıya kimlerin girebileceğini gösteren bir liste asılırdı. Haftalarca adımı bu listede aradığımı hatırlarım... Sonra kısa bir sohbetten sonra Medyum uyutulur, Celse yapılırdı. Bâzen bir kaç Medyum peşpeşe uyutulur, her birine gelen Varlıklar ile görüşüldüğü olurdu. Geri Varlık, Üstün Varlık, farketmez, sohbet edilir, Obsedörler'le mücâdeleyi girişilir, iknâya çalışılır, Medyum'u kurtarıncaya kadar faaliyet sürerdi.

Hafta içinde Ferhan Bey hasta tedâvileri ile meşgûl olur, bizim gibi ilgililer, çömezler, gelir, teypten Celseler'i dinleyerek kâğıtlara yazmaya çalışırdık. Sonra o müsveddeler daktiloda bir kaç nüsha olarak temize çekilir, dosyalara girerdi. İki saatlik bir Celse'nin yazılması 5-6 saat sürer, sonra daktilo edilmesi de ayrıca vakit alırdı. Çalışmalarda yardımcı olanlar, Dernek'teki yetkililer daktilo edilen Celse zabıtlarından birer nüsha alma hakkında sâhipti.

Ferhan Bey'in Ruhiyat ve Din kitaplarından oluşan oldukça büyük bir kitaplığı vardı. Onun izniyle o kitapların çoğunu alıp okumuştum. Sonra sahafları dolaşma âdetini edinmiş, bulduğum kitapları fiyatına bakmadan satın almaya başlamıştım. İstanbul'da, Galata'da Garbis Efendi'nin dükkânına bile gitmiştim... Zamanla benim kendi kütüphânem, kendi arşivim oluştu. Biz de hocamız Ferhan Erkey'den öğrendiğimiz usûlü aynen uyguladık. Ama zaman ilerlediği için bizim kütüphânemiz daha geniş oldu. Bedri Bey'in kitaplarından, dergilerden, yurtdışından alınan kitaplardan dolayı büyüdü. Arşivimiz de Bedri Bey'in, Ferhan Erkey'in, Turgut Akkaş'ın çalışmalarından, gazete kupürlerinden, dâvet edildiğimiz Celseler'in zabıtlarından ve kendi Celselerimiz'den dolayı daha büyük oldu. Hattâ içinden çıkamaz hâle geldik. Şimdi elimizdekilerin bir kısmını sizlerle paylaşıyoruz. Bunu yabana atmayın!.. Cafcaflı, egzantrik dernek-vakıf isimlerine rağmen, bizden başka Spiritualizm yayını yapan yok! Aslında ortalıkta başka Spiritualist de yok! Bırakın Spiritualist'i, doğru-dürüst bir Celse görmüş olan dahi yok!

Biz ne yapacaktık, neler anlattık... Efendim, Rehber Ruh Hazret-i İshak, Medyum'u bir Üstün Varlık ile görüştürecek. İlk defa olduğu için bâzı nasihatlerde bulunuyor... Okuyalım, bakalım.

Varlık1 : Mevlevî Hazret-i İshak
Varlık2 : Savtî Dede
Medyum: Esat
Târih: 1 Şubat 1965
Usûl : Manyetik-Hipnotik Karma
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum: Sür'atle çıkıyorum... konuşamam... Çok sür'atli çıkıyorum.
... Karanlığı geçtim... Çok sür'atli!... Çok!... Çok!...
(derin bir nefes)
Varlık1- Merhaba!..
İdâreci- Merhaba, efendim... Kiminle görüşüyoruz, efendim?
V1- Hazret-i İshak.
İ- TANRI râzı olsun.
V1- Şimdi beni dinleyin.
İ- Yalnız Medyum daha yüksek sesle...
V1- Şimdik hiç ses olmayacak!.. En az üç kişi kalem-kâğıt alsın!
İ- Siz tâyin eder misiniz?
V1- Hayır, hayır.
İ- Ben veriyorum.
V1- Evet... Kalem-kâğıt alsın... Şimdik... Ses, sual... Hiç bir şey sorulmayacak!: Ben sonunda
hepinizle konuşacağım ve suallerinize cevap vereceğim. Yalnız şimdik hiç sual sormak
olmadığı gibi, hiç ses çıkartmayın! Medyumunuz'un sıhhatiyle çok ilgili bir durum var
bu gece...

Bu, Kadir Gecesi olacaktı. Fakat o gece çok vazifeliydik. Onun için bir vesile çıkartıp,
bu geceye aldık onu... Şimdik... Şimdilik Allahaısmarladık size... Hem benim, hem
Medyum'un nâmına Allahaısmarladık.
İ- Güle güle, efendim.
M- ..... Dar bir yol.... Çok gayrımuntazam bir yol... Mâvi mâvi taşlar çıkmış topraklardan...
Yürüyemiyorsunuz rahat... Hazret-i İshak'ı tâkip ediyorum ben... Ben konuşuyorum
şimdik... Doğrudan doğruya ben konuşuyorum... Hazret-i İshak'ın arkasındayım ben...
Yürüyemiyorum... Çok dar bir yol... Bir tarafı mezarlığa gidiyor yolun ... İki-üç mezartaşı
var... Korkuyorum ben... Ağır ağır yürüyorum... Ağır ağır yürüyorum...

...... O ne?... Bir ney sesi var... Ney sesli.... Hazret-i İshak'ın yanına geldim. Korktum bu
sesten... Köşebaşı çok yıkık dökük bir kulübe... Köşebaşı çok yıkık dökük bir kulübe...
Hazret-i İshak'ın yanındayım... Bana bakıyor... Bir tarafta siyahlaşmış sandukanın üzeri...
ama çok eski bir sanduka... Siyahlaşmış, yanmış... Yanmış... Hazret-i İshak, "mumlardan
yandı" diyor... Bir mezartaşı var... Üzeri okunmuyor yazılar...
(Tabii, eski yazı çünkü)
Hazret-i İshak bana, "Okuyalım" dedi. Ben... Ben bilmiyorum... Bunu nasıl okurum?...
Mezartaşının üzerindeki o bir tuhaf şey... yazı görünüyor ama... okuyamıyorum...
Fakat anlıyorum... Ama okuyamıyorum gene... İşte buradaki Büyüğe âit bu harap türbe...
Yalnız dedi ki Hazret-i İshak, ağır ağır okuyacakmışım... Yazıya yaklaştım... korkuyorum...
Bir el arkamı tuttu gibi... Okuyorum!... O ne!...

.... DİNLEYİP NÂYINI, DUR TÜRBEDE ...

Feci bir ney sesi geliyor... çok kuvvetli... Bir daha okuyayım:

DİNLEYİP NÂYINI, DUR TÜRBEDE, İMÂNLI İSEN,
OKU SAVTÎ DEDE'NİN RUHUNA BİR FÂTİHA SEN!

.... Ağlıyorum... Dede'nin türbesi imiş, efendim... Sevtî Dede'nin... Gözlerim kapandı...
Hazret-i İshak'a, " Hazret-i İshak, bırakma!" .... Gözlerimi açtım... O ne?... Türbenin
ilerisinde...
(Artık) türbeyi göremiyorum... Yalnız harap gene ama... o kadar çok harap değil...
bir yer var... Hazret-i İshak biraz benden uzak duruyor şimdi... Yalnız anlıyorum ki,
"Yürü!" diyor bana... Nasıl yürüyeyim ben?..

... Kapıya geldim... Bir yazı... Okuyacakmışım gene... Çok büyük yazı... Nasıl okuyayım?..
Karmakarışık... Birbirine girmiş harfler... "Oku!" diyor Hazret-i İshak... "Okuyacaksın bunu!"

DERGÂH-I UŞŞAK...

... Durduk... Kapının üzerinde büyük bir demir var... Tutacak... Tutacak... Öyle itiliyormuş...
Girmek istemiyorum ben... Korkuyorum... Yapıştım demire... Hazret-i İshak geldi,
"Bırak!" dedi... Bıraktım... Korkuyorum... ÇOK KARANLIK!... Kapı açılıyor... Nasıl girerim?..
Nasıl?....

Girdim... Toprak yer... dar yer... sağda bir küp gömülü... Üzerinde zincirle bir şey asılı...
Öyle su çıkıyormuş, küpten alınıp... Tahta bir şey üzerinden geçip gidiyorum...
Ben hiç böyle olmadım... korkuyorum...
İ- Korkacak hiç bir şey yok!.. Üstat yanınızda.
M- Yok, gelmedi... Dışarda kaldı Hazret-i İshak... Yalnız gidiyorum.. Beni bekliyecekmiş o...
Yalnız!.. Odalar var... Odalar... Gene bir kapı... Gene bir yazı... Ama bu sefer okuyabilirim.
Bende bir şey oldu, okuyorum ben.

DERGÂH-I UŞŞAK'A GİRİP YÜZ SÜRELİM
NEFS-İ EMMÂRE'Yİ GEL, ÖLDÜRELİM!

... Öyle yazıyor... Ney sesi çoğaldı... Bir aralık susar gibi olmuştu... Ney sesine doğru
gidiyorum... Hani Hazret-i İshak dışarda idi?... Yanımda!... "Dur, korkma" diyor...
Yürüyorum ben gene... Korkuyorum... kimseyi göremiyorum... Hazret-i İshak döndü bana,
"Kimi görürsen" dedi, "ondan başka kimseye söylemiyeceksin. söylediğin an, her şeyini
kaybedersin. Bunu bil!" ... Söylemiyecekmişim...

Evet.... Neye doğru gidiyoruz... Neye doğru... Çok acı çalıyor... Çok!... Sanki kâlbim bu
seste benim... Kâlbimi çekiyor ses... Bu ses kâlbimi çekiyor... Biraz durayım...

Abdest aldım ben... Abdest aldım.. Öyle gidiyorum... Ney!... Ney çalıyor... Evet.... Bu ne?...
Bir oda...
(Medyum heyecanlanır) Kapı aralık.. Ney çalan içerde... İşte!...
Başı önde... bembeyaz bir sakal... "Gir" diyor Hazret-i İshak... "Öp!... Öp!.. Savtî Dede'nin
elini öp!" ...

Girdim... Fakat Savtî Dede çalıyor... Ben seste... Ben ses oldum şimdi artık... Savtî Dede'nin
neyinde sesim ben... Geldim... Savtî Dede bıraktı
(neyi) ... Fakat bakamıyorum... Benim başım
önümde... Savtî Dede neyini koydu. Yanında bir şey var, onun üzerine... Baktı bana... Elini öptüm
Savtî Dede'nin... Yanına oturdum Savtî Dede'nin... Savtî Dede bu!... "Hoş geldin" dedi...
Cevap veremiyorum. gönlümden geçirdim "hoşbuduk"u... "Ne?" dedi, "Niye ağlıyorsun?
Ağlama" diyor... "Senin gözyaşlarını Öbür Âlemdekiler de görüyor, ağlama."

(Medyum artık kendini tutamaz, ağlaması artar)

Nasıl?... Savtî Dede... "TANRI'ya şükret" diyor.
"TANRI'ya" diyor, "şükret!" ... "Geldin" diyor bir ses... "Dinle" diyor Savtî Dede, "bu sesi"...
Tekbir gibi bir ses... "Şimdi" diyor, "bunu dinle. Ondan başlıyacağız. Fakat... Fakat başka
türlü." .... Evet... Bir ses... Fakat bu, Savtî Dede'nin hücresinden değil... Bütün Dergah'tan
kopuyor gibi bir ses işte... Tekbir gibi... Ezan gibi bir ses... Duyardım galiba... yâhut
okurdum... "Bunu" diyor, "bir defa söyle,.ondan sonra," diyor Savtî Dede, "benlen azıcık
kalacaksın. Sonra seni geri göndereceğim bu akşam" diyor... "Bu akşam daha fazla
dayanamazsın. Ama sen artık bendesin," diyor Savtî Dede, "Benim neyimdeki sessin."
diyor... "Neyimdeki ses, benim yüreğimin feryâdıdır," diyor Savtî Dede... "Sen yüreğimdesin"
demektir bu...

Evet... Savtî Dede... Savtî... "Şimdi" diyor, "sen bunu şöyle bağır. Ama gönlünce bağır.,"
diyor. "Şöyle bağır: CÂN-I CÂN BES!" ... Hazret-i İshak da ağlıyor... Ben niye böyle ettim?..
Bana Savtî Dede bir cüz çıkardı... yeşil bir kılıftan...

V1- Ben Hazret-i İshak... Medyum'u iyice ovun (ki kolları bacakları tutulmasın.) ...
M- ... İlk sahife... İlk sahife... İlk sahife..
(Gene eski yazı, ama artık Medyum okuyabiliyor.)
"Biz" diyor, "şöyle başlıyalım. Bir daha söyle," diyor.

CÂN-I CÂN BES!...

"Sin'len olduğu için bes"... Diyor ki, "Şimdik bunu öğreteceğim. Yalnız sen bâzılarını
bilmiyorsun," diyor Savtî Dede, "Fakat kolay anlaman için bâzı bildiklerini kullandım.
Bilmediklerini sonra" diyor, "söylerler." ... "Yalnız" diyor, "dinlen azıcık." ... "Ne zaman," diyor
Savtî Dede, "ne zaman seni bağrıma basarsam... " ... Herkes "Cân-ı Cân bes" diyecekmiş,
efendim.

BES... be .... e... .. sin... (Arap harfleri, ortadaki elif) Savtî Dede öğretiyor... "Okuyabilirsin artık"
diyor... "Okuyabilirsin," diyor Savtî Dede... "İşte" diyor,"âşık gönlü böyledir. Alır, ama daha
(çok) verir," diyor...

"ÂŞIĞIN NEŞ'ESİ VUSLATTA İNAN, GAMDAKİ HAZ,
CÂM-I ZERRİNE AKAN GÖZYAŞI RÂNÂ GÖRÜNÜR
CÂN-I CÂN BES'TEKİ NUR RUHUNU SARDIKÇA SENİN,
KÂLB-İ MECRUHUNA BAK, ÂLEM-İ MÂNÂ GÖRÜNÜR!

(Medyum gene ağlamaya başlar) Savtî Dede kapıya getirdi... Şimdi ayirılmak istemiyorum...
Elini öpüyorum Savtî Dede'nin... Beni öptü... Sakalları ıslak Savtî Dede'nin... Öbür kapıya
kadar... Bırakma!... Savtî Dede!... Ben artık nasıl... nasıl bu dergâhtan çıkarım!... Savtî
Dede!... Nasıl çıkarım?... Ben... Ben yapayalnızım Savtî Dede... Sen benim karşıma gönlümü
çıkardın... Nasıl, Savtî Dede?... Ben güldüm mü ki hayatta?.. İlk defa burada gülüyorum...
Bırakma!... Savtî Dede!.. Gülüyor... "Her zaman sen buradasın."...

Çıktık... Hazret-i İshak... Tutundum Hazret-i İshak'a... İlk defa bu kadar yakınım ona ben...
İlk defa Hazret-i İshak'a bu kadar yaklaşabiliyorum...

Yola çıktık... Aynı yol... Yol aynı... Yol aynı... Ney sesi uzaktan... Gene ney... gene ney...
gene ney... gene ney... Çok rahatım... Çok rahatım... "Bu dergâha" dedi Hazret-i İshak,
"bu Dergâh-ı Uşşak'a girdin artık. Tamam oldun. Bundan sonra tamamsın. Buna girmeden
âşık olunamaz!" ... "Orada gördüklerini sakın," diyor, "söyleme! Tanıdıklarını tanımıyorsun
ama, onlar sende seni tanıdılar. Sakın onları kimseye söyleme!"

Hazret-i İshak'ın elini öptüm... Benim yolumun aydınlığı... Benim gönlümün nuru... Beni
kanatlandıran, içimi tertemiz yapan Hazret-i İshak... Elini öpüyorum... Beni öptü... Geldik.

Çok uzun oldu, değil mi?... Hiç durmadık, çünkü Celse'nin akışını, insicâmını bozmak istemedik... Medyum muhteşem bir İmaj'la Savtî Dede'nin huzuruna çıktı. Rehber Ruhu Hazret-i İshak'ın yardımı ile... Hazret-i İshak onun hem Rehber Ruhu, hem de Hâmi Ruhu... Yâni, bunlardan biri... Rehber ve Hâmi Ruhlar'ın bir tâne olması gerekmez... Hazret-i İshak'ın başta söylediklerinden anlıyoruz ki, bu görüşme önceden plânlanmış... ve orada başkaları da var.

Hazret-i İshak peşînen ikaz ediyor, "Kalem-kâğıt verin" diyor, Niye?.. Şiirleri yazmak için. Daha önce de böyle olmuştu. Ama İdâreci anlamamış, Avradakiler atlamışlar, yazmamışlar. Medyum tekrar okuyacak... Devam etmeden az bilinen kelimeleri verelim ki, Celse iyi anlaşılsın... Önce bizim kullandığımız İNSİCAM ... "düzgünlük, bağdaşım, suyun devamlı dökülüp akışı, sağlam ve bir tertib üzere olmak, tutarlık" demektir. Akışın düzgünlüğünü bozmak istemedik.
SAVT , "ses, bağırmak" demektir. Celse'de "ses" anlamında geçiyor. Ancak dinde şeriat açısından bâzı savtlar helâl, bâzıları da haram kılınmıştır. Ulvî hüzünleri, Rabbânî aşkları ifâde eden sesler helâldir. Yetimlerin hüznüne yol açari, nefsânî, şehveti tahrik eden sesler haramdır. Yâni, bir magandanın sözümona iltifat diye bir kadına "Yavruum!" demesi makbûl bir ses sayılmaz. Gönlü sızlatan bir ağıt elbette ki makbûl bir sedâdır. Şeriatın tâyin etmediği bunun gibi sesler kişinin ruhuna, vicdânına yaptığı tesire göre "makbûl" veya "değil" diye anılır... Peki, bağlantı ne?.. Savtî Dede ney'iyle, şiirleriyle, konuşmasıyla gönülleri coşturduğu için "makbûl ses çıkaran" anlamında bir isim almış kendine...
DERGÂH-I UŞŞAK : Dergâh, mâlûm, "tarikat mensuplarının ibadet ve tören yaptıkları yer, tekke" demek... Tabii şimdiki 12 yaşındaki kız öğrencisinin donunu indiren sahte şeyhlerin bulunduğu, müridlerine kadın-erkek, çükünü emdiren, kadın-erkek ırzına geçen sapıkların tarikatından, veya din"i bir vakıfta kendine emânet 45 erkek öğrencisiine tecâvüz eden imamlardan, hocalardan bahsetmiyoruz. Neyzen Tevfik Üstâdımız bir Celse'de bunlara iyice bir giydirmişti... DERGÂH-I UŞŞAK , "Âşıklar Dergâhı" demektir ve Hazret-i Mevlâna'nın dergâhını kasteder.
NEFS-İ EMMÂRE , daha önce de açıklamıştık, "insanı kötüye çeken, kötüyü emreden nefis, ego, insanın çirkin ve Şeytan'ın teşviklerine itirazsız ve mücâdelesiz tâbi olması hâli" demektir. Aslında NEFİS Yedi Mertebe halindedir. İnsan Tekâmül ettikçe bu basamakları çıkar. Meselâ İkinci Mertebe NEFS-İ LEVVÂME'dir ki, "kendini yanlışından dolayı tenkit eden, hatâlarını kınayan, pişman olan nefis, kötülüğü işledikten sonra fenâlığını hatırlayarak insanı rahatsız eden pişmanlık hâli ve vicdan rahatsızlığı" anlamındadır, kişinin Tekâmül ettiğini gösterir.
CÂN-I CÂN BES! , bizim yorumumuzla "Canlar Cânı Yeter" demektir. Bu, Rahmetli Enis Behiç Koryürek'e gelen Çedikçi Süleyman Çelebi'nin "ALLAH BES!" demesini andırıyor.
VUSLAT , hep veriyoruz ama tekrar edelim, "sevgiliye kavuşma" demektir. Tabii burada ALLAH'a kavuşmaktan bahsediliyor. Hazret-i İshak bunları daha derinlemesine açıkılaycaktır.
CÂM-I ZERRİN , "altından yapılmış kadeh" demektir. Burada "gönül" kastediliyor.
RA'NÂ , "güzel, hoş lâtif, parlak. çok iyi, çok âlâ" demektir,
MECRUH , "yaralı" demektir.

Varlık1- ... Evet, efendim. Ben Hazret-i İshak... Şimdi konuşalım. Buyurun.
İ- İdâreci- Biraz evvel emirleriniz üzerine arkadaşlara kâğıtları dağıttık. Şimdi ne gibi
bir şey yaptıracaksınız?
V1- Demin okunanların bir çoğunu Medyum'un şuurunda bulamadık ta, yanlış söyleyebilir
zehâbıyla yazdırmak için verdik onları... Başka bir şeyimiz yok... Yalnız Medyum'a
dikkatlice bakan oldu mu o zaman?
İ- ??? Evet.
V1- Kimse bir şey görebildi mi?.. Onu anlamak isterim şimdi.
İ- ??? Bunu biraz daha açıklar mısınız?
V1- Medyum'da ne gördünüz?
İ- Hemhâl olmuştu Medyum.
V1- Hayır... Bir şey gördünüz mü onda?..
İ- ??? Heyecan içerisindeydi. Ağlıyordu, titriyordu. Büyük bir sıkıntıdan kurtuldu, rahatladı.
V1- ... Şimdik yazdıklarınızda mânâya takılan var mı?.. Kelimenin mânâsına... Bana sorun.
Ben bununla vazifeliyim, efendim.
İ- Şimdi Üstâdım, bilmiyorum, yazan var mı?
V1- Varsa, okusunlar, efendim.
İ- Behiç Bey okuyor.
BB- Âşıkın neş'esi vuslatta, inan, gamdaki haz
Cân-ı rezyine akan gözyaşı...
V1- Yanlış, efendim... Hayır, hayır... Şimdi, olmadı... Ben şimdi Medyum'u gene
götüreceğim oraya... Çok çabuk... bu ancak orada okunur... Ben okuyamam...
Müsaadem yok benim buna...
İ- Evet. Şimdi yazılacak. Bir daha veriyorlar.
Medyum-
(Gene heyecanlanır.) Savtî Dede!.. Savtî Dede!.. Gördün mü, geldim...
"Oku" diyor... "Oku" diyor Savtî Dede...
(Bir daha okur)

"ÂŞIĞIN NEŞ'ESİ VUSLATTA İNAN, GAMDAKİ HAZ,
CÂM-I ZERRİNE AKAN GÖZYAŞI RA'NÂ GÖRÜNÜR
CÂN-I CÂN BES'TEKİ NUR RUHUNU SARDIKÇA SENİN,
KÂLB-İ MECRUHUNA BAK, ÂLEM-İ MÂNÂ GÖRÜNÜR!

Savtî Dede!...
V1- ... Evet... Hazret-i İshak
(ben).
İ- Şimdi yazanlar okusunlar mı, efendim?
V1- Evet.
BE-
(Şiiri yavaş yavaş okur)
V1- Şimdi konuşalım, efendim... Şimdi...
İ- Şimdi Üstâdım, biz bunları tesbit ediyoruz. Hatâlar olursa, düzeltireceğiz.
V1- Yalnız, hatâyı tesbit edemezsiniz uyanıkken, onun için... Bunu Dergâh'tan başka hiç bir
yerde okuyamaz Medyum... Yalnız ben size kelimenin mânâsını vermeye müsaadeliyim,
efendim.
İ- Lûtfediniz.
V1- Şimdi sorun. Hiç şüpheli kelime kalmasın. Vereceğim efendim, hepsini... Mânâyı
vere vere devam etsin. Medyum'u bağlayın da, yanlış olduğu zaman söylesin.
İ- Peki, efendim. Müsaade edeseniz, arkadaşlara teypten dinleteyim.
V1- Peki, efendim.
İ-
(dinletir)
V1- CÂM-I ZERRİN , efendim. Bnun mânâsını vereyim: CÂM-I ZERRİN, "ALLAH'A DUYULAN
AŞKLA ŞERHA ŞERHA OLMUŞ BİR GÖNÜL" , efendim... Bu aşkla dolu gönül Câm-ı Zerrin...
İkinci kelime RA'NÂ... Bunu bilirsiniz, efendim...Söyliyeyim mi bunun da mânâsını?
İ- Lûtfen.
V1-
(RA'NÂ,) "HOŞ GELMENİN ZEVKİNİ RUHA AKSETTİREN" demek...
Lâtif, güzel, hoş... CÂN-I CAN, "ALLAH" demek... BES ""sin"le
yazılır, CÂN-I CÂN BES, ALLAH BİZE KÂFİ... "ALLAH BES" demek, efendim. Fakat Cân-ı Cân
bes... Dergâh-ı Uşşak'ta Cân-ı Cân bes!...
KÂLB-İ MECRUH , "AŞKLA YARALANMIŞ GÖNÜL" demek, efendim... ÂLEM-İ MÂNÂ,
şimdi "MEDYUM'UN DOLAŞMAKTA OLDUĞU ÂLEM"... HER ŞEYİN, BÜTÜN HAKİKATİN
ZENGİNLİĞİNİ TAŞIYAN ÂLEM... Onu biliyorsunuz zâten, değil mi?
İ- Evet, efendim.
V1-Var mı, efendim?...
(sual yok) İsterseniz, şimdik bunu ben tefsir edeyim azıcık.
Çünkü bundan sonraki konuşmalarımızda sizden bunun tefsirini isteyeceğiz.

Diyor ki, efendim, gönül vuslatı yudumladığı an... "GÖNÜL VUSLATI YUDUMLADIĞI AN,
DUYDUĞU NEŞ'E, ÇEKTİĞİ GAMIN HAZZIDIR... ÇÜNKÜ VUSLATI ÖZLEYEN, ALLAH AŞKIYLA
DOLU GÖNLE DÖKÜLEN GÖZYAŞI RUHA ZEVKİN NEŞ'ESİNİ, HAZZINI, GÜZELLİĞİNİ , HOŞLUĞUNU
VERİR... EĞER SENİN RUHUNU "CÂN-I CAN BES"TEKİ NUR, YÂNİ ONDAKİ BÜTÜN SIR KUCAKLAMIŞSA,
O ZAMAN BU AŞKLA DOLU GÖNLÜNE BAK, ÇÜNKÜ
(ALLAH AŞKI'YLA) PIRIL PIRIL OLAN
BU GÖNLÜNE BAK... ÇÜNKÜ
(ALLAH AŞKI'YLA) PIRIL PIRIL OLAN BU GÖNÜLDE
TANRI'NIN BÜTÜN ŞEHAMETİNİ GÖSTEREN O MUAZZAM ÂLEM-İ MÂNÂ'YI KENDİ GÖNLÜNDE,
KENDİN SEYREDECEKSİN" demektir, efendim...

Gel de, burada durup derin bir nefes alma!.. Mümkün mü?... Biz CÂM-I ZERRİN için lugat mânâsını verip, "ALTIN KADEH" demişken; Üstat, o altın kadehin taşıdığı şarâbın ALLAH AŞKI olduğunu, kadehin de "ALLAH'A DUYULAN AŞKLA ŞERHA ŞERHA OLMUŞ BİR GÖNÜL" olduğunu ne güzel ifâde etmiş!... ŞERHA , "dilim, parça" demek... Böylece ŞERHA ŞERHA GÖNÜL; KÂLB-İ MECRUH' bağlandı... Hani bir güzele âşık olanlara hep "gönlü yaralı" "aşk acısı çekiyor", "kâlbinden vurulmuş" derler, hattâ "ok saplı bir kâlp" resmi çizerler ya; Üstat işte ALLAH AŞKI duyanların hâlini çok dahü güzel anlatmış... ŞEHÂMET, "yiğitlik, cesâret, kudret sâhibi" anlamına geliyor. Celse'de "ALLAH'IN KUDRETİ, YÜCELİĞİ" anlamında kullanılmış.

Üstat bizim RUHLAR ÂLEMİ dediğimiz âlemden mi bahsediyor acaba?... ÂLEM-İ MÂNÂ'yı da çok güzel açıklamış... Aslında biz MADDE ÂLEMİ'nde yaşadığımıza göre, karşıtı MÂNÂ ÂLEMİ daha uygun, tabii... "Eğer gönlün ALLAH AŞKI ile doluysa, MÂNÂ ÂLEMİ'ni ölmeden de seyredebilir, hakikate ulaşabilirsin" diyor Üstât... Ama Öbür Âlem'de olan her Ruh acaba bu MÂNÂ ÂLEMİ'ne ulaşabiliyor mu?.. Ruhlar Âlemi, Öte Âlem, Öteki Dünya ile MÂNÂ ÂLEMİ bir mi?.. Değil, galiba...Çünkü ÂLEM-İ MÂNÂ, "TANRI'NIN BÜTÜN KUDRETİNİ, YÜCELİĞİNİ GÖSTEREN MUAZZAM ÂLEM" ise, her Ruh bunu göremiyor demektir.

İşte biz buna TEBLİĞ deriz. Yoksa bir Varlığın her söylediğini "tebliğ" saymak kadar büyük câhillik olmaz. Ve gördünüz, böyle bir Tebliği almak için ne kadar uzun bir Sohbet yapıldı... Bizce o Sohbet kısmı da değerlidir ve çoğu Celse öyle Sohbet şeklinde geçer. Siz hem sohbetten yararlanır, hem de Tebliğ sayılacak kısımları ayırırsınız. Bu da hem tecrübe, hem sabır, hem bilgi, hem de gayret ister. Lokmayı çiğnemeden yutamazsın. Yutmaya kalkarsan, boğazında kalır, boğulursun.

Celse devam ediyor... Daha yarısına bile gelmedik.

Varlık1- Tamam mı, efendim?
İdâreci- evet.
V1- Yalnız bir şey söyliyeyim: Medyum çok, çok yorgun!... Tabii bu çok kötü... Ama işte
ilk gece... bu kadar oldu... Hep böyle olacak, ama bu kadar şiddetli olmayacak... Çünkü
(bu) ilk defa... Bugün ilk karşılaşış... Şimdi burada yalnız biraz konuşmam lâzım benim...

Savtî Dede'ye sakın gelişigüzel bir şey sormayın, efendim. Eğer faydalanmak istiyorsanız,
bırakın, sâdece Dergâh'tayken Medyum aldığını size versin. Çünkü hep böyle kısa verecek.
Fakat mânâ çok olacak bu kısada... Bütün
(diğer) konuşmalarınızı gene benle yapacaksınız.
Çünkü Savtî Dede bâzı zaman, çok müstesnâ zamanlarda bu konuşmalara iştirak edecek.
Fakat yalnız, konuşma başka olacaktır, efendim.
İ- Başüstüne, efendim.
V1- Aksi takdirde Medyum'u çok kötü durumlara sokarsınız.

Şimdi, efendim... Bu şey hakkında, bu gezme hakkında... bu Savtî Dede hakkında bana
sual sorabilirsiniz. Yalnız bunu çok uzatmıyalım. Ben istiyorum ki, bu gece Medyum'u çok
yormadan biraz da şahsî suallere geçeceğiz. Yalnz mümkünse açık sorun. Çok yorgun
Medyum. Bir zihin alışverişi yapmayın, efendim... Ben size söz vermiştim. Yalnız zihin
alış-verişi olacak bir hususi Celse yapacağız; sizinle berâber. hiç kimse konuşmayacak.
Yalnız aklından geçirecek. Medyum onu kelimeyle söyleyecek, efendim. Buraya kadar
getirecek. işi. Çünki artık Medyum kabuğunu kırdı... Bunun mânâsını zamanı gelince
vereceğiz biz size...
İ- Evet, efendim.
V1- Şimdi efendim, buyurun, sorun.
İ- Şimdi Muhterem Savtî Dede hakkında biraz mâlûmat verir misiniz, efendim?
V1- Savtî Dede... Esas ismi Savtî Dede değil, tabii... Çaldığı neyle bütün gönülleri kendi
gönlünde toplayan bir Büyük... Esas ismine lûzum yok... Savtî Dede bir gece rüyâsında
Hazret-i Mevlâna'yı görüyor ve Hazret-i Mevlâna ona "Çal!" diyor, "Savtî Dede!..
Gönlümüz neş'elensin!"... ve Savtî Dede uyandığı zaman, namazdan sonra, bunu götürüp
Dergâh'taki bütün berâber bulunduklarına anlatıyor.... Ve kendisi ondan sonra "Savtî Dede"
kalıyor, efendim... Yolu anlattık... Yerini de söyliyeyim ben size... Sivas'tadır kendisi...

Yalnız büyük bir yanlışlık oldu... Savtî Dede'nin esas kemiklerini alıp meçhul bir mezarlığa
gömdüler. Fakat şimdiki makamında, ki halk oraya "Savtî Dede" demez. Türlü türlü isimler
söylüyor. 0nun altındaki kemikler maalesef Savtî Dede'ye âit değil, ama bu bir şey ifâde
etmez. Mâdemki gönülde Savtî Dede var, yeter!.. Bâzen de rivâyet edilir, sabah namazından
sonra o harap türbenin yanından geçenler ney sesi duyarlarmış... Buna inanmıyanlar da
olabilir... Fakat duyanlar da olabilir... Yalnız bu ses kulaktan duyulmaz; gönülden, Ruh'tan
duyulur. Bnu duymak için de o gönülün, o Ruh'un Savtî Dede'nin makamına kadar yükselmesi
lâzımdır, efendim.
Görülüyor ki... Savtî Dede kim?... Medyum'un Savtî Dede'ye götürülmesi, Hazret-i Mevlâna'nın
arzusu üzerinedir. Çünkü tamamdır artık... Bundan sonra bu mevzuda her şeyi size bu şekilde
verecekler, efendim. Ve biz müsaade ettiğimiz zaman, neşredeceksiniz... Ondan evvel kat'iyyen!...
İ- Başüstüne!
V1- Yalnız okuyabilirsiniz. Bir şartla!... İSİM VERMEDEN!... Yalnız, gönülleri aydınlatmak için
okuyun, efendim. Bununla vazifelisiniz zâten. Bu gece burada bulunanlar... Yoksa buraya
çok devam edip te, bu gece bunu yapamıyanlar, buraya gelemediler. Öylesi daha hayırlıydı
da, ondan!... Buyurun, efendim.
İ- Yalnız bu "neşretme!" şeyini geçen gün de söylemiştiniz. Yunus Emre'den aldıklarımız da
vardı.
(29 Aralık 1964 Celsesi'nde böyle bir ikaz vardı, yazmadık.)
V1- Burada size bir sır daha söylliyeyim: Yunus Emre'den almak, Savtî Dede'nin huzûruna
çıkarmak için bir Ruh Tekâmülü'nün Basamakları'ydı, efendim... Eğer bunu yapamasaydı
zâten, bu gece Medyumunuz Savtî Dede'nin huzûruna gidemezdi. Bundan sonra hep böyle
alınacaktır.

Evet, 29 Aralık 1964 târihli Celse'de, "ilerde çok önemli bir Celse yapılacağı"ndan bahsedilmiş ve izin verilene kadar o Celse'nin yayınlanmaması istenmişti. Bu Celse'de de Savtî Dede ve bundan sonraki bâzı Celseler'in yayınlanmasını "izne tâbi" kıldı Üstat... Bu son derece normal... Çünkü her bilgiyi herkes aynı şekilde kavrayamaz. Her bilgi zamanı gelmeden ortaya atılamaz. Nitekim, 1964'den Ferhan Bey'in 2002 yılında vefâtına kadar böyle bir izin çıkmadığı için bunlar yayınlanmadı.

"Peki, o zaman bunları niye yayınladın, be adam?" diyebilirsiniz. Yayınladık, çünkü ortaya "sahte Mevlânacılar" çıktı. Her gözünü kapayan Yunus Emre ile, Mevlâna ile hattâ (hâşâ!) ALLAH ile görüştüğünü iddia eder oldu. Bülent Çorak diye tımarhâne kaçkını bir kadın türedi. Biz de "Hazret-i Mevlâna ile görüşmek öyle kolay mı? Bak, bir Medyum ne meşakkatli, zahmetli kademelerden geçiyor onun huzuruna çıkabilmek için?" diyerek, yayınladık. Üstelik daha Savtî Dede'nin huzûrundayız. Hazret-i Mevlâna'ya çok var...

Peki, Üstat niye "İSİM VERMEDEN okuyun" diyor?.. Çünkü Üstatlar, bir bilgiye sırf "Ruhlar'dan geldi" diye inanılmasını istemezler. İsterler ki, o bilgiyi doğru bulduğunuz için, aklınıza yattığı için ve Ruh'tan geldiği için değil de, bir kitaptan okuduğunuz gibi kabul etmenizi isterler. Aynı ikazlar bize de yapılmıştır. Bu ikazları şöyle ifâde edebiliriz: Birincisi KETUM OLMAK, yâni gereksiz yere "Tebliğ bu" falan diye konuşmamak, ikincisi RUH İSMİ VERMEMEK...

"Peki, şimdi sen niye isim veriyorsun, be adam?" diyebilirsiniz. Çünkü şimdi Ruhiyat'tan bahsediyoruz. O denilen, gündelik sohbetler, fikrî münazaralar için... Durup dururken, kahvehânede çay içerken "Falanca Ruh böyle dedi, vallah" diye lâfa dalınır mı?.. Neyse inandığın, kabul ettiğin onu söyleyeceksin... Ama Spiritualizm'den bahsederken isim veriyoruz.. ve biliyoruz ki, o asıl ismi değil!.. Ali olmuş, Veli olmuş, farketmez. Yeter ki verdiği bilgi doğru olsun, işe yarasın!

Varlık1 Buyurun, efendim. Şimdi lûtfen şahsî suallere geçelim.
İ- Başüstüne, efendim.
V1- Yalnız istemeyen sormasın. Fakat isteyen açık sorsun, cevap verelim. Ben bu gece
medyum'u çabuk uyandırmak istiyorum, efendim.

Sakın Medyum'a bir şey söylemeyin. (Kendisi zâten hatırlamıyor olanları.)
Yalnız şeyi... mezartaşını...Bir de son yazdığımızı yazın. Bu gece yazın ama... Kendisine
verin. Deyin ki, "Bunu ancak yarın sabah okuyacaksın." Çünkü sabah namazından sonra
okuması lâzım bunu... Ve bu gece çok muhtemeldir ki, rüyâsında Savtî Dede'yi görecek.
Yarın sorarsınız kendisine... Söylemeyin sakın siz, bu sahneyi... Çok kötü olur. Çok
üzüldüğünü, ağladığını söylemeyin. O size belki sabah bahseder
(rüyâsından)
Ve siz ona mümkünse sorun. Olur mu, efendim?
İ- Peki... Efendim, mezartaşı yazılmamış...
V1- Mezartaşı üzerindekini yazmadınız mı, efendim?
İ- Yazılmadı, efendim.
V1- Haa!... Durun... Onu ben söyliyebilirim... Çünkü...
(o Savtî Dede'den değil)
Onu söliyebilirim ben... O zaman Dergâh'a girmemiştik, tabii... Ben Dergâh'ın eşiğinden
sonrakini söyliyemem... Ney sesi geliyordu, biliyorsunuz... Şimdik, şöyle mezartaşı:

DİNLEYİP NÂYINI...

Açarak vereyim... NÂY, "ney", biliyorsunuz...
........ DUR TÜRBEDE, İMÂNLI İSEN...
OKU SAVTÎ DEDE'NİN RUHUNA BİR FÂTİHA SEN...

Burada anlaşılmayan bir şey yok, efendim.
İ- Evet, efendim.
V1- Evet, efendim. Şahsî suallerimizi soralım... Yalnız ben zihninden aldıklarıma sorarım.
"Şunu söyleyin" filân derim... O kadar...
İ- Geçen sefer Timuçin Bey'in bir ricâsı vardı.
(Rahatsız) Oğlu hakkında sormuştu.
V1- Onu ayrı yapalım. Böyle olmaz o... Şöyle yapalım: Buradan hâriç bir yerde toplanalım.
Öyle sorun onu bana... Çünkü çocuk da lâzım bize.
İ- Aktan Bey soruyorlar efendim.
V1- Yalnız herkes bir sual soracak. "Şahsî sual" dedim yalnız.
YA- Şahsî değil, Savtî Dede ile ilgili.
V1- Sorsunlar.
YA- Savtî Dede'nin makamı Yunus Emre'den daha mı yüce?.. O inceliği anlıyamadım.
V1- Aynı makam, efendim. Hepsi Mevlâna'nın dizindeler... Yalnız biraz evvel öyle konuşmamın
sebebi, Medyumunuz o şekilde daha iyi alıp verecekti. Bu şekil çok zor... Ve Medyumunuz
oradaki kelimelerin çoğunun mânâsını bilmiyor. Buna alıştırmak içindi, efendim. Bunun
nasıl olduğunu izah edemeyiz, tabii... Şunu söyliyelim ki, TABİİ Kİ MEDYUM'UN ŞUURUNDAN
FAYDALANIYORUZ...

Evet, efendim... Biri, suali olduğu hâlde "yok" diyor oradan... Onu söylemiyeyim de, kendisi
söylesin.
İ- Tevfik Bey, "Anneme âit bir şey geçiriyordum aklımdan" diyor.
V1- Buyursunlar.
TB- Kendisini rüyâda göremiyorum. Çok iştiyâkım var. Acaba bizim hakkımızda ne gibi
bir tecelli var? Onu öğrenmek istiyorum.
V1- Siz, efendim, gönlünüzde ona karşı derin bir hicran taşıyorsunuz. Onun da Öbür Âlem'de
size karşı olan yakınlığı o kadar derindir, efendim. Hiç üzülmeyin! Çünkü okuyorsunuz.
İbâdetlerinizi de eksik etmiyorsunuz. Kâfi, efendim, bu... Fakat göreceksiniz pek yakında
(rüyânızda) ...

Kısa bir açıklama verelim... Şahsî sualleri enteresan olduğu veya herkese hitap eden yönü bulunduğu takdirde naklediyoruz.

İdâreci- Selâhattin Bey soruyorlar.
Selâhattin Bey- Bir buçuk yaşımda babam vefat etti. Bâzı kimselerin, hattâ benim oğlumun
"Baba, baba" deyişindeki heyecânı ben duyamıyorum. Duysam dahi, bir sun'ilik hissediyorum
bunda. Acaba babam da bu Ruh Âlemi'nde bu sun'iliği hissedebiliyor mu? Kendisine karşı
vazifelerimi tam olarak yapabiliyor muyum?
Varlık1- Ben size şöyle cevap vereceğim: Medyum da babasını üç yaşında kaybetti. Fakat
babaya karşı duyulan iştiyak hep gönlünde bulunsaydı, acaba ömrü nasıl geçeirdi, efendim?..
Siz... duymuyor gibi gelir size... Ama o gönlünüzün bir köşesinde dâima mevcuttur.

Gelelim Bu Taraf'a... Bu Taraf'ta olanlar, öbür, sizin âlemdeki yakınlarıyla dâima irtibattalar,
efendim... Hattâ sizin hayâtınızda geçmesi muhtemel bir kazâda, sizi babanız Bu Taraf'taki
bir Telkin'le kurtarabilir de... Anlatabildim mi bundan bir şey?

SB- Geçmiş olan mı?... Geçmesi muhtemel kazâda mı?
V1- Aklınıza gelen şey, efendim, sizin...
SB- Teşekkür ederim.
V1- Geldi, değil mi, aklınıza?.. Ne geldi, açın.
SB- Geçmiş olan bir kazâ geldi, tabii.
V1- Yaa!... Nasıl atlattınız onu?
SB- Bir otomobil kazâsıydı.
V1- Evet?
SB- Otomobil ters devrildi. Çocuklarımla berâber hiç bir şey olmadan kurtardık.
V1- Ondan evvel ne duydunuzdu?
SB- Bir gün evvel kazâyı geçireceğimi hissettim.
V- Tamam, işte!... İşte babanızın verdiği İrtibat'tı. Bunu söylemek için... Bunu bana
şimdi verdiler. Bunu da burada açıklamamın sebebi, size durumu tamâmiyle izah etmek
içindi. Babanızın size ne kadar yakın olduğunu göstermek için, efendim... Anlaştık mı?
SB- Anlaştık... Bir noktayı daha söyleyebilir miyim?
V1- Buyurun, efendim.
SB- Kazâyı yaptığım gün, teyzemin oğlunun 7 yaşındaki çocuğu saat 10'da "Oğuzlar
kazâ yaptı" demiştir, İstanbul'da... Kazâ, Ankara'ya 100 kilometre kala yapılmıştır.
V1- E, biraz evvel size Buradaki İrtibat'tan verdim. Bu İrtibat zaman ve mekâna sığmaz,
efendim... Anlaştık, değil mi?
SB- Anlaştık.
V1- İşte, o kadar!... Gördünüz işte... Bir hâdiseyi ortaya çıkardık. Bu da bunun içindi.
Evet. efendim. Buyurun.
İ- Necdet Bey soruyor.
Necdet Bey- Senelerce evvel Uhrevî Âlem'e yolcu ettiğim kızkardeşim ve babam. bugün
resmî ve hususi hayâtımı acaba memnuniyet verici buluyorlar mı?.. Ve tasarladığımız bâzı
hususlarda tavsiyeleri mevcut mu?
V1- Kardeşiniz babanızla berâber... Hep berâberler... En büyük zevkleri de neymiş,
biliyor musunuz?.. Sizin çocuğunuzu seyretmek imiş... Bana şimdi verileni söylüyorum...

Burada duralım... Üstat, "Bana verileni söylüyorum" diyor iki soruda da... Bundan ne anlıyoruz?... Dedik ya, siz bir Varlık'la görüşürsünüz, ama o aslında orada birHheyet içindedir. Hattâ yanına olmasa bile danışabileceği başka Varlıklar vardır. Şimdi Hazret-i İshak bizimle görüşüyor ama, sorulan sualleri oradaki Neyet duyuyor, gerekli bilgiyi topluyor ve Hazret-i İshak'a iletiyor. O da söylüyor.

İdâreci- Behiç Bey soruyor.
Behiç Bey- Rahmetli ağabeyimin bir emirleri var mı, efendim?
V1- Buradakiler'in ne emirleri olur?
BB- Benim hizmet edebileceğim herhangi bir emirleri?
V1- Aklınızdan geçirin, ama bir duayı geçirir gibi geçirin, kâfi, efendim, Buradakiler için...
Evet, efendim.
İ- Orhan Bey soruyor.
Orhan Bey- Efendim, merak ediyorum, Özdemiroğlu Osman Paşa'nın Türbesi nerededir?...
Ve Antep kahramanlarından Özdemir Bey'le bir sıhrıyeti var mıdır?
V1- Bunlar böyle bir Celse'de olacak iş değil. Bunu bir başka Celse'de kendisini getirip,
kendisini konuşturalım kendisiyle... Olmaz mı?.. Size getirelim, kendisi söylesin yerini...
Her şeyini anlatsın size... Öyle yapalım. Daha iyi, değil mi?
OB- Olur, Üstâdım.
İ- Başar Bey soruyor.
Başar Bey- Eniştemi kaybettik. Bu kayba bir sesle uyandım. Beni çağıran bir sesle... Bu sesin
geldiği anla, eniştemin göç etme ânı, aynı dakika... Acaba tam göç ederken bütün
düşüncelerini benim üstümde mi toplamış?
V1- Siz bunun sebebini biliyorsunuz. Niye bana soruyorsunuz? Aklınıza ne geliyorsa, o...
İ- Efendim, diğer Medyumumuz Saliha Hanım'ın rüyâsında kediler görmesi ve kedilerden
korkması, kendisinde bir takım depresyonlara sebep oluyor. Acaba bir tavsiyeniz var mı?
V1- Bir gün iki Medyum'u yanyana uyutun. Uyuttuktan sonra diğerine korkulu ânı yaşatın.
O anda diğer Medyum'u konuşturun, efendim.
İ- Timuçin Bey soruyor.
Timuçin Bey- 14 yaşımdayken kaybettiğim dedem, annemin babası... Ben çok severdim. O da
beni severdi. Bugünlerim için kendisinin bana herhangi bir yol gösterici şeyi var mıdır?
V1- ..... "Nasıl oldu da" diyor, "bu akşam hatırladı?"... Beni hatırından çıkarmasın, kâfi"
diyor.. "Ama bâzen çok uzun müddet unutuyor," diyor, "beni." .... Öyle mi?
TB- Belki Dünyâ hâli ama, onu hiç bir zaman gönlümden çıkarmadım...
V1- O başka da... Meselâ başka bir yakınını hatırladığı hâlde, onu biraz geç hatırlıyormuşsunuz.
"O kadar hatırlasın," diyor... Haa, bakın, bir şey söyledi şimdi... Bir "düşkünler yeri" varmış,
sizin bulunduğunuz yerde... Diyor ki, "Lokma döktürsün... ve kendi dağıtsın" diyor,
"düşkünlere... Hepsinin 'ALLAH râzı olsun' deyişini duysun".... Olur mu, efendim?
TB- Peki.
V1- Peki, tamam... Bir şey var... Ne o?
İ- Bir arkadaş, "Babamın bana söyliyeceği var mı?" diyor, Bülent Hanım.
V1- ... "Şimdiki gibi" diyor, "tedbiri elden bırakmasın." ... Anlatabildim mi, tedbirden bir şey?
Büleint Hanım- Evet.
V1- Anladık, değil mi?.. Tamam, işte o... Tamam, artık. Yalnız Medyum çok yorgun.
İ- Üstâdım, ALLAH râzı olsun.
V1- Allahaısmarladık. ALLAH yolunuzu ışıklandırsın, efendim.
M... Ooo!... Sür'atle düşüyorum.
İ- Biraz sonra Ruh ve Beden münâsebetleriniz birleşecek.
M- Çabuk!.. Çabuk!... Çabuk!... Çabuk!..
İ- Evet, efendim. Şimdi.

Dikkatinizi çekmiştir, dört kişide, Selâhattin Bey, Timuçin Bey, Orhan Bey ve Bülent Hanım'da, yakınları onların durumundan habedâr... E, o zaman bizim ölmüşlerimiz de bizimle alâkadar... Ne kadar?... Biz onları ne kadar seviyor, hatırlıyorsak, o kadar!.. Bunu niçin söyledim, çünkü hissediyorlar onları hatırlayıp hatırlamadığımızı... onlar için dua edip etmediğimizi... onları sevip sevmediğimizi hep hissediyorlar.

Tabii bütün vaktimizi ölmüşlerimizi hatırlayarak geçiremeyiz. Ama her ibâdetimizde, hiç değilse günde bir defa, cümlesine birden dua etmek, rahmet dilemek kâfi!... Ne olur, bundan kaçınmayalım.

****


Gene aynı Medyum'dan, ama yukardakinden bir hafta önce yapılmış bir Celse'yi nakledeceğiz... Medyum uyutulur, derinleştirilir, sonra Ruh ve Beden münâsebetleri gevşetilerek yükseltilir...

Varlık1 : Medyum'un Babası
Varlık 2 : Mevlevî Hazret-i İshak
Varlık3 : Yunus Emre
Varlık4 : Hazret-i Mevlâna
Medyum: Esat
Tarih : 26 Ocak 1965
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum- ...... Tutuyorlar...
İdâreci- Kimdir tutan?
M- Görmüyorum.
İ- Yükselmenize devam ediniz.
M- .... Aaa!... Yukarı'dan şimdi... Aydınlığa çıktım... Biri var... Hiç görmedim onu burada...
İ- Kimmiş?
M-... "Öp elimi" dedi... Tanımıyorum.
İ- Lûtfen kendilerini bize tanıtırlar mı?
M- ..."Tanımaz" dedi... "Ama" dedi, "ben tanıdım. Siz kendisine söylemeyin" dedi,
"ben babasıyım. Beni tanımaz" dedi... "Güle güle" dedi...
İ- Çok teşekkür ederiz. Yalnız Medyumumuz'un babası mısınız?
M- ... "Evet. Küçüktü," diyor, "ben öldüğüm zanan".
İ- Kendisi için bir şey söylemek ister misiniz? ... Lûtfen. Bu müjdeli havâdisi kendisine
iletelim.
Varlık1- Söylemeyin, söylemeyin... Hayır, hayır!.. Güle güle...
İ- TANRI râzı olsun.

İki önemli husus... Birincisi, böyle Celseler'de yakınlarımızla İrtibat son derece nâdirdir. Bu, Medyum'un frekansına yâni Öte Âlem'de ulaştığı Mertebeler'le, alış kaabiliyetine ve Varlığın izin alabilmesine bağlıdır. Eğer yakınlarımız Medyum'un çıktığı, bulunduğu yerlerde değilse zâten bir İirtibat söz konusu olmaz. O Mertebe'de olsa dahi, Medyum'la arasında bir frekans uyumu olmazsa, gene İrtibat kurulamaz. "Frekaks" diyoruz, dalga boyu gibi... radyo yayınına benzeterek, başka türlü izah etmek zor...

İkinci husus, Medyum çok küçükken babası ölmüş, bu yüzden tanıma fırsatı bulamamış. Resimleri olsa bile, Âhıret Âlemi'nde nasıl göründüğünü bilememiş. Üstelik konuşmayı kendi nakletse, bile şuurlu yapmıyor. Bir megafon gibi sâdece söylenenleri naklediyor. Bu yüzden babasıyla karşılaştığının farkında değil. Aşağıda kendinden bahsedilecek, onun da farkında olmayacak.... Bu da Medyumluk faaliyetinde çok önemli bir husus. Yâni, Medyum'un şuurunun devreden çıkması... Başka Celseler'de bu hususa değinilmiştir. Medyum'un şuuru işe karışırsa, bâzı istenmedik karışıklıklar meydana gelir. Bizim Celseler'in çoğunda böyle bir karışma olmaz.

Medyum- ...."Annesi" diyor, "annesi yakında ama, dayanamıyacağı için gelemedi,"
diyor... "Oğlunu görünce dayanamıyacağı için gelemiyor."
İdâreci- Bir arzuları var mı?
M- ... "Bizi gönülden ayırmasın, yeter," diyor, "Yalnız çok sıkıntılı"...
Biri var şimdi uzakta... Beyaz, yaşlı bir kadın... Tanıyamıyorum yalnız... Hiç tanıyamıyorum.
Ağlıyor o... Fenâ ağlıyor... "Sen" diyor, "bu kadar ızdırâba lâyık değildin oğlum, ama"
diyor, "kader bu... Güle, güle," diyor.
İ- Kimmiş bu acaba?
Varlık1- Ben babasıyım... Yine kendisine söylemeyin, annesi...
İ- Hiç bahsetmiyelim mi?
V1- Etmeyin. Çok üzgün zâten o.
İ- Bir kaç gün sonra kendisine bahsetsek, herhalde sevinir.
V1- Zamânı gelince... Bahsetmeyin!.. Çünkü çok yalnız benim oğlum Dünyâ'da...
bildiğiniz gibi değil!
İ- Ne şekilde yardımcı olabiliriz? Biraz ışık tutun.
V1- Olamazsınız. Hiç bir şekilde!.. Böyle yazılmış... Annesi sağ iken gene iyiydi de,
şimdi başını koyacak hiç bir dizi yok... Çok zavallı oğlum benim... Güle güle!...
M- ... "Biz de çok müteessir olduk" diyor...

Çekiliyorum Yukarı'dan!... Gidiyorum...

Varlık2- Merhaba!... HAZRET-İ İSHAK...
İ- Merhaba. Hoş geldiniz. TANRI râzı olsun. İrşatlarınızı bekliyoruz.
V2- Şaşırdınız, değil mi?.. Yalnız ben konuşmadan evvel onu çıkartıyorum şimdilik.
gönüllerin istediği olacak... Yunus bekliyor onu... Şimdi bırakıyorum, olur mu?...
Yalnız azıcık ovun onu... Böyle boş bırakmayın... Sık sık... Tekrar istemeden mütemâdiyen
ovun onu...
M- ..... Yeşilliğe geldim... Çok yeşil... Bakamıyorum zâten bu yeşile ben... Bu sefer
ayaklarına kapanıyorum... Elini öptüm...
Varlık3- Merhaba Sohbet-i Cân, Cân-ı Sohbet Olanlar, merhaba!..
İ- Merhaba. TANRI râzı olsun. İrşatlarınızı bekliyoruz. Lûtfediniz.
V3- İrşat bizden olmaz, gönülden olur.
İ- Gönüllerimizi uyarmak sizden olur, Üstâdım.
V3- Gönlünüzün penceresini HAKK'a açın, kâfi!.. Gelen ışık sizin yolunuzu aydınlatır da,
artar bile!..
İ- Açmasını bilmek te bir mahâret.
V3- Açarsınız... yalnız bir şey açar: İMÂN!..
Haa!... Peki.... Şimdi ben konuşacağım. Böyle bir konuşma yapacağım ama, yormak
istemediğim için Medyum'u, bunu MEVLÂNA HAZRETLERİ'nden alarak konuşacağım...
Sonra onu... hadi, öyle olsun... size benim tarzımda vereceğim, efendim.
İ- Lûtfendin, efendim.
V3- Bakın, ben size bu akşam AŞK ve ÂŞIK'ı anlatmak istiyorum. Onu anlatacağım

(MEVLÂNA'dan alarak... sözler onun).

Pejmürde görünür böyle, ÂŞIK olan... Ama HAKK'a ÂŞIK olan... Onun hareketlerine
bakınca, deli zannedersiniz... Sakın, haa!.. Onun tek uyanık olan tarafı, aklıdır...Tabii
gönlü dâima karmakarışık... O, gönlüne uyduğu için size öyle görünüyor...

Tekrar ediyorum: Sakın onu deli zannetmeyin, olur mu?.. Bilmezsiniz AŞK nereden
içilir... Hasretten doğan gam ve onun içinde sâdece tadılabilen fakat görünmeyen
bir şaraptan!.. Onu göremezsiniz, ama tadabilirsiniz... Dudaklarınız ıslanır, fakat gene
göremezsiniz... Onun bütün hazzını duyduğunuz gamdan alırsınız, efendim.

Zikir bilir misiniz?.. ALLAH'ı anmak hep!.. Bunu andıkça derde batarsınız. Derde battıkça
kanmazsınız bu zevke... Zikir budur... TANRI ancak kâlp gözüyle görülür. Ama öyle
bir gözdür ki o!.. O kâlbin gözündeki damla sâdece hicrandır, ayrılıktır... ve yanarsınız.
Ama öyle yanarsınız ki, size pervânenin ne kesildiğini biraz sonra söyliyeceğim, efendim.

Şimdik.... Ben YUNUS... Okuyayım mı, efendim?.. Bu okundu galiba, ama gene okuyayım,
öyle istiyorlar... Yalnız ağır okuyacağım, çünkü MEDYUMUN ŞUURU İŞTİRAK EDEMİYECEK
KADAR DERİN UYKUDA,,, TABİİ BU DEMEK DEĞİL Kİ FAYDALANMIYORUZ... DÂİMA ŞUURDAN
FAYDALANIRIZ, efendim... AKSİ HÂLDE ŞUURSUZ OLUR BU İŞ... Evet.

AKIL AYIK, GÖNÜL SARHOŞ

Yalnız ben bu okuduktan sonra, bunu baştan sona okuyun, efendim. Yâni, dinletin bunu...
Sonra devam edeceğiz konuşmamıza... Olur mu, efendim?
İ- Evet. Medyumumuz'a mı dinletelim?
V3- Hayır, Medyum uyurken dinleteceksiniz.
İ- Peki, efendim.
V3- Herkes dinlesin, çünkü çok ağır vereceğiz.

AKIL AYIK, GÖNÜL SARHOŞ

Bunu verdik ama, hadi...

SANMA ÂŞIK DİVÂNEDİR,

Şimdi biri var, tam Medyum'un karşısında. neredeyse, "ALLAH!" çekecek... Ama
çektiriyorum şimdi ona ALLAH'ı!...

DOST ELİNDE ŞARAP SARHOŞ,
GAMSA ONA PEYMÂNEDİR.

DERDE KANMAZ HAKK'I ANAN
KÂLP GÖZÜNDE YAŞTIR HİCRAN
CANDIR AŞKTA CANLA YANAN
ATEŞ ONA PERVÂNEDİR!..

Evet, efendim... Kim buna bir tek cümle ilâve eder?.. Ben edeyim mi?
İ- Lûtfen.
V3- Etmem, olmaz!.. Tamam.. Mahsus sordum... Evet, efendim... Neden bahsedelim?
İ- Aşktan tuttunuz, yürüyün, Üstâdım.
V3- Aşktan tutulmaz, aşk tutar...
İ- Bu yolu tuttunuz, oradan yürüyün.
V3- Olmaz!.. Aşkta yol yok, yolsuzluk vardır!..
İ- Üstâdım, İlâhî Aşk'tan başka aşk var mıdır?
V3- Tabii var.
İ- Bunu bana târif eder misiniz?
V3- ARZUNUN ÖTESİNDEKİ AŞK... Ama geri döner, tekrar arzu olur ve biter... İlâhî
Aşk'tan farkı bu zâten... BİRİ DÂİMA GİDER, ÖBÜRSÜ BİR NOKTADA GERİ DÖNER, efendim.
İ- Ben İlâhî Aşk'tan başka kabul etmiyorum ve şöyle târif ediyorum: Sevgiye bağlıyorum.
V3- Zâten AŞK, buradaki AŞK, kelime böyle geldiği için... Yoksa bu duyguyu hiç bir
şey ifâde edemez. Öyle dendiği için öyle...
İ- "Sevginin ihtiralaşmış hâlidir" diyorum.
V3- Hangisinde ihtiras var ama?
İ- Bizim anladığımız mânâdaki aşk. İlâhî Aşk değil.
V3- Haa, onda var... Onda var... Nasıl ihtirastır o?
İ- Bedenî ihtiraslar.
V3- Nasıl, biliyor musunuz?.. TERTEMİZ GÖRÜNEN, FAKAT PERDEYİ KALDIRINCA KİPKİRLİ
SIRITAN BİR İHTİRAS... İşte o sizin dediğiniz aşk... Halbuki öbürüsünde... Bakın, başka
türlü söyliyeyim bunu... Yalnız, bilmiyorum, bu kelimeler anlaşılacak mı ama... BİR CAN
VAR, BİR CÂNÂN VAR... BU AYRI AYRI İSE HİSSETTİĞİNİZ AŞK... CANLA CÂNÂN AYNI İSE,
BİZİM BAHSETTİĞİMİZ AŞK... Anlaştık mı, efendim?
İ- Evet.
V3- Bir hanımefendi var, tam Medyum'un karşısında. Bir şey soracak gibi böyle...
Tereddütte ama, sonsunlar.
Sâliha Hanım- Bir yazıda şöyle okudum: Mevlâna, "Ben babamdan âlim olduğum hâlde bir
topluluğa girdiğim zaman babam bana kıyam etmiyor," demiş... Bu söz de babasına
söylenmiş. O da diyor ki, "Ben ona öyle bir kıyam edeyim ki, Kıyâmet'e kadar ayakta
kalayım," diyor ve "mezarı (sandukası) bu yüzden ayakta kalmış" deniyor.
V3- Yalan, efendim!
SH- Ben de pek inanmamıştım.

Bizim milletin sözde inanırlarının çok ama çok kötü bir huyu vardır. Kendilerine göre bir şey uydururlar, sonra kendileri de inanırlar. Mevlâna Türbesi'nde Hazret-i Mevlâna'nın babasının mezarının üstüne yeni bir sanduka konmuş, eskisi de işlemeli, değerli olduğu için atılmamış, duvara dik olarak dayanmış. Aklıevvelin biri de bunu görünce o yalanı uydurmuş... Bir defa, hiç bir muhteremin nâşı hemen sandukanın altında değildir. Çok derinde toprağın altında, bâzen Atatürk'ün nâşının olduğu gibi alttaki odadır. Şems'inki de öyle... Üstte görünen sâdece bir sembol, tahtadan ibâret sandukadır. Altı boştur.

Yine yazdım galiba, ŞanlıUrfa'da Balıklı Göl'ün üst kısmındaki iki Roma sütûnu vardır. Yine bir aklı evvel, hayâtında hiç mancınık resmi görmediği, filimlerde bile rastlamadığı için, bunları "Hazret-i İbrâhim'in ateşe atıldığı mancınık" diye uydurmuş, bu yalan turist rehberlerinin ağzına pelesenk olmuştur. Ayıp, ayıp!..

Bir tâne daha uydurma anlatayım mı?.. Fâtih Sultan Mehmed, Eyüp Sultan Hazretleri'nin kabri bulunup açıldığı zaman, Hazret'in nâşının çürümemiş olduğunu görmüş. Ayağını öpmek istemiş, Eyüp Sultan da ayağını çekmiş... Hiç kimsenin bedeni çürümeden kalmaz, tahnit edilmezse veya uygun toprak tabakasına rastlamazsa... Yâni "çürümeme" olayı mânevî değil, kimyevîdir. Zâten o muhterem zatın Ruh'u orada değil, kimbilir hangi âlemlerdedir!..

Bakın, Üstat bu yalan üzerine neler demiş!

Varlık3- Baba hakkı, ilmin çok üstündedir, hiç unutmayın!.. Garanti bunu bir imam
uydurmuştur, efendim. Baba gönül, Mevlâna gönülde gönül... Ayıramazsınız.
İdâreci- Yaşar Bey soruyorlar.
Yaşar Bey- AŞK'la ÂŞIK hakkındaki bu güzel ifâdelerin mümkünse devâmını istirham
edeceğim. Şu anda titremekteyim. Çok memnun oldum.
V3- Bir başka misâl vereyim: Kadeh size uzatılıyor... Şarâbı içiyorsunuz... Kadehi
fırlatıyorsunuz. Bakıyorsunuz, kadeh sizden fazla sarhoş!.. İşte AŞK bu... Dönüyor
kadeh!.. Onun dönmesi sizi döndürüyor... İşte bu AŞK!..

Gelin, siz başlayın, ben bitireyim. Yâhut ben başlıyayım, siz bitirin bir diğer târifi..
ister misiniz?

İdâreci- Lûtfedin.
V3- Düşünsün kendileri... Ben şimdi vereceğim kendilerine... Aklınıza ilk gelen cümleyi
söyleyin. Ben tamamlıyacağım bu cümleyi...
YB- Hangisinden emrediyolar?
M- .... Ben duymuyorum. Konuşulanları duymuyorum...
(çünkü bağlı değil)
İ- Yaşar Bey konuşuyor.
YB- Hangisinden emrediyorlar?
V3- Emir yok!.. Emirde gurur olur. Sakın!.. AŞK'ı târif edeceğiz. Cümlenin yarısını siz,
yarısını ben söyliyeceğim. Yâhut yarısını ben, yarısını siz söyliyeceksiniz. Hangisini
istersiniz?... Ama işin kolayı, siz başlayın, ben tamamlıyayım.
YB- AŞK, her ne şekilde ifâde edilirse edilsin, BAĞLAYICI BİR KUVVET... Bana öyle
geliyor.
V3- AMA BAĞLAYANLA BAĞLANAN AYNI OLDUĞU HÂLDE, efendim... Bakın, târif ediyorum.
AŞK'TA HASRET, DUYULAN HİCRÂNIN HAZZIDIR, efendim... Yâni... Ama bu hicran, öbür
aşktaki hicran değil. VUSLATTA DUYULAN HİCRAN BU!..
YB- En kuvvetlisi de bu.
V3- Öyle oluyorsunuz ki, AYRILIK VAR... BUNDAN DOLAYI BİR ÖZLEYİŞ VAR... BU
ÖZLEYİŞİN VERDİĞİ BİR IZDIRAP VAR... BU IZDIRAP, SİZİN AŞKINIZIN HAZZI... Ve onu
öyle yükseltiyorsunuz, efendim. Anlaştık mı?
İ- Teşekkür ettiler.
V3- Bakın, gene bir konuşma yapayım... Yanlış ifâde edilen bir şekil var. AŞK GÖNÜLDE
DEĞİLDİR, efendim... Anlatmak için öyle... GÖNÜL AŞK'TADIR!.. Anlatabildim mi mânâyı?
İ- Evet.
V3- Buyurun, efendim. Bir başkası bir şey söylemek istiyor.
İ- Hâşim Bey soruyorlar.
V3- Şarap mı?... söyleyin.
Hâşim Bey- Şimdi ben okuyayım, arkasını siz söyleyin.
V3- Yalnız öyle olunca, biraz ağır olur tabii... Çünkü siz bildiğiniz bir şey söyliyeceksiniz.
Biz tamamlıyacağız. Tamam, söyleyin.
HB-

KULDA TANRI, TANRI'DA KUL...

V3- Biz bunu verdik size.
HB- Ben yoktum.
V3- Yok muydunuz? E, şimdi öyleyse şöyle yapın.
İ- Müsaade ederseniz, okuyayım.
V3- Yoo. Ben başka bir şey vereyim. Siz gene okuyun. Okuyun, bakayım. Okusun,
okusun.
HB-
KULDA TANRI, TANRI'DA KUL,

V3-
BUDUR AŞK'TA BİZCE MAKBÛL

YB- Allah Allah!... Değişti!.. Bir dakika, istirham edeceğim.

KULDA TANRI, TANRI'DA KUL...

Ondan sonrası ne güzel değişti.
V3- Ne oldu?... Ne o?...
(Medyum bağlanmadığı için duymuyor)
YB- Şimdi şu anda lûtfettiler.
V3- Ne o?
YB-
BİR KİTÂBA SIĞMAZ RESÛL yerine

BUDUR AŞK'TA BİZCE MAKBÛL

Bence bu daha kuvvetli.
V3- Başka söyleyin... Hadi, bir mısra söyleyin, bakalım... Yalnız Medyum'un sol ilerisinde
bir hanım konuşmak istiyor. Çok sıkılıyor. Çok sıkılıyor. Medyum'a yaklaşsın, sorsun.
İ- Mesadet Hanım soruyor.
Mesadet Hanım- Yunus Emre hayatta yaşarken ızdırap çekti mi, bedeni acılarından
dolayı?
V3- AŞK'TA IZDIRAP ÇEKENLERE BEDENİN VERDİĞİ ACI HAZ GELİR, efendim... Beden ne ki?..
Biz "ENEL HAK'taydık... Anlatabildim mi?.. Bizde bedenî ızdırap olmaz.. Anlaştık mı yalnız?
İ- Teşekkür ettiler.
V3- Niye bunu deminden beri sormak istiyorsunuz da, sormuyorsunuz?.. Bir tâne daha
sual geliyor... Buyurun, efendim.
Yaşar Bey- Ben soracağım, içimden geldi.
V3- Tamam, tamam... sorun.
İ- Yaşar bey soruyorlar.
M- Alıyorum onu, bağlamıştınız.
YB- Efendim, bu Dünyâ'da, Ruh'un mahpus olduğu Dünyâ'da ızdırâbın bir insanın
Tekâmül'ünde büyük rolü var. Acaba bu hususta bir irşâdınız olabilir mi?
V3- Doğru... Söyliyeyim ben.
YB- Izdırap Rûhî Âlem'de belki çok az tesir eder ama, şu mahpus Dünyâ'da.. ızdırap
Ruh'un Tekâmül'ünde ve Ruh'un daha iyi anlaşılmasında büyük rolü var.
V3- Söyliyeyim ben... Cevap vereyim mi?
YB- Lûtfedersiniz.
V3- Eğer siz uzun müddet karanlıkta kalıp, birdenbire aydınlığa çıkarsanız, aydınlığın
kıymetini daha çok anlarsınız... Eğer siz ızdırâbı çeke çeke bir gün nasibinize saadeti
yudumlamak gelirse, onun vereceği huzurda... onun vereceği huzuru çektiğiniz
ızdırâbın acısıyla daha iyi anlarsınız, efendim... Çekmelisiniz!.. ÇEKMEDEN NE VUSLAT
OLUR, NE DE SİZ SAADETİ ANLIYABİLİRSİNİZ...
YB- Musaade eder misiniz?
V3- Buyurun, efendim.
YB- Izdırap bu Dünyâ'daki acıyı ifâde ediyor bence...
V3- ... Yalnız...
YB- ... ızdırâbın...
V3- ... yalnız...
YB- ... Ruh'a büyük inşirah verici hâlleri var.
V3- Tamam, tamam... "Haz" dedim ona ben... Ona "haz" dedim... Yalnız "ızdırap"
deyince iki kişi yanlış mânâ aldılar... anladılar... ben izah edeyim... Bedenin verdiği
ızdırap değil bu...
YB- Tamam!
V3- Böyle anlaşıldı. Ondan konuşuyorum... Böyle anladılar... Maddenin verdiği ızdırap
değil!.. Ruh'un kendinden fışkıran ızdırap bu... Tabii bu ızdırâbı duyacaksınız.. Çünkü
AŞK'LA IZDIRÂBI AYIRAMAZSINIZ BİRBİRİNDEN... Tabii, haklısınız. .. Dua edin de,
gönlünüzün alabildiği kadar ızdırap çekin. Ama size huzur veren ızdırâbı... Bir kayıptan
dolayı ızdırap değil!.. Meselâ Medyum'un kaybettikleri gibi değil... Vuslatı özleyen,
özlemin verdiği ızdırâbı duyun... TEKÂMÜL BU YOLUN BAŞIDIR işte... Çünkü bakın, en
yakınınızı da kaybetseniz, bu ızdırap zamanla uyur gibi olur kâlbinizde... Halbuki
öbürsü öyle değil!.. Bilâkis, her an biraz daha uyanır... İkisi arasındaki fark budur işte...
Değil mi, efendim?
YB- Çok güzel!..
V3-
AŞK'I SENDEN DİNLER GÖNÜL,
IZDIRAPLA İNLER GÖNÜL
İ- Sizin mertebeniz gelince yapabiliriz ancak, Üstâdım.
V3-
YUNUS DER Kİ, ŞÖYLE SÖYLE

AŞKSIZ.... Olmadı... Medyum'u azıcık derinleştirsenize... Ben veriyorum. Derinleştirin
azıcık Medyum'u... Siz yapın, bakalım... Ben söyliyeceğim de, hadi, siz yapın... Hadi!..
Ne dedik?..
Hâzirûn- .......
V3- Bak, kimse bilmiyor!... Ya herkes şaşırdı...
İ- Herkes şaşkın, Üstâdım.
YB- Dinler gönül
V3- "İnler gönül" dedik... Sonra?...
Hâzirûn- ......
V3- Ben bağlıyayım mı?
BÖYLE GEÇER GÜNLER GÖNÜL

İşte bu!... Hadi, biraz böyle konuşalım mı?
İ- Konuşalım, Üstâdım.
V3- Bakın, şöyle yapalım... Üç kişi buna âit, yâni bize âit üç kelime söylesinler...
Herkes bir kelime söyliyecek... Biz buna bizim gibi cevap vermeye kalkacağız.
Bakalım, olacak mı?... Hadi...
İ- Ne gibi?... Anlamadım, Üstâdım.
V3- Meselâ biri "VUSLAT" diyecek... biz bir şey söylemek istiyeceğiz. Ama sonra
ben soracağım o üç kişiye... Onlar da bana söyliyecekler... Hadi, üç kişi hazırlansın,
bakalım... Yalnız bunun biri hanım olacak, efendim.
İ- Peki, efendim. Yaşar Bey söylüyor.
YB- Bendeniz bir tânesini söyliyeyim: DERYA...
V3- Çok kolay bu...
BİR DAMLADA BEN DERYÂYIM...

Evet. İkinciyi siz söyliyeceksiniz.
BİR DAMLADA BEN DERYÂYIM

YB- Bir şey var, şimdi aklıma geldi. Arzedeyim.
V3- Bir katrede... Bir katrede... değil mi, efendim?
YB- Benden değil.
V3- Evet?
YB-
SENLİK TE YOKTUR BENLİK TE BİZDE
ZERRÂT-I ÂBIZ BİR TEK DENİZDE

V3- Fâtiha okuyun!:.
YB- ALLAH rahmet eylesin.
V3- Çeltikçi SÜLEYMAN DEDE!...
(aslı CEDİKÇİ, yâni pabuççu)
YB- Bu mânânın derinliğine meftûnum.
V3- Bir şey söyliyeyim.... Tutun Medyum'u, titriyor!... Niye biliyor musunuz?... Niye,
biliyor musunuz?.. Medyum hepimizle berâber... Hep berâberiz biz... Ben, Çeltikçi
Süleyman Dede, Âşık Yunus, Yukarı'da Mevlâna, Sultan Veled, Şems... Diyor ki, "Biz
söylettik" diyor, "şimdi bunu söylesin diye"... Evet, efendim.
YB- Evet, şu anda aklıma geldi.
V3- Şöyle denebilir:
DERYA BİZİZ BİR DAMLADA
HAZ DUYARIZ ŞİMDİ GAMDA

filân diye gider bu... Değil mi, efendim?

Uzun zamandır ara vermemiştik, şimdi duralım ve sonran başlıyalım ... Ne demişti Yunus?.. "Herkes bir kelime söyliyecek, biz cevap vereceğiz." "DERYA" dendi, Üstât hemen iki mısra veriverdi... Daha önce de

BİR DAMLADA BEN DERYÂYIM

demiş, ardından "İkinciyi siz söyliyeceksiniz" diye ikinci mısrayı Hâzirûn'dan beklemişti. Kimse cevap vermedi, ama şimdi biz bunu yazarken bize ilham geldi, biz tamamlıyalım:
SANMA BENİ HÜLYÂDAYIM

Spiritualizm böyledir işte, insanı şâir bile yapar... Üstat biraz yukarıda

YUNUS DER Kİ, ŞÖYLE SÖYLE

mısrasının tamamlanmasını istediğinde herkesi uyur gibi görünce sitem etmiş,

BÖYLE GEÇER GÜNLER GÖNÜL

cümlesi ile günlerin boşa geçtiğini dile getirmişti... Hep deriz, Spiritualizm hazırlık ister, dâima uyanık olmayı ister, bilgi ister,. gayret ister. Bakın biz, 55 yıl önce yapılmış Celse için bile bugün ne kadar çalışıyoruz. Sizden de, bu yazıları okuyanlardan da böyle çalışmasını bekliyoruz. Yoksa hayat boşa geçer.

Az bilinen kelimeleri verip, sonra devam edelim.. MÜTEMÂDİYEN , "ara vermeden, sürekli olarak, biteviye, devamlı sûrette" demektir.
İŞTİRAK ETMEK , "katılmak, ortak olmak" demektir.
DİVÂNE , "deli, kaçık, budala, bir şeye çok düşkün olan" demektir. Celse'de "deli" anlamında kullanılmış.
PEYMÂNE , "şarap bardağı, büyük kadeh" demektir.
CAN-CÂNÂN , "âşık-mâşuk, seven-sevilen" anlamındaki iki kelimedir.
İNŞİRAH , "iç açılması, gönül açılması, ferahlık, açılma, açıklık ferahlık"demektir. Kur'an-ı Kerim'de bir süre adıdır.
KATRE , "damla" demektir.
ZERRAT , "ZERRE"nin çoğuludur. ZERRE , "çok küçük parçacık" demektir. Deryâdan bahsedildiği için Celse'de "damla" anlamında geçmiş... DERYA , aslında Farsça'dır, "büyük nehir" demektir, ama bizde "deniz" hattâ "büyük deniz" anlamında kullanılır. Ayrıca "gönlü zengin, kanaatkâr, varlıklı, her şeyi bol olan, bir şeyin bol olduğu yer, blgili kimse, çok, pek çok" gibi karşılıkları da vardır.
AB , "su, hayat suyu, ölümsüzlük" demektir. Ayrıca mecâzî olarak "çok tatlı" diye de kullanılır. Celse'de "su" anlamında geçmiştir. .
MEFTÛN , "âşık, mecnun, hayran, şaşırmış, tutkun, gönül vermiş, vurulmuş, fitneye düşmüş, sihirlenmiş" demektir. Celse'de "hayran, vurulmuş" anlamında geçmiş...
HÜLYA , "tatlı düş, hayal, kuruntu" demektir. "tatlı düş, rüya" anlamında kullandım. Rüya değil, bu gerçek!..

Varlık3- Biz çok, bu akşam, şey konuşuyoruz galiba... Evet, efendim... İkinci?
İdâreci- Başka?... Var mı, efendim?... Mesadet Hanım soruyor.
Mesadet Hanım- Acaba Dünyâ'da ızdırap çekenlerin Öbür Dünyâ'da ızdırapları daha
az mı olur?
V3- EĞER IZDIRAPLARINIZ GÖNÜLDENSE, ÇEKTİĞİNİZ IZDIRAP KADAR BURADA HAZZI
BULACAKSINIZ.
MH- Öbür Taraf'ta?
V3- İşte hazzı bulacaksınız. "Burada" dediğim, Burası...
MH- Dünyâ'da rahat yaşayanlar Orada ne yapacak?
V3- Rahat yaşayabiliyor musunuz, efendim?
Mh- Belki rahat yaşayanlar vardır.
V3- Hayır!... Ölçünüz ne?.. Hayır... Meselâ? Misâlle söyleyin.
MH- Bâzı âilelerde ölümler çok olur, bâzı âilelerde az olur.
V3- Siz ikisinin ortasındasınız, değil mi efendim?
MH- Evet.
V3- Sonra?... Bakın, bir şey söyliyeyim mi size?.. SAKIN ÖLENLERİN ARKASINDAN
AĞLAMAYIN, efendim.
MH- Neden?.. Onlara doyamadık, gittiler.
V3- O damlalarınız var ya, sizin... O DAMLALAR ONLARIN BURADAKİ TEKÂMÜL'ÜNE
SET ÇEKER, efendim... AĞLAMAYIN,,, SÂDECE GÖNÜLDEN GEÇİRİN... KUR'AN OKUYUN,
efendim. AĞLAMAYIN!.. GÖZYAŞLARINIZ İSYAN OLUR, efendim... TANRI'ya isyan
edemezsiniz siz!.. Kader'e isyan edemezsiniz... Niçin ağlıyorsunuz?.. Eğer bu acıdansa,
GÖZYAŞLARINIZ İÇİNİZE DAMLATIN... ÇOK DAHA PARLAK BİR GÖNÜL ELDE EDERSİNİZ,
efendim... Doğru mu?
MH- Doğru... Hâlihazırda hasta olanlar için ne yapalım?
V3- Onu yapın, efendim... Onu, dedik ki, "DUA, TANRI'YLA GÖNÜL ARASINDA İRTİBAT
KURMAKTIR, efendim... TANRI'dan isteyin... Sakın türbeden istemeyin!..
MH- Türbede yatanlar "ALLAH'ın sevgili kulları" diye biliyoruz.
V3- Size ne, seviyorsa ALLAH onları?.. Siz de öyle olmaya çalışın.
MH- Belki bizi sevmiyor da, onun vâsıtasıyla yalvarıyoruz.
V3- O zaman çok günâha giriyorsunuz.
MH- Hacı Bayram'a gidiyoruz.
V3- Çok günâha giriyorsunuz, efendim... Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri'ne onu ziyâret
için, Ruh'una okumak için gidin, efendim. Ondan bir şey koparmak için değil!..
Koparamazsınız... Kimse sizin kaderinizi değiştiremez, efendim... Ne olur, gönüllerinizi
ALLAH'a açın... Kendinizi buna hazırlayın... ALLAH verir... ama araya başkasını koymayın,
efendim.

Bakın, söyliyeyim... Bunu bağlıyayım mı size?... Bu çok sırdır ama, söyliyeyim... Buna...
İstiyorsunuz... TÜRBEDEN BİR ŞEY İSTEMEK, TANRI'YI İÇİNDE ÖLDÜRMEKTİR, efendim.
Bu günaha girmeyin!

Bu son derece mühim bir husus... Üstat, halkımıza yapışmış kötü bir âdet hususunda bizleri uyarıyor. Hep söyleriz, orada yatan kemikler!... Hazret orada değil!.. Eğer siz onu gönülden anar, onun için dua ederseniz, o da sizinle bir gönül bağı kurar. Ama bu sizin olur-olmaz dileklerinizi yerine getirmek için değil; şimdi Celse ânında bizim Yunus'la olan berâberliğimiz gibi bir yakınlıktır. Siz bu yakınlıkla coşan gönlünüzle o türbenin başında, ALLAH'a dua ederek, ALLAH'tan isteyerek dileğinizi dile getirebilirsiniz... Ama, "Ne olur, Hacı Baba, bana oğlan evlât ver" gibi bir ifâde, Üstâd'ın dediği gibi, çok büyük bir günahtır. Aman öyle yapmayalım, çevremizde yapanları da uyaralım.

Mesadet Hanım- Biz ızdırap çekince, "TANRI bizi sevmediği için ızdırap çektiriyor"
zannediyoruz.
Varlık3- Hayır!... Onu da açayım size... TANRI sizin sesinizi duymak istediği zaman size
ızdırap çektirir. Size rahmetini gönderecektir. Sizin feryâdınızı ister... Sizi sevdiği
içindir... Yanlış anlıyorsunuz... Feryad edin!... Onun karşılığı rahmettir. Gözyaşı dökün
TANRI için... Onun karşılığı da rahmettir... Hiç başka türlü düşünmeyin... O'ndan
başkasından bir şey beklemeyin... Yalan!... Yanlış!...

Medyum'u Mevlâna Hazretleri'ne çıkarttım... konuşmayı...

Yaşar Bey- Bu söyledikleri Yunus Hazretleri'nden miydi?
Medyum- Evet, ondan...
V3- Benden... Şimdi Yukarı çıkarıyorum... Gönderiyorum... Şimdi Mevlâna verecek
mevzuyu, efendim... Yalnız Medyum'u ovun azıcık...
İdâreci- Lûtfediniz. Peki, efendim...
(Medyum'un kollarını, bacaklarını ovar.)
V3- Herkes içinden üç defa .... ?....
(Banttan anlaşılmıyor) ...
desin... Medyum'u Mevlâna'ya çıkarıyorum... Fâtiha okuyun, efendim... .....?.....

(Banttan anlaşılmıyor)
Varlık4- ALLAH gönüllerinize tebessüm olsun, efendim.
İ- Âmin!..
V4- Konuşalım. yalnız... Evet, öyle... Demişler ki, "Biz ızdırap çektiğimiz zaman
zannediyoruz ki, ALLAH bizi sevmiyor" ... Öyle mi?
İ- Evet.
V4- Nereden?
MH- "Günahkârız da, ondan ızdırap çekiyoruz" zannediyoruz. Fakat başka
günahkârları görüyoruz, onlar ızdırap çekmiyor. Mesut yaşıyorlar.
V4- Sizce mesut yaşıyorlar. Onların içini bilebilir misiniz siz?
MH- Evet. Dış görünüşleri mesut.
V4- Ne anlıyorsunuz, bana târif eder misiniz, mesutluktan? Sizin, sizin dünyânıza
göre târif edin. Sizin dünyânıza göre mesut insan kimdir?
MH- Mesut insan, kendisi ve âilesinde hastası olmayan, maddî yokluk çekmeyen
rahat yaşayan insanlardır.
V4- Mesut mudur o?
MH- Öyle zannediyoruz.
V4- Çok özür dilerim, efendim, olmaz!.. Öyle akçelere gömülmüş insanlar vardır ki,
ihtirasın pençesinde inim inim inlerler. Mesut insan kimdir, biliyor musunuz?.. Târif
edeyim mi size?.. Ama bunu ezberleyin ve hiç unutmayın, olur mu?
MH- Evet.
V4- KANAATİ, BÜTÜN ARZULARINA GEM YAPAN İNSANDIR, efendim. Eğer bundan
arzularınızı kurtar
amazsanız, ihtiras o zaman sizi kemirir işte... Mesut insan bu!..

Evet konuşun... Sizinle konuşmam lâzım azıcık... Açmıyacağım ama, şu kadar
söyliyeyim, iki mühim hâdise sizi biraz şaşırtıyor gibi... Açmıyorum bir şey...

MH- Söyleyin, lûtfen.
V4- Hayır, hayır, söylemem.
MH- Söyleyin.
V4- Şöyle yanlış düşüncelere sevketmiş sizi... Bir tânesi çok yakınınızın hareketleri,
efendim... Öyle zannediyorsunuz onu... Değil!... İnanın, siz ondan daha mesutsunuz,
efendim... Anlatabildim mi ne demek istediğimi?.. Anlatabildim mi?
MH- Anlamadım. biraz daha açın, lûtfen.
V4- Muhitinizi düşününüz... Kim mesut en çok sizin muhutinizde?... Söyleyin.
MH- Âilesinde hastası olmayanlar.
V4- Sizin tanıdıklarınızdan kim mesut?.. Söyleyin, canım... Çekinmeyin!.. "Açın" dedin,
açalım... Niye söylemek istemiyorsunuz?.. Şimdi ben açmadım, siz "Açın" dediniz.
İsim verilmeden söyleyin siz.
MH- Evet, bir arkadaşım.
V4- Var, değil mi?.. Ben size demin onu sordum. Niye "yok" dediniz?
MH- Bilemedim.
V4- Şimdi, bakın, ne oluyor?.. Yalnız sakın bana gücenmeyin... Ben konuşuyorum...
Biraz...
Medyum- ... Şems'in elini öptüm... Zâten Mevlâna'nın öpmüştüm... Sultan Veled geldi, onun
da öptüm... Ben ortadayım... Yalnız bakamıyorum... Güneş bile gölge burada...
Buradaki bütün gölgeler ışık zâten...
V4- Şimdi efendim, ben size bir misâl getireceğim... İki kişi var... Biri rahat
görünmesini biliyor... Diğeri onu rahat görüyor... Bu rahat görmesinden dolayı
kendi durumunu iyice tahlil edemiyor. Edemeyince, bir takım fikirlere saplanıyor.
Bu fikirler huzursuzluk doğuruyor. Bunun hangisi mesut, hangisi değil?
MH- Tabii o bir takım fikirlere saplanan mesut değil herhâlde.
V4- İşte onun için siz, kendiniz hakkında böyle düşünüyorsunuz. düşünmeyin.
MH- Ama hastam var.
V4- Biliyorum hastanız olduğunu.
MH- Bir senedir gözyaşı döküyorum.
V4- Biliyorum onu da.
MH- İyi olacak mı?
V4- Biraz evvel ben bunlar için konuştum. ALLAH'a yalvarın diye... Yunus'u bunun
için konuşturdum... Sizin için... Ama siz niye türbeden imdat bekliyorsunuz? .. Bak,
ben açmak istemedim bunları... Şimdi bak, bağlanmaya başladı birbirine... Cuma
günleri mi Hacı Bayram'a gidiyorsunuz?
MH- Her zaman değil, 1-2 defa...
V4- Cuma günü müydü?
MH- Zannederim bir defa...
V4- Evet. ne götürdünüz türbeye?
MH- Şeker.
V4- Niye?
MH- Türbeye götürmedim. Oradaki fukaralara verdim.
V4- Fukaraların gönlünü kazandınız. Eğer onlarda gönül varsa kazandınız. Ya yoksa?..
siz her avuç açanda gönül mü var zannediyorsunuz?.. Hiç gönlü olan insan avuç
açar mı?.. Açar mı gönlü olan insan avuç?.. Gönlü olan, kula avuç açar mı?.. Açarsa,
ALLAH'a açar... ALLAH sizin avuçlarınızı kula açmak için değil, ALLAH'a açmak için
verdi. ALLAH'tan isteyin!..

Ne oldu?... Şeker verdiniz, ne oldu sonra?

MH- Hiç bir şey olmadı.
V4- Hastanız gene ilk günden daha kötüye gitti. Değil mi, efendim?
MH- Doğru.
V4- E, bundan bir des almadınız mı?.. Yalnız, kusura bakmayın, Biraz hayâtınıza
girdim. Biraz girdim.
MH- Memnun olurum, girin.
V4- Bakın, ben size bir şey söyliyeyim mi?.. Namaz kılmasını iyi biliyor musunuz?
MH- Bilmem.
V4- Yaa!.. Bunu da meydana çıkardık şimdi... Şimdi ilk üç gün içinde... Medyum'un
parmaklarını ovun iyicene... İlk üç gün içinde namaz kılmasını öğreneceksiniz. Hiç
olmazsa en kısasını...
MH- Beş vakit mi namaz kılacağız?
V4- Hayır.
MH- Kılamam.
V4- Hayır. "Gönül kanmaz" dedik ona... Yunus dedi, bizlen berâber... En kısasını
söylüyorum... Bakın şimdi... Bunu bir defa yapın. Yâni, eğer sizin hastanızın kaderinde
varsa, gelecektir. Yalnız yapın!.. Ben bunları her zaman söylemem... Sizin şimdi içinizi
görüyorum da, ondan... Ve mâzide neler çektiğinizi biliyorum da, ondan efendim.
Tamam mı buraya kadar?.. Şimdi söyliyeyim... Sabah Namazı kılacaksınız.
MH- Kılarım.
(ağlamaya başlar.)
V4- Ağlamayın!.. Her şeyi söyledim. Sizi ferahlatmak için söylüyorum her şeyi... Yalnız,
inanın ki, bu ızdıraplar sizin için dâima huzur olacaktır. Sabah Namazı'nı kılın ve son
rekatında dalın, efendim. Duadan sonra kalkmayın seccâdeden. Dalın ve aklınıza
gelecek olanları yazın. Sonra bize söyliyeceksiniz. Olur mu, efendim?
MH- Hayhay.
V4- Gelmedi diye
(bir şey yok) ... Aklınıza gelecektir. Sakın siz kalkmayın seccâdeden...
Biz sizi irtibâtımıza aldık, efendim.

Burada bir şey var... Bu Topluluğunuz'un en ızdıraplısını yanımıza almak için ben
Medyumunuz'u benim Kat'ıma istedim. Ve bu Hanımefendi de buraya teselli aramak
için geldiler, meraktan değil. Ruhlarını tatmin etmek için geldiler ve onu... Onu buraya
iten de içindeki ızdırabıdır. Değil mi, efendim?
MH- Evet.
V4- Şimdi rahat oturun yerinize, Hanımefendi... ALLAH dâim sizinledir. hiç korkmayın!..
O'ndan isteyin... Hep O'ndan isteyin... Olmaz mı, efendim?
İ- Evet...

Dikkatinii çekmiştir, önce Yunus Hazretleri sonra Hazret-/i Mevlâna bir tek kadının derdi ile onca zaman sarfediyor. "Niye?" diye düşünmüşsünüzdür... Hitap aslında sâde ona değil, hepimize... ALLAH'tan başkasından istememek, çektiğimiz ızdırapların ilerde bizim için haz ve huzur kaynağı olacağını bilip sabretmek... "Tahammül etmek" değil, SABRETMEK!... TAHAMMÜL ETMEK, "dayanmak, katlanmak, kaldırmak" demek ama, "istemediği şeye zor altında katlanmak" anlamındadır... Ramazan günlerinde akşam iftar duasında TRT'de yıllar yıllar boyu "Senin için açlığa katlandım" dediler. Tüylerim dikeni diken olurdu her seferinde... Oruca istemediği hâlde katlanmış!... Tutmasaydın bâri!...

SABRETMEK , "acı, yoksulluk, haksızlık ve benzeri üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini beklemek erdemi, dayanç göstermek, olacak veya gelecek bir şeyi telâş göstermeden beklemek" diye verilmiş ama, aslında "ALLAH'tan gelen her şeye gönülden rıza göstererek, boyun eğerek kurtuluşu beklemek" demektir. Üstatlar bunu tavsiye ediyor. Ve diyor ki, "Aslında sizin ettiğiniz ibâdetler işte bu sabrı pekiştirmek içindir. Her gün ALLAH'ın huzurunda secdeye kapanır, başınıza gelenlere rıza gösterdiğinizi, her şeyi sâdece O'ndan beklediğinizi ispat edersiniz... Sen bunu hiç yapmamışsın, namaz kılmasını öğren. Öyle yoga-moga, reiki-meiki değil, Sabah Namazı kıl ve seccâdede oturup sabrının karşılığının gönlüne doğmasını bekle. ALLAH mutlaka dualarına cevap verecektir," diyor Üstat... Sâdece o Hanımefendi'ye değil, hepimize söylüyor!.. Daha ne desin?..

İdâreci- Şimdi efendim, geçen konuşmanızda...
Varlık4- Yalnız, Medyum benim Kat'ımda fazla durmayacak. Çok yorgun...
Sorun ve hemen Yunus'un Kat'ına... Ondan sonra da Hazret-i İshak alacak.
Ondan sonra kısa bir konuşmadan sonra işi bitireceksiniz bu akşamlık. .
İ- Peki... "Tebbet Sûresi'ni okuyun" denmişti.
V4- Kim okudu, efendim?
İ- Ben okudum. Yalnız her yerde başka başka.
V4- Mânâsını söyler misiniz?
İ- Buraya çıkarttım: "Yuh oldu iki eli Ebu leheb'in. Kendi de yuh!.. Ne fayda verdi ona?..
Ne kazandı?.. O bir alevli ateşe yaslanacak. Karısı da odun hamalı olacak. Gerdanında
bir ip ki, fitillilerinden" diyor tercüme.
V4- Tamam... Şimdi Medyum'un sağ ilerisinden biri cevap vermek istiyor.
İ- Var mı?... Yaşar Bey konuşuyor.
Yaşar Bey- Hazret-i MUHAMMED'in ileri sürdüğü, o zamanki cemiyetin din kuvvetiyle
bir araya getirmek istediği iinanca muhalefet edenlere karşı söylenmiş, onları fenâ
duruma düşürmek maksadıyla ifâde edilmiş bir sûredir.
V4- Namazda okunur mu, efendim?
YB- Evet.
İ- Yalnız burada bir şey... Efendim, müsaade ederseniz, ben Yaşar Bey'e istirak
etmiyorum. Tercümesine göre diyor ki, "Malı ne fayda verdi? Ne kazandırdı? " Yâni,
madde insana ne kazandırdı?
YB- Tamam! Zâten ben de onu arzettim. Dâvet ve teczir... Dine avdet etmeyenleri
teczir... Edenlere bir dâvet mânâsı taşıyor.
V4- Şimdi ben bunu bağlıyayım.
YB- Yâni, Ebu Leheb herhangi bir kimsedir.
İ- Şimdi benim burada itiraz ettiğim, din olarak değil,. Din bir vâsıtadır.
V4- Bunu ben niye söyledim, onu söyliyeyim, ilk evvelâ... Ben bağlıyayım... Ben
bağlıyayım...

O toplantıda aklından bunu geçirip, bir takım karanlık şüphelere giren mevcuttu.
Bu
(sûre) inkisar gibi görünüyor, değil mi? ... Bunlar remizdir hep... Böyle düşünmeyin.
"Okuduğunuz zaman hikmet olarak düşünün, "diyecektim. Onun için "Mânâsına bakın,"
dedim.... Dediniz ki, "herkes bunu başka türlü yazmış." .. Öyle yazar, çünkü o kadar
anlar... "Sakın kötüye götürmeyin, hikmet arayın" diye söyledim... Namazda okurken de,
hikmet arıyormuş gibi okuyun. "Bir inkisar gibi görmeyin" diye söyledim, efendim...
o Toplantı'ya âit bir şeydi bu... Mâdem sordunuz, cevaplandı.

İ- Teşekkür ederim.
V4- Şimdi efendim, ALLAH yollarınız nurlasın.
İ- Dua edelim, efendim.
V4- Duanız nisbetinde gökten nasibinizi alın, efendim... ALLAH bütün duaların
karşılığını fazlasiyle verecektir, Veriyor zâten ama, bunu beyninizle değil de,
gönlünüzle idrak etmeye çalışın, efendim...Gönlünüzle görün. Akıl gözü bunu pek
sezemez , efendim... Güle güle!..
İ- TANRI râzı olsun.
Medyum- Arkamı sıvazladılar... ve ben yuvarlanıyorum Aşağı'ya...
Varlık3- ..... Oldu mu?
İ- Oldu, efendim. TANRI râzı olsun, Üstâdım.
Varlık3-

MEVLÂNA'DAN ALDINIZ NASİBİ
İŞİN BUYDU ZÂTEN MÜNÂSİBİ

Haydi bakalım, güle güle!..
İ- TANRI râzı olsun, Üstâdım.
M- ...... Hazret-i İshak...
Varlık2- Haa, şimdi başlıyalım bakalım... Yalnız...
İ- Muhterem Üstâdım, müsaade ederseniz, bir şey soracağım.
V2- Evet?
İ- Şâyet Medyumumuz'un durumu müsait değilse...
V2- Zâten az konuşacağız... Çünkü aldınız zannediyorum her şeyi... Herkes aldı
nasibini...
İ- Çok şükür, efendim.
V2- Şimdi konuşacağım. Yalnız ben bâzı şeyler söyliyeceğim. Gene tabii karşılıklı
konuşacağız.

BEDBAHT ile MUZDARİP arasında ne fark vardır, efendim?... Gene aynı Hanımefendi
için konuşuyorum ben... Bu sefer bana verildi vazife... Yalnız şey yapın... Yarım
bardak su alın... Medyum'un sağ elini kaldırın. Bardağın üstüne tutun. Çok kısa bir
süre... Aynı suyu Hanımefendi'ye içirin, efendim.
İ- Peki, efendim.

İnternet'te, sağda solda "bioenerji uzmanları" var ya... Bir de evlendirme programlarında "elektrik aldım, verdim" diyenler vardı ya... Biz ona "manyetik tesir" deriz. Rahatlatıcı, gevşetici, şifâ verici etkisi vardır. "Manyetik" dememizin sebebi pozitif, negatif kutupları vardır. Zıtlar birbirini çeker, aynılar birbirini iter. Eskiden bir "câzibe" kelimesi vardı, özellikle kadınlar için kullanılırdı. "Çok câzip kadın" şeklinde... "Çekici" demektir. Kutuplar birbirine denk gelirse, çeker. Celse idârecisi Medyum'a manyetik paslar vererek uyutur, derinleştirir... Medyum da bardağın üstüne elini tutarak manyetik dalgalar göndererek suya şifâ verici bir etki yükledi ve o su kadını rahatlattı.

Varlık2- Bu yaşta acı çekmek güçtür tabii... Ama işte...
Yalnız ağlıyor... ağlamasın hep...
İdâreci- Yaşar Bey Cevap vermek istiyor.
V2- Evet.
Yaşar Bey- BEDBAHT, bütün mâzisiyle muazzam bir üzüntü içinde bulunan ve
istikbâlini de aynı üzüntü içinde geçecekmiş gibi gören bir hâlet-i rûhiye içinde olan
insana denir.
V2- Muzdarip?
YB- MUZDARİP, o anda, belki mâzisinde de ızdırap çekmiş olabilir, ama âtiye mâtuf
değildir. BEDBAHT istikbâle de sirâyet eder.
V2- Bu bir târif...
YB- Evet. âcizâne.
V2- Yoo, gâyet güzel!... Bir başkası?... Medyum'u rahat ettirin...
İ- Hâşim Bey görüşüyor.
Hâşim Bey- BEDBAHT, Levhî Âlem'de Kıramen Kâtibin yazmış olduğu kaderin insanla
berâber giden kara bir yürüyüş...
V2- Muzdarip?
HB- Bir an cüz'i olarak insanın başına gelen bir hâdisenin vermiş olduğu ızdıraptır.
Geçicidir.
V2- Bu da çok güzel bir târif... Hep çok güzel târifler... Başka?
Mesadet Hanım- Siz de târif edin, lûtfen.
V2- Edeceğim. ben ediyorum târifi.
İ- Behiç Bey konuşuyor.
Behiç Bey- Bedenî acıların Ruh'a intikâl ettirilmesi BEDBAHTLIK'tır.
V2- Evet. Bize göre güzel çok!... Tasavvuf ehline göre, daha çok bu... Değil mi,
efendim?.. Evet, başka?... Bakın, çok güzel oluyor, değil mi?.. Herkes bir şeyler
alıyor. MÜMKÜN OLSA, HEP BÖYLE AYNI TOPLULUKLARDA BÖYLE İŞİ YÜRÜTEBİLSEK...
İ- Yaşar Bey bir şey ilâve etmek istiyor.
Yaşar Bey- BEDBAHTLIK doğrudan doğruya Ruh'a hitap eder. Izdırap, bedenle Ruh'un
müterâfık acısıdır.
V2- Evet. Biraz evvelki târifin tefsiri gibi bu... Yaklaşıldı çok... Ben istiyorum ki, şöyle
kısaca ve Hanımefendi tam istediği gibi olsun.
İ- Hâşim Bey konuşuyor.
Hâşim bey- Bir şâir ızdırap için şöyle diyor:

Tâ ezel tecelli Levhî Âlem'de
Bu benim bahtımdır, kara yazmışlar
Bilirim, güldürmez Levhî Âlem'de
Bir âhımı yüzbin zâre yazmışlar

V2- Çok güzel!..

HB-

Kıramen Kâtibin haberi kudret
Yazmış alnımıza kara yazılar
Bilirim, güldürmez Levhî Âlem'de
Bir âhımı yüzbin zâre yazmışlar.

Bunun BEDBAHT'la, KADER'le, IZDIRAP'la bir alâkası olsa gerek.
V2- Tabii var.... Şimdi çok yaklaşıldı... Hadi, bakalım... Şimdi...
YB- Efendim, ben sizin arzu ettiğiniz bir noktaya temas edeceğim. Dünyâ'da çekilen
ızdırap , bedenle müterâfık olan ızdırap, hiç bir zaman bir kimseyi BEDBAHTLIĞA
uğratmamalıdır.
V2- Oldu işte!.. Ama ben... Onu siz söylemediniz, bunu size ben verdim şimdi.
YB- Evet. Muhakkak.
V2- Bakın, Hanımefendi... ben bağlıyorum şimdi, size göre... Siz BEDBAHT değilsiniz.
Sâdece MUZDARİP'siniz... Tamam mı?
Mesadet Hanım- Doğru.
YB- Geçici.
V2- Bu da... Yok... Daha güzel bağlıyalım. "Geçici" deyince olmaz... Yalnız, çözün
beni, Almıyayım kimsenin sesini.
İ- Hiç kimsenin sesini almıyacaksınız, benden başka!
V2- Şimdi efendim, siz BEDBAHT değil, MUZDARİP'siniz... BEDBAHT olsaydınız eğer,
Ruhunuz tesellisiz olacaktı. Yâni, çölde kalacaktı.... Ve bir teselli pınarına rastlayamaz...
Onun için bir seraptı o... BEDBAHT olsaydınız... Siz MUZDARİP'siniz... Izdırâbınız için
bir teselli arıyorsunuz, bâzan çok eksik yaptığınız... (çok özür dilerim)... dualarınızda
arıyorsunuz. Bâzan da türbelerde arıyorsunuz. Değil mi, efendim?
MH- Doğru.
V2- Tamam mı efendim?
MH- Doğru.
V2- Ne olur, bu teselliyi TANRI'da arayın siz. O'nun rahmeti sizin Ruhunuza fışkıran
teselli pınarı olur. Olur mu, efendim?.. Göreceksiniz, bakın, ne kadar işler değişecek...
Siz böyle oldukça, çok yakınınızın da daha ızdırâba gömülmesine sebep oluyorsunuz.
Bu da onun felâketi olur sonra... ve siz bu felâketin sebebi olmuş olursunuz. Aman
dikkat!.. Olur mu, efendim?
MH- Evet.
V2- Ona acılarınızı gözyaşlarınızla ifâde ederek değil, tebessümünüze gizleyerek
gösterin, efendim. Büyük meziyet burada... Anlaştık mı artık?.. Ve unutmayın, ALLAH
sizinledir, efendim.
İ- Hâşim bey, "BEDBAHT ile MUZDARİB'i bir tek cümleyle bağlıyacağım" diyor. Müsaade
eder misiniz?
V2- Evet, evet.
HB- BEDBAHT, acı bir ümitsizlik; IZDIRAP, ümit içerisinde rastlanan ümitsizliktir.
V2- İşte onu anlattım ben, biraz evvel... Peki, ben bunu bir Hadis-i Şerif'e
bağlıyacağım. Bağlıyayım mı?
İ- Lûtfedin.
V2- Bakın, Hanımefendi'm, sizin için konuşuyorum gene... ALLAH''TAN (felâket gelmez
ya) ÖYLE GELDİĞİNİ KABUL EDİN SİZE, BU
NU ŞÜKÜRLE KARŞILIYABİLİYORSANIZ,
ARKASINDAN RAHMET GELECEKTİR... Bu rahmet
in gelmesi için ilk şart SABIR'dır... Oldu mu?
MH- Evet.
V2- İşte bu Hadis... Ben açtım tabii Hadis'i... Çünkü tam cümleyi söyliyemem... Dünya
ihsasları yok tabii bende.
İ- Evet, efendim.

Bir kere daha tekrarlıyalım, Mesadet Hanım'ın Şahsî Sual'ine Şahsî Cevap gibi görünen bütün bu ifâdeler aslında sıkıntı çektiğini, ızdırap içinde olduğunu, çâresiz kaldığını zanneden herkes içindir, UMÛMÎ bir CEVAP'tır.

Muhterem Varlık, sohbet'ten çok memnun, MÜMKÜN OLSA, HEP BÖYLE AYNI TOPLULUKLAR'DA BÖYLE İŞİ YÜRÜTEBİLSEK" , "Keşke başka Topluluklar da böyle sohbetler yapılabilse Ruhlar'la" diyor. Ama olmuyor. Ya fal peşinde koşuluyor, ya da uyduruk Uzaylı, Atlantisli taklidi yapan Varlıklar'la görüşülüyor. Bizim bu siteyi hazırlamaktaki amacımız da böyle Sohbetler yapılmasını heveslendirmektir. Ama bunun için SABIR'lı, BİLGİ'li, İYİNİYET'li insanlar gerekir.

Fırsat bulmuşken az bilinen kelimeleri de verelim. MESUT , "mutlu, sevinçli, ongun, neşeli, bahtiyar" demektir.
KANAAT , "elindekinden hoşnut olma durumu, elindekiyle yetinme, kanıklık, yeter bulma, fazlasını istememe, doyum" "demektir. Celse'de bu mânâda geçmiştir. Ayrıca "kanı, inanç, düşünce" anlamı da vardır.
TECZİR , "kısım kısım ayırma, doğrama, ufaltma, bölme" demektir.
İNKİSAR , "gücenme, gönlü kırılma, ilenme, ilenç" demektir. BEDDUA'nın yâni kötülük dileyen duanın hafifidir.
HİKMET , "Allah'ın insanlarca anlaşılamayan amacı, gizli sebep, insanın gücünün yettiği kadarıyla eşyâyı, varlıkta mâhiyeti ne ise o olarak bilmeyi, bu mânâda gerçeğin bilgisine ulaşmayı hedefleyen bir bilim, insanları eğitip olgunlaştıran, nefisleri ıslâh eden peygamberlik, hidâyet ve irşad, ahlaki söz, öğüt verici, kısa öz, öğretici söz" demektir. Celse'de ilk mânâsı ile geçmiş.
BEDBAHT , anlaşılmıştır ama gene de verelim, "mutsuz, bahtsız, talihsiz, bahtı kara" demektir. ŞANSSIZ kelimesi uymaz.. ŞANS, bizde ancak kumarda olur. Filimlerde "Bana bir şans daha ver" diye geçen ifâde, "chance" kelimesinin yanlış tercümesidir. "Bana bir fırsat daha ver" olması gerekir.
MUZDARİP , "ıstırap çeken. Bir tarafı sızlayan, ağrıyan, sıkıntılı" demektir. ISTIRAP veya IZDIRAB diye de yazılıyor.
ÂTİ , "gelecek, önde, aşağıda, sonra, vâki olan, gelecek zaman" demektir.
MÂTUF , "bir yöne eğilmiş, yöneltilmiş, âit ve râci' olan" demektir.
SİRÂYET , "hastalığın geçmesi, bulaşmak, yayılmak, dağılmak" demektir.
LEVHÎ ÂLEM"den kasıt, "ALLAH'ın yaratıp kaderini yazdığı âlem"dir.
KIRAMEN KÂTİBİN , "değerli yazıcılar" demektir. Kastedilen "İslam dininde, insanların sağ ve solunda bulunup, yapılan iyi ve kötü davranışları tespit edip, yazan melekler"dir. Tabii bunun bir REMİZ , yâni "sembol, rumuz, mecâzî anlatış" olduğunu bilmek gerekir.

Varlık2- Evet, başka?... Buyurun.
İdâreci- Şimdi Muhterem Üstâdım, özür dileyerek, eğer Medyum çok yorulduysa,
müsaade ederseniz bu tatlı Sohbet'i burada keselim.
V2- Zâten keseceğiz. Yalnız bir tek hanım başka sual sormak istiyor. O da sorsun.
İ- Hikmet Hanım, "Hastalığım hakkında mâlûmat rica ediyorum," diyor.
V2- Canım, fazla kuruntuyu bıraksın şimdi artık o... Herkesin dediğine kanıyor...
İş öyle ilerliyor. Kim var öyle?... Biri var orada... Dost görünüyor ona böyle, fakat
değil... Sizin teyzenizin bir yakını var... Kim o?
İ- Bilmez.
V2- Var, var... Sen de biliyorsun.

Peki, efendim. Çok üzüntülüyüm, bu Sohbet'i burada kesmekle... Ama bu
evlâdımı da düşünmek mecbûriyetindeyim ben.

İ- TANRI râzı olsun, Üstâdım.
V2- Hepiniz, kendi yakınlarınız başta olmak üzere, Bu Âlem'deki bütün Ruhlar'a... Sakın
iyi-kötü diye tefrik etmeyin.. Hepsine okuyun, efendim... En çok kötülere okuyun.
En çok onlar muhtaç... Güle güle, efendim.
İ- TANRI râzı olsun.

Nihâyet bitirdik. Şimdi sıra sizde... İnceleyin. Tekrar okuyun. Düşündükleriniz bize yazın.

****


Bu da iki gün sonra yapılmış olan Celse... Ancak başlangıç kısmı var elimizde... Medyum uyutulup yükselmeye başladıktan sonra bir Varlık'la karşılaşır.

Varlık1 : Şevket
Varlık2- Ahmet Râsim
Varlık3- Mevlevî Hazret-i İshak
Varlık4- Yunus Emre
Varlık3 Hazret-i Mevlâna
Medyum: Esat Ozan
Celse İdârecisi: Ferhan Erkey
Tarih : 28 Ocak 1965
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum- ....... Karanlık'tayım ben daha.... "Ne aptalsın" diyor...
İdâreci- Kimdir bunu diyen?
M- ..... ŞEVKET...
İ- Ne zaman, nerede ölmüş?
M- .... Yalnız çok çekiyor...
İ- Suçu nedir?
Varlık1- ... Karımı satıyordum... Sonra vurdum onu... Para vermedi... Hapishânede...
1931 senesinde, İstanbul Sultanahmet Hapishânesi'nde veremden öldüm...

Elde imkân olsa da, kayıtlara bakılabilse... Ne güzel bir ispat olurdu!.. Celse târihinden 34 sene önce ölmüş, Avradakiler'in tanımasına pek imkân olmayan birinin hayâtını tesbit etmek, Rûhî İrtibatlar'ın gerçekliğini göstermesi bakımından çok yararlı olurdu.

Medyum- .... Yükseliyorum... Kurşûnî'den geçiyorum....
Güzel sesler geliyor... Ne olur, bırak. oraya gideyim...
"Aman aman, hâlim yaman" diye
bir ses... "Çok konuşamam, ibâdetim var" diyor...
Varlık2- Huzurunuzda bulunmakla bilmem kusur eyliyor muyuz?.. Ruhum dâima melâl
içinde olduğu için dâima neşeye koşuyorum...
İdâreci- Bir şey söylemek ister misiniz?
V2- Bu akşam çok güç... Çünkü münâsip değil.
İ- Eserlerinizi beste olarak ta istiyoruz.
V2- Hazırlanalım, efendim...
(ayrılır) ...
M- ....... HAZRET-İ İSHAK...
Varlık3- Bu akşam ben konuşacağım. Biraz da Yunus... Hazret-i Mevlâna...
İ- Toplum için emirleriniz var mı?
V3- İHTİRÂSIN KAPILARINI KANAATLE MÜHÜRLEYİN!.. Maddî ihtirastan bahsettim.
Bir de RÛHÎ İHTİRAS var... Bunu İMÂNINIZLA MÜHÜRLİYECEĞİZ...
M- .... YUNUS'a çıkıyorum... Aman, ne güzel yeşillik!... Sanki bu yeşillikte TANRI
tebessüm ediyor...
Geliyor... Yüzüne bakamadan ellerini öpüyorum... Fakat gözleri yaşlı Yunus'un...
"Seni çok seviyorum" diyor, "Vuslat bâzen ağlatır insanı".

Bu Medyum'un yakında öleceğini imâ eden üçüncü ifâde... Diğerlerini başka Celseler'de verdik. Her verişte de onu kaybetmenin acısını yeniden taddık...

Varlık4- Merhaba Sohbet-i Cân, Câh-ı Sohbet Olanlar, Merhaba!..

Hiç denizde susuz kaldınız mı?

İdâreci- Tabii kalınır, Üstâd'ım.
V4- DENİZ olarak susuz kaldınız mı?
İ- Nasıl???
V4- Medyum'un solundaki işi kavradı. GÖNÜL UYKUSUZ OLUNCA, DENİZ SUSUZ OLUR.
Hâşim Bey- ALLAH'a karşı muhabbet arttıkça, insan bir ateşe düşer. Suya ihtiyaç
hisseder. Denize düşse, kanmaz.
V4-

GÖNÜL BİZDE MÂBED, İNAN,
MİHRAB İSE O'NA İMÂN
YUNUS DER Kİ, TANRI'YI AN!
SU ATEŞTE YANAR BİZDE.

HB- Beni derya kandırmaz.
V4- Mânâ iyi... konuşalım... Azıcık ta Hazret'e çıkaralım.. Bir şeyler sormak isteyenler
var... Sorun.
İ-
(Medyum'a) Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
M- SUDA SU, HUZURDA HUZURUM....
V4- Ne anladınız?
İ- Hâlâ şekil üzerinde durulmakta... Üstâdımız'ı nasıl görüyorsunuz?
M- Gözleri parlak... ve bir kavrayamadığım bir ışık... Mânâ... Bu mânâ ışık bende gönül
ibâdeti yarattı... ve dedi ki bana, "Sus!.. İşte bu ibâdet." ... "Gönlün," dedi, "aşka secde
yapması... Sen ibâdet deyiver," dedi... "Bunu bilemezler çünkü:" ...

V4-

SECDE TANRI AYNASIDIR,
ÇALIŞ, ONDA GÖR KENDİNİ!

DERVİŞ TANRI AYNASIDIR,
AŞK KENDİNİ ONDA GÖRÜR.

M- ... Çıktım... Bakamıyorum artık...
Varlık5- ..... Hoşgeldiniz.
İ- Hoşbulduk, efendim... Emirleri var mı?
M- .... Yanına oturttu.... Ben konuşamıyorum... Yanındakileri tanımaya başladım...
Ona bakamıyorum... Sağındaki Hazret-i ŞEMS.... Biraz öbür tarafında SULTAN VELED...
diğer oğuluları...
V5- Bizim diyarda sen niye DERT arıyorsun?... GAM'la DERT öyle ayrı ayrı ki!.. Ama
ikisi de AŞK'ın sütüyle beslenirler... Anladınız mı efendim, mânâyı?

GAM'LA DERT... Ne fark var arada?.. Bir maksat için değil... Gönlünüzdeki aynılığı
pırıl pırıl yapın.

AŞK'ta DERT varsa, orda âşık IZDIRÂB'ın zevkine varıyor, demektir. eğer GAM varsa,
orda HAZ'dan IZDIRÂB'a kayıyor
(demektir).
Fakat sonra zevk-i ilâhînin kadehinde eriyordur.

İmam tesbih çekiyor... Âşık ALLAH çeker... İşte ikisi arasındaki fark... Müezzin tekbir
çeker... Peki, ben ne çekerim?.. Her zaman dediğim gibi, vuslatta hicranın acısını
çekerim... Tabii sizin gibi iken öyle idi... Şimdi vuslata kanamamanın acısını çekiyoruz.

Maalesef Celse'nin bundan sonrası kaydedilememuş, bant yetmemiş...Ama bu kadarı bile insanı coştumak için yeter... İhtiras, hırs, tutku... Üstat bunu ikiye ayırmış... Maddi İhtiras... Ne olabilir?... Para, mal, mülk, mevki, kadın... Üstat "Bu hırsınızın kapısını kapatın ve mühürleyin" diyor. Neyle?.. KANAAT'le... Yâni elinde olan ile yetinerek... Daha fazlasına göz dikmeyerek... İkincisi Rûhî İhtiras... Meselâ Cennet'e gitme arzusu... Hiç bir beklenti içinde olmadan ALLAH'a imân da bunun ilâcı... Yâni sen namazı Cennet'e gitmek için kılmıyacaksın, ALLAH rızâsı için, O'nun huzurunda olmak, O'nun önünde yere kapanmak için kılacaksın. Ne demiş Yunus, Dunyâ'da iken?.. Yazdık ama bir daha yazalım :

Aşkın aldı benden beni,
Bana Seni gerek Seni
Ben yanarım dün ü günü,
Bana Seni gerek Seni

Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum,
Bana Seni gerek Seni

Aşkın âşıkları öldürür,
Aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur,
Bana Seni gerek Seni

Aşkın şarabından içem,
Mecnûn olup dağa düşem
Sensin dün ü gün endişem,
Bana Seni gerek Seni

Sofilere sohbet gerek,
Ahilere Ahret gerek
Mecnunlar'a Leyli gerek,
Bana Seni gerek Seni

Eğer beni öldüreler,
Külüm göke savuralar
Toprağım anda çağıra,
Bana Seni gerek Seni

Cennet Cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç hûri
İsteyene ver Sen ânı,
Bana Seni gerek Seni

Yunus'dürür benim adım,
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum,
Bana Seni gerek Seni

Şiirdeki OD, "ateş" demektir. "Gün geçtikçe ateşim artar" diyor...Bu geceki şiirinde de "Bizim câmimiz, mâbedimiz gönlümüzdür. Mihrabımız, Kâbemiz ALLAH'a olan imânımızdır. Bizim ALLAH aşkımız öyledir ki, onu su söndüremez, o ateşte su bile yanar" diyor... Diğer şiiri de siz açın artık. Bize de yazın.

Hazret-i Mevlâna "DERT te, GAM da ÂŞIK'a HAZ verir" diyor... "GAM önce IZDIRÂB'a kaysa da, sonra sonra gene ZEVK'E DÖNÜYOR" diyor... "AŞIK'ın DERD'i bitmez. VUSLAT'ta iken bile VUSLAT'A KANAMAMANIN IZDIRÂBI'nı çeker" diyor.

Peki, biz bunları Mevlâna Derneği'nin yazılarında bulabiliyor musunuz?

****


Yine aynı Medyum'dan bir Celse daha.... Medyum uyutulup yükseltildikten hemen sonra Neyzen ile karşılaşır. Üstat güzel bir DEMOKRASİ târifi verir.

Varlık1 : Neyzen Tevfik
Varlık2: Mevlevî Hazret-i İshak
Varlık3 Savtî Dede
Medyum: Esat
Tarih : 16 Şubat 1965
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum- ..... Karanlık'ta bir şey duymadan gidiyorum... Gidiyorum... Bir kelime çaktı,
gitti... "Hadi, söyle" diyor... DEMOKRASİ değilmiş de, BOMBOKRASİ imiş... "Güle güle"
dedi...
Varlık2 -.... Merhaba!..
İdâreci- Merhaba Üstâdım... TANRI râzı olsun. hoş geldiniz.
V2- Hem HOŞ, hem de BOŞ bulduk, efendim.
İ- Ne gibi, Üstâdım? Lûtfediniz.
V2- Konuşuruz.

Bir insanı, bir topluluğu BOŞ bulmak ne demek, herkes anlar. İdâreci de anladı, o geceki Topluluğun arasında BOŞ kimseler olduğunu ve bunu Üstâd'ın sezdiğini ama, yine de sormuş. Ferhan Bey'in toplantılarına aslında bilinen, tanıdık ve Spiritualizm'e, Tasavvuf'a vâkıf kişiler ismen dâvet edilirdi. Celse geceleri kapıya 20-25 kişilik bir liste asılır, adı listede olmayanlar Cuma Umûmî Toplantılar'ına katılsalar da, Salı Celseleri'ne giremezdi... Ancak bâzen bu listede adı yazılı olanlar yanlarında birilerini getirirlerdi ve o birileri çoğu zaman yeniler, hattâ inanmayanlar olurdu. Bunu tabii Ferhan Bey de, Medyum da bilemezdi ama, Üstat zihinlerden hemen düşünceleri almıştı.

Varlık2- Yalnız şimdi koruşalım da, sonra ben konuşmadan Medyum'u size terkedeceğim.
Çünkü bu gece... Şimdi konuşalım.
İdâreci- Peki, efendim.
V2- Nasıl başlıyalım?
İ- Lûtfederseniz, evvelâ nasihatlarınızı...
V2- Nasihat yok ta... İyi şeyler var... Yalnız kötü şeyler de var... Neden konuşmak
istiyorsunuz bu akşam?
İ- Nasıl tensip buyurursanız, efendim.
V2- Geçirin siz aklınızdan, ben alayım... Konuşacağım tabii ama... Hadi, ben sorayım:
İNKÂRIN HEDEFİ NEDİR?
İ- Soralım arkadaşlara.
V2- Yalnız buna hazır olanlar var. İnkârın içinde olanlardan biri versin.
İ- Peki, efendim.
V2- İnkârı bilen değil, inkârın içinde olanlardan biri versin.
İ- Peki, efendim. Soralım, efendim... Efendim, Nejat Bey sizinle bu hususta görüşmek
istiyor. Müsaade eder misiniz?
V2- Tabii... Zâten mevzuu onun için açtık.
Nejat Bey- Yâni, ne demek istiyorsunuz?... İnanmıyorum, böyle bir şeyin olabileceğine.
İ- Yâni neyin olacağına?
V2- Ben söyliyeyim: Evvelâ ALLAH'a inanmıyorlar. Arkadan Peygamberler'e inanmıyorlar.
Bütün gücü kendilerinde zannediyorlar. Bana şimdi kendilerindeki bu kuvvetin nereden
geldiğini izah etsinler, efendim.
NB- Şimdi ALLAH'a inanmamak, Peygamber'e inanmamak diye bir şey yok. Size
inanmıyorum.
V2- Zâten bende inanılacak bir şey yok... Bu bir dolayısiyle olan bir şeydir. Sizin
inanmamanız da bize bir şey kaybettirmez. İnansanız da kazandırmaz. Şimdi
inanmadığınıza göre, meselâ karşınızdaki hokkabazlık mı yapıyor?
NB- O demek de değil.
V2- Ne demek?
NB- İnanmıyorum sâdece.
İ- Selâhattin Bey konuşuyor, Üstâdım.
Selâhattin Bey- Arkadaşımızın suallerini yerinde bulmak lâzım... Yalnız arkadaşımız
biraz sabırsızlık etmiştir. Neticeyi beklemeliydi. Ondan sonra inanmadığını veya
inandığını söylemeliydi. Zâten tam bir inancı kimse bulamamıştır. Herkes kendi Ruhunda
inancı yaşatabilir. Kimi inanır, kimi inanmaz. Ben bir müsbet ilim mensubu olarak,
Matematiğin aksini ispat edene kadar bâzı mânevî şeylere inanacağım. Onun için
müsaade ederlerse, biz Seansımız'a devam edelim.
V2- Peki. Bir Sual soracağım: İNKÂRA HANGİ YOLDAN GİDİLİR?
İ- Kime sordunuz?
V2- Gene aynı... Dostumuza.
NB- Şimdi efendim, ben bu işi tetkik etmedim. Okumadım, bilmedim. Arkadaşlarımın
bu işi bana anlatmaları dolayısiyle, merak sâikasıyle buraya geldim. Belki ben de müsbet
gördüğüm takdirde kendimce, o zaman belki inanabilirim. Ama şimdi, hiç bilmediğim
bir mevzuda geldim, girdim, inanmıyorum. Neticelerini görürsem, belki inanırım.
V2- Ne görmek istiyorlar?
NB- Görmek istediğimi de bilmiyorum.
V2- Bana VÂROLMANIN GAYESİNİ İZAH EDER MİSİNİZ?
İ- "Anlamadım" diyorlar.
V2- Niçin varsınız?
NB- Vârolduğum için.
V2- Gâyesi yok, yâni?
NB- ......
V2- Biri güzel bir cevap verecek, benim yerime... Versinler... Konuşacak hanım.
İ- Handan Hanım, "Vârolmanın gâyesi Tekâmül değil midir?" diyor.
V2- Tamam!
İ- Şimdi sizi dinleyelim, efendim.
V2- Şimdi ben Medyum'u bırakacağım biraz sonra da... Savtî Dede'ye gidecek... Artık
ben yokum yanında onun... Ayrılırken de onun yanından ayrılacak. Ondan sonra bizim
Medyum'u indireceksiniz, efendim.

Savtî Dede'nin huzûruna gitmiyeceğim artık (onunla)... Çünkü Medyum buna hazır...

Biraz evvel konuşmayı açtığımın sebebi, hemen aldık tabii (zihninden inanmadığını)
... Ondan dolayıydı. Yalnız o dostumuza bir şey söyliyeceğim.
KUR'AN'ı anlayarak okusunlar... İnkâra gitmek çok kolaydır. İnsanı âsi yapar. Fakat iç
sıkıntısından, huzursuzluktan kurtaramaz... Bunu da bilin!..
Herşeyin gâyesini iyicene anlıyabilmeli... Ondan sonra hayat daha iyi şekiller gösterir...
HAYÂTI ARZU VE İHTİRAS ÇAMURUNA BULAMAYIN, efendim... Peki.
İ- Çok teşekkür ederiz.
M- ...... Dergâh-ı Uşşak'tayız, efendim.
İ- Cân-ı Cân bes!..
M- Savtî Dede'nin Ruhuna Fâtiha okuyun... Bir şey söyliyeceğim ben... Doğrudan
doğruya ben konuşuyoırum. Ne olur, biri var, "Ah, bir şiir" diye geçirdi aklından.
Çıksın, söylesin.
İ- Yaşar Bey istemişler, efendim.
M- Yalvaralım Savtî Dede'ye... Savtî Dede'nin yanına yürüyorum... Biraz alıştım ama,
gene heyecanlıyım işte... Haa!... beni bu sefer kapıda karşıladı Savtî Dede... Elini
öptüm... Kim var, o?... Biri daha var... Onunla selâmlaştık... Çekildi...

Savtî Dede'nin yanındayım şimdi... Gene o posttayız... Postmuş o... Oturduğumuz yer...
Post... post... "Yalnız" dedi Savtî Dede, "Unutuyorsun, buraya girerken Besmele
çekeceksin. Sonra 'CÂN-I CÂN BES' diyeceksin" ... Dedim, Savtî Dede...

Savtî Dede diyorki, "Evvelâ konuşalım. Biraz konuştunuz ama, biraz daha gidelim...

Eğer kadeh boşsa, efendim, vurun, kırın" diyor, 'o kadehi!" diyor. "Belki yenisini
bulursunuz." ...

İ- O kadeh gönlümüzse, nasıl olur?
Varlık3- Gönlünüzden bahsediyorum zâten.
İ- Nasıl kırılabilir?
V3- Yâni "içindeki inkârı atarak" demek istedim... Meselâ, insan çok, çok ızdırap çektiği
bir zaman ne yapar?.. İçinden ne gibi bir ses gelir?.. Kim bana açabilir?
M- Savtî Dede konuşuyor şimdi. "İlk defa konuşuyorum" diyor... "Yalnız arada kelimeler
geçerse, bunların" diyor, "mânâsını siz bulun artık." ...
İ- Peki, efendim.
V3- Kim dinledi içindeki sesi, ölye bir anda?
Bir hanım- Izdıraplı ânında dâima ALLAH'ı düşüneceksin.
V3- Ses içinden geliyor, değil mi, insanın?
Hanım- Evet.
V3- Ona "Savt-ı Ulvî" denir, efendim... Savt-ı Ulvî...

Söyleyin bakalım, bir damla gözyaşı nasıl çölün susuzluğunu giderir?

İ- ......
V3- Bu mevzular ağır basıyor galiba burada... Yalnız biz daha başka türlü konuşamayız.
İ- Tabii, efendim.
V3- Evet??? Cevap verin.
İ- Hâşim Bey konuşuyorlar, efendim.
Hâşim Bey- İnkâra giden gönül, susuz bir çöle benziyor.
V3- Evet?
HB- İnanan gönülden bir damla yaş, inkârı ortadan kaldırır ve o kupkuru çöl hâlinde
bulunan gönül, inanmanın bir damlasıyla umman hâline gelir.
V3- Güzel bir târif... Başka bir târif?
İ- Başka var mı, efendim?
V3- İmânı yıkayan bir damla, inkâr serabını kurutur, efendim... Evet, başka???
İ- .......
v3- Herkes başka şey bekliyor tabii... Ne hakkında okuyalım?...
İ- ......
V3- Ben söyliyeyim gene... Aklından geçirsinler, söyliyeyim.
İ- "Ne hakkında okuyayım?" diyorlar.
V3- Söyliyeyim ben, ne istiyorlar... Meyhâne, bâde, şarap... filân, filân...
Öyle mi, efendim?
Yaşar Bey- Evet, meyhâne... Sizin anladığınız mânâda meyhâne...
V3- Onu mu istiyorsunuz?
YB- Evet.
V3- Okuyalım mı?
YB- Lûtfedersiniz.
V3- Medyum'u azıcık derinleştirin, efendim... Yalnız bâzı kelimeleri Medyum'un
şuurunda bulamadık... İsterseniz yazın, efendim de, mânâsını bulun kendiniz.
İ- Biz tesbit ediyoruz, Üstâdım.
V3- Hayır, bâzıları istiyorlar ki,... yazmak istiyorlar.
İ- Peki, efendim.
V3- Yalnız efendim, "Şu vardı, bu vardı" demek yok!..Burada okunanın aynını bulup
getirmek lâzım... Ben okuduktan sonra gene bırakacağım. Söz verdiği hâlde, Hazret-i
İshak bâzı Şahsî Sualler'i cvaplandıracak, efendim... Ben kendisine söyledim.
M- ... Ben yanına oturdum Savtî Dede'nin... Yanındayım... İkinci sahifeyi açtı... Bana
öğretiyor
(eski yazıyı)... Öğretiyor... "Evet, söyle" diyor Savtî Dede şimdi bana...
Bizim buluşmamız hep kısa sürmesi lâzım." ... Okuyorum, efendim... Sahfeyi gördüm....

GÖNLÜMÜZ BÂDEPEREST, VUSLATA MEYHÂNEDE ERDİK,
KÜFRÜ İMÂNDA BULUP, SIRRINA PEYMÂNEDE ERDİK....

"ALLAH" filân demek yok!...

LEB-İ SAGARDA OLAN ÂTEŞ-İ SUZÂN İLE MESTİZ,
BİZ BU ATEŞTE YANIP, SIRRINA PERVÂNEDE ERDİK!..

Oldu mu, efendim?
İ- Çok teşekkür ederiz, Üstâdım. Bakalım, arkadaşlar yazabildiler mi?
M-.... Öptü beni Savtî Dede... Ayrılıyorum huzûrundan... İstemiyerek ayrılıyorum...
Ayrılıyorum Savtî Dede'nin....
Varlık2- Evet, buyurun efendim, şimdi...
İ- Üstâdım, şimdi Savtî Dede'nin verdiği şiirde bilinmeyen kelimeler var. Lûtfederseniz...
V2- Söyliyeyim ama, bilen de var.
İ- Bilen de var ama, umûmî olarak alalım.
V2- Peki, peki... Okuyun.
YB-
Gönlümüz bâdeperest, vuslata meyhânede erdik

V2- Bâdeperest, Şaraba tapan... Yâni, aşka dalmış, aşkla yıkanmış, aşk için her şey olan gönül...
YB-
Küfrü imânda bulup, sırrına peymânede erdik

V2- Paymâne, biliyorsunuz, kadeh efendim... Ama gönül demek tabii...
YB-
Leb-i sagarda olan âteş-i suzân ile mestiz

V2- Bunu bir beyefendi söylemek istiyor. Söylesinler, efendim.
İ- Yüksel bey.
Yüksel Bey- Leb-i sagar, "sâkini dudağı" demektir.
V2- Burada biraz olmadı.
YB- Kadeh mânâsına gelir.
V2- Tamam!... Leb-i sagar: kadehin dudağı... Yâni, "kadehin kenarı" demek gibi
oluyor... ama dudağı... Bizim mânâmız dudağı...
Leb-i sagarda olan âteş-i suzân ile mestiz

Bu aşk öyle bir kadehte ki , siz o kadehin kenarına gönlünüzü değdirdiğiniz anda,
o ateşle mest olursunuz. "Biz bunla mestiz" demek efendim.
YB- Güzel bir izah.
Biz bu ateşte yanıp zevkine pervânede erdik

V2- Bu anlaşılıyor...

Medyum'un sol ilerisinden iki... sonra gene sol ilerisinin, önlere doğru bir kişiden
şahsî suallerini sormasını istiyorum.

Bundan sonra Muhterem Varlık üç kişinin şahsî suallerini cevaplandırdı. Sonra Celse Sohbet ile devam etti.

İdâreci- Şahsî Sualler'den ziyâde biraz bizi Tekâmül'e götürecek...
Varlık2- Konuşacağım, konuşacağım da, muayyen çizginin ötesi hakkında konuşamayız,
efendim. Kader'in hakkında... Ben konuşamam kimsenin kaderi hakkında... Kader
çizgisi bana âit değil. Ben konuşamam bunun hakkında... Çok defa bilemem de...
KADER'İN AYDINLANMASI İÇİN, HER ŞEYİ ALLAH'TAN İSTEYİN, efendim...
Birisi- Babamın benden istediği bir şey var mı?
V2- DUA!... DUA.... Bakın, bir cevap vereyim ben...
(Bu bâzılarına) bir tuhaf gelir
ama, babanızı iyicene mi rahat ettirmek istersiniz?... Rahattır da, yâni böyle onun Ruhu
için bir şey yapmak ister misiniz?
Birisi-Evet.
V2- Kandil Gecesi helva yapın... Bu
(bâzılarına göre) biraz tuhaftır ama, yapın.
Ama konu-komşuya vermeyin, bir şey ifâde etmez. Bunu ümitsiz, zavallı insanlara
götürün, verin. Olur mu, efendim?.. Yaptınız mı hiç?... Helva pişirdiniz mi?
Birisi- Hayır.
V2- Yapın bundan sonra, olur mu?... Göreceksiniz ki, iyice aydınlanacaksınız, efendim.
yalnız muzdarip insanlara yapın.
Birisi- Teşekkür ederim.
Medyum-
(ayrılır) ... Yorgunum ben.
Varlık1- ........ "Bombokrasi" dedik, aldıran olmadı. İşte bak!... Kimim ben?
İ- Neyzen Üstâdımız.
V1- Ne istiyorsunuz, peki, benden?
İ- Konuşmanızı, Üstâdım.
V1- Olur mu yalnız konuşmak?
İ- Üstâdım, kardeşinize bir şey söylemiyecek misiniz? Geldi geçen gün.
V1- Ne dedi o ebleh?... Pezevenk!.. Ne dedi o deyyus-u ekber?..
İ- Şimdi artık iyicene Ruh hastası hâline geldi karısı öldükten sonra.
V1- Ulan, halbuki insan karısı ölünce kına yakar be, düdük!.. Zâten karı kısmı kolay
ölmez, ha!... Kafasını kırsan ölmez, kuyruğunu sıksan ölmez!.. Ölmez de ölmez...

Aman, bunları yanlış anlamayalım. Neyzen Tevfik kardeşine de, kadınlara da takılıyor. O zâten herkese takılır. Neyzen Tevfik'in aslında ağabeyi Şefik Bey de muhterem bir zattı. Veteriner idi.

İdâreci- Kızınıza mektup yazılacak.
Varlık1- Yazın ama!.. Bunu işitenler diyor ki, "Üstat evli değildi. Bu nereden oldu?" diyorlar.
V1- Şimdi ananın .... ha!... Oradan oldu... Ulan, biz erkektik bir zamanlar. Sonra
kaybettik erkekliğimizi. Ulan, çeşme bile zamanla kurur!... Enâyi!...
İ- Kemâl'e de haber gitti.
V1- Oh iyi, iyi!.. Onun da bi bok yediği yok ya, işte!... Pezevenk!..
İ- Yeğenleriniz okuyor.
V1- Ulan, hiç orada rakı yok mu?.. Ulan, için şu pezevengi de, biz de kokunu
alalım be!
İ- Yarın akşam sizin için içeriz, efendim.
V1- Bana bak!.. Sakın söylemeyin onları, ha!.. Vallahi götürürler hepinizi...
İ- Burada, sesinizi tesbit ettik, efendim.
V1- Ne o, ses te mi bok gibi tesbit ediliyor?..
İ- Siz geçen konuşmanız da bize bir şey söylemiştiniz, "Dikkat edin, kandil bitiyor" diye...
V1- Bitti ya, ulan, kandil!.. Anlayamadın mı o kadar?

Söylenen Medyum'la ilgili idi. Aslında onun yakında öleceğini bildirmişti. O târihte anlaşılamamıştı... Ama Üstat bu sefer açık vermiyor.

İdâreci- Yâni bugünkü durumu kastettiniz. Siz nasıl görüyorsunuz?
Varlık1- Ben nasıl göreyim?... Ben Dünyâ'yı toz pembe görüyorum. Bana ne be!..
Ben yaşarken de herkesi şey görüyordum, öyle... Bana ne?... Yalnız en çok kızdığım
biri vardı. Pezevenk, boku bile mundar ediyordu.
İ- Efendim, buradaki arkadaşlarımızın bâzı sualleri var. Onlara bir şey söylemek
ister misiniz?
V1- Çok olmasın ama... Sorsun bakalım... Yalnız, gücenme yok ha, bak!... Biz hiçiz...
Ama piç değiliz tabii...
İ- Turhan Bey sormak istiyor.
Turhan Bey- Efendim, Ruhî Tekâmül'e ermek istiyorum. Acaba bu nasıl olacak? Nasıl
hareket etmem lâzım?
V1- Vicdânını boka bulamadan yürü.
Behiç Bey- Tasavvuf'un hangi derecelerinle ve şekilleriyle meşgûl oldunuz?
V1- Vicdânımızı istibdattan kurtarıncaya kadar uğraştık... Kurtarınca da mertebeye
erdik, efendim. Anlamadın mı?
BB- Anladım. Yalnız bildiğimiz şeylerin hepsine intisap ettiniz mi, efendim?
V1- Benim bildiğim şeylerin hepsi hiçti zâten. Ben de hiç'e intisap ettim, hiç oldum.
Anladın mı?.. İşte kitap bu... Bizim kitabımız... Evet, efendim.
İ- Yaşar Bey soruyor.
Yaşar Bey- Efendim, aynı mizaçta olan Şâir Eşref'le temâsınız oluyor mu?
V1- Dedik ya, oğlum, ikimizde aynı lâzımlığa sıçıyorduk. Bâzan da elimizi boka
sürüp birbirimize sürüyorduk. Tabii Burada süremiyoruz. Yalnız işte, oturuyoruz öyle.
İ- Hikmet Bey soruyor.
Hikmet Bey- Kemânî Reşat Erer'le araları nasıl Orada?
V1- Onun yayı Burada çekmiyor ki artık... Onun yayı eldeydi, bizim yay başka taraftaydı.
Öyleydi işte... Geçinemiyorduk bâzen. Bâzen geçiniyorduk. Ben bir şey söyliyeyim mi?
Ben herkesle barıştım. Bakmayın benim küfür ettiğime filân... Gönülden filân değil!
İş olsun diye...
Birisi- Biz sizi iyi tanıyorum.
V1- Neremden?
Birisi- Temiz kâlbinizden, tok sözünüzden.
V1- Zâten başka tarafıma bakamazsınız. Bittik!... Mumyalar Müzesi gibi öyle...
Evet, efendim.

Şimdi bak!... Çok kızdığım bir şey var. Bir hanım bir şey soracak. Utanıyor. Kapalı sor...
Hadi, hadi... Canım, olmaz işte... Çevir onu, sor başka türlü... Ben nasıl alayım?..
Ben evliya mıyım zihinden alacağım?

İ- "Soramam başka türlü" diyor.... Bilge Hanım soruyor.
Bilge Hanım- Efendim, şarabın günah olduğunu söylüyorlar. peygamberimiz zamânında
şarap varmış, onu haram etmiş. Acaba rakı, votka gibi içkiler de haram mı, değil mi?
V1-

ASLINDA HARAM GİBİ GÖRÜNÜRSE DE MERET

Tamamlasanıza!...
İ- ..........
V1-
ÖNCE GÜZELCE Bİ KAFAYI ÇEK, SONRA KÜFRET!...

BH- Yâni günah mı?
V1- Vallahi, günâhı işleyeceksiniz... Sonra yalvaracaksınız... Günâhınızın ızdırâbını
ALLAH'a duyuracaksınız... O zaman olur o iş... Çektiğiniz ızdırâbı
(duyuracaksınız)....

Üstâdın açıklaması son derece güzel. Alevî ve Bektâşîler'in kullandığı "Ehline helâl, nâehline haram" ifâdesini bilmesine rağmen, günah açısından gitmiş... Hatâsız kul, günahsız insan olmaz. İnsan bilerek bilmeyerek, istiyerek istemiyerek işlediği günahlar için ALLAH'a yalvaracak, duyduğu pişmanlığın ızdırâbını O'na anlatacak, böylece affedilmesini sağlayacak... ALLAH'ın bağışlaması sonsuz. Yeter ki, içten, samimi bir yalvarma olsun.

Daha önce Üstatlar'ın verdiği izne dayanarak, yukardaki mısrayı siyah harflerle tamamladık, hece veznine soktuk. Umarız, Üstat beğenir...

Varlık1- Evet, efendim... Niye küfürlü bir şey sormuyorsunuz?... meselâ, "Siz ne bok
yersiniz?" filân... Evet?
İdâreci- Efendim, sizle Mazhar Osman'ın bir hikâyesi var... Doğru mu, değil mi, bilmiyorum ama...
V1- Hangisi o?
İ- Çıktığınız zaman Bakırköy'den, gitmişsiniz Çallı'yla berâber bir şişe almışsınız.
Çallı para vermiş size, göndermiş,içki aldırmış. Kadıköy İskelesi'nde Mazhar Osman'la
karşılaşmışsınız. Hoca sormuş: "Ne o, Neyzen?" demiş. " Hiç, efendim" demişsiniz.
"Söyle, elinde bir şey var" demiş. Siz de söylemişsiniz. "Dök onu!" demiş. Siz de
"Onun yarısı Çallı İbrâhim'indir" demişsiniz. "Öyleyse sen kendi payını dök" demiş. Siz de...
V1- ... "Altta" demişim..
İ- ... Siz de "Benimki altta" demişsiniz. Doğru mu?
V2- E, altta... Sizinki altta değil mi?
(gülüşmeler)
Behiç Bey- Ricam, İsmâil Emre ile sevginiz, münâsebetiniz var mıdır? O size çok bağlıdır.
V1- Bizim kâlbimizin sevgisine mazhar olmayan kim var ki?..Bizim de başkasının
sevgisine mazhar olmadığımız an olmadı ki!.. "Sevgi" dedin mi, biz varız. Onun dışında
yoğuz zâten...
Yaşar Bey- Efendim, sağlığınızda hiç Politika'ya atılmak geçti mi tasavvurunuzdan?
V1- Benim ne işim var Politika'yla yâhu?
YB- Ama bütün politikacılara vuran sizsiniz.
V1- Vurmak hoşuma gidiyordu, ondan... O vurmak değil, yanlış!... Kurmak...
Kuracaksınız herifi!... "Ulan" diyeceksin, "Teres" diyeceksin. "İki noktalı teres"
diyeceksin...
İ- Şimdi dört kişi var Muhalefet'te.
V- Demek Altı Ok vardı, şimdi Dört Ok geldi...
İ- Birleşti, İktidar oldu.
V- Demek ancak dört kişi birleşinci iktidar oluyor, ha?.. . Vay anasını, vay !... İktidar'a
bak!.. Ulan, ne iktidarsızlık sizin memleketteki?.. Dört kişi bir iktidar yapıyor. Demek
her çocuğun dört babası var!

Biz SİYÂSET ile POLİTİKA'yı ayırırız.... SİYÂSET, SEYİS kelimesiyle aynı kökten gelir. "Vahşi at terbiye etmek" demektir. "seyislik, siyasa, memleket idâre etme san'atı, ceza, idam cezâsı, diplomatlık, devlet idâre tarzı, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış" mânâları da vardır.

Kısacası, "kendini düşünmeden Devlet'i, Millet'i idâre etmek, iyiye götürmek" demektir. Bu iş de vahşi at terbiye etmek kadar zordur. Herkes yapamaz. POLİTİKA , Yunanca POLİ' "çok", TİKA "yüz" anlamına gelen eski Yunanca köklerden oluşur. yâni POLİTİKA , "çok yüzlülük" demektir. Sözlük anlamı "bir hedefe varmak için karşısındakilerin duygularını okşama, zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanma vb. yollarla işini yürütme, devlet işlerini düzenleme ve yürütme, yöntem" diye verilse de, "şahsî menfaat kaygusuyla bir hedefe varmak için çok yüzlü uygulamalarla karşısındakilerin duygularını okşama, zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanarak halkı onutup kendi işini yürütme, cebini doldurma, akrabayı yakınını kayırma" tam karşılığıdır...

Siz hiç ATATÜRK'e "politikacı" dendiğini duydunuz mu?.. O bir SİYÂSET ADAMI, DEVLET ADAMI'dır. Peki, şimdikilere DEVLET ADAMI dendiğini hiç duydunuz mu?.. Duyamazsınız. Çünkü değildirler. SİYÂSET ADAMI da değildirler, bâzıları kendine "siyâsetçi" der ama, kastettiği "ben su katılmamış politikacıyım"dır.

Üstâd'ın takılmasının sebebi, 20 Şubat 1965'te Suat Hayri Ürgüplü'nün Başbakanlığında kurulacak olan 29. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti Bağımsızlar ile birlikte Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Millet Partisi koalisyonundan oluşmaktaydı. İktidara bunlar geldi. Bundan önceki 25 Aralık 1963 - 20 Şubat 1965 tarihleri arasında görev yapan İsmet İnönü'nün Başbakanlığında Cumhuriyet Halk Partisi tarafından kurulan ve bağımsız milletvekillerinin desteklediği bir azınlık hükûmetiydi. Bu hükûmet yıktılar. Uzun uğraşlar sonunda Muhalefet'teki dört parti bir araya gelerek hükümeti kurdular ve 20 Şubat 1965 – 27 Ekim 1965 tarihleri arasında görev yaptılar. AP'nin başında Süleyman Demirel, YTP'nin başında Ekrem Alican, CKMP'nin başında Hasan Dinçer, MP'nin başında Osman Bölükbaşı vardı. Üstat hepsiyle dalga geçmiştir.

İdâreci- Hâşim Bey soruyor.
Hâşim Bey- Efendim, siz Dünyâ'da iken Mey'i severdiniz, Ney'i de çalardınız. Başka
sevdiğiniz nesne yok muydu?
Varlık1- Var.
HB- Nedir?
V1- Mahbuptaki Hey.
İ- Belli.
V1- Anladı, anladı.... Hiç "Şey"i sevmezdim.
İ- "Bir şiir rica etsek, Üstâdım" diyorlar.
V1- Yâhu söyledik ya!
İ- Bir tâne daha, Üstâdım.
Ö1- Yâhu, söyleyemeyiz. Olur mu bu arka arkaya?.. Hadi, güle güle...
Bana da "Siktir ol" geldi... Hadi, güle güle...
İ- Peki, efendim. TANRI râzı olsun..... Ayrıldınız mı, efendim?
Medyum- Evet.

Ne muhteşem Celse, değil mi?.. Yazarken o andaki duyguları yaşadım.

Ruhi Selman

selman@journalist.com


  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
    - İBN-İ SİNÂ CELSESİ
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - ÜÇ İSLÂM BİLGESİ
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - ZIRVA RA-KA TEBLİĞLERİ
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
    - KASYOPYA CELSELERİ'NDE ATMASYON, KITIRASYONLAR
    - RA "TEBLİĞ"LERİ
    - HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
    - VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
    - HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
    - ÜSTAT KUTHUMİ'DEN SAHTE İNCİLER
    - ARKTURUSLULAR'DAN ZIRVA MESAJLAR
    - ATLANTİS'İN KRAL RÂHİBİ THOTH'UN IVIR-ZIVIR MESAJLARI
    - BAŞMELEK METATRON ÜFÜRMELERİ