Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59

Elimizde büyük bir din âlimi olan Zerrin Bey'in Medyumluğu ile alınmış "Einsteın Tebliğleri" var ama, bunun kitabı "Albert Einstein ile Sohbet" adı altında yayınlandığı için nakletmiyeceğiz. İnternet'ten satın alabilirsiniz. Belki kitapçılarda bile vardır.

Hep Üstün Varlıklar'dan Tebliğ verirsek, yanlış bir intiba uyanabilir. Her Medyum gözünü kapayınca, her Fincan'a oturan böyle Üstün bir Varlık'la İrtibat'a geçiyor sanabilirsiniz. Onun için yeni Medyumlar'la yapılan ilk Celseler'den örnekler vermeye devam edeceğiz. Bunları dahi başarmak herkese nasip olmaz.

Başka Celseler'de bir "Hans" lâfı geçiyor.... Bakalım, bu Hans kimmiş?

Varlık: Hans
Medyum: Ümit
Celse İdârecisi: Rûhî Selman
Târih: 14 Eylül 1973
Usûl : Manyetik-Hipnotik Karma

İdâreci- Gâyet rahat olarak yükseliyorsunuz.
Medyum- ............. Hans orada.
İ- ALLAH râzı olsun. Yaklaşsın. Bir arzusu var mı/
M- ........... Yokmuş..........
.... "Toplumun çok karışık olduğunu hissediyorum. Hepsine birden hitap etmek
çok zor" diyor.
İ- Genel konuşsun. Kendinden bahsetsin.
M- ... "Ben 2. Dünya Savaşı'nda öldüm" diyor...
Varlık- Alman'dım... Berlin'de yaşadım ve orada öldüm... 23 yaşımdaydım.
Tam bir Alman tipi vardı bende... Sarı saçlar, mâvi gözler... uzun bir boy...
Bir ay öncesine kadar çok sıkıntılıydım... Simsiyahtı her taraf... Üzerimde
tonların yükü varmış gibiydi. Eziliyordum...

Abimle tanıştık o zaman... Bir gün Fincan Celsesi yapıyorlardı... Ben geldim... O zaman
Bethoven olarak gelmiştim... Beni imtihan ettiler. Tabii başaramadım... Daha sonra
Medyum vâsıtayıla görüşmeye devam ettik.

Bana ne yapmam gerektiğini anlattılar... Onlara önce güvenmemiştim... Fakat denemiş
olmak için söylediklerini yapmaya başladım ve her geçen gün sırtımdaki yükün
azaldığını hissettim... Karanlık kaybolmaya başladı... 3-4 ay içinde Karanlık'tan, yükten
kurtuldum...

Ama ben gene hatâ yaptım. Onları aldatmaya çalıştım. Şimdi onun için azap çektim.
Şu anda tıpkı Güneş doğmadan bir saat önce nasılsa hava, öyle Burası... Tekrar geri
döndüm Karanlığa... Halbuki neler olacaktı!...

İnsan hatâyı yaptıktan sonra anlayabiliyor. Eğer yapmadan anlasaydı, bütün Dünya ne
kadar iyi olurdu!.. Hatâyı yaptıktan sonra pişmanlık duymak o kadar önemli ki!..
Bizim Dünyamız pişmanlığın üzerine kurulmuş... Tabii bu söylediğim, bizim gibiler için...
Pişman olabilen dâima kârlı, dâima daha iyiye gidiyor... Ben bunu öğrendim. Şimdi
çok rahatım...

Bu Dünyâ'dan hiç korkmaya lûzum yok!.. Burada hiç bir şey yok... En kötü şey nedir?..
Yalnızlık!.. İşte burada en büyük cezâ bu!.. Hiç kimse yok!... SİMSİYAH!...
Ve üstelik Vicdan Azâbı!... İşte bu CEHENNEM!... Çok uzun bir süre bunu çekebilmek
çok zor!...

Ama başlangıçta Vicdan Azâbı çekmenin gereğinin farkında değilken, bu kadar kötü değil.
Nihâyet Dünyânız'ın gecesi gibi... Vicdan Azâbı çekmenin gereğini anladığınız zaman,
sizin Dünyânız'da tek başına yaşamak gibi oluyor burası... Fakat o Vicdan Azâbı'nı
çekmeye başlamanız gerekiyor, en kısa zamanda... Çünkü ne kadar önce başlarsanız,
o kadar önce bitiyor.

Ben 1940'lardan beri buradayım ve son 3-4 aya kadar hiç bir şeyin farkında değildim.
20 seneden fazla bir sürede yapamadığımı 2 ayda yaptım. Artık bunlar kötü hâtıralara
benziyor benim için... Şimdi yeni bir yaşamın eşiğindeyim. Onun için hazırlanmam gerek.
Nelerle karşılaşacağımı ben de bilmiyorum henüz. Ama neyle karşılaşırsam karşılaşayım,
benim için en iyi olduğuna inanacağım dâima!...
İ- Evet... En önemlisi de bu...

Burada duralım... Hep söylediğimiz gibi, en Geri Varlık'la yapılan Celse'den bile yararlanılır. Kaldı ki, Hans burada kendi Âhıret hayâtını gâyet güzel anlatmış, bize ibret olacak şekilde. Âhıret'te Karanlık'ta Yalnız kalmak istemiyorsan hatâ yapmamaya çalışacaksın. Bu pek mümkün değil... Ama hatâlarından pişmanlık duyacak, onları tekrarlamıyacaksın. Ölmek'ten ve Âhıret Âlemi'nden de korkmayacaksın.

Evet, herkeste bu konuda, tıpkı erkek çocukların sünnetten, kızların zifaf gecesinden korktukları gibi bir ürküntü var ama; nasıl ki her ikisi de kaçınılmazdır, mutlaka başına gelir ve korkulacak bir şey olmadığın anlarsın, Ölüm de öyle!... Kaçış yok, korkulacak bir şey de yok!...

Oevam edelim:

İdâreci- Sorusu olan var mı?... Solmaz Hanım,
"Ettiğimiz dualar tekrar dünyâya gelmiş olanlara tesir ediyor mu?" diyor.
Varlık - Bu konuda pek bir şey bilmiyorum... Medyum'dan alıyorum... Sizin teksirlerin
birinde varmış bu... Edilen dua aslında Bizim Dünyamız'da olan kişiler için şu yönden
önemli: Dua edeken insan bir an bile olsa TANRI'yı ve Peygamberler'i içtenlikle anar.
Bu, Sizin Dünyanız'dakilerin Tekâmül etmesini sağlar. Dua ettiğiniz kişilerse, sizleri
bir an bile olsun, içtenlikle TANRI'dan bahsettirmiş olduğu için mükâfat görür. Bu kişinin
dünyâya gelmiş olması önemli değil. Aracı olduğu için o da mükâfak görür. Yâni
karşılıklı...

Biz buradan pek fazla dua edemiyoruz... Etmek değil de, kabul edilmesi çok zor...
Çünkü biz burada her şeyin farkındayız. Yâni ufacık ta olsa, bir tereddüt yok...
Siz görmüyorsunuz. Her şeye rağmen bu görmediğiniz kişiye inanmanız çok önemli...
Onun için ne yapacaksanız, Dünyâ'da yapın!...

Tuğrul- "Kişi" terimi senden mi, Hans'tan mı?
Medyum- Bilmiyorum- Belki benim hatâm.
İ- Şimdi Müfide Hanım görüşecek.
M- ... "Bugün çok iyi" diyor. Morali de düzelmiş... Dereyi atlayabileceğini inanıyor mu?
Müfide Hanım- Evet.
V- Zannetmiyorum. Güveninin tam olmadığını zannediyorum.
MH- Bu güvensizliği nasıl atacağım?
V- Güvensizliği nasıl kazandınızsa, öyle...
M- ... "Huzursuzluğun kaynağı kendinizsiniz" diyor.
İ- Şimdi Fürüzan Hanım görüşüyor. Şimdi iyidir kendisi.
M- ... "İyiliğini hissediyorum" diyor... Rahatsızlığının sebebi rûhî düzensizlik...
Biraz daha var.
İ- Çok teşekkür ederiz... Ayrılınız.... Sür'atle aşağı doğru ininiz.

Varlık bilmediği hususları Medyum'un şuurundan alıp veriyor, bunu da itiraf ediyor ki, Varlığın lehine bir puan. Etmese, kandırmış olur bizi... Yalnız bilmediği bir konuda konuştuğu için teklemeye başlıyor. Uyanık öğrenci Tuğrul bunu farkedip Varlığı sıkıştırıyor... Son kısımda da şahsî sualler var. Celse böylece tamamlanıyor.

****

Selâh 20 yaşlarında lise mezunu bir delikanlı... İri yapılı, kabadayı tavırlı... Bir ara pavyonlarda fedâi olmaya niyetlenmişti. 1965 yılında Dr. Ferhan Erkey'e tedâvi için gitmiş... Kendisi ile orada tanıştık. Uyuyunca, mizâcına uygun Varlıklar'la İrtibat kurdu. Hattâ biri ona musallat oldu... Haylazlığından dolayı pek düzelmedi. Sonra 1969 yılında bizim toplantılarımıza katılmaya başladı.... İnceleyelim Celseler'ini, bakalım.

Varlık1: Alman Kız
Varlık2 : Ali
Varlık 3 : Osman
Varlık4 : Mehmet Dede
Medyum: Selâh
Celse İdârecisi: Rûhî Selman
Târih: 11 Ocak 1970
Usûl : Manyetik-Hipnotik Karma

Medyum- .......... Karanlık......
İdâreci- sür'atle geçiniz.
M- ....... Bırakmıyor!....
İ- Kim bırakmıyor?
M- .... Orospu....
İ- Gelsin, konuşalım.
M- .... "Değmez," diyor....
İ- Söyliyeceği yoksa, yükselelim... Varsa, gelsin, konuşalım.
M- .... Sana küfür ediyor...
İ- Gelsin, konuşalım. Yoksa onu Karanlığa itecekler
Varlık1- Sen kimsin, lan, Karanlığa itecek?
İ- Ben değil, Yukardakiler.
V1- Senle konuştuk biz?... Beni rahatsız etmiyecektin.
İ- Rahatsız etmiyorum. Gel, konuşalım. Ama yalan söyleme...
V1- Ben yalan söylemeden konuşamam ki!
İ- Konuşursun... Kendi hayâtını anlat.
V1- Peki ama, sen beni bırakacak mısın?
İ- Dost olacağız. Hep senin iyiliğini istiyoruz.
V1- Orospuyla dost olunmaz.
İ- Geçti artık onlar.
V1- Geçmedi... Geçen şey zaman sâdece.
İ- Ama zaman seni o hayattan kurtardı.
1V- Öldüm de öyle... Ama herkes ölüyor... Ben öldüm ama, yine aranızda kaldım.
Sen aranızdan da attın beni.
İ- Ama sen ancak şimdi öldüğünü idrak edebildin. Aramızda çok rahatsızdın.
V1- Niye rahatsız olayım?... Ne istiyorsun?
İ- Dost olalım. Her istediğini yapacağım.
V1- Bırakacak mısın sevgilimi?
İ- Kötülük yapmazsan
(evet).

Anlaşılmıştır ama, biz de söyleyelim. Varlık Medyum'a âşık. Daha doğrusu, hayatta iken çektiklerini ona çektirmek istiyor. Hem seviyor, hem intikam almak istiyor. Bizim müdâhalemizle Medyum'u Obsede etmesi önlendi gibi, ama Medyum'un mizâcı dolayısiyle hiç emin olamıyorduk. Zâten onun bu yönünden yararlanıp yapışmak isteyen başkaları da var.

Varlık1- Öyleyse söz vermiyorum... Daha ağzına sıçacağım.
İdâreci- Yok, olmaz!..
V1- Bırakmam! Alamazsın sen de... Bırak bi, bir günde ağzına sıçayım onun. Bir gün
sonra senin olsun.
İ- Hayır. Senden alıncaya kadar çok uğraştık.
V1-
(Ele) geçiririm gene.
İ- Yapamazsın!... "ALLAH" dedin.
V1- Olsun!... Olsun!... Ne olacak, yâhu?...
İ- Korkarsın, yapamazsın.
V1- O sâdece ağzımdan çıkan bir kelime.
İ- Niye daha önce söylemedin öyleyse?
V1- Bir zamanlar inanırdık.
İ- Demek ki senin için değeri var.
V1- Yok!... Bana bir gün bırak.
İ- Gel, anlaşalım, öyle
(bırakırım). Kötülük etmeyeceksin. Yalan söylemeyeceksin.
V1- Bırakmıyor musun?
İ- Hayır.
V1- Fazla bir şey yapmayacağım. Ama istersem, çok şey yaparım, şimdi bile.
İ- Hayır.
V1- Yaparım! ben kuvvetliyim.
İ- Değilsin.
V1- Ben çok kuvvetliyim!
İ- Değilsin.
V1- Yarım gün ver.
İ- Yarım dakika bile vermem. Gel, anlaşalım.
V1- Sen akıllı aptal mısın?... Ben sevgilimi alacağım.
İ- Alamazsın artık.
V1- Başkasını alırım.

İşte burada durmak gerek... Varlık ne diyor?... "Bunu vermezsen, başkasını alırım!" ... İşte biz bunun için iğneyle kuyu kazar misâli o Varlığın idrâkini açmaya, Karanlıklar'dan çıkarmaya, Tekâmül ettirmeye uğraşıyoruz. Bizim Medyum'u kurtarmak yetmez, gider başkasına musallat olur. Julia da "Ben bu gece gideceğim. Bundan bıktım!.. Ben zâten başkasına gideceğim" demiyor muydu?... İşte o yüzden, tanımadığımız birinin başı derde girmesin diye de gayret sarfediyoruz.

İdâreci- Alıp ne yapacaksın?
Varlık1- Bağırma!... Ben de bağırırım.
İ- Sesin çıkmaz.... Söz ver, ben de sana bırakayım.
V1- Benim adım kancık.
( kancık: dişi köpek, güvenilmez kişi)
İ- Sen kancık değilsin. Senlen dost olalım.
V1- Ben bunu alıncaya kadar mücâdele edeceğim.
İ- Sonunda mağlup olacaksın.
V1- Mücâdele başladı öyleyse.
İ- Yapamazsın. Korkarsın.
V1- Kaybedecek neyim var?... Zâten bi bok yiyemiyordum... Hadi!... ALDATTIM SENİ....
Yaptıracağım yine... Ondan evvel de bir şey yaptıramıyordum... Hadi, anlaştık işte.
İ- Peki. Sık elimi.
(İdâreci Medyum'un elini tutar)
V1- Sen sık!... Benim elimi sık, be!... Benim elimi sık.
İ- Nerede senin elin?
V1- Yaa!... Onu bile göremiyorsun. Ben uçuyorum zâten... Nereden göreceksin?
İ- Dostuz artık.
V1- Dostuz ama, ben yine kancıklık yaparım arada... Çok yapmam, arada yaparım...
Yaptıktan sonra söylerim.
İ- Hemen söyle.
V1- Hemen değil, bir dahaki sefere.
İ- Sebebi ne?
V1- Ben kendimi öldürürken, "Hepsini" dedim.
İ- Neden kendini öldürdün?
V1- Cesurum da onun için... O kadar kötülüğü çektikten sonra, ne olacak?
İ- Kaç yaşındaydın?
V1- 24...
İ- Alman mıydın?
V1- Çok şaheser bir kızdım... Sonra tabii Hans eşeği karı yaptı... 16 yaşında...
Ondan sonra böyle oldum... İstemiyorum artık gerisini. İstemiyorum!...
İ- İsmin neydi?
V1- Sonra öğrenirsin.... Git artık!...
İ- Peki... Duat et... Biz de ediyoruz.

İnsan sinemadaymış gibi, olay karşısında cereyan ediyormuş gibi duygulanıyor, değil mi?... Şaheser güzellikle bir Alman kızı... 16 yaşında Hans diye bir hırbo Alman erkeği ile evleniyor. . Adam ne yapıyorsa, o zaman mı, yoksa ayrıldıktan sonra mı kız düşüyor, bilemiyoruz, sokak kadını oluyor. Neler çekiyor, ALLAH bilir!... Hangi târihte, bilemiyoruz ama, ben 1970'den önceki 15-20 yıl içinde diye tahmin ediyorum. Nihâyet kız dayanamıyor ve intihar ediyor ve kendisini Karanlık Tabaka'da ve nedense bizim coğrafyamıza yakın buluyor. Medyum Selâh'a bulaşıyor... Hans dediği kişi bizim öğrenci Medyum Ümit'e gelen yukarıdaki Hans değil... Çünkü iki Medyum hiç karşılaşmadılar. Aralarında iki yıl fark var. Gerisi biliyorsunuz....

Celse'ye devam edelim... Medyum sözde yükseliyor ama, gene Karanlık Tabakalar'da... Bu sefer karşısına külhanbeyi tavırlı Ali çıkıyor, tam Medyum'un mizâcına uygun...

İdâreci- Ayrıl ve yükselmeye devam et.
Varlık2- ......... Merhaba, lan!...
İ- Merhaba.
V2- Ulan, bir tâne karıyı getiremedin şuraya!... Ulan, ne ineksin!...
İ- Bak, o kadın erkeklerin ağzına yapıyormuş.
V2- Ulan, onun iki ağzı var. İkisine de yaparım ben!... Kitapsız burada mı?

Varlığın "Kitapsız" diye hitap ettiği şahıs, okumuş görmüş-geçirmiş, Emniyet Müdürü olmuş bir zat...

Gültekin Bey- Burada. Biz zâten seni çok seviyoruz, Ali. Onun için geldik.
Varlık2- Beni daha çok sevin diye kızdım, mahsustan da.... Neyinize kızayım?...
Tesirini de gösterdi, haa!... Daha çok sevmeye başladınız. Siz beni güldürün,
ben de sizi güldüreyim... Moruklar sizi güldürüyor mu?...

Varlığın "moruklar" dediği yaşlı-başlı, sakallı- cübbeli görünen sözde Üstün Varlıklar...

İdâreci- Onlar bizi güldürmüyor, Ali. Onları hiç görüyor musun?
Varlık2- Yakalarsam... Zâten göremiyorum... Sesini filân duyuyorum... Bâzan vuruyorlar...
İ- Niçin?
V2- "Moruk" diyorum da, onun için... Bir sakalına yapışabilsem....
Zıplıyorum, zıplıyorum... Tutamıyorum...
İ- O kadar yakın mı sana?
V2- Sesleri yakından geliyor... Görünmüyor.
İ- Kendileri de yakındır belki.
V2- Uzatıversinler sakallarını aşağıya öyleyse... Ben de kızdırıyorum onları...
Şişt!... O karı da fıstık gibi ama, ha!...
Hadi, bekliyor moruğunuz, gidin... Sakalından bir tel de bana getirin...
Alsınlar beni yanlarına, yahu!...
İ- Tut Medyum'un elinden, çık yukarı....
V2- Vuruyoırlar kafama, yâhu!... Ben onu kaç defa yaptım...
Sen o moruğa söyle, "Ali'yi yanına alırsan, sana bir daha 'moruk' demiyecek" de...
İ- Peki.
V2- Hadi, şimdi gazlayın!... Moruklarınıza posta!....
İ- Ayrıl ve yükselmene devam et.

Burada Medyum yine sözde yükselir. Bir miktar çıkar ama, bizim bildiğimiz o Üstün Varlıklar'ın katına filân değil. Alman Kız'a ve Ali'ye nazaran daha üstte, fakat yine Vasat-altı veya en fazla Vasat seviyede bir Varlık'la karşılaşır. Bu, Ali'nin "moruk" dediği tiplerden biridir.

Varlık3 - ......... Merhaba dost.... Ne oldu?... Hepiniz eski hâlinizi bozmuş durumdasınız.
İdâreci- Ali'yle görüştüğümüz için arkadaşlar biraz neşelendiler.
V3- Beni tanıyamadın.
İ- Osman dostumuz mu?
V3- Evet. Ne zamandır arıyormuşunuz. Sebebi nedir?
İ- Çalışmalar ve bu yeni Varlık hakkında bilgi almak istiyorduk.
V3- Çalışmalar gevşek gidiyor. Hiç üstünde durmuyorsun. Üstünde dur ve neticelerini
çıkartıncaya kadar mücâdele et. Yarıda kesmeye senin de selâhiyetin yoktur.
İ- Bu Medyum'un davranışlarını düzeltmeye yardımınızı rica edeceğim.
V3- Bir kaç hatâsı olmasına rağmen, iyidir. Biraz düzene girmesi şart. Ama durumu
dolayısiyle normal görünebilir.
Gelelim ötekine.... Ağır bastırdıkça kazanır, "peki" dedikçe kaybedersin. Devamlı ve
sıkı bir mücâdeleye gir.
İ- Sözlerinde en çok isâbet olan Varlık siz ve Ali'siniz... Onun için sizden yardım
rica ediyorum.
V3- Zâten ben de onun
(Ali'nin) gibiyim. Buraya çıkarttılar, bu vazifeyi verdiler.
Tamam mı?.... Hadi!...
İ- Ayrıl ve yükselmeye devam et...
V3- Dostum, sizlerle dönüşte konuşalım.
İ- Peki.

Görüldüğü gibi, Osman da Geri bir Varlık ama Ali gibi yükselme çabası içinde... Ona da Medyum'un davranışlarını düzeltme vazifesi verildiğini söylüyor. Ama bu vazifeyi mi yapıyor, yoksa Medyum'u yanlış hareketlere sevkedenler Alman Kız mı, Ali mı, Osman mı, yoksa bu arkadan gelen Varlık mı, kesin bilemeyiz. Hattâ bunların hepsi tek bir Varlık mı, onu dahi bilemeyiz.

Şimdi Medyum yine sözde yükselecek ve kendini Zafirî veya Mehmet Dede diye tanıtan sözde Üstün bir Varlık'la görüşecek. "Mehmet Dede de nerden çıktı?" derseniz bu Medyum da Ferhan Erkey'in Celseleri'ne katılanlardandı ve orada kendini Hazret-i İshak diye tanıtan Mehmet Dede adlı bir Üstat'la yapılan Celseler'de bulunmuştu. Adı oradan alıp atmış. Fâtıh'in 11 Aylül 1967 tarihli Celsesi'ndeki Yesâri Dede de, Ferhan Bey'in Celsesi'ndeki Savtî Dede'den kinâye değil miydi?... Ama biz en Geri Varlık'tan bile, en Aldatmalı Celse'den bile yararlanmasını biliriz. Bakalım, Zâfirî neler diyecek?

İdâreci- Yükselmeye devam et.
Varlık4- ......... Merhaba dostum.
İ- Merhaba, efendim. Bir arzunuz var mı?
V4- Sizlerden beklerim.
İ- Bu akşam görüşmek istediğiniz bir şey var mı, efendim?
V4- Sormak istediğiniz varsa, cevâbını alırsınız...
Daha size verdiğim sözü tutmam için müddetiniz vardır.
İ- Muhterem dostum, bu arada bâzı hususlar tesbit ettik. Müsaade ederseniz,
bunlar üzerinde görüşelim.
V4- ??? Evet... Ne gibi?
(Varlık'ta telâş belirtileri)
İ- Bize son celsede Kur'an-ı Kerim'i tercüme edeceğinizi söylemiştiniz.
V4- Evet.... Tercüme değil... sâdece açıklamasını...
İ- Ancak bundan evvel ben size bir âyet sormuştum. Bu âyetin mânâsı bize yanlış
intikâl etmişti. Bundan sonra gelecek sözlerin doğruluğunu nasıl anlayabiliriz?
V4- Siz bunları araştırır, sorarsanız; ben memnun olurum. Çok güzel bir isâbet
kaydettiniz... Ben onu size belki o şekilde nakletmiş olabilirim. Ama siz buna
körükörüne inanmadığınız için beni memnun ettiniz... İlerde hepsi normal
ve düzgün bir şekilde devam edecektir.

Dikkat ediyor musunuz?... Aldatmaya çalışan, Üstün bir Varlık gibi görünen bu Geri Varlık, hemen papuç bırakmıyor. Âdeta İdâreci'yi yalanı ortaya çıkardı diye kutluyor. "İlerde her şey hallolacak" diye ümit vermeye çalışıyor. Ama İdâreci de az yaman değil.

İdâreci- Kabul ediyorum da, şimdi verilen bir bilgi var. Bunu "doğru" diye kabul edersek,
ve yanlış ise, bir hatâya düşeceğiz. "Yanlış" deyip, doğrusunu bulursak,
o zaman zâten bulduğumuz yerden yararlanırız, size gerek kalmaz.
Varlık4- Ne gibi bir bilgi idi?
İ Bir âyet sormuştum. Sizin "KUR'AN'ı tercüme edeceğinizi" söylemeniz üzerine.
V4- Vasatınız müsâit miydi?
İ- Müsâit değilse, "Burada bu mevzu görüşülemez" diyebilirdiniz. KUR'AN'ın yanlış
mânâlandırılması sizi de, bizi de günâha sokar.
V4- Muhakkak ki!... Siz bunu sorunuz. Açıklamasını da kısaca söyleyiniz. Ne şekilde
olduğunu size nakledeyim.
İ- Aynı âyeti söyliyeyim: "Külle yevmin hüve fi şe'n".

"Külle yevmin hüve fi şe'n" (Rahman Sûresi, 29. Âyet) muhteşem bir âyettir. Her âlim tercümesinde başka kelimelerle aynı şeyi söyler: "O (ALLAH), her gün bir şan işindedir*... "O, her an yaratma hâlindedir"... "O, her gün yeni bir oluşum üzerindedir." ... "O, her an hayata ve varlığa dâir her işe müdâhildir." ... "O her gün her şeyi kesintisiz kontrol etmektedir. " ... "O, her an yeni bir ilâıhî tasarruftadır." ... "O, her gün yeni bir tecellidedir." ... "O, her an yeni bir iş ve oluştadır." ... Yâni, ALLAH gökte bir tahta kurulmuş, oturuyor, boş duruyor değildir. O'nun haberi olmadan bir yaprak bile yere düşmez... O her an yeni bir işte, yeni bir oluşta, yeni bir yaratamadadır... "Ey gaafil mahlûk, sen niye boş duruyorsun?" anlamında ikazdır.... Bakalım, Varlık ne diyecek?

Bu arada İdâreci "Kitaplar böyle diyor" diye bir olta atacak. Bakalım Varlık takılacak mı?

Varlık4- Sizlere ne şekilde açıklandı?
İdâreci- Yanlış olarak açıklandı. İki tefsir verildi. İkisi de yanlıştı. Kitaplardakine göre tabii.
V4- Siz bir bilgiyi kitaplara dayanarak mı almak istersiniz, yoksa öğrenmek için mi?
İ- Öğrenmek için... Ancak aldıklarımızın doğruluğunu kitaplardan kontrol ederiz.
V4- Muhakkak ki tahkikat yapmanız beni memnun eder. Çünkü verdiğim arada bâzı
yanlış bilgiyi sizin çıkarmanız, verdiklerimin ne derece önem taşıdığını anlatır.
İ- Yalnız bu ikinci defâdır ki, hatâları bulup çıkarmak bize düşüyor. "Bize yanlış bir
bilgi verildi" diye ikaz etmediniz.
V4- Size iki defa verildi, bir defa değil... İlerde öteki bilgiyi de bulacaksınız...

Gördüğünüz gibi, Varlık teklemeye, zırvalamaya başladı. Ancak maksat sâdece onu sıkıştırıp müşgül duruma sokmak değil, bu Geri Varlığı hatâlardan döndürüp, daha düzgün biri olmasını sağlamak...

Burada bir hususu ayırmak gerek... Bâzen Üstün Varlıklar dahi yanlış bilgi verirler. Ama bu, bizi aldatmak maksadıyla değil; imtihan etmek içindir. Daha önce naklettiğimiz Celseler içinde böyle durumlara işâret etmiştik. Ne var ki, bu Varlığın verdikleri öyle imtihan için falan değil; tamâmen bilgisizlikten, umursamazlıktan ve aldatma gâyesinden kaynaklanıyor. Lâkin kurnaz Varlık bizim bu tesbitimize de bir kulp takarak kendini kurtarmaya çalışıyor.

İdâreci- Buna gene dönmek üzere, bir şey daha soracağım:
Bâzı celselerde bize son derece sıkı kaideler tavsiye etmenize rağmen, dinen haram
olan bâzı şeyleri mubah gösterdiniz. Bu tenâkuzu anlıyamadık, efendim. Meselâ, "Hepinizin
abdestli gelmesi lâzım" derken, dinen haram olan şarabı "Ben Dünyâ'da olsaydım içerdim,
domuz eti yerdim" dediniz.
Varlık4- Bravo!... Ben de zâten ikinci bilgi olaraktan bunu söylemiştim. Şimdi isterseniz,
bunun düzgünlerini verelim... Ve yine verdiğim bilgileri her zaman araştırın.
İ- Şimdi Muhterem Üstâdım, yalnız bize bütün Celseler'de "İsteyin ki, verelim" , "Sorun ki
alasınız" gibi hitaplarınız oldu. Sonra bizi olayı ciddiye almamakla itham ettiniz. "Soruların
cevâbını biliyorsunuz" , "Bunlar evvelden verilmiştir" dediniz. Sorduğumuz soruları
beğenmediniz. Şimdi ben size sorduğum soruları tekrarlıyacağım:

- İlâhî Nizam nedir?
- ALLAH verdiği bir şeyi hiç bir zaman geri almaz.
- Kul hakkı neden affedilmez?
- Levh-i Mahfuz nedir?
- "Kendini bilen, Rabbini bilir" ne demek?
- İnsanlar neden tek bir din altında toplanmamışlardır?
- Elest Meclisi'nden bahseder misiniz?
- Peygamberimizin eşleri hakkında yanlış düşünenleri nasıl aydınlatabiliriz?
- İnsan nedir?
- Destur nedir?
- Kıyâmet nedir?
- Nefs-i Emmâre nedir?
- Günah nedir?
- Bilgi nedir?
- Reinkarnasyon nedir?
- Diğer seyyarelerde yaşayanlar hakkında bilgi verir misiniz?
- Din nedir?
- Ahlâk nedir?
- Tekâmül'ün son safhası nedir?

Görüyorsunuz ki, bunlar hep bizim öğrenmek istediğimiz hakikaten iyi suallerdir.
Fakat maalesef bunların hiç birisini bildiklerimizin dışında bir cevap alamadık.

Dikkat etmişsinizdir; Celse İdârecisi, Varlığın seviyesini doğru tesbit etmek için günlerce, hatta aylarca çeşitli sorular ile onu yoklamış, en baştan onun öyle Üstün bir Varlık olmadığını anlamasına rağmen; kızmamış, terslememiş, sabırla uygun ânı beklemiştir. Sorduğu soruların çoğu dînî mevzulardadır, çünkü Varlık "din adamı" gibi görünmüştür, ama cevap alınamamıştır. Artık bu noktadan sonra Varlığın saçmalamaya devam etmekten başka yapabileceği yoktur. Bundan sonra da Üstünlük taslaması mümkün olmayacaktır.

Varlık4- Siz istediğinizi bilerek mi istiyorsunuz ki, vereyim? Meselâ, bir bardak su ile dolar...
Bir damla daha konsa, taşar. Siz o damlayı koysanız, yere düşecektir. Siz eğer anlamadığınız
bir şeyi verirsem, neye yarar?.. Sizin anlıyacağınız şekilde verirsem, o zaman birşeyler alabilirsiniz.
İdâreci- Çok güzel buyurdunuz. Ama...
V4- Yarar ise, o şekilde vereyim.
İ- Mutlaka yarar, efendim. Sizin verdiğiniz bilgilerin, bizim bildiğimiz kadar olması gerekmez.

Varlığın kullanmaya çalıştığı "bardak-su-damla" misâli rahmetli dostumuz Ulu Ârif Çelebi'nin "İmân ve İnkâr Celsesi"ne âittir. Başka bir sayfa kısmen verdik... Ferhan Erkey'in toplantılarında da, bizim toplantılarımızda da ilk önce eski Celseler'in bantları dinlenir, onlar üzerinde sohbet yapılır, sonra yeni Celse'ye geçilirdi. Medyum bu Celse'yi dinlemişti. Geri Varlık ta onun şuurundan bu bilgiyi alıp birşeyler uydurmaya kalktı ama beceremedi.... Devam edelim:

Varlık4- Şiz şimdi (tavrı değişir) .... Bir dakika, beyefendi!...

Siz benden bilgi almak mı istiyorsunuz, yoksa benimle mücâdele etmek mi?... Eğer
maksadınız dğru bilgi almaksa, alın bilginizi... Yok, eğer mücâdele etmek ise, ben
mücâdele sizlen edemem!

İdâreci- Şimdi dostum, yanlış anlamayalım birbirimizi... Siz, "Şimdiye kadar verdiklerim
hiçtir" dediniz. Arkasından Celseler'de dinletmemizi istediniz. Dinlettik. Arkadaşların
kafalarında bir takım istihfamlar uyandı.
V4- Siz eğer o hiçleri anlamıyorsanız, arkadan gelecekleri anlamanız norml midir?
Sizin bildiklerinizi toplayıp verdiğim hâlde, bâzen muallâkta kaldınız. Biz ilk başta sizin
anlama özgelerinizi açmak istedik... Anlaşıldı mı efendim?
İ- Şimdi Üstâdım, biz yalnız sizinle görüşmüyoruz. Diğer Varlıklar da bize aynı yoldan
başka bilgiler vermekteler. Saatlerce konuşuyorlar, hiç bir zaman bir anlama problemi
olmuyor.

Biz sizin verdiklerinizi anlamamaktan şikâyetçi değiliz... Biz diyoruz ki, "Bunlar, doğru
oldukları yerlerde, normal bir insanın uyanıkken verebileceği bilgiler..." Bizim isteğimiz
bu değil... Bunun deriniine inebilmek...

V4- Güzel bir şey!.. İstediğinize yakında kavuşacaksınız.
İ- Yahnız bundan sonra alacağımız bilgileri, bugüne kadar almış olduğumuzla
kıyaslıyabiliriz. Onun için bizim bu endişelerimizi izâle etmeniz lâzım... Meselâ,
dediniz ki, "Toplantılara abdestli gelin. Saygısızca oturmayın!" Fakat bu kaideleri
Medyum'un yapması için hiç bir teşebbüste bulunmadınız. Halbuki, sizden gelecek
bilgileri doğru nakledebilmesi için evvelâ Medyum'un bu şekilde davranması lâzım.
V4- Kendisinin bu şekilde hareket edip etmediğini söylemesi şart mı?
İ- Muhakka ki şart! Biz onun durumunu bileceğiz ki, ona göre hazırlanalım.
V4- Sizin zamanınızda bir söz var mıdır, "İbâdet de, kabahat de gizlidir" diye?...
İ- Yine bir söz daha vardır, "Bilmediğini sormak ayıp değildir" diye... Medyumumuz
bunları bize danıştı. Fakat biz bu ikazı sizden beklerdik.
V4- Orasına karışmam!... Ben sâdece bir şeyler vermek için buraya gelir, giderim.
Eğer verebiliyorsam, huzur duyarım. Yok, eğer veremiyorsam, sizin beni çağırmanız
için lûzum kalmaz, değil mi efendim?
İ- Evet... Yalnız bütün arzumuz görüşmeleri değerlendirebilmek... Bugüne kadar
verdiğiniz bilgiler hiç bir zaman bize olduğu gibi gelmedi. Cümleler düşük, ifâdeler
bozuk, mevzunun dışında konuşmalar... Meselâ, "Günah nedir? "diye sorduk, siz
mânâsını izah edeceğinize, bize günah olan şeyleri saydınız. Biz onları zâten biliyoruz.
Günahın esâsı nedir, onu sormuştuk... Sonra "Levh-i mahfuz nedir?" diye sorduk, bize
Tekâmül'den bahsettiniz. Âyet sorduk, mânâsını yanlış verdiniz, sonradan düzeltilmedi.
Bütün bunlar bizi endişeye sevketti.
V4- Sizlere iki defa yanlış bilgi verildi. Daha da yoktur.
İ- Fakat bilgi verilmediği zaman çok oldu. Yanlış bilgi verilmedi belki ama, verilmediği
çok oldu. Sorularımızın hiç birine kendi bildiklerimizin dışındabir cevap alamadık.
V4- Olabilir.
İ- Sizin hiç değilse benim seviyemde bilgi vermeniz lâzım.
V4- Şart değil... Hepimizin bilgi seviyesi ayrıdır. Fakat bilgi istemek hiç bir şekilde zor
değildir. O bilgiyi vermek zordur... Biraz da kendimizde aramamız lâzım hatâyı...

Bak, bak, bak!... Şimdi bilgi verememesinin hatâsını Avra'ya atıyor!... Geri Varlık hiç vazgeçmiyor mücâdeleden, kendisi Üstün Varlık diye göstermekten... Ama idâreci sabırlı... Üşenmeden Varlığı itiraf noktasına getirmeye çalışıyor. İstiyor ki, ne bu Medyum'a, ne de bundan ayrılıp bir başkasına aldatma çabasına girmesin. Varlık konuştukça batıyor, iyice zırvalıyor, tekliyor.

İdâreci- Nedir hatâmız?... Düzeltelim.
Varlık4- İhtarlarımız hiç bir tesir vermedi.
İ- İhtarlarınız nedir, efendim?
V4- "Bundan evvelki Celseler'in dinlenmesi" dendi. Ondan evvel "abdest" dendi.
Siz bunlara riâyet etmediniz.
İ- Ben ettim, efendim.
V4- Sâde siz değilsiniz buradaki.
İ- Muhterem Üstâdım, Biz sizi "Mehmet Dede" olarak tanıyoruz. Fakat bizimle
görüşen ve kendisi olduğunu ispat eden Ulu Ârif Çelebi dostumuz -ki, Mevlâna
Hazretleri'nin birinci dereceden torunudur- o bile bizden bu kadar sıkı, sert kaideler
istemedi ve bize son derece değerli bilgiler verdi.
(Bak: Kadın Celsesi)
V4- Ben, istediğim şey, kendi şahsıma değildir. Siz buraya tam bir imânla gelirseniz,
kendiniz kazanırsınız. Ama bunu hazırlamanız için bâzı fedâkârlıklar şarttır.
İ- Bu söylediklerinizi kabul ediyoruz... Ama bunlar yapılmıyor diye, bizi bilgiden mahrum
etmeniz doğru değil.
V4- "Siz gönlünüzü açarak gelirseniz, daha iyi bilgi alırsınız" denmişti... Fakat abdest ve
oturuş hususunda öyle olmuştur. Dikkatınız dağılmasın diye...
İ- Yalnız siz isminizin Mehmet Dede olduğunu söylediniz... Mehmet Dede, daha evvel
Hazret-i İshak nâmıyla başka bir yerde çok değerli bilgiler vermişti. Biz Hazret-i İshak'ın
verdiği bilgilerle sizinkileri mukayese bile edemiyoruz. İkincisi de, Hazret-i İshak'ın
son derece değerli bilgiler vermesine ve oradaki topluluk daha lâğubâli olmasına rağmen,
böyle şartlar koşmamıştı. Siz aynı şahıs olduğunaza göre, neden bizi bu kadar
zorluyorsunuz?.. Eğer Hazret-i İshak iseniz, tabii.
V4- Benim adım sizce o kadar önemli midir?
İ- Siz "Hazret-i İshak" diyorsanız, önemli.
V4- "Hazret-i İshak" demedim.
İ- ""Mehmet Dede" dediniz. Hazret-i İshak olarak ta tasrih ettiniz. Bandımızda var, efendim.
V4- "İshak" denmedi.
İ- Dendi, efendim. Bandımızda var.
V4- Peki, öyle kabul edelim... Ahmet olmuş, İshak olmuş, Mehmet olmuş... Siz değişiyorsa,
o zaman diyecek yoktur. Siz gelen bilginin önemine vâkıf olabiliyor musunuz?
İ- Muhakkak... Siz "Hazret-i İshak" deyince, biz bunları mukayese ettik ve arada bir
fark gördük... Ya Hazret-i İshak değilsiniz, ya da bu bilgiyi vermiyorsunuz.
V4- Sizinlen de evvelden hiç bir şekilde bağlantı kurulmamıştır.
İ- Medyum Esat vâsıtasıyla görüşürken, ben de bulundum. Eğer Hazret-i İshak iseniz,
beni tanımanız lâzım.
V4- Ben Hazret-i İshak değilim. Mehmet Dede ve İshak... Bu da dedemden gelen bir ad.
İ- Bu olmadı, efendim... Çünkü ben, "tanıdığımız Mehmet Dede mi?" dedim, siz de
"Evet" dediniz... "İshak" dediniz... Öyle ise, soruma "Hayır" demeniz gerekirdi.
V4- Siz esas Mehmet Dede'yi tanır mısınız?
İ- Tanırız, efendim.

İdâreci Hazret-i İshak olan Mehmet Dede'den bahsediyor. Aynı zamanda Varlığı sıkıştırmak için onun yolundan giderek sanki Hazret-i İshak, Geri Varlığın dedesi imiş gibi davranıyor. Bakalım, şimdi ne gelecek?

Varlık4- Yâni benim dedemi kastediyorsunuz. Nereden?
İdâreci- Evvelki görüşmelerimizden, kıymetli sohbetlerinden.
V4- Eğer bir münâsebet kurabilirsem, bu husus aydınlatmak isterim. Ben, zan altında
bıraktığınız için... Siz bilgi almak için topladığınız bir dostu ... girdisini çıktısını öğrenmek
hevesinde misinizdir?
İ- Muhakkak ki evet, efendim.
V4- Yedi göbek ilerisini ve gerisini öğrenmenin fayda sağlayacağını zannetmiyorum.
"İshak" demişimdir. Bundan Hazret-i İshak dediğimi çıkaramazsınız.
İ- Siz bizi evvelden tanıyor muydunuz?
V4- Hayır... Sâdece siz bir kere benim kabrimde dua etmiş idiniz. Belki ondan dolayıdır...
Eğer dedemle bir temâsınız olduysa, bilemem.
İ- Tekâmül seviyeniz bakımından bilmeniz lâzım, efendim.
V4- O KADAR YÜKSEKTE DEĞİLİM... Dedeme yükselecek kadar...
İ- O zaman biz size dînî sualler soramayız, efendim. Sizin dedeniz bile KUR'AN tefsirine
kalkmamıştı.
V4- Ben kalkışıyorum!... Eğer yanlış olduğunu anlarsanız, istediğiniz gibi taarruz edebilirsiniz.
İ- Öyleyse KUR'AN'dan bir şey söyliyeyim, onu açınız.
V4- Zamânı gelince yapılacak.
İ- Muhterem Üstâdım, sizin kapasitenizi bilmemiz lâzım.
V4- O HALDE SİZLE BUNDAN SONRA TEMÂS GEÇMEYELİM. Zamânı gelince KURAN'ı tefsir
ederek başlıyalım.
İ- Yalnız sizinle görüşmesek te, Medyum'u yükseltelim.
V4- ???? Tabii... Çalışın...
İ- Kırılmak yok, değil mi?
V4- Hayır... Fakat yüzümün kara olmadığını anlıyacaksınız...
Burada kesiyorum.... Beni bekliyeceksiniz.
İ- Yalnız Aşağı'daki dostumuza müsaade eder misiniz?
V4- Tamam, efendim!... kimsenin dostunlan uğraşamıyacağım... Siz isterseniz Yukarılar'a
çıkabilirsiniz. Yalnız Medyum'la biraz daha sık uğraşırsanız, benim için faydalı olur.
İ- Peki, efendim... Şimdi dinlene dinlene aşağıya doğru in.
Varlık3-
(Osman diye görünen Varlık) .... Merhaba, dost!... Bu benim eşeğin iplerini sık!...
İ- Kendisinden gerektiği kadar faydalanamıyoruz.
V3- Elimden geleni yapıyorum.
İ- Ali, "Beni de Yukarı alsınlar," diyor.
V3- Zamanı varmış... O KADAR FARK YOK ARAMIZDA BİZİM....
İ- Ona bir vazife verelim.
V3- Daha ben de yeni vazife aldım. İlerde öğreneceksin. Çünkü neye yaradığını
kavrayamadım.
İ- Bâzen Medyum derinleşmiyor. Soruları yanlış alıyor, siz de yanlış cevap veriyorsunuz.
Bunu düzeltelim.
V3- Onu bilmem... Ondan alıyorum... Onu biraz sıkın... Olmazsa, suyunu bile çıkartın.
yeter ki işe yarasın... Kendini çok vermesin... Üzülür, yıkılır, gençliğine doymaz sonra.
İ- Peki.... İnmeye devam et!
Varlık2- ... Merhaba, lan!... Hani sakallıların yanına götürecektin?
İ- Söyledik, "Vakti var" dediler... Anlaşalım. Masa'ya gel, onlar da seni yanlarına alsın.
V2- Olur... Gelince üçlerim... Ulan, tek kolumla kaldırırım Masa'yı!... Bakma, bu mıymıntının
yüzünden anlaşılmıyor
(kuvvetim) ... Hadi, yaylan!...
İ- Peki... İnmeye devam et!... Onu görünce güleek karşıla!
Varlık1-
(Alman Kız) Gülüyorum be!... Gidecekmişiz.

Medyum Ruh ve Beden münasebetleri birleştikten sonra uyandırılır. Hiç bir şey hatırlamaz. Avradakiler de Celse'de konuşulanlardan hiç bahsetmez. Kısa bir sohbetten sonra dağılınır.

Şimdi dostlar, söyleyin.... Siz hiç Kryon'dan, Hathor'dan, Kuthumi'den alınan sözde Tebliğler'de Varlığı böyle sıkıştırma gördünüz mü?... Diğerlerin de var mı böyle bir şey?... Yok!... O yüzden Medyum da, dinleyenler de , okuyanlar da aldatılıyor. ... Biz de onları uyarmaya çalışıyoruz.

*****

Şimdii...Mehmet Dede diye görünen Geri Varlığın foyasını meydana çıkardıktan sonra yapılacak işler var. Medyum'un karakteri mi böyle şeylere yatkın, yoksa bu Varlıklar'ın etkisinde kaldığı için mi böyle oluyor?.. Bunu tesbite çalışacağız. Bunun için de geçmişe gidip Medyum'u kötü tesir altında bırakmış olayları bulmaya çalışacağız. Bu da Ekminezi yoluyla olur.

Medyum: Selâh
Celse İdârecisi: Rûhî Selman
Târih: 5 Şubat 1970
Usûl : Manyetik-Hipnotik Karma
Konu : Ekminezi

İdâreci- Şimdi rahat olarak konuşabilirsin.... Seni bir sene gençleştiriyorum....
Sene 1969... 18 Mayıs.... Saat 21:00... Nerdesin ve ne yapıyorsun?
Medyum- ...... Sizdeyim.... Oturuyoruz... Gültekin Abi... Karısı... Kardeşi Azer var...
Erdoğan... Ali .... O çocuk var....
İ- Kim?
M- Gözlüklü... Özcan...
İ- Peki, ne yapıyoruz?
M- ... Ben koltukta oturuyorum...

Medyum koltuğunda oturmakta.... Şimdi bu doğru ise toplantı Cuma akşamı olmalı. Bakalım, 5 Şubat 1969 Cuma mı?... 51 yıl öncesi... Aslında Çarşamba.... Ancak şu da var... O târihlerde hafta içinde bir kaç Celse yaptığımız olurdu. Meselâ Selâh'ın bundan önceki çalışması 11 Ocak 1970 Pazar imiş.... Pazar günü Celse yapmışız. 5 Şubat 1970 Perşembe imiş... Bundan sonraki Celse 8 Şubat 1970 o da Pazar'a denk gelmiş... Mutad Celse günlerimiz Salı ve Cuma akşamları idi. Ama Selâh için farklı bir uygulama yapmışız demek ki. Tedâvi için olsa gerek... Devam edelim.

İdâreci- Peki... Sene 1966... 5 Şubat... Saat 17:00... Nerdesin ve ne yapıyorsun?
Medyum- .... Dolmuştayım... Gidiyorum Kızılay'a... evden...
İ- Saat 18:00...
M- Kızılay'dayım... Ferhan Bey'e gideceğim...
İ- Saat 19:00...
M- ... Ferhan Bey'in oradayım... Toplanmışlar... Ferhan Bey bana kızdı... Semra'yla
mutfakta gördü, kızdı.
İ- Sene 1966... 6 Şubat... Saat 19:00... Nerdesin ve ne yapıyorsun?
M- Evet... Semra'yla mutfakta cigara içiyoruz...
İ- Semra yok o zaman... Yanlış hatırlıyorsun.
M- Semra var... Berâber sigara içiyoruz. Karşımda Merâl var... Çizgili bluzü var, siyah
mâvili...

5 Şubat 1966 Cumartesi,. 6 Şubat Pazar... Evet, Ferhan Bey'in muayenehânesinde her gün, hemen her saat birileri olurdu ama, onun da toplantıları Salı ve Cuma günleri idi. Zâten biz de onu örnek almıştık... Yine de anlatılan doğru mu, şüpheliyim...

İdâreci- Peki... Sene 1964... 25 Ekim... Saat 17:00...
Nerdesin ve ne yapıyorsun?
Medyum- .... Evdeyim... Oturuyorum...Kimse yok...
İ- Sene 1960... 5 Mayıs... Saat 17:00... Nerdesin?
M- Top oynuyorum... evin önünde...
İ- Sizin ev nerede?
M- O zaman Cebeci'de... Karşımızdaki arsada...
İ- Sene 1955... 20 Nisan... Saat 11:00.... Nerdesin?
M- ... Yüzdürüyorum kayık.... Evde...
İ- Hangi evde?
M- Bizim evde... Cebeci'de...
İ- Sene 1950... 6 Şubat... Saat 16:00... Nerdesin ve ne yapıyorsun?
M- ... Yemek yiyorum... Annem evde... Yemek yiyorum...
İ- Şimdi iki sene daha gençleşiyorsun... Sene 1948... 3 Mart... Saat 18:00... Nerdesin?
M- ....... Karanlık bir yer... Sıkıcı...
İ- Ne yapıyorsun?
M- Karanlıkta duruyorum.
İ- 14 Mayıs ... Saat 02:00... Nerdesin?
M- ... Karanlık bir yerdeyim... Pis sular var...
İ- Saat 03:00.... Nerdesin?
M- ... Ordayım...
İ- Saat 05:00...
M- ... Ağlıyorum...
İ- Ne kadar oldu doğalı?
M- ... Bilmiyorum... Bir kadın var... Beyaz gömlek giymiş... Melâhat... Bir kadın
daha var... Fatma... Üşüyorum...
İ- Şimdi seni yaşlandırıyorum... Sene 1955... 20 Nisan... Saat 11:00... Nerdesin?
M- ... Evdeyim... Kayık var elimde...
Peki.... Sene 1960... 5 Mayıs... Saat 17:00...
M- Tekme atıyorum topa...

İdâreci Medyum'un rastgele atmadığından emin olmak için bâzı târihleri tekrar soruyor. Medyum aynı cevapları verdi.

İdâreci- Sene 1964... 25 Ekim... Saat 17:00...
Nerdesin ve ne yapıyorsun?
M- Evdeyim.
İ- Sene 1966... 6 Şubat... Saat 11:00... Nerdesin?
M- ... Evdeyim... Annemi öpüyorum... Param bitti...
İ- Saat 14:00... Nerdesin?
M- ... Kahvedeyim.
İ- Saat 16:00...
M- Dolmuştayım... Kızılay'a gideceğim... Ferhan Bey'e...

Burada duruyorum... Çünkü saat 17:00 için de "dolmuştayım" demişti... Bahçelievler'den Kızılay'a bir saat sürmez. Ancak saat 16 ile 17 arasında bir süreyi anlatıyorsa, doğru olabilir.

İdâreci- Ferhan Bey'i tanıyor musun?
M- Tabii.
İ- Ne zamandan beri?
M- İki buçuk aydır...
İ- Peki... Sene 1969... 4 Nisan... Saat 21:00... Nerdesin?
M- Senin ordayım gâliba...
İ- "Gâliba" yok!..
M- İşitemedim...
İ- Değiştiriyorum...
M- Yok, göreceğim... Evdeyim... Koltukta oturuyorum...
İ- Günlerden ne?
M- Pazar...
İ- Pazar değil...
M- Pazar, Pazar...
İ- Kimler var?
M- Gültekin Abi, Erdoğan, Azer, Sevil Abla... Târif edeyim mi yerlerini?
İ- Hayır... Başka kimler var?
M- ... Teyze... Babam...

Gün tahmini hâriç, ilk tahmini ve anlattıkları doğru... 4 Nisan 1969 Cuma ve bizim Celse gecemiz... Bizim evde ve Celse'de de o saydığı isimler var. kendisi de Medyum koltuğunda oturuyor. Biraz sonra uyuyacak... Gözleri flaşttan rahatsız olmasın diye eşarpla örttük, resmini çektik.

İdâreci- Peki... Sene 1969... 28 Mart... Saat 22:00...
Medyum- ....... Görmüyorum....
İ- Şimdi göreceksin.
M- ..... Görmüyorum... Hiç bir şey göremiyorum.
İ- Peki... Sene 1969 ... 15 Mayıs ... Saat 21:00...
M- ... Evdeyim... Oturuyorum...
İ- Yalnız mısın?
M- Hayır... Ablam, annem, babam... Tanımıyorum ki... kadınlar...
İ- Saat 23:00...
M- ... Yatıyorum.

Bunlar doğru... 28 Mart 1969 Cuma... Celse gecesi... Medyum uyuyor.. Onun için bir şey görmüyor.... 15 Mayıs Perşembe... Evinde.

İdâreci- Misâfiriniz mi var?
Medyum- İki kişi var. Tanıyamadım.
İ- Peki... Sene 1969... 12 Ekim... Saat 21:00... nerdesin?
M- ... Seçim vardı... Oturuyorum...
Saat 22:00,,,
M- ... Radyo dinliyorum.
İ- Saat 24:00....
M- Uyuyorum...

12 Ekim 1969 Pazar günü Milletvekili seçimleri vardı. Demirel'in Adalet Partisi 256 milletvekili kazanarak iktidarını korudu... Vardığım sonuç Medyum Ekminezi çalışmasında olayları doğru hatırlıyor... Bu son derece önemli... Celse yükselme ile devam ediyor.

Varlık1 : Alman Kız
Varlık2 : Ali
Medyum: Selâh
Celse İdârecisi: Rûhî Selman
Târih: 5 Şubat 1970
Usûl : Manyetik-Hipnotik Karma

İdâreci- Sene 1970... 5 Şubat ... Saat 18:00... Nerdesin?
Medyum- ... Kahve içiyorum...
İ- Peki... Şimdi rahat olarak yükseliyorsun.
M- ........ Kız..... Kız...... Kancıklık yapmışmış...
İ- Gelsin, konuşalım.
M- .... Gelmiyecekmiş....
İ- Peki. Ayrıl ve yüksel...
M- .... Bırakmıyor.... Bir karış gidemezmişim...
İ- Ayrıl!
M- ... Isırıyor...
İ- Gelsin, konuşalım.
Varlık1- .... Geldim, be!...
İ- Ne istiyorsun?
V1- Ben bunun ağzına sıçmak istiyorum.
İ- Anlaşmayı bozuyorsun demek.
V1- Sen bozdun. Ben de kancıklık yaptım. Senle alay ettim.
İ- Peki. Bitti demek dostluğumuz.
V1- Bitsin!... Sana ne?
İ- Ne zaman alay ettin benle?
V1- Senle alay etmeye başladığım zaman senin haberin bile yoktu. İşte o zamandan
beri alay ettim. İki sene alay ettim.
İ- Mehmet Dede'yi sen mi yaptın?
V1- Ben yapamam.... Karşımda sulta durdurttum size!.. Ben buna boku yedireceğim!
Hem de senin evinde yedireceğim... Böyle avucuna alacak, boku yiyecek...
İ- O zaman sen de en Karanlık bir hücreye kapatılacaksın... Yılanlar, çıyanlar içinde
olacaksın.
V1- Onlar burada yok be!... Burada sâdece Karanlık var... O karanlık'ta da ben istediğim
gibi fing atıyorum... Ona bok diyerekten şeker yedireyim... Ondan sonra sen de... işte
bir tâne yapayım.
İ- Bu çocuğu bırak!...
V1- Çok zor!... Çok zor!... Hayır!... Başka iste!...
İ- Söz verdin... Kabul et... Kurtulacaksın!...
V1- Beni kimse kurtaramaz!... Ben batmışım!... Hepten bırakılmaz!...
İ- Hayır, bırakacaksın.
V1- ... Söz verdim, bırakacağım...... Peki, kime kancıklık yapacağım?..
Sen kazandın... İkinci defa erkeklere alt oldum... Çünkü ben ona yedirirdim...
Sana ihtiyâcım yoktu ama oldu!... Belki bunu bırakıp başkasını bulacağım.
İ- Yapma öyle şeyler.
V1- Peki, ne yapacaksınız bana?
İ- Seni o Karanlık'tan kurtaracağız... İnan!...
V1- Zâten her taraf Karanlık... Neresi Aydınlık olacak?
İ- İnan!... Bir kere olsun beni dinle... Eğer huzura kavuşmazsan, onu da kullan,
beni de kullan...
V1- Peki... Ama sen de sözünde duracaksın.
İ- Duracağım... Yalnız dediklerimi yapacaksın.
V1- Kaç gün yapacağım?... Hep beni aldatırsan?
İ- Hayır. İnan!...
V1- Beni Aydınlığa getir, o zaman ben de senin kölen olayım.
İ- İstemem onu... Yalnız dua et.
V1- Şimdiden mi başlıyacağız?
İ- Evet...
V1- Zor!... Çok sıkılıyorum... Değiştiremezsin sen beni... Bu sefer ben kazanacağım.
Daha Aşağısı yok ki!... En son yer burasıymış...
Sana iki tâne ay... Beni iki ayda ışığa kavuşturamazsan, sen kaybedeceksin...
Ben bunlan Temâs'ı bırakacağım... İşlerinize karışmıyacağım...
Evet, iki sene alay eden bendim... İnanabilirsin...
İ- Peki... Ya Aliler, Zâfirîler, Breuerler?...
V1- Onlar var... Bu da ben oldum.
İ- İstediğin neydi?
V1- Alay etmekti.... Karşımda ezildikçe bu oyuna devam ettim.

Varlık bir Mehmed Dede, bir Zâfırî diye görünerek bizi aldatıp alay ettiğini söylüyor. Bu İrtibat iki yıl sürmedi, ama yukarda verdiğim 11 Ocak 1970 Celsesi'nde görüldüğü gibi biz sorularla Aldatan Varlıklar hakkında done toplamaya çalıştık. Hep böyle kibar konuştuğumuz için de ezildiğimizi zannetti... Olsun... Sonunda ona yaptıklarını itiraf ettirme fırsatını bulduk. Bu tabii durumunun iyileşmesini sağlayacak.

İdâreci- Peki, sen bir Aşağı'da, bir Yukarı'da nasıl görünebiliyordun?... Aradakiler nasıl bizi
ikaz etmedi?
Varlık1- Bu, benim elimdeydi. O külhanbeyi benden sonra geldi, ama kancıkça hareket
etmedi. Bana ne sekiz ay darlıktaysa?... Ben daha Yukarı çıkacağım..
İ- Onlar senin oyununun farkında değil miydi?
V1- Olamazlardı.... Belki bilip te göz yumuyorlardı.
İ- Bu iki ayda her dediğimi yapacaksın.
V1- Temas kurmıyacağım ki, yapayım.
İ- Bu çalışmalarda kuracaksın... Kabul et!...
V1- Peki... Son kaç gündür yemek yiyor mu?... Bok tadı verdim hepsine... "Ye!" dediğim
halde yemiyordu.
İ- Al, şimdi çikolatayı yedir ona, istediğin gibi...
V1- Uyanıkken... Ben sâdece ona bakacağım... "Yedirdiğiniz andan itibâren bir şey
yapmayacağım." demedim mi?
İ- Peki.
V1- Hadi, git şimdi artık.
İ- Dua edeceğiz.
V1- Hayır!... Yedirdikten sonra ben de bunun ağzından edeceğim
(dua).

Hayatını bir sokak kadını olarak geçirmiş olan Alman Kızı, erkeklerden intikam almak maksadıyla Medyumumuz Selâh'a musallat olmuş... Ona hatâlar yaptırmış. Medyum önce Ferhan Bey'e tedâvi için gelmiş... Bir süre sonra da bizimle çalışmaya başladı. Varlık uzun süre kendini gizleyip Üstün bir Varlık gibi göründü. Kısa zaman önce, herhalde Medyum'un Hâmi Ruhu'nun zorlamasıyla gerçek hüviyetiyle karşımıza çıktı. Erkeklere karşı olan bütün hırsını Medyum'a bok yedirerek almak istiyordu. Sonunda pazarlıkla, şeker veya çikolataya o tadı vererek yedirme karşılığında Medyum'un yakasını bırakmasını, dua etmesini, böylece Karanlık Tabaka'dan biraz yükselmesini sağlamaya çalıştık.

Bu arada belirtelim, bizim "Yüksel, yükselmeye devam et" gibi ifâdelerimiz Medyum'un Ruh ve Beden münasebetinin gevşemesini sağlamak içindir. Biz buna "rûhî infisâl" deriz. Bir nev'i mirâçtır... Ancak Medyum her zaman yükselmez, veya çok az yükselir, yâhut ona yükseliyormuş gibi gelir... Şimdi de öyle olacak... Zira Medyum yine Karanlık Tabaka'da külhanbeyi Ali ile görüşecek.

İdâreci- Temâsı kes... Yükselmeye devam et.
Varlık 2- .... Ne haber, lan?...
İ- Merhaba...
V2- Söyledik biz... "Karı çok uğraştırır" dedik.
İ- Ama çoktandır uğraştırıyormuş. Onu söylemedin.
V2- Ha, söyliyeyim de, onlar bana kötülük yapsın!.. Ben kendimden mes'ûlüm. Ben
mertliğimi yaptım... Ama öyle güzel karı ki!... Yazık olmuş ona!...
Adını biliyor musun?... Yaa!... O daha adını bile vermedi size!... Ona küfür edemiyor,
bana küfür ediyor... Her küfründe biraz daha Yukarı çıkıyorum... Bu Buraya geldiği
zaman, ben Buradan daha Yukarı'da olacağım. Çünkü inanmıyor...
İ- İnanmıyor, değil mi?
V2- Ben ALLAH'a inandığım zaman, bu inanmıyor, alay ediyordu.
İ- Ama kancık o zaman da varmış.
V2- Vardı.
İ- Niye söylemedin?
V2-Ben karışmam!... Bende ispiyon yok... Olaydı, onu da söylerdim. Bunun ne düşündüğünü
de söylerdim.
İ- Onun iki ayrı Varlık olarak göründüğünü biliyor musun?
V2- Hayır... Ama istesem, ben de görünürüm... Tesirimi yükseltirim, sonra yanıma alırım.
Sonra aldığım yere bırakır, "Hassiktir!" derim.
İ- Peki, anladım.

Varlığın anlattığı, İdâreci'nin anladığı çok önemli bir husus... Varlık diyor ki, "Bir Medyum'la İrtibat kuran buradaki Varlıklar, isteseler Medyum üzerindeki etkilerini artırabilirler (hepsi değil tabii) iyice tesir altına alabilirler. Yanlarına çekerler, istediklerini yaparlar, sonra da öyle bırakırlar." ... Ee, biz bunu Ruh çağırmaya kalkanlarda, Cinler'le uğraşanlarda görmüyor muyuz?... Alman Kızı diyordu ya, " Ben iki sene sizinle alay ettim", Bülent Çorak , Cenap Başman , Beki Ekili ve çevreleriyle yıllarca alay ediyor Geri Varlıklar....

Varlık2- Bana karı sesinden şarkı dinlet.
İdâreci- Peki....
( Radyo açar, bir kadın şarkıcı bulur) radyonun sesini duy Selâh...
V2- Selâh diye biri yok... Ben Ali'yim... Gelen ses bana geliyor. Ben karşınızdayım.
İ- Peki öylesin... Senden yardım istiyoruz.
V2- Yâhu, ben bir şeyden çakmam.
İ- Dışarı masanın üzerine bir kâğıt-kalem koysak, adını yazar mısın?
V2- Koy bakalım, yazarız... Ben bir kere yazmıştım.
İ- Onu tesbit edemezdik.
(10 dakika beklenir. Arada konuşmalar) ........
V2- Konuşturma!... Yâhu, ben parmak basarım
(imza atamam)
Şimdi sus, bakalım... Olacak... Zor ama, olacak.... Hadi oğlum, hadi!....

(Gerçekten gayret etti, fakat yapamadı) Başka zaman...
Hadi, yürü bakalım!... Gazla!... Bu inek te iyi yoruldu, ha!...
İ- Devam edin inmeye.
Medyum- ...... Sözünde duracakmış... "Gidin" diyor...

Medyum'u indirip, Ruh ve Beden münasabetlerinin birleşmesini sağladıktan sonra uyandırdık. Bir küçük çikolata ikram ettik. ağzına attı, ama yüzünü buruşturarak zor yuttu. Böylece Alman Kızı'nın isteğini yerine getirerek onun Medyum'u bırakmasını sağlamaya çalıştık. Ne derece başarılı olduk, bilemeyiz... Sonrasına bakmak lâzım...

****

Üç gün sonra Selâh'la bir çalışma daha yapıldı....

Varlık1 : Alman Kız
Varlık2: Ali
Medyum : Selâh
Celse İdârecisi : Rûhî Selman
Târih : 8 Şubak 19703
Usûl : Manyetik-Hipnotik Karma

İdâreci- Gâyet rahat olarak yükseliyorsun.
Medyum- .......... KIZ .....
İ- Yaklaş.... Merhaba.... Nasılsın?
Varlık1- ... İyiyim...
İ- Senin için dua ediyoruz. Rahatladın mı?
V1- Yedirttin, ben de kabul ettim... Sözde duruyorum.
İ- Ama hâlâ sıkıntı hissediyor... Yardım et.
V1- Ben karışmam... Ben zâten yardım edecek olsam, kendime ederim.
İ- Söz verdin ama...
V1- ..... Söyliyeyim öyleyse... Bana âşık... Beni arıyor...
İ- Senden hayır olmadığını söyle... Rahatlat onu.
V1- ... Olur.... Evet.
İ- Teşekkür ederim.

Varlığın belirttiği husus çoğu Obsesyon vak'asında karşımıza çıkar... Siz canınızı dişinize takar uğraşırsınız, Geri Varlık Medyum'u bıraksın diye... Ama Medyum onu bırakmaz. Bir kısmı da Obsedör'ü ile etrâfa hava atar. Daha doğrusu, Obsedör'ün ona yaptırdıkları ile caka satar. Bizim Medyum da ikinci Varlık Ali'nin "Güzel karı" dediği Alman Kız'a tutulmuş, o kızı bırakmıyormuş... Yâni çok zor bir durum...

Varlık1- Hatırlamıyacak beni... Kavga ettik. Çünkü.... Sâyende her tarafım sızladı...
İdâreci- Bir de yükseldikten sonra, o her zamanki söylediğini söyle ki, Mehmet Dede
diye aldatanın sen olduğunu bileyim...
V1- ... Olur.
İ- Peki... Gel, şimdi dua edelim.
V1- Hayır... Eski olayları tekrar etmiyeceğim... Şimdi yapayım...
(Mehmet Dede taklidini)
Bunu bırak ta tesirime alayım.
İ- Bunu yapana kadar onun tesirindesin, Selâh.
V1- ...
(Mehmet Dede gibi) Merhaba, ey dost!... İstediğin bu muydu?
İ- Evet...
V1- Oldu mu?... Git, hadi!..
İ- Dua edelim.
V1- Et!
İ- ALLAH'ım!... Kusurlarımızı bağışla... Sen de tekrar et.
V1- ... Ettim... Bir daha karşılaşmıyalım.
İ- Hayır, karşılaşmayız.
V1- Ben senin dostun olamam.
İ- Olursun...... Peki.... yükselmene devam et.
Varlık 2- ...... Ne haber, lan?..
İ- Merhaba.
V2- "Çıkacağız biraz daha yukarı" diye şekilden şekle sokuyorlar, yâhu!...
İ- Kimler?
V2- Buradaki herifler.
İ- Onlardan bahsetsene.
V2- İyi be!... Bir de senin için sopa yiyelim. Sizin yediğiniz dayak gibi olsa!...
Öyle bir dayak atıyorlar ki!.. Ne ellen, ne ayaklan, ne sopaylan, ne odunlan...
İ- Nasıl bu dayak bu, Ali?
V2- Beni bağlıyorlar oraya... İki tarafımdan yükseliyor herifler... Ben orada kalıyorum...
İlk başta iyilik ettiniz... Çekip gitseydik o zaman... O karılar, marılar hep geçip gittiler
Yukarı...
İ- Sen de bize yardım et, gidersin.
V2- Yardım ettik te, böyle olduk...
İ- Meselâ Masa'yı kaldır...
V2-........ Olmuyor yâhu!.... Hadi, gazla!...

Ali'den fizikî tezâhür istiyoruz, Yazı yazsın, Masa'yı kaldırsın, fakat hiç birini yapamıyor. Bu da normal... Biz Ferhan Erkey'in muayenehânesinde koca büro masasının kalktığını gördük. Kendimiz de daha küçük masalar kaldırdık. Ama o filimlerdeki gibi evler yıkan hareketler görmedik. Hepsini mübâlâğalı buluruz.

Ali'nin anlattığı "herifler" ve "sopa" herhalde bizim Cehennem Zebânileri diye bildiğimiz Varlıklar'la ilgili....

İşte böyle... Her Trans'a giren Melekler'le buluşamıyor... Çoğu böyle Varlıklar... Dünyâdakiler'den farklı değil... Zâten oraya Dünyâ'dan göçüp gitmişler. Nasıl farklı olsun?.. Üstün Birisi Burada da, orada da kırk yılda bir çıkıyor karşımıza...

****


Bu vereceğimiz Celse Medyum Mukaddes Hanım'dan.... Mukaddes Hanım bize hasta olarak gelmişti. Bir takım sıkıntıları vardı. Uyutulunca Obsesyon'lu olduğu anlaşıldı. Ama Obsedör'ü, iddiasına göre, meşhur biriydi: Kraliçe Marie Antionette... Mukaddes Hanım'ı Trans hâlindeyken bilmediği Fransızca dilinde konuştururdu. Ama ben de bilmediğim Fransızca'yı banttan buraya nakledemiyeceğim. Sâdece Celse esnâsında yapılan tercümeyi verebilirim. Bakalım bu Celse'de Kraliçe Marie Antionette gelmiş mi?.. Yoksa ortaya başka meşhur biri daha mı çıkmış?.. Hattâ iki!..

Medyum uyutulur, yükseltilir, bir Varlık'la karşılaşılır. Medyum daha önce de uyutulmuştur.

Varlık1: Ömer
Varlık2: Hâmi Ruh
Varlık3: Napolyon
Varlık4- Maria Antionette
Medyum: Mukaddes Hanım
Tarih : 1965
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Özelliğiu: Obsesyon tedâvisi
Hâzirûn: Kocası

Varlık1- .... Nasılsınız? Bu esnâda Medyum sürekli parmaklarını koltuğun kenarına
vurmaktadır) ......
İdâreci- Kimle görüşüyoruz, efendim?
V1- .... Pek gösterişi sevmem.
İ- Lûtfen.
V1- Gelecek elçiler... Yukarı'ya geleceksiniz... Korkmayınız!... Sır!... Sizi Tekâmül'e
götürmek için buna mecburum.
İ- Yalnız Medyum daha rahat konuşsun.
V1- .....?.....
(ses kısık, anlaşılmıyor) .... için seni Yukarı'ya almak lâzım... Korkma!...
Medyum- .... Nerdesin?... Gidiyorum bir yerlere...
İ- Sükûnetle!
M- ... Allah-u Ekber... Allah-u Ekber... Lâ ilâhe illallah... Medine burası.... Duayı
okuyunuz...
(Daha önce verdiğimiz) .....
Medyum'un Kocası- Ervahiyye tahiyye... Ya Resulullah... vel bil kadere... min şerrihi
minallahi tealâ...

Tabii böyle bir dua yok!... Çeşitli âyet ve dualardan alınmış birbiriyle bağlantısız kelimeler...Bu da Geri bir Varlık... Verdiği Medine İmajı ile sempati derlemeye çalışıyor. Baştaki "ervâhiyye tahiyye" tamlaması yanlış... ERVAH , "Ruhlar" demek... TAHİYYE , "Selâmlar, dualar., hayır dualar, ".Allah ömür versin" demek, selam verme, hayır dua etmek, mülk, mâlikiyyet" demektir... Ervâh-ı tahirat" deseydi, "temiz Ruhlar" olacaktı... O dahi yanlış ifâde edilmiş... İki elçi gelip te Medyum'u Yukarı'ya götürecekmiş!... "Elçi" diye bir şey yok!... "Sır" da yok!.. Bunlar hep ilgi, merak uyandırmak için uydurulan şeyler... Öte yandan bir Varlık "Korkma" dedi mi, korkulacak bir şey vardır... Yüksek Varlıklar hiç böyle bir ikazda bulunmak ihtiyâcını duymaz... Devam edelm, bakalım, Geri Varlık neler saçmalıyacak?

Varlık1- Yükseliyorsun kızım, korkma!... İki elçi arasındasın. korkma!...
Medyum- .... Ohh!...
V1- Biraz yorucu olacak. ama... Şimdi nasıl hissediyorsun kendini?
M- Teşekkür ederim, efendim.... Ohh!... Ohh!...
V1- Beni görüyor musun?
M- Görüyorum... Ohh!... Bir ışık gibisiniz...
V1- Şimdi bu senin Tekâmül'ün için şart... Yalnız kalacaksın.
M- .... Aman, Allah'ım!... Burası ne kadar sıcak!... ne kadar sıcak!...
V1- Vahaya gelinceye kadar yürü!... Seni bir çölde bırakıyorum...

Geri Varlık bir İmaj veriyor.... Aslında sürekli İmaj veriyor ve Medyum bu İmajlar'ın tesiri altında kalıyor. Önce Yükselme, Medine, şimdi de Çöl... Ve Geri Varlık bunların hepsini "Tekâmül için" diye yutturmaya kalkıyor. Aslında Medyum'u tesirine almaya çalışıyor. Bizce Operatör, yâni Celse İdârecisi şimdiye kadar çoktan müdâhale etmeliydi.

Varlık1- Yürü!... Yürü!... Kumlara gömüldün!... Ben bu kumlarla yolumu buldum... Sen de
aynı yoldan yürüyeceksin... Kalk!... dediğimi yapacaksın!... Anladın mı?.. Namaz
kılacaksın!:.. Peygamberine ermek için namaz kılacaksın!... Yaşayabildiğin hayat için...
Bir türlü kurtulamıyo6rsun Katoliklik'ten!...
(Medyum heyecanlanır.)
İdâreci- Sükûnetle!

Şimdi Varlık, Marie Antionette'in Obsede ettiği Medyum'u sözde onun etkisinden kurtarmaya çalışıyor!... Gerçekten de Marie Antionette, Müslüman bir Türk olan Medyum'u etkisine almış, âdeta Katolik yapmış, boynuna haç taktırmıştı. Varlığın bu son söylediği doğru... Teşhis doğru, tedâvi yanlış!... Geri Varlığın davranışı tıpkı yukarıda Medyum Selâh'ın Öbsedör'ünün Mehmed Dede diye görünüp, sözde yardım etmesine benziyor.

Varlık1- Kanla sulanan toprakları istemiyoruz... Yemeğinizi kimlen paylaşıyorsunuz?.. Ben
her şeyimi verdim... Yine adâlet yerini bulmadı... Biri beni arkadan vurdu... Ama
Mertebemi buldum... Düşman olduğumu, kızkardeşimin evinde buldum. Öldürmeye
giderken, Müslüman oldum... Siz Müslüman olarak ne yapıyorsunuz?... Niçin
sevmiyorsunuz?.. Ruhunuzda adâletin aynası olmalı!.. Dininizin temeli budur!.. Kardeş
ve sevgi... "Terâzinin bir kefesi akıl, bir kefesi irâde" demiştim... Şimdi geldim...
Medyum- ... Evet, efendim... Göremiyorum, hissediyorum.. sâdece bir ışık var...
Yalnız başındaki örtü yeşil... Neden? Güçlü, kuvvetlisiniz. Benim sizle konuşmam çok
büyük bir lûtuf... Çok korkuyorum!...

Medyum hem ışık görüyor, hem "lûtuf" diyor, hem de korkuyor... Bu üçü bir arada olmaz... Varlık ise "adâlet" diyor, "düşman" diyor, "öldürmeye giderken Müslüman oldum" diyor. Bizim kendisini tanımamızı, daha doğrusu o zat olduğunu zannetmemizi istiyor. Kimi kastediyor acaba?... Kestirebildiniz mi?

İşte burada devreye BİLGİ girer. O BİLGİ yoksa, bilmediğinizi hemen araştırmazsanız, Spiritualist olamazsınız... Aslında hiç bir şey olamazsınız. Söylenenlerin büyüsü sizi hemen etkisine alır. Aldatılırsınız. Medyum'u tehlikeye atarsınız, Obsede olmasına yol açarsınız.

Varlık1- Şimdi yaşayacağın ikinci hayat için seni yanıma çektim... Bundan böyle
teslim ettiğim elde yürüyüp gideceksin. Ben Hazret-i Muhammed'i öldürmeye
gidiyordum... Affetti... Yanındayım onun... İnananlar veya inanmayanlar.... Korkma
sarsıntıdan... Elçilerdir onlar... Göremezsin... "Dünyâ'ya her gelişinde damlalardan
farksızsın" demiştim...

Desteksiz atan Varlık "düşman" dediği zâtın Hazret-i Muhammed olduğunu söylüyor. Üstelik onun yanında, onun Kat'ında olduğunu iddia ediyor... Kimi kastettiğini bulabildiniz mi?... Celse'ye renk katmak için şâir olmadan bir de şiir okuyor: Şiir de bizim şâir geçinenlerinkine benziyor:

Varlık1-

Bırak, altın damlalar yarışsın
Saçaklarda sen varsın
Toprağa düşen her zerrede
Kendini bulacaksın!

Aslında kendimi zorlasam, buna dahi mânâ verebilirim. Ne demiş Varlık bir önceki Celse'de?... "Dünyâ'ya her gelişinde damlalardan farksızsın" Her bedenlenen Ruh, Dünyâ'ya bir damla gibi düşer, tıpkı denize düşen yağmur damlaları gibi... Varlık bunların her biri "altın damla" diyor ve "bırak Dünyâ'da Ruhlar, damlalar yarışsın" diye ekliyor... Sâdece denize düşen değil, damlara saçaklara düşen damlalar da vardır... Yâni, kimi insanlar farklı, zorlu ortamlarda yarışmak zorunda kalır. Sonra toprağa düşen her zerrede, her damlada, her ölen insanda sen varsın, çünkü denize düşen damla deniz olur...

Güzel açıkladım, değil mi?... Ne deriz biz?... "En Geri Varlığın Celsesi'nden bile faydalanılabilir."

Varlık1- Allahaısmarladık... Başınızdaki yıldız yol göstersin... Her ikinizi Tekâmül'e erdirmek
için ızdırap veriyorum... Çekeceksiniz.
İdâreci- ALLAH râzı olsun.
M- .... Yeşil vahalardan geçiyorum... Bir sürü Araplar var..

Varlık, İkinci Büyük Halife Hazret-i Ömer olduğuna inanmamızı istiyor. Biz biliyoruz ki, halk tâbiriyle Ruh Çağırma Celseleri'nde Melekler, Peygamberler, Dört Halife gelmez!... "Geldim" diyenler sizi aldatıyorlardır. Daha önce de bir Varlık, kendini Hazret-i Ebubekir diye yutturmaya çalışmıştı. Nasıl anlıyacağız, Hazret-i Ömer olmadığını?... Hazret-i Ömer'i tanıyarak!...Arap olduğunu, Müslüman olduğunu, kumlarda yürümesinden daha normal bir şey olamıyacağını herkes bilir. Ama Muhammed'e düşman olduğunu, onu öldürmeye gittiğini, gerçekten adâletli olup olmadığını, sırtından vurulup vurulmadığını biliyor muyuz?... Araştıracağız... Gene bana yazmak, size de okumak düştü. Yine İslâm Ansiklopedisi'nden...

Hazret-i Ömer'in Müslüman olmadan önceki hayâtı hakkında yeterli bilgi yoktur. Fil Vak'ası'ndan 13 yıl sonra, yâni 583 yılında doğduğu, babasının develerini güttüğü, içkiye ve kadına çok düşkün olduğu, iyi ata bindiği, iyi silâh kullandığı ve pehlivan yapılı olduğu belirtilmektedir. Hazret-i Muhammed'den 13 yaş daha küçük idi. Şiire meraklı olduğu, güzel konuştuğu, okuma yazma bildiği, ensâb, yâni "insanların soyu" bilgisini öğrendiği, ticâret yaptığı, bu maksatla Suriye, Irak ve Mısır’a gittiği, Kureyş kabilesi adına elçilik görevinde bulunduğu rivâyet edilir.

Peygamber'in amcası Hazret-i Hamza’nın İslâm’ı kabulünden sonra Ömer, Hazret-i Peygamber’i öldürmek üzere yola çıkmış, yolda karşılaştığı Nuaym b. Abdullah’tan, "kız kardeşi Fâtıma ile kocası Saîd bin Zeyd’in Müslüman olduğunu" öğrenince, iyice sinirlenip onların evine gitmiştir. Onları Tâhâ Sûresi'ni okurken bulmuş, okuduklarını kendisine vermelerini istemiş, ancak bu isteği reddedilince; kız kardeşini ve eniştesini dövmüştür. Bunun üzerine kız kardeşi kendilerine Kur’an öğreten ve Ömer’den saklanan Habbâb bin Eret’i de çağırarak, Müslüman olduklarını Ömer’in yüzüne karşı söylemiştir. Ömer, ellerindeki âyetleri dinlemek istemiş, dinleyince tesirinde kalarak yumuşamış ve müslüman olmaya karar vermiştir. Habbâb’dan Resûlullah’ın Erkam bin Ebü’l-Erkam’ın evinde olduğunu öğrenip, oraya gitmiş ve kendisine biat ederek 616 yılında Müslüman olmuş, o târihten sonra da 642 yılında ölünceye kadar büyük hizmetlerde bulunmuştur.

Müslümanlar 622 yılında Mekke'de müşriklerin zûlmünden kaçıp, Medine’ye hicret etmeye başlayınca, Ömer de yanında ağabeyi Zeyd, karısı ve oğlu Abdullah başta olmak üzere akraba ve arkadaşlarından oluşan 20 kişilik bir kafileyle Mekke’den ayrılıp Kubâ’ya gitti. Medine'de Peygamber'le buluştu. Resûlullah bir evde toplanan Ensar'ın, yâni Medineli olup da Mekke'den göç eden Muhacirler'e yardım edenlerin erkeklerinden biat alırken, kadınların başka bir evde toplanmasını ve onlardan kendisi adına Hazret-i Ömer’in biat almasını emretmiştir.
BİAT , "bağlılığını, itimadını bildirmek, birisinin hakemliğini veya hükümdarlığını kabul etmek, el tutarak bağlılığını alenen izhar etmek bağlılığını tazelemek, tâbi olmak, bir kimsenin egemenliğini tanımak" demektir.

Ömer, kumandanlığını Resûlullah’ın yaptığı bütün savaşlarda, Hudeybiye Antlaşması'nda (628) , Vedâ Haccı'nda (632), Gadr-i Hum'da bulundu. 630 yılında Mekke’nin fethinde İslâm ordusu henüz şehre girmeden Hz. Peygamber’in çadırına gelen Kureyş reisi Ebû Süfyân’ın putları övdüğünü duyunca, karşı çıktı ve onun müslüman olmasında rol oynadı. Fetihten sonra erkeklerden biat alan Resûl-i Ekrem kendisi adına Kureyşli kadınlardan biat almasını ona emretti. Ayrıca Kâbe’deki resimleri imha vazifesini de yerine getirdi Tebük Gazvesi (630) öncesinde ordunun teçhizi için malının yarısını bağışladı

Peygamberin 632 yılında vefâtından sonra, Ebû Bekir’in iki yıllık hilâfeti döneminde Ömer ona müşâvirlik ve kadılık yaptı. Yemâme Savaşı'nda (632) hâfız sahâbîlerden bir kısmının şehid düşmesi üzerine, Kur’an’ın toplanması konusunu Hazret-i Ebû Bekir’e açtı. Resûl-i Ekrem’in yapmadığı bir işi yapma hususunda tereddüt gösteren Halife'yi ikna edip, vahiy kâtiplerinin yazdığı dağınık hâldeki âyet ve sûrelerin Zeyd bin Sâbit başkanlığında bir heyet tarafından bir araya getirilmesini sağladı. Toplanan KUR'AN parçaları önce Ebubekir'in zimmetinde, sonra Ömer'de kaldı, Ömer ölünce kızı ve Hazret-i Muhammed'in dul zevcesi olan Hafsa'ya emânet edildi. Yâni, Hazret-i Muhammed, Hazret-i Ömer'in damâdı idi. Hazret-i Osman'ın hilâfeti esnâsında 5 yıl çalışılarak 7 nüsha olarak tek kitap hâlinde yazılıp İslâm diyarının dört bir yanına dağıtıldı. Bugün elimizde olan KUR'AN işte o nüshalardan çoğaltmadır ve hepsi birbirinin aynıdır.

Hazret-i Ebubekir 634 yılında vefatından önce : “Sizin için halife seçtiğim kişiye râzı olur musunuz? Bir yakınımı tâyin etmedim. Allah’a andolsun ki, bütün gücümle düşünüp taşındım ve Ömer bin Hattâb’ı uygun buldum. Onu dinleyin ve ona uyun” dedi. Orada bulunanların hepsi olumlu cevap verdi. Böylece Hazret-i Ömer halife oldu.

Hz. Ömer, Bizans İmparatorluğu’na karşı Suriye cephesindeki savaşlara da ara verilmeden devam edilmesini emretti. İslâm orduları Dımaşk’a, yâni Şam'a sığınan Bizans askerlerini tâkip ederek şehri kuşatıp fethettiler. (635)

Bizans İmparatoru Herakleios Hıristiyan Araplar’ın ve Ermeniler’in katıldığı büyük bir ordu hazırladı. Ancak Bizans ordusu Yermük Muharebesi’nde ağır bir yenilgiye uğradı ( 20 Ağustos 636) ve bölgedeki bütün şehirler Müslümanlar'ın eline geçti.

636 yılında Kadisiye Savaşı’nı kazanan Kumandan Sa‘d , Sâsânî ordusunu takip ederek Medâin’i ele geçirdi (Mart 637). Sâsânî kuvvetleri Celûlâ Savaşı’nda da yenilgiye uğratıldı. (637) Böylece İran İslâm devleti'ne katıldı. 637 yılında Şeyzer, Kınnesrîn, Halep, ardından Antakya, Urfa, Rakka ve Nusaybin kısa aralıklarla Müslümanlar'a teslim oldu.

Öte yandan Filistin’in fethine devam edildi ve Kudüs kuşatıldı. Patrik Sophronios şehrin anahtarlarını o sırada inceleme ve görüşmelerde bulunmak için Suriye’ye gelen ve Câbiye’de bulunan Hazret-i Ömer’e teslim etmek istediğini belirtti. Halife bizzat Kudüs’e giderek halka eman verip, kendileriyle bir antlaşma yaptı. (638) Daha sonra Filistin’in sâhil şehirleri başta olmak üzere diğer yerleşim yerleri fethedildi... İslâm'ın üç büyük şehri, MEDİNE, MEKKE ve KUDÜS savaş olmadan kan dökülmeden İslâm ülkesi olmuştur. Halbuki Hıristiyanlar hem Haçlı Seferi'nde, hem de 1918'de Kudüs'ü kan dökerek ele geçirmişlerdir. 1947'den itibâren de Yahudiler Kudüs'te kan dökmekte, zûlüm yapmaktadır.

Hazret-i Ömer sonra Mısır’ın fethini emretti. Mısır’ın fethi üç yılda tamamlandı (640-642). Böylece Irak, Suriye, İran, Güney Anadolu ve Mısır onun Halifelik döneminde İslâm Devleti'ne katılmış oldu.

31 Ekim 644'te, kendisinden alınan verginin azaltılmasını isteyen, ancak talebi kabul edilmeyen Mugire bin Şu'be'nin Fars kölesi Ebû Lü'lüe tarafından, Medine'de sabah namazında secdede iken hançerle saldırıya uğradı. Sırtından yaralandı. Saldırgan intihar ederken, Ömer bin Hattab saldırıdan üç gün sonra 3 Kasım 644'te, 63 yaşında şehit oldu. Celse'de Varlığın "Biri beni arkadan vurdu" ifâdesi doğru. Bir yerden duymuş olmalı!...

Resûlullah onun hakkında, “Sizden önceki toplumlarda ALLAH’ın kâlplerine ilham verdiği kimseler vardı. Eğer benim ümmetimde de böyle kimseler varsa -ki şüphesiz vardır- muhakkak Ömer de onlardandır” demiştir. Halife Hazret-i Ömer toplumu ilgilendiren bir konu ortaya çıkınca, halkı Mescid-i Nebevî’ye çağırır, iki rek‘at namaz kılındıktan sonra minbere çıkıp, konuyu halka açardı. Halkın soru sormasına ve haklarını aramasına imkân tanır, kendisinin eleştirilmesini isterdi. Zâten CÂMİ, "insanların toplandığı yer" demektir, sâdece namaz kılmak için değil; toplananların dertlerini halletmek, Devlet'in onlardan isteklerini bildirmek, onların taleplerini Devlet'e ulaştırmak için bir aracıdır. HUTBE'nin gâyesi budur!... Maalesef sonradan "bi koşu yatıp-kalkıp ibâdet" edildiği sanılan yer oldu. Câmiler en az Sabah namazından yatsı namazına kadar açık, âlimlerin bulunduğu sohbet ve ibâdet mekânı olmalıdır.

"Emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker" , yâni "iyiliği emretme, kötülükten alıkoyma" esasına bağlı kalarak Halifelik vazifesini yerine getirmekte çok büyük hassasiyet gösteren Hazret-i Ömer, bütün emir ve yasakları önce kendi şahsında uygular, halka verdiği emirleri âile mensuplarına da söyleyerek, bunlara riâyet edilmesini isterdi... Peygamberimiz de bu prensibin "iyilik" kısmını sorana şöyle demişti: "Annene, âilene, sonra tedrîcen yakınlarına!" ... Yâni, yanında çalışanlara, komşularına, sonra mahallendekilere, şehrindekilere, ülkendekilere, Dünyâ'dakilere... Kötülük içinde kendin kötülük yapmaman yeterli değil, "Kim bir kötülük görürse eliyle, buna gücü yetmezse diliyle onu önlesin. Buna da gücü yetmezse, kâlbiyle kötülüğe öfke duysun. Bu ise imânın en zayıf derecesidir," demiş!... Yaa!.. Müslüman olmak, öyle yatıp-kalkmakla, 30 gün aç kalmakla bitmiyor...

Şimdi birileri diyor ki, "Spiritualizm'in Din'le ne alâkası var ki, bunlarla kafamızı şişirip duruyorsun?" ... Acaba haklı mı?... Bedri Ruhselman'dan, Enis Behiç Koryürek'ten, Ferhan Erkey'den, Turgut Akkaş'tan başka Spiritualizm'in Din'le, İlâhî Nizam'la ilişkisini kuranı görmedik.... Kurmayanlar haklı değiller!... Çünkü Spiritualizm, Âhıret âlemi ile râbıtalı... Öyle ya!... Ölmüş kişilerin, Âhıret'e intikâl etmiş Ruhlar'ı ile görüşüyoruz... Peki, Âhıret'ten hangi ilim dalı bahsediyor; Teoloji'den, yâni Din'den başka?... Yok, değil mi?... Öyleyse Spiritualizm, Din'le doğrudan alâkalı... Din de Tekâmül için değil mi?.. Bu da bir bağlantı... İşte biz de o yolda yürüyoruz.

Nerede kalmıştık?... Halife Hazret-i Ömer fetihlerin yanı sıra namaz kıldırmak, hutbe okumak, fey ve zekâtları toplamak, mâbedlerin yapımı ve bakımıyla meşgûl olmak, Ramazan ayının başını ve sonunu ilân etmek, hac farîzasının yerine getirilmesi için tedbir almak ve haccın idâresini üstlenmek gibi görevleri de yerine getirirdi.
FEY , "gayri müslimlerden alınan haraç, cizye, ticârî mal vergisi (uşûr) ve diğer bazı gelirler" demektir. Ganimet anlamında kullanıldığı da söylenir.
HARAÇ , "toprak vergisi" demektir. KUR'AN'da "karşılık, ecir, ücret, câize, mükafat, menfaat” mânâsında geçer. Bizim zamanımızda kullanılan olumsuz anlamlı "haraç alma, haraç verme" ile alâkası yoktur. Yurt harcı, yol harcı, cep harçlığı gibi olumlu anlamları vardır.
CİZYE , "İslâm ülkesinde yaşayan gayrimüslim vatandaşlardan güvenliklerinin sağlanması karşılığında hür ve mükellef olan erkeklerinden, yılda bir kez alınan baş vergisi" demektir. Sakatlardan, kadınlardan, çocuklardan ve gayrımüslim din görevlilerinden alınmazdı.
ÖŞÜR , "toprak ürünlerinden onda bir oranında alınan zekât veya vergi" demektir. Mustafa Kemâl âşârı kaldırdı, yani bu vergiyi kaldırdı. Hazret-i. Muhammed'in, “Toprak mahsûllerinden yağmur ve nehir sularıyla sulananlarda onda bir, kova ile (el emeği) sulananlarda yirmide bir oranında zekât vardır” hadisi nakledilir. Öşür aynı zamanda "ticâret vergisi" demektir.
Niye bunu yazdık?... FEY toplamak ve dağıtmanın ne kadar zor bir görev olduğunu göstermek için...
GANİMET , aslında "bir şeyi zorluk çekmeden elde etmek” kökünden gelmesine rağmen, " "müslümanların savaş yoluyla gayri müslimlerden ele geçirdikleri esirler ve her türlü mal" anlamında kullanılır.
ATİYYE , "Hediye, bahşiş, lütuf, ihsan, verme, bağışlama" demektir.

Hz. Ömer, divan defterlerini yanına alarak Medine çevresindeki insanların atıyyelerini evlerine gidip bizzat kendisi dağıtırdı. Gündüzleri çarşı pazarda, geceleri de Medine sokaklarında dolaşıp asayişi kontrol eder, ihtiyaç sâhiplerini gördüğünde kendisi Beytülmâl'den, yâni Devlet Hazinesi'nden yiyecek taşırdı. Her Cumartesi günü Medine’nin dışında Âliye yöresine gider, güç yetiremeyecekleri işlerde çalıştırılan kölelerin yükünün hafifletilmesini sağlardı. Aynı şekilde hayvanlara fazla yük yükletilmesine müdâhale ederdi. Vâlilerine yazdığı mektup ve emirnâmelerden birer nüshanın saklanmasını istediğinden Dîvânü’l-İnşâ’nın kurucusu kabul edilmiştir. 639 yılındaki kıtlıkta ihtiyaç sâhipleri Zeyd bin Sâbit tarafından belirlenmiş ve Beytülmâl'de bulunan bütün hububat ve yiyecekler kendilerine dağıtılmıştır. Kendisi de her gün 20 deve kestirerek ihtiyaç sâhiplerine dağıtmış, kıtlık yılında ihtiyaç dolayısıyla hırsızlık yapmak zorunda kalanlara ceza uygulamamıştır.

Dönemin tanınmış şâirlerin şiirlerini gençliğinden beri dikkatle dinlediği rivâyet edilen Ömer’in bunları okuduğu, birçoğunu ezberlediği, Halifeliği döneminde kabilelere âit divanların derlenmesini istediği bilinmektedir. Onun bu şiirlerden bestelenmiş şarkıları dinlemeyi sevdiği ve “Şarkı yolcunun azığı cümlesindendir” dediği nakledilmektedir. Babasından ensâb bilgisini öğrenen Ömer güzel yazı yazar ve güzel konuşurdu. Onun Kur’an’ın kıraat ve imlâsına itina gösterilmesini, Arap dilinin iyi öğrenilmesini ve doğru konuşulmasını istediği kaydedilmektedir.

Hazret-i Ömer, bütün İslâm beldelerinde vâlilere câmi ve mekteplerde eğitim ve öğretime KUR’AN’la başlanmasını emretmiş, bu maksatla çeşitli vilâyetlere Medine’den bâzı sahâbîleri göndermiş, onlara maaş bağlamıştır. KUR’AN’ın inanç esaslarına ait âyetlerinin doğru anlaşılması için çaba göstermiş; müteşâbih, yâni benzetmeli âyetlerle ilgilenenleri bundan menetmiş, kazâ ve kader konusundaki yanlış yorumları engellemiştir.

Hazret-i Ömer Peygamberimiz'in hadislerin rivâyetine çok dikkat eder, Resûl-i Ekrem’den bizzat duymadığı bir hadisi rivâyet eden sahâbîlerden, bunu Resûlullah’ın söylediğine dâir şâhit getirmelerini isterdi. Yâni dine uydurma hadislerin, hükümlerin girmesini önlerdi.

Hazret-i Ömer fetihleri yönetip yönlendirmesi, ortaya çıkan problemlerin çözümü, esirler ve gayri müslimler hakkındaki kararları, yeni şehirlerin kurulması ve askerlerin İslâm’a açılmış çok geniş coğrafyaya yerleştirilmesi, İslâmiyet’in tebliğ ve öğretilmesi gibi birçok konuda ilk uygulamaları gerçekleştirmiştir. Hz. Ali’nin teklifi üzerine Nisan 637'de hicrî takvimin kullanılmaya başlanması kararlaştırılmış ve muharrem ayı hicrî takvimin ilk ayı olarak kabul edilmiştir.

Beytülmâl gelirlerinden olan zekâtı Tevbe Sûresi'nin 60. âyeti, humusu da Enfâl Sûresi'nin 41. âyetine göre Müslümanlar'a dağıtmış, İslâm devleti hâkimiyetine giren gayri müslimlerin barış zamanında verdikleri, fey ismi altında toplanan vergiler (cizye, haraç ve öşür) sâyesinde artan beytülmâl gelirlerini Müslümanlar'a dağıtmak üzere bir düzenlemeye gitmeyi kararlaştırmıştır. Fey gelirlerinden cizyenin alınmasını emreden âyette (Tevbe Sûresi, 29. Âyet) bu verginin sarf yeri belirtilmemiştir. Hz. Ömer, hilâfetinin ilk yıllarında Resûl-i Ekrem’in ve Hz. Ebû Bekir’in yaptığı gibi cizyeyi Medine’deki Müslümanlar'a dağıtmıştır. Haraç ve ticâret malları vergilerini ise kendisi koymuş, ganimet topraklarının dağıtılmamasına ve bu topraklardan alınan haraç vergisinin vakıf olarak kalmasına karar verirken, bunlardan elde edilecek fey gelirlerinin Haşr Meraklıları için: ZEKÂT ÂYETİ :

- "Sadakalar (zekât gelirleri) ancak şunlar içindir:
Yoksullar, düşkünler, sadakaların toplanmasında görevli olanlar,
kâlpleri kazanılacak olanlar, âzat edilecek köleler, borçlular,
Allah yolunda (çalışanlar) ve yolda kalmışlar.
İşte Allah’ın kesin buyruğu budur.
Allah bilmekte ve hikmetle yönetmektedir."

(Tevbe Sûresi , 60. Âyet ) En düşük ZEKÂT, ihtiyaç dışı biriken maldan kırkta birdir.

HUMUS ÂYETİ ("beş" kelimesinden türemiştir, "Beşte bir" demektir.)

- "Allah’a ve kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz biliniz ki,
ganimet olarak ele geçirdiğiniz her şeyin beşte biri
Allah’a, Peygamber'e, yakınlara, yetimlere, yoksullara
ve yolda kalmışlara âittir. Allah her şeye kaadirdir."

(Enfal Sûresi , 41. Âyet)

CİZYE ÂYETİ:

- "Ehl-i Kitap’tan Allah’a ve âhiret gününe inanmayan,
Allah ve Resulü'nün yasakladığını yasak saymayan
ve Hak Din'e uymayan kimselerle,
yenilmiş olarak ve kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın."

(Tevbe Sûresi , 29. Âyet)

FEY ÂYETLERİ:

- "Allah’ın onlardan alıp Resûlü'ne fey‘ olarak verdikleri için
siz at veya deve koşturmuş değilsiniz.
Ama Allah elçilerini dilediği kimselere üstün kılar.
Allah her şeye kaadirdir."

"Allah’ın (başka) beldeler halkından alıp,
Resûlü'ne fey‘ olarak verdikleri,
Allah’a, Peygamber'e, yakınlara, yetimlere, yoksullara
ve yolda kalmışlara âittir;
(Servet) içinizden sâdece zenginler arasında dönüp dolaşan
bir şey olmasın diye böyle hükmedilmiştir.
Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa
ondan kaçının. Allah’a karşı saygısızlık etmekten sakının.
Kuşkusuz Allah cezâlandırmada çok çetindir."

" (Bu gelirler) Allah’ın lûtuf ve rızâsının peşine düşerek
Allah’a ve Resûlü'ne yardım ederlerken
yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan
yoksul muhâcirlerin hakkıdır. İşte onlar dosdoğru kimselerdir."

"Onlardan önce bu yurda yerleşmiş ve gönülden inanmış olanlar,
kendilerine göç edip gelenleri severler,
onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar;
ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.
Kim nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa
işte kurtuluşa erecekler onlardır."

"Bunların ardından gelenler de 'Ey Rabbimiz' derler,
'Bizi ve bizden önceki imân etmiş kardeşlerimizi bağışla!
Kâlplerimizde imân edenlere karşı kötü bir düşünce
ve duyguya yer bırakma! Rabbimiz!
Kuşkusuz sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin."

(Haşr Sûresi , 5-10. Âyetler)

Burada 7. Âyet'e dikkatinizi çekerim: "(Servet) içinizden sâdece zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey olmasın" diyor ALLAH!.. Hiç Müslüman geçinenlerin ağzından bu âyeti duydunuz mu?.. Onlar Din ile "Bakara-makara" diye dalga geçmeye kalkarlar, hem de Bakara Sûresi'ne dil uzatarak!... Siz hiç bir câmi vaazında imamın bu âyeti dile getirdiğini, açıkladığına rastgeldiniz mi?.. Onlar da "Cehenm"den, "ateş"ten "şarap içmenin günahı"ndan bahseder, durular. Sanki bu âyete ummamak günah değilmiş gibi!... Hiç bir partinin tüzüğünde programında, hiç bir politikacının konuşmasında bundan dem vurduğunu duydunuz mu?.. Ondan da bahsetmezler, şundan da: "(İman sâhibi zenginler) yardım isteyenlere ve yoksullara mallarından belli bir pay ayırırlardı.” (Zâriyat Sûresi , 19. Âyet)

Hazret-i Ömer fey gelirlerini Müslümanlar'a vermek için kurduğu dîvan teşkilâtını Medine’de bizzat kendisi yönetmiş, taşrada ise dağıtım işi vâliler veya onların görevlendirdiği âmiller tarafından yapılmıştır. Halife, savaşarak ele geçirilen yerlerde yaşayan halkın da barış yoluyla ele geçirilenler gibi zimmî statüsüne dâhil edilmesine, kendi dinlerinde kalmak istedikleri takdirde cizye ödemelerine, ayrıca ziraata elverişli topraklarının ödeyecekleri haraç vergisi karşılığında kendilerine bırakılmasına karar vermiştir. Haşr Sûresi'nin 6-10. âyetlerine dayanarak, ganimet statüsüne göre (Enfâl Sûresi, 41. Âyet) gaziler arasında dağıtılan veya Medine’ye gönderilen beşte bir nisbetindeki Beytülmâl hissesi esirleri de serbest bırakmış ve toprakları eski sâhiplerine iâde etmiştir. Başta insan unsuru olmak üzere ganimet ve toprak meselelerini içine alan bu çok yönlü konuda Suriye Vâlisi Ebû Ubeyde b. Cerrâh’a gönderdiği tâlimatın son kısmında, "bu arâzilerin sâhipleriyle birlikte Müslümanlar'a paylaştırılması hâlinde geriden gelecek Müslümanlar'ın ve zimmîlerin konuşacak bir insan bulamayacaklarını, emeklerinin ürünü kazançlarından faydalanamayacaklarını, arâzileriyle birlikte taksim edilen insanların Müslümanlar sağ kaldığı sürece sömürüleceklerini, sonraki nesillerin de onların çocuklarını sömürmeye ve köle olarak kullanmaya devam edeceklerini, böylece bu insanların İslâm dini hüküm sürdükçe Müslümanlar'ın kölesi kalacağını" söyleyip, "buna asla râzı olmadığını ifâde etmiştir. Fetihle ele geçirilen toprakları eski sâhiplerine bırakan Hazret-i Ömer "bu topraklarda tarıma devam edilmesini, arâzilerin ekilip verimli hâle getirilmesini, üç yıl üst üste ekilmeyen toprakların geri alınmasını" istemiş, ziraatın gelişmesi için tedbirler almış, ölü toprağı ekip ihyâ eden kimsenin bu toprağa sâhip olacağını belirtmiştir.

630 yılında nâzil olan cizye âyeti (Tevbe Sûresi, 29. Âyet) bu çok geniş coğrafyada yaşayan Yahudi, Hıristiyan ve Mecûsî gibi gayri müslim halka uygulanmaya başlanmış, ödedikleri vergi karşılığında kendilerine Allah ve Resûlü'nün zimmeti (himâyesi) verilmiş; çocuklardan, kadınlardan, fakirlerden, mâbed gelirleriyle geçinen din adamlarından ve sonradan Müslüman olanlardan bu vergi alınmamıştır. Bu verginin gereğinin yerine getirilememesi söz konusu olduğunda, iâde edilmesi cihetine de gidilmiştir. Nitekim Suriye Vâlisi Ebû Ubeyde bin Cerrâh, cizye aldığı Humus halkını Bizans’a karşı koruyamayacağını anlayıp, şehri terketmek zorunda kalınca, onlardan topladığı vergiyi geri vermiştir. Aynı uygulamanın Suriye’nin diğer şehirlerinde de yapıldığı bilinmektedir. Humus halkı, Müslümanlar'ın bu güzel davranışını gördükten sonra Müslümanlar lehine casusluk yapmış ve topladıkları Bizans ordusuyla ilgili bilgileri kendilerine vermiştir.

Hazret-i Ömer, cizye için belirlenmiş sâbit bir miktar söz konusu olmadığından meselâ Sevâd bölgesinde üç ayrı seviyede (12, 24 ve 48 dirhem), Suriye ve Mısır’da önceleri 2 dinar, sonraları 4 dinar (40 dirheme eşit) para ile bir miktar yiyeceği kişi başı yıllık vergi miktarı olarak kararlaştırmıştır.

Hazret-i Ömer, Suriye’ye seyahati esnâsında cizye ödeyebilmek için dilenen yaşlı bir Yahudi'yi cizyeden muaf tutmuş, “Sadakalar ancak fakirler ve miskinler içindir...” (Tevbe Sûresi, 60. Âyet) âyetindeki “miskinler”in Ehl-i Kitap’tan olan fakirler olduğuna hükmederek Beytülmâl'deki zekât gelirlerinden kendisine pay verilmesini emretmiştir. Câbiye’ye giderken gördüğü cüzzamlı Hıristiyanlar'a da zekât verilmesini istemiştir. Adâletli olduğu kadar merhametliydi de...

Hazret-i Ömer, fethedilen toprakları haraç vergisi karşılığında ziraatı iyi bilen eski sâhiplerine bırakmıştır. Ekilebilir arâzilerin alanına ve yetişen ürünün cinsine göre ister ekilsin ister ekilmesin, yılda bir defa alınan bu vergi (harâc-ı vazîfe) ilk defa Sevâd (Irak), Suriye ve Mısır topraklarında uygulanmıştır. Bu uygulamayla hem tecrübesiz kimselerin mülkiyeti altında ortaya çıkabilecek verim düşüşü engellenmiş, hem toplanan haraç vergisi Müslümanlar'a diğer fey gelirleriyle birlikte dağıtılmak sûretiyle âdil bir gelir dağılımı sağlanmıştır. Bâzı eski kaynaklarda savaşla ele geçirilen topraklardan alınan bu vergiye “task” adı verildiği görülmektedir. Ziraata elverişli olmayan topraklardan ve mesken alanlarından haraç alınmamıştır. Halife, haraç miktarlarının ve hangi topraklardan vergi alınacağının tesbitinden önce Sevâd arâzilerinin tahriri, ölçülmesi ve vergi miktarlarının belirlenmesi için Osman bin Huneyf ile Huzeyfe bin Yemân’ı görevlendirmiştir. Ekime elverişli olmayan yerlerin hesâba katılmadığı tahrir, yani deftere yazım işlemleri sonucunda Sevâd’ın 36.000.000 cerîb (bir cerîb 1366 m2’dir) olduğu belirlenmiştir. Sâsânî vergi sistemi hakkında bilgi toplayan Hz. Ömer haraca esas birim alan ölçüsü olarak Irak ve Suriye’de cerîbi kullanmış, Mısır’da feddânı esas almış, vergi miktarlarının belirlenmesinde toprakların verimliliği, sulanabilirliği, tüketim merkezlerine ve pazarlara olan yakınlığı, ürünün cinsi gibi unsurları göz önüne alarak farklı miktarlarda vergi alınmasına karar vermiştir. Buğday, arpa ve hurma, üzüm, zeytin, mercimek, susam, pamuk, yonca ve şeker kamışı yetiştirilen topraklara haraç koymuştur. Mısır’da da ekime elverişli alanlarla bunların verimlilik derecelerinin tesbit edildiği belirtilmektedir... Biz bunu şimdi bile yapmadık. Dünya kadar toprak ekilmeden boş duruyor. Ekilene gavur tohumu, gavur gübresi, gavur zehiri atılıyor. Ne çiftçi, ne de halk bundan karlı çıkıyor!... Çıkan gavur firmaları!..
FEDDÂN : Aslında “tarlayı süren bir çift öküz ve bir çift öküzün bir günde sürdüğü arâzi miktârı” anlamına gelen kelime...Bizdeki "ÇİFT-LİK kelimesi de bir çift öküzün sürebildiği arâzi için kullanılırdı.

Arâziyi işleyenlere güçlerinin üstünde vergi yüklememesini tembih eden Hz. Ömer, bu vergileri toplamak üzere Kûfeliler, Basralılar ve Suriyeliler’den en güvendikleri birer kişi göndermelerini istemiş, ayrıca her yıl bu bölgelerden Medine’ye çağırdığı onar kişiye toplanan vergilerin haksız yere alınmadığına şahitlik etmelerini istemiştir. .

Hazret-i Ömer, fetihlerden sonraki bâzı gelişmeler üzerine zimmîlerden ve harbîlerden ticaret malları vergisi (öşür) alınmasını kararlaştırmıştır. harbîlerin tüccarlarından, onların Müslümanlar'dan aldıkları verginin onda biri nisbetinde vergi almasını, aynı vergiyi yirmide bir nisbetinde zimmîlerden, kırkta bir nisbetinde Müslümanlar'dan almasını emretmiş, Müslümanlar'dan tahsil edilen öşrün zekât gelirlerine, harbî ve zimmîlerden alınan öşrün ise fey gelirlerine dâhil edilmesini istemiştir.
ZIMNÎ , "İslâm topraklarında ve İslâm Devleti'nin himâyesinde yaşayan gayrı müslim halk" demektir.
HARBÎ , " İslâm toprakları dışında yaşayanlar" demektir.

Medine’de merkezî bir idâre kuran Hazret-i Ömer, sınırları çok geniş bir coğrafyaya yayılan devleti “emîrü’l-ceyş” (emîrü’l-cünd) adı verilen kumandan-vâliler veya “emîr” (âmil) denilen vâliler eliyle yönetmiştir. Vâliler, savaşları sevk ve idâre etmeleri yanında gayri müslimlerle ilgili yukarıda anlatılan düzenlemeleri uygulamaya koymuşlar, Müslüman askerlerini İslâm’a açılan bu yeni merkezlere yerleştirmişler, böylece onların buralardaki gayri müslimlerle birlikte yaşamasını ve bu yerlerin İslâmlaşma’sını sağlamışlardır. Hazret-i Ömer ele geçirilen yerleşim merkezlerinde öncelikle câmi yaptırılmasını emretmiş, bunun yanında bâzan, fethedilen şehirlerdeki eski mâbedler tamâmen veya kısmen câmiye çevrilmiştir. Nitekim Dımaşk şehrinin ortasında bulunan Yuhannâ Kilisesi’nin yarısı hıristiyanlara bırakılmış, yarısı camiye dönüştürülmüştür. Kudüs’te olduğu gibi barış yoluyla ele geçirilen yerlerde ise eski mâbedlere dokunulmamıştır. Mescid-i Aksâ’nın yeri tesbit edilmiş ve buraya büyük bir câmi yaptırılmıştır. Genellikle câmilerin yanına emîr evi ve çarşı inşa edilmiştir. Bu şehirlere Arabistan’ın çeşitli yerlerinden gelerek fütuhata katılmış olan askerler yerleştirilmiş, daha sonra âileleri getirilip mahalleler kurulmuş, bu mahallelerde mescidler açılmış, böylece iki ayrı şehir profili ortaya çıkmıştır. Kudüs, Dımaşk, Antakya, Medâin ve İskenderiye gibi gayri müslimlerin de yaşadığı şehirler dinlere göre mahallelere bölünürken Basra, Kûfe ve Fustat gibi yeni kurulan şehirlerde Arap yarımadasından fütuhat için gelen Müslüman Araplar kabilelerine göre yerleştirilmiştir.

Hazret-i Ömer görev yerlerine gitmeden önce vâlilerin bütün servetlerini kaydettirir, servetlerinde aşırı miktarda artış olanların durumlarını araştırır, gerekirse servetlerinin bir kısmına el koyardı. Vâlilerinin ve diğer görevlilerinin teftişine çok önem veren Hazret-i Ömer, hakkında şikâyet bulunanlar için soruşturma açmıştır. Her yıl hac mevsiminde valileri Medine’ye çağırır, halktan bâzı kimseleri de yanlarında getirmelerini ister, onlardan vilâyetlerinin durumuna, halkın şikâyetine, fiyatlara, zayıf ve güçsüzlerin vâlilerin yanına girip giremediklerine, vâlilerin hastaları ziyâret edip etmediğine dâir sorular sorardı. Ayrıca teftiş maksadıyla tanınmayan kimseleri gizlice vilâyetlere gönderirdi.

Savaşta nasıl davranılacağıyla ilgili prensipler ortaya koyan Hazret-i Ömer savaştan önce karşı tarafla temâsa geçilmesini, onlara elçilik heyeti gönderilmesini, bu heyetin onları İslâm’a dâvet etmesini, kabul etmedikleri takdirde cizye ödemelerinin teklif edilmesini, bunu da kabul etmezlerse savaşılacağının kendilerine bildirilmesini istemiş, insanlık dışı tecâvüzlerde bulunulmamasını, tenkil yapılmamasını, kadın ve çocukların öldürülmemesini tembih etmiştir. Orduların durumunu yakından takip edebilmek ve merkezle taşra arasındaki irtibatı sağlayabilmek için haberleşmeye büyük önem vermiş, bu maksatla yollara menziller yaptırmış, vâlilerinden devamlı raporlar istemiştir... Bu esaslar Türk Ordusu'na yansımış, uygulama bugünlere kadar gelmiştir. O yüzdendir ki, Balkanlar'dan Afganistan'a kadar nereye Türk askeri gitse, baş tâcı edilir.

Bu dönemde askerlerin adları divan defterlerine yazılmak sûretiyle âdeta zorunlu askerlik ve düzenli orduların kurulmasına adım atılmış, ziraata elverişli toprakların sulanması için bent-kanal sistemleri kurulmuş, su ihtiyâcının karşılanması için yerleşim merkezlerine kanallar açılmıştır.

İslâm târihinde ilk hapishâne Hz. Ömer zamanında kurulmuş ve bunun ardından cezâlarda bazı değişikliklere gidilmiştir. İslâmdaki cezâlar mâğdûrun mağdûriyetinin giderilmesi yönünde olduğu için, aslında hapis cezâsı az uygulanırdı. Suçlu verdiği zararı öder, ödeyemezse cezâ yerdi.

Kara yoluyla Medine’ye erzak sevki zor olduğu için Mısır Valisi Amr bin. Âs, Hazret-i Ömer’den izin alarak Nil nehri kenarındaki Babilon şehriyle Kızıldeniz sâhilindeki Külzûm (Süveyş) Limanı’nı birbirine bağlayan, firavunlar döneminde yaptırılmış ve zamanla kapanmış olan kanalı açtırmış, bu su kanalı vasıtasıyla Kızıldeniz üzerinden Medine’ye erzak gönderilmesini ve Mısır, Haremeyn ile Yemen ve Hindistan arasında deniz ticâreti yapılmasını sağlamıştır. Kızıldeniz’i Akdeniz’e bağlamak üzere bir kanal açılabileceğini Halife'ye bildiren Amr, hacca gelenlerin gemilerini Rumlar’ın yağmalayacağı endişesini ifâde eden Hazret-i Ömer’den izin alamadığı için, bu tasavvurundan vazgeçmiştir.. Yoksa, Süveyş Kanalı tâ o târihte yapılacaktı.

635 yılında Mescid-i Nebevî’de ilk defa cemaatle teravih namazı kılınmasını emretmiş, kadın ve erkeklere iki ayrı imam tâyin etmiştir. Mescid-i Harâm’ı da çevredeki bâzı evleri istimlâk ederek genişletmiş, etrafını göğüs hizasında bir duvarla çevirtmiş ve meş'alelerle aydınlatmış, bâzı rivâyetlere göre sel sularının Kâbe’nin duvarına kadar sürüklediği Makam-ı İbrâhim’i eski yerine koydurmuştur. Seli önlemek için iki bent yaptırmış, Harem bölgesinin sınırlarını taş direkler (ensâb) koydurarak yeniden belirlemiştir. 638 yılındaki umresi esnasında Mekke-Medine arasındaki su kaynaklarında misâfirhâne yapmak, yeni kuyular açmak ve mevcutları temizlemek isteyen kabilelere hac ve umre yolcularının öncelikle faydalanmaları şartıyla izin vermiş, Şam-Hicaz arasında da benzer tedbirleri almıştır. Medine’de bir misâfirhâne yaptırmış, Kûfe-Hîre arasındaki bir konağın misâfirhâne olarak kullanılmasını istemiştir.

Medine’de çocukların eğitimi için görevliler tâyin eden Hz. Ömer çocuklara Kur’ân-ı Kerîm, okuma yazma ve Arap dili kaidelerinin yanında ensâb bilgisi, şiir, darbımesel, yüzme, binicilik ve atıcılığın öğretilmesini istemiş, bu konuda vâlilere emirler göndermiştir. Kur’ân-ı Kerîm öğrenen çocuklara Beytülmâl'den maaş bağlamıştır ki, bu ilk eğitim bursudur. Bu öğretim faaliyetlerinden hür veya köle bütün çocuklar faydalanıyordu.

Bu dönemde hemen her yerdeki fetihleri kitleler halinde İslâm’a gönüllü katılmalar takip etmiş, hiç kimse İslâmiyet’i kabûle zorlanmamıştır. Hazret-i Ömer gayri müslimlerle yapılan antlaşmalara gerekli hassasiyetin gösterilmesini sağlamış, din farkı gözetmeksizin insanlara iyi davranılmasına dikkat edilmesini istemiştir. Gayri müslimlere tam bir inanç hürriyeti sağlanmış, âteşkedeleri, kilise ve havraları korunmuştur. Hazret-i Ömer’in Kudüs’ün fethi esnasında kilisede namaz kılmaması yanında, bu din anlayışının bir başka delili Mısır fethine şâhit olan Nikou Piskoposu Jean’ın ifâdelerinde görülür. Jean, Amr bin Âs’ın kiliselerden bir şey almadığını, onları yağma etmediğini, emlâkine el koymadığını ve Müslümanlar'ın Hıristiyanlar'ın işlerine karışmadığını açıkça dile getirmiştir. Diğer taraftan Hazret-i Ömer gayri müslimlerin uyacakları bazı esasları da belirlemiştir. Onun zamanında ve daha sonraki dönemlerde zimmîlerin devlet hizmetinde çalıştıkları bilinmektedir.

Çok uzadı ama, epey bilgi edindik. Daha çok ta ben edindim. Zâten bunları en başta kendim için yazıyorum. Hem tekrar oluyor, hem de eksiklerimi tamamlıyorum. Siz sıkılabilirsiniz ama, ben hiç sıkılmıyorum. Aksine çok zevk alarak yapıyorum.... Hadi, Celse'ye devam edelim.

Hâmi Ruh- İnmesine yardım ediniz!
İdâreci- ??? İniniz...
Hâmi Ruh- Okuyunuz...
İ- Dua edelim.
Varlık3- ....
(Fransızca konuşuyor, fakat biz tercümesini yazıyoruz) İşte!... İşte!...
Işık niçin?... Niçin Işık?
İ- Kiminle görüşüyorum?
V3- Benim maalesef.
İ- İsminizi Bildirir misiniz?
V3- Benim.
İ- Napolyon?
V3- Evet.
İ- Hoş geldiniz.
V3- İşte Pâris...
İ- Arzunuz var mı?
V3- Biraz bekleyiniz.... Ben deliyim... Fakat ben büyük zorluk içinde... Bin günden
beri... Başımı kaybettim!... Harbi kaybettim... Bin... Nasıl oraya gideceğim?... Oraya
nasıl geçiliyor?,,, Sezar yaralandı... Buz dondu... ALLAH çok fenâ!... Başını kaybetti...
Allah'ım!... Burada değil... Allah'ım!... Ben kendime... başım vardı, fakat kaybettim...
işte... Kâlbimden yaralandım... Hayâtı kaybettim...

Allah Allah!... Biz Marie Antionette'i bekliyorduk, karşımıza Napolyon çıktı!... Bunlar size anlamsız gelebilir, zâten öyle... Çünkü konuşan Varlık TEŞEVVÜŞ içinde... Ve bütün söyledikleri Medyum'un bilmediği Fransızca ile... Birisi Napolyon taklidi yapıyor... "Harbi kaybettim" diyor... Ama daha önce "Başımı kaybettim" demiş... İki ayrı Varlık görüntüsü olduğunu seziyoruz. "Başım vardı, fakat kaybettim" sözü Marie Antionette'e uyuyor... Ne yapacağız şimdi?...

Varlık3- Halk... Halk... Askerler... Ahh!... Bitti!...
Allah'ım!... Fransa'nın .....?....
(anlaşılmıyor) .... Evet, taşınıyorum... Askerlerin... Ağlıyorum...
Başım, iki elimin arasında... ben bittim!... Hepsi bitti benim için...
İdâreci- Şimdi biraz görüşmek istiyoruz.
V3- ... Bir ikinci murarebeleri kaybettim... Jozephine.... Biliyorum ki ben hapteyim...
Bu hakikat mıdır?... Beni affediniz... Kaybettim.... Çok Müslüman öldürdüm... Beni
affedecek mi?... Sen beni affedecek misin?.. Bu Müslümanlar hapishânedeydi.
onları öldürdüm... Onun için ben büyük bir güçlük içindeyim... Ben büyük bir cinâyet
işledim... Yerimdeyim... yerime gideceğim... ..... ?.....
(Uzun süre ne dediğim anlaşılmıyor).........
Bu benim.... Allah'ım!.... Bana acıyınız... Benim için dua ediniz... ALLAH'ın sâyesinde,
mösyö... Sizin sâyenizde...

"Napolyon, Josepine, Müslüman öldürdüm" diyerek gelen Varlık kendisinin Napolyon olduğunu söylemek istiyor... Medyum Esat 4 Ekim 1966 târihli Celse'de Varlığa, "Sen ayrı ayrı isimde, iki ayrı yerde, ayrı ayrı görün... değil mi, düdük?" diyerek foyasını meydana çıkarmış, azarlamıştı. Demek ki, aynı Varlık, hem Marie Antionette (1755-1793), hem de Napolyon (1769-1821) diye görünüyor. Şimdi bir de Napolyon'u yazmak gerekecek... Önce Napolyon'u tanıyalım. Sonra devam ederiz.

Napolyon, benim listemde üç büyük GENÇ GENERAL'den biridir. Biri Büyük İskender (M.Ö. 356-M.Ö. 323), 20 yaşında tahta geçti, hemen savaşa başladı. Pers Kralını bile yendi. Mısır'ı aldı. Hindistan'a kadar gitti. Ömrünün sonuna kadar savaştı. İkincisi Fâtih Sultan Mehmed (1432-1481) 21 yaşında tahta geçti, 23 yaşında İstanbul'u aldı. Ömrünün sonuna kadar da İskender gibi savaştı, tam 17 devlet yıktı, Osmanlı Devleti'ni İmparatorluk yaptı.... Üçüncüsü de Napolyon'dur.

Napolyon Bonapart 15 Ağustos 1769'de Korsika'da doğmuştur. Yâni aslen Fransız değildir. Ana dili Korsikaca idi. Doğduğu zaman adı, “Napoleon di Buonaparte” idi, 1796’da soyadını Fransızlaştırarak “Napoléon de Bonaparte” yapmıştır.Adanın Ceneviz Cumhuriyeti’nden Fransa’ya geçtiği yılın ertesinde Korsika’da, Toskana asıllı soylu ve görece mütevazı bir İtalyan âilenin oğlu olarak dünyâya gelmişti. Avukat Carlo Buonaparti ile Maria Letizia Ramolino çiftinin 8 çocuğundan ikincisi idi. Annesinin sert disiplini altında yetiştirildi. Babası, Cenova Cumhuriyeti’nin bir parçası olan Korsika’nın 1768’de Fransa yönetimine girmesinden sonra Fransız sarayının hizmetine girmiş ve Bounaparte âilesi Fransızlar tarafından 1771’de soylu ilân edilmişti... Hani Fransız İihtilâli asillere karşı idi?..

Ailesi zengin değildi ancak babasının bağlantıları sayesinde Napolyon ve kardeşleri, Fransa’ya gitme ve burslu okumak imkânı elde etti. 1779 yılında ağabeyi Joseph ile birlikte eğitim için Fransa’ya gönderildi. Autun’da bir kolejde Fransızca öğrenmeye başladı ve aynı yıl Brienne'daki askeri okula girdi. Matematikteki başarısı sayesinde 1784'te Paris Kraliyet Askeri Okulu adlı akademiye kabul edildi. Matematik ve geometriye olan ilgisini daha iyi değerlendirebilmek için topçu sınıfını tercih etti. Okul sırasında babasının ölümü ile geliri azalan Napolyon, iki yıllık okulu bir yılda bitirdi.

1785 yılının Nisan ayında Valence'daki topçu alayına üsteğmen rütbesiyle katıldı. Askerlik yaşamının ilk 8 yılında sık sık uzun süreli izin alarak memleketi Korsika’ya gitti. Korsika’nın Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesinin lideri Pasquale Paoli, Fransız Devrimi sırasında adaya dönüp bağımsızlık mücadelesini yeniden canlandırmıştı. Ateşli bir Korsika milliyetçisi olan Napolyon, “Milliyetçi” , “Kralcı” ve “Devrimci” kimliklerinin arasında kaldı. Sonunda Jakobenler'i destekleme kararı aldı. Fransa'ya karşı bağımsızlık mücâdelesine girişen Korsikalı milliyetçilere karşı Jakoben örgütlenmesinde çalıştı. Yâni, Korsikalı olmayı bıraktı. 1793’te Pasquale Paoli tarafından Korsika’dan sürüldü; âilesiyle birlikte Fransa'ya kaçtı. Âilesini La Valette’ye yerleştirdikten sonra alayına katıldı.

1793 yılında Fransa neredeyse bütün Avrupa ile savaş hâlindeydi. Temmuz ayında Fransa’nın güney şehirlerinde ihtilâlci hükûmete karşı ayaklanmalar çıkmış; stratejik bir deniz üssü olan Toulon şehri karşı devrimciler tarafından İngiliz-İspanyol istilâcılara teslim edilmişti. Napolyon, Toulon kuşatmasına bir topçu subayı olarak katıldı. Liman, Fransız ihtilâlci ordusu tarafından 19 Aralık 1793’te geri alındı. Napolyon, kalçasına saplanan bir şarapnelle yaralandığı bu kuşatmada, sergilediği liderlik özellikleri ile dikkat çekti; Maximilien Robespierre tarafından 24 yaşında tuğgeneralliğe yükseltildi ve Fransa ordusunun İtalya kanadının Topçu kuvvetlerinin başına geçirildi.

Fransa’da Kamu Selâmet Komitesi Başkanı Robespierre idâresindeki Terör Dönemi, Temmuz 1794 yılının Temmuz ayında sona erdi ve Robespierre kardeşler idam edildi. Napolyon, Augustin Robespierre ile ilişkisi nedeniyle yeni yönetim tarafından şüpheli görüldü ve tutuklandı. Kısa bir süre Antibes Kalesi’nde tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı..

Ününü kurtarmak ve yeniden gözde bir komutan olmak isteyen Napolyon, Osmanlı Devleti’nin İstanbul’da topçu yetiştirmek için açtığı Mühendishâne adlı okulda çalışmak üzere Fransa’dan uzmanlar istemesi üzerine Türkiye’ye gitmek için ihtilâl hükûmetine bir mektupla başvurdu. Ancak bu talebi kabul edilmedi ve tekrar Fransız ordusundaki görevine döndü.

Nisan 1795’te Marsilya’nın zengin bir tüccar âilesinin kızı olan Désirée Eugénie Clary ile nişanlandı. Bu arada Fransa'da yeni bir anayasa kabul edilmiş ve ülke beş kişilik Direktuvar tarafından idâre edilmeye başlamıştı. Paris’te krallık yanlısı binlerce kişi protesto için sokağa inince, Napolyon’u Toulon Kuşatması’ndan tanıyan Direktuvar üyesi Paul Barras ona göstericileri bastırmasını emretti. 5 Ekim 1795’te binâların üzerine toplar yerleştirtip kalabalığın üzerine ateş ettiren Napolyon, ayaklanmayı bastırdı. Çok insan öldü. Ancak bu başarısı sâyesinde İç Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’na getirildi; 26 yaşında rütbesi tümgeneralliğe yükseldi.

5 Ekim'deki sokak çatışmalarından sonra tüm Parisliler'den silahlarını teslim etmeleri istenmişti. Napolyon, terör döneminde idam edilmiş kocası Alexander de Beauharnais’in kılıcını saklaması için oğluna izin vermesine teşekkür bahânesiyle kendisini ziyârete gelen Josephine de Beauharnais'e âşık oldu. Nişanlısından ayrıldı. 9 Mart 1796’da Josephine ile evlendi. Aynı yıl soyadını Fransızlaştırarak “Napoléon de Bonaparte” yaptı. Böylece tam Fransız oldu.

Devam etmekte olan Fransız Devrim Savaşları’nın İtalya cephesi’nde görevlendirilen Napolyon, Alpler ordusunun başkomutanlığına getirilerek düğününden iki gün sonra Paris’ten ayrıldı. Fransa Cumhuriyeti'ne karşı Avusturya, Prusya, İngiltere, Sardinya- Piyemonte Krallığı tarafından oluşturulan I. Koalisyon güçlerine karşı savaşacaktı. Yanında sekreteri Andoche Junot ve yâverliğini yapan kardeşi Louis Bonaparte ile birlikte yola çıktı ve ordu karargahının bulunduğu 27 Mart'ta Nice’e ulaştı.

Napolyon, yetersiz donatılmış orduyu kısa sürede savaşabilecek duruma getirdi ve 12 Nisan 1796’da Alpler’i aşarak Kuzey İtalya’ya saldırıya geçti. 28 Nisan’da Sardinya-Piyemonte Krallığı, Cherasco Ateşkesi ile savaştan çekildi. 15 Mayıs 1796’da Napolyon’un ordusu Milano’ya girdi. Avusturya ordularını art arda yenilgiye uğrattıktan sonra Ocak 1797'de İtalya'daki Avusturya askeri varlığını püskürterek Viyana üzerine yürüdü. Ön-barış anlaşması 18 Nisan’da Leoben’de yapıldı. Barış görüşmeleri sürerken 12 Mayıs 1797’de Venedik işgâl edildi. Avusturya ile barış antlaşması 17 Ekim 1797 târihinde imzalandı. İtalya seferi sırasında söylendiğine göre 18 meydan savaşı kazanan Napolyon'un Fransa'daki ünü arttı. Bölgeden topladığı vergiler sayesinde Direktuar yönetimine mâlî kaynak yaratması sâyesinde politik olarak da sivrildi.

İtalya Seferi sürerken Fransa’da 21 Mart 1797’de yapılan seçimlerde oyların çoğunu kraliyetçiler alınca, üç Direktör 4 Eylül 1797’de ordunun desteği ile bir darbe yaptı. Seçimler iptal edildi ve kraliyetçiler tutuklandı. Târihe “18 Fructidor Darbesi” olarak geçen bu darbenin gerekçesi olarak Napolyon’un gönderdiği belgeler gösterilmişti. İtalya seferi sürerken Napolyon câsusluk yaptığından şüphelendiği Antraigues Kontu Emmanuel-Louis-Henri of Launay'i Milano’da tutuklamıştı. Kontu bizzat sorgulayarak elde ettiği itirafnâme, darbenin gerekçesi kabul edildi. Ayrıca Napolyon, darbeye destek için Pierre Augereau komutasında bir ordu gönderdi.

Napolyon, 1797 yılı sonunda Paris’e döndü. Fransız yönetimi, yâni Direktörler, 1798 yılı başlarında onu İngiltere anakarasının istilâsıyla görevlendirdiler. Ancak Napolyon, "denizlerde etkili bir üstünlük sağlanmadan böyle bir operasyonun başarı şansı taşımadığını, İngiltere'ye karşı dolaylı bir strateji izlemenin en mantıklısı olduğunu" savunmuş ve "Mısır'ın işgâl edilerek İngiltere'nin Uzak Doğu ticâret yolunun kesilmesini" önermiştir. Dışişleri Bakanı Talleyrand ile anlaşıp, önerisini Direktuar hükûmetine kabul ettirdi ve büyük bir donanma ve 35.000 askerle 19 Mayıs 1798'de Toulon limanından Osmanlı eyâleti Mısır'a hareket etti. 29 yaşında Tümgeneral Napolyon Bonapart'ın kafasında, Mısır sınırlarını aşan geniş tasarılar vardı. Akdeniz'de, Malta ve Mısır'ı ele geçirerek, İngiltereyi Kızıl Deniz'den kovacak, Süveyş'te kanal açarak, Hindistan'a kadar uzanacaktı.

Akdeniz’de devriye gezen Britanya donanmasını 10-13 Haziran 1798'de yenilgiye uğratıp stratejik öneme sâhip Malta'yı işgâl eden Fransız donanması, 1 Temmuz’da İskenderiye önüne demir attı. Napolyon İskenderiye’yi işgâl ettikten sonra Kahire’ye yöneldi. Mısır resmen Osmanlı toprağı sayılsa da güç, Memluk Beyler'in elindeydi. Memluk Beyi’nin ordusunu Piramitler Muharebesi’nde yendikten sonra 22 Temmuz’da Kahire’ye muzaffer bir komutan olarak girdi. İslam padişahının dostu olduğunu, Memlûk Beyleri’nin nüfuzunu sona erdirmek üzere Kahire’ye girdiğini iddia eden Napolyon, yaptığı din propagandası ile halkı yanına çekmeye çalıştı. Merkez ve eyaletlerde kurduğu dîvanlara ulemaları atayarak ülkeyi dîvanlar aracılığıyla yönetmeye başladı.

Mısır, Osmanlılar tarafından Yavuz Sultan Selim tarafından Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) savaşlarından sonra fethedilmişti... Yapılan bu fetihle yalnız sözü edilen verimli topraklar değil, İslam Birliği'nin mânevî liderliğini ifâde eden Hilâfet Makamı da Osmanlı Devleti’ne geçmişti. Fethedilmiş olsa bile Mısır’da bulunan Kölemen Ocağı’nın kaldırılmamış olması, daha sonra ortaya çıkacak pek çok soruna kaynaklık etmeye devam etmiştir. Kölemenler aslında Orta Asya ve Kafkasya'dan getirilen Türk ve Çerkes asıllı kölelerdi. Lâkin bunlar sonra kendi gayretleri ile yüksek makamlar elde etmiş, ve Mısır Kölemen Devleti'ni kurmuştu. Yavuz Sultan Selim onların devletini yıkmış ama, kölemen bağlılığını ortadan kaldıramamıştı. Napolyon Mısır'ı işgâle kalkıştığı sırada Mısır Vâlisi Mehmet Hüsrev Paşa idi.

Napolyon'un Mısır seferi hazırlıkları karşısında telâşlanan Rusya'nın, daha 1797 yılı sonlarından itibaren, bir yandan Karadeniz donanmasını hazırlarken diğer yandan da Osmanlı Devleti ile ittifak çabalarına girişti. Napolyon'un 2 Temmuz 1798 de İskenderiye'ye çıkması ile Osmanlı Devleti Rusya ile, istemiye istemiye ittifaka yanaştı ve ittifak müzakereleri 28 Temmuz' da İstanbul'da başladı. Rusya bir oldu-bitti yaparak donanmasını İstanbul Boğazı önlerine getirdi. 5 Eylül'de, 11 parçalık Rus donanmasının Büyükdere önlerine demir atmasına izin verildi. Bu Rus donanmasına bir Osmanlı donanması da katılarak, Mora ve Arnavutluk kıyılarını Fransızlar'a karşı savunmak üzere, bir Türk kaptanının komutasında 19 Eylül'de İstanbul'dan hareket etti. İttifak antlaşması 23 Aralık 1798 de imzalandı.

Rusya'dan sonra Osmanlı Devleti 5 Ocak 1799'da İngiltere ile de ittifak imzaladı. Mamafih İngiltere de ittifakın imzasından bir kaç ay önce de Osmanlı Devleti'ne yardım etmiş ve Amiral Nelson komutasındaki bir İngiliz donanması göndermişti. Bu yüzden Napolyon’un Mısır’daki başarısı kalıcı olmadı. İngiliz Amiral Horatio Nelson komutasındaki İngiliz donanması, Abukir körfezinde demirlemiş Fransız donanmasını Nil Muharebesi’nde imha edince, ordunun ikmâl bağlantısı kesildi. Napolyon ve ordusu Mısır’a hapsolmuştu... Amiral Nelson da büyük bir askerdir. Bir gözünü ve bir kolunu kaybetmesine rağmen mesleğini bırakmamıştır. Filmi dahi yapılmıştır.

Bu gelişme Napolyon’un Kahire’de giriştiği düzenlemelerin hızını kesmedi. Sulama projeleri, okul ve hastane inşası, gazete açma, tiyatro kurma gibi projeleri sürdürdü. Akdeniz’den Kızıldeniz’e bir kanal açılması için planlar hazırlamaya, Mısır’ın ekonomik olarak kalkınması için tedbirler almaya başladı. Dindar Müslümanlar'ı memnun etmeye çalıştı hatta kendisinin Müslüman olduğunu ima etti. Mısırlılar artık ona “Ali Bonapart” demeye başlamıştı.

Ancak bir süre sonra Fransızlar'ın İslam’a saygı duyduklarını söylemelerine rağmen, Mısır’ı sömürmek için ellerinden geleni yapmaları, ülkede Fransızlar'a karşı bir tepki doğurdu. 21 Ekim’de El-Ezher Câmisi etrafında kümelenen Müslümanlar ayaklanma başlattı Ayaklanmayı çok kanlı bir şekilde bastıran Napolyon, durumunun sağlam olmadığını görüyordu. Mısır’a kara yönünden gelecek tehditleri engellemek için Şubat 1799’da orduyu Filistin’e doğru yürüyüşe geçirdi. Hedefi, "Doğu’nun imparatoru" olmak, İndus’e kadar ilerlemekti.

Napolyon, Mısır'dan sonra Suriye'yi işgâl ederek Osmanlı Devleti'ni barışa zorlamak üzere 1798 Aralık ayında harekete geçti. Gazze ve Yafa'yı aldıktan sonra, Mart 1799'da Akka önlerine geldi. Yafa'yı aldığında, 3.000 kadar Türk, esir olarak Napolyon'un eline düşmüştü. Napolyon bunların hepsini öldürttü!... Demek ki, Celse'de söyledikleri doğruymuş!... Ama bunu Napolyon mu söyledi, Marie Antionette Napolyon taklidi yaparak mi söyledi, bilemem... Ayrıca şehirdeki 7.000 kadar sivilii kılıçtan geçirdi;

19 Mart’ta Akka Kalesi önüne geldi. Akka'yı, Cezzar Ahmet Paşa savunuyordu. Osmanlı ve İngiliz donanması da Cezzar Ahmet Paşa'ya denizden yardım ediyordu. Napolyon Akka'yı kuşatma altına aldı ve bu kaleyi düşürmek için iki ay uğraştı. Denizle bağlantısı kesildiğinden, Mısır'dan da çok uzaklaşmış olduğundan ve Kölemen çeteleri de Napolyon kuvvetlerini arkadan vurmaya başladığından, Napolyon'un askerleri büyük sıkıntı içine düştü. Napolyon, Cezzar Ahmet Paşa ile anlaşmak için kendisine bir kaç defa mektup yazdı ise de, Paşa bu mektuplara cevap bile vermedi. Napolyon, Akka'nın kuşatmasına daha fazla devam edemiyeceğini görünce, 25 Mayıs 1799'da kuşatmaya son vererek, dönmek üzere harekete geçti... Akka hezimeti Napolyon'un ilk yenilgisi oluyordu. Eylül 1799’da ordusunu Mısır'da bırakarak iki küçük gemiyle Fransa'ya döndü.

Napolyon'un askerlerinin karşısında sâdece Cezar Ahmet Paşa yoktu, sonradan paşa olan Kavalalı Meihmet Ali Ağa da vardı.... 1769 yılında Kavala’da doğan Mehmed Ali, babası Bekçibaşı İ brahim’i küçük yaşta kaybedince, Kavala mütesellimi olan amcası Tosun Ağa’nın himayesine girmişti. Ancak bir müddet sonra amcası hükûmetin emriyle idam edilince, Kavala’da ticâretle uğraşan Leon isimli bir Fransız tüccara intisap eden Mehmed Ali, hâmisinin kendisine karşı olan iyiliklerinden çok etkilendi... Fransa’ya ve Fransızlar'a olan eğiliminin bu dönemden başladığı söylenmektedir.

Mehmed Ali zeki, kararlı, enerjik ve çocukluğunda yaşamış olduğu olayların etkisiyle de sert karakterli idi. Çok cesur ve aynı zamanda kurnaz olan Mehmed Ali, okur-yazar olmamakla birlikte, çok çalışkan ve çok becerikliydi. Mehmed Ali 1787 yılında askerliğe intisap etmiş ve vergilerini ödemek istemeyen bâzı köylülere karşı giriştiği birkaç çarpışmada ön plâna çıkarak dikkatleri üzerinde toplamıştır. Aynı yıl Kavala Çorbacısı'nın akrabasından Emine adlı dul ve zengin bir kadınla evlenmiştir.

Mısır’ı işgâl eden Fransızlar’a karşı hazırlanan kuvvetler arasında Kavala’dan yola çıkarılan 300 asker içinde yer alan Mehmed Ali’nin Mısır topraklarına geliş tarihi 8 Mart 1801’dir. Aynı yıl Fransız kuvvetleri karşısında elde ettiği başarılardan dolayı Mısır Vâlisi Mehmed Hüsrev Paşa tarafından binbaşılığa yükseltildi ve kısa sürede Mısır’daki Osmanlı kuvvetlerinin esâsını teşkil eden Arnavut birliklerinin ikinci kumandanı oldu.

Hüsrev Paşa’ya tâbi kuvvetler ile Tâhir Paşa ve Mehmed Ali kumandasındaki Arnavutlar arasında bir uzlaşmazlık hüküm sürüyordu. Memlükler arasında da anlaşmazlık mevcuttu. Bunların bir kısmı Bardisî’yi, bir kısmı da Elfî Bey’i destekliyordu. Mehmed Ali bu durumdan istifade etmesini bildi. Memlükler’i Osmanlılar’a, muhalif Memlük grupları birbirlerine, yeni vâli Hurşid Paşa’yı Memlükler’e ve son olarak da Kahire halkını Hurşid Paşa’ya karşı kışkırtarak meydana gelen kargaşadan faydalandı. Çeşitli siyâsî manevralar neticesinde, Mısır’ın son vâlileri bulunan Hüsrev, Tâhir, Ali ve Hurşid Paşalar'ı bertaraf ettikten sonra ulemâ, eşraf ve Mısır halkının desteğini de elde edip Bâbıâli tarafından Mısır Vâliliği'ne getirildi. (3 Temmuz 1805)

Napolyon, Paris’e varır varmaz Direktuar üyelerinden Emmanuel-Joseph Sieyès tarafından plânlanan darbenin hazırlıklarına katıldı. 9 Kasım 1799 tarihinde gerçekleşen hükûmet darbesiyle Fransa târihinde yeni bir dönem başladı. Kısa bir süre içinde anayasada değişiklikler yapıldı ve Yeni anayasa ile cumhuriyet görüntüsü altında bir diktatörlük oluşturuldu. Yönetim Üç Konsül'ün eline bırakılmıştı; en önemli görev olan 'Birinci Konsül'lüğe 30 yaşında olan Napolyon getirildi. Diğer iki üye Sieyes ve Roger-Ducos idi. Napolyon, bir ay sonra İkinci Konsüllüğe Cambacérès’i, Üçüncü Konsüllüğe Lebrun’u getirdi. 7 Şubat 1800’de bir ulusal referandum düzenlendi ve halka Napolyon’un ömürboyu Konsül olmasını onaylayıp onaylamadıkları soruldu. 18 Şubatta ilân edilen resmî sonuçlara göre 3,011,007 “Evet”, 1562 “Hayır” oyu verilmişti. Böylece anayasada değişiklik yapıldı ve Napolyon “ömür boyu Konsül” oldu.

Bu sırada İtalya'da savaş devam ediyordu. Napolyon Paris’ten ayrılıp İtalya'daki ordunun başına geçti. Sonra 14 Haziran’da Avusturya ordusu karşısında Marengo Muharebesi Fransızlar'ın galibiyeti ile sonuçlandı. Paris’e geri dönen Napolyon, ekonomi ve yasal alanda reform çabaları içine girdi. Sâhip olduğu çok geniş yetkilerden yararlanarak devlet mekanizmasının işleyiş etkinliğini artıracak yönde geniş düzenlemeler yaptı... Fransız Merkez Bankası’nın kurulması, devlet okullarının açılarak eğitimin bir kamu hizmetine dönüştürülmesi, Code Napoléon'u (Napolyon Kanunları) olarak da bilinen Fransız Medeni Kanunu’nun hazırlanması çalışmalarına başlanması, subay okulları açılması, onun dönemindeki gelişmelerdendir... Reform ve yasa çalışmaları halk tarafından da desteklendi.

1802’de zaptetmiş olduğu İtalya'da cumhuriyet kuran Napolyon ilk devlet başkanı seçildi. Aynı yıl 25 Mart’ta imzaladığı Amiens Barış Antlaşması ile Fransız Devrim Savaşları’na son verdi.

Ancak bu barış dönemi uzun sürmedi. Fransa’nın Avrupa’daki ekonomik ve politik gücünün giderek artması, İngiltere açısından giderek genişleyen bir tehdit oluşturmaktaydı. Sonunda İngiltere 1803 yılının Mayıs ayında Fransa’ya savaş ilân etti.

1804 yılının Mayıs ayında, kralcıların bir komplosunu bahâne eden Napolyon kendisini imparator ilân etti. Karar, 2 Ağustos’ta yapılan halk oylaması ile onaylandı: 3,572,329 "evet" ve 2579 "hayır" oyu verildi. Napolyon, yeni rejimi kurmaya başlamak için halk oylaması sonuçlarını beklemeyi gerekli görmedi. Hemen ağabeyi Joseph ile kardeşi Louis’yi prens ilân etti. Les Invalides’te bir tahta oturup yetenekli subaylara Legion d'honneur nişanı verdi.

29 Kasım’da Josephine ile dini nikâh kıyan Napolyon, imparatorluk tacını 2 Aralık 1804’te Notre Dame Katedrali'nde giydi. Paris'teki Notre Dame Katedrali'ndeki törende Papa VII. Pius'un da bulunmasını sağladı. Tâcı Papa’nın giydirmesi planlamıştı ama, Papa’nın önünde eğilmek, otoritenin Tanrı’dan geldiğinin kabûlü olarak yorumlanabilirdi. Eğilmek yerine tâcı eline alıp önce kendisi giydi; sonra eşi Josephine giydirdi.

Büyük Şarlman (Charlemagne, Karl der Große) İmparatorluğu'ndan esinlenerek bir Fransa İmparatorluğu kuruldu. Ama Napolyon'a tepki artık büyüktü, annesi onunla irtibatını kesti, Beethoven bestelerinden onun adını sildi ve daha birçok diplomat, bürokrat, devlet adamı ve asker onunla irtibatını kesti. En çok tepki gösterenler devrimciler ve ihtilâlcilerdi.

Mart 1805'te ise İtalya’da kendi kurduğu cumhuriyeti lâğvederek kendini İtalya Kralı ilân etti. Bu yüzden izleyen dönemde İngiltere’nin çabalarıyla Avusturya, Rusya ve Napoli ve İsveç’in katıldığı Fransa'ya karşı bir ittifak olan III. Koalisyon oluşturuldu.

1805 yılının Ekim ayında Fransız-İspanyol birleşik donanmasının Trafalgar Deniz Savaşı’nda İngiliz donanması karşısında yenilmesi üzerine Napolyon, İngiltere yerine onun müttefiklerini dize getirme yolunu seçti. Fransız ordusunu Manş kıyılarından Orta Avrupa’ya yürüten Napolyon, Ulm ve Austerlitz zaferleriyle Avusturya’yı ve Napoli’yi savaş dışı bıraktı. Eylül 1806'da Prusya ordusunu Jena Muharebesi'nde, hemen ardından da Rus ordularını Friedland Savaşı'nda bozguna uğrattı. Temmuz 1807'de Rus çarı I. Aleksandr’la Tilsit Antlaşması imzalandı ve Rusya savaştan çekilmek zorunda kaldı.

İmparatorluğu dönemindeki olumsuz unsurlar İngiliz donanmasının gücü, İspanya ve İtalya'da akrabalarını tahta geçirmesi, halkın bu kişileri istememesi ve Fransa'ya bağlı devletlerdeki milliyetçilik akımları oldu. Avusturyalılar'ı Wagram Muharebesi'nde yenen Napolyon, Fransa’ya karşı oluşturulan Beşinci Koalisyon'u dağıttı. Beşinci Koalisyon Savaşı’nı sonlandıran Schönbrunn Antlaşması'nın (1809) ardından, eşi Josephine’den boşanıp II. Franz'ın kızı Avusturya Prensesi Marie Louise'i ile evlendi (1810). Yasal varisi II. Napolyon 1811'de doğdu.

I. Aleksandr’la yapılan antlaşma, Rusya’ya, İngiltere’ye karşı askeri harekâta kadar varacak yaptırımlar uygulama yükümlülüğünü getirmekteydr ama, I. Aleksandr, bundan kaçındı. Bunun üzerine Napolyon, 1812 yılı ortasında 800 bin kişilik ordusuyla Rusya Seferi'ne kalkıştı. Borodino Muharebesi’nde General Kutuzov komutasındaki Rus ordusunu yenilgiye uğratan Fransız ordusu, Moskova’ya girdi. Ancak hesap etmediği bir husus vardı. Ruslar'ın bu yenilgiden sonra Rusya içlerine çekilmeleri, giderken de Moskova'yı ve yol üstündeki her şeyi yakmaları ve kışın da bastırması neticesinde Napolyon, ordusunu barındıracağı bir yer olmadığını anladı ve Çar'ı antlaşma yapmaya dâvet etti. Ancak I. Aleksandr bu teklifi reddetti. Napolyon ise tek çâreyi orduyu Fransa'ya geri götürmekte buldu. Fakat sert kış koşulları geri dönüşü neredeyse imkânsız hâle getirimişti ve Fransız ordusunun yaklaşık olarak dörtte üçünün yolda donarak ve kör olarak zâyi olmasıyla sonuçlandı. Bu da ikinci büyük mağlubiyeti idi.

Ordusunun büyük bir bölümünü Rusya Seferi sırasında kaybeden Fransa, yeni bir ordu oluşturmanın zorluklarına katlanmaya mecbur kaldı. Üretimden çekilen işgücü ve artırılan vergiler, halkı da Napolyon’a karşı bir tutuma itti. Çarklar ters dönmeye başlamıştı.

Napolyon, bu dönemde kendisine karşı düzenlenen bir hükûmet darbesini bastırdı ve yeni bir ordu kurdu... Herkes Napolyon'u "Para, para, para" dedi diye bilir ama, asıl söylediği başkadır. Zâten şöyle der:

- "Ordumda en basit erden en yüksek generale kadar
hepsinin yaptığı işi yapabilirim. Topları doldurup,
lâğımlar açabilirim. İcâbederse barutumu yapabilirim.
Ve eğer icâbederse, bunları tek başıma öğretip,
bir ordu yaratabilirim!"

Yarattı da!.. Ancak 1813 ve 1814'te baskılar arttı ve halk desteği düştü. Rusya yenilgisi ve içteki karışıklıklar Koalisyon güçlerini cesâretlendirdi. 1813 yılının başlarında Rusya ve Prusya, Fransa'ya karşı güçlerini birleştirdi ve aynı yılın sonlarında Altıncı Koalisyon'a Avusturya da katıldı. 1813 Ekimi'nde müttefik ordusu Napolyon'u Leipzig Muharebesi'inde yenilgiye uğrattı. Müttefikler 1814’te Fransa'ya bir saldırı başlatıp, Paris'i ele geçirdiler ve Nisan 1814'te Napolyon'u tahttan feragat etmeye zorladılar. İmparator, Elba adasına sürgün edildi. Bourbon Hanedanlığı tekrar başa geçti ve Fransızlar Devrim'den itibâren ele geçirdiği bölgelerin çoğunu kaybetti

Ancak Napolyon kısa süre sonra Elba Adasından kaçtı ve gizlice Paris'e döndü. Halk desteği tekrar yükseldi. 7 Mart 1815'te tahtına geri döndü. Böylece Napolyon ikinci kez tahta çıktı.

Yine bir ordu topladı ve Belçika'ya saldırdı. Halbuki ne gereği vardı?.. Adam gibi tahtında oturup, ülkenin meselelerini haletsene!... Hırs işte... Hemen karşısına dikilen İngiliz ve Prusya kuvvetleri tarafından1815 Haziran ayında Waterloo'da büyük bir yenilgiye uğradı. Tahtına ikinci kez veda etmek zorunda kaldı. Amerika'ya kaçmak istedi, ancak bunu başaramadı ve İngilizler'e teslim oldu. Ülkesi işgâl edildi. İngilizler onu Atlantik'teki Saint Helena'ya götürdü. Son 6 yılını bu küçük adada geçiren Napolyon, 5 Mayıs 1821'de 51 yaşındayken mide kanserinden öldü. Cesedi yakıldı. Külleri 15 Aralık 1840'ta Paris'e getirilebildi ve Les Invalides'e gömüldü.

Napolyon bir devlet adamı olarak tüm Fransa'da ve Avrupa'da büyük liberal reformlar uyguladı. Yönetimi sırasında bir halk eğitim sistemi kurmuş, feodalizmin kalıntılarını ortadan kaldırmış, Yahudi ve diğer dini azınlıkları özgürleştirmiş, gelişmekte olan orta sınıfın yasalar önünde eşitliğini sağlamış ve dini otoritelere karşı devletin gücünü merkezileştirmiştir. En kalıcı hukuki başarısı, Doğu Asya'da Japonya'dan, Kuzey Amerika'da Québec'e kadar Dünyâ'daki hukuk sistemlerinin dörtte birine çeşitli şekillerde uyarlanmış olan Napolyon Kanunları'nı hazırlatmasıdır.

Târihteki en önemli komutanlardan biri olan Napolyon’un savaşları Dünyâ'nın her yerinde askerî okullarda ders olarak okutulmaktadır ve kendisi Avrupa târihinin en ünlü ve en tartışmalı siyâsî figürlerinden biridir.

Napolyon, Roma İmparatorluğu devrinden beri bu denli büyük bir siyâsî birleşme yaşamamış olan Avrupa'da 1811'den sonra 70 milyonun üzerinde insana hükmetmiştir. Çeşitli ittifaklar ve akrabalık ilişkileri kurarak stratejik pozisyonunu korumuştur. Fransa’da yeni bir aristokrat sınıfı oluşturmanın yanı sıra Devrim sırasında ülkeden sürgün edilmiş asillerin de dönmelerine olanak vermiştir.

Atatürk, Millî Mücâdele sırasında kendisini Napolyon'a benzeten bir yabancıya: :

- "Napolyon, arkasına bir sürü, çeşitli milliyetteki insanları toplayarak
mâcera aramaya çıktı. Ve bunun içindir ki, yarı yolda kaldı.

Ben bir anadan, bir babadan gelen kardeşlerimle kendi
vatanımı kurtarmak davası yolundayım.
Ve kesinlikle başarılı olacağım!”

cevâbını vermiştir.... Napolyon'u iyi bilirdi... Celse'ye devam edelim.

İdâreci- Lûtfen, konuşalım.
Varlık3- AŞAĞIDAYIM... Sizinle konuşmama müsaadem yok... Utanıyorum... Yerime
dönüyorum...
İ- Yalnız bir ricam var.
V3- Beni affedin, mösyö...
İ- Çok rica edeceğim. sâdece Seans günlerinde konuşalım. Olmaz mı?
V3- Zannediyorsunuz ki... Yanılıyorsunuz... İmkânı yok... Cinâyet işledim, fakat...
ALLAH buna müsaade etmez!... Bu işlediğim korkunç bir...
İ- Fakat o ricâmızı kabul etti.
V3- No!.. Napolyon yalan söylemez, fakat o kadın söyler... Kâlbimde bir.... O geliyor,
"Ben Geri Varlığım" diyor... Sakladım... Obsesyon değil mi?
İ- Marie Antionette mi yapıyor?
V3- Viy... İkiniz kavga ediyorsunuz, Medyum rahatsız oluyor...
İ- Kavga istemiyoruz.
V3- Evet ama, sıhhati bozuluyor...
İ- On gün yapmayın.
V3- No.
İ- Söz verir misiniz, efendim?
V3- Dua etmeli!... Dininde dua etmeli.
İ- Yapacağız.
V3- Mersi...
İ- Sizin bir an evvel kurtulmanız için çalışacağız. Ancak Medyum'u rahatlatın.
V3- Evet, çok hastalanıyor... Devamlı Marie Antionette'le kavga ediyorsunuz.
Ben saçlarımı harpte kaybettim, yatakta değil...
İ- Asker olarak söz veriniz.
V3- Bana inanınız... Şerefim üzerine onu bırakacağım... ve mecburum bırakmaya...
İ- Marie Antionette'i de siz kandırabilirsiniz.
V3- O benimle konuşmuyor. Dâima dargın.
İ- Ölümüne sebep oldunuz ama.
V3- Adio mösyö...
İ- Güle güle... Dua edelim...

Bu noktada Napolyon diye görünen Varlık ayrılır, Marie Antionette devreye girer...

Varlık4- Biraz ....?... (anlaşılmıyor)....
Ben daha evvel söyledim... Vandon... Ha, Vandon'a terkettim. Oraya terkettim.
Oraya gidiyorum... Müzeye... Geri... Şimdi çok mesudum...
Medyum'un Kocası- Vandon'da sizin mezarınız aşağıda... her ziyâret eden reverans
yapıyor...
V4- Viy... evet, mecbûren... mersi... ALLAH sâyesinde buradayım.
İ- Geçen çalmşmamızda söz vermiştik. İşte sizinle buluştuk. Şimdi ricâmız sözünüzde
durun.
V4- .... Başımı kaybettim... Bu birinci değil, değil mi?... Bu üçüncü Seans... Bir mektup
yazdım sevgilime... Çok fazla bıktırmak istemiyorum... Ne kadar zor.... Biz ızdırap
çekmek ... Sevmek... Aşk... Bu iki ayrı şey... bambaşka... Ohh!... Ohh!...
İ- Pierro'yu seviyor muydunuz?
V4- Pierro?... O misyonerdi. Nasıl severim?
İ- Size yardım eden biri değil miydi?.. Sonra Pierro'yu şey yaptılar mı, sizi kaçırdığından
dolayı?... Ne yaptılar?
V4- ...... ?.......
(cevap ve tercüme anlaşılmıyor)..... Fakat yalan söylemeyi affetmiyorum.
Fransız adâletini affetmiyorum... Nerede yazar?... İnsâniyetten bahseden yazarlar nerede?...
İ- Şimdi bir şey rica edeceğim.
V4- Beni bırakın!... Ben bir hikâye anlatacağım... ....... ?.....
(anlaşılmıyor) .... İnsanlık için şarkı...
Büyük bir yazar vardı... Bunu bilebilir misiniz?... O dedi ki, Viktor Hugo ....?........
(anlaşılmıyor) ... Bu sizin memleketinizde de yok.... Jan Jack Russo nerede?...
Ben bilirim... Onlar öyle sanırlar. Beni öldürdüler!... Ben cinâyet işledim. Fakat onun için
öldürdüler!... Bu büyük bir yalandı... Yalanı söyleyen şahsı gördünüz mü?... Bu büyük
bir yalandı. Diyorlarmış ki, "oğluyla aşk yapmış"... Saçlarımı görüyor musunuz?
Bir gecede ağardı. Bu giyotin, bu yalan kadar zor değildi... Fakat Burada rahat yok!...
Beyler!... Bayanlar!... Size teşekkür ederim çok!...
İ- ALLAH râzı olsun.
V4- Siz Marie Antionette'e sevgi, hürmet besliyor musunuz?
İ- Gayet tabii.
V4- "Çok şeyler yemiş" demişler.
İ- Ama çok güzelmişsiniz.
V4- Fakat bu hayat için kâfi değil... Değil mi?
İ- Doğru.
V4- Hepsi bu!...
İ- Dua edelim.
V4- Mersi.
İ- İnşallah kurtulursunuz.
İ- Bir Fransız şarkısı biliyor musunuz?
İ- Hayır.
V4- Eski bir şarkı... Fakat iki cümle...

Bir gün ileri hareket etmek
Bir gün geri gelmek!...

Geri gelmeksizin seyyahat etmek...
Geri dönülmeyen yolculuğa çıkmak... İyi rüyâlar, baylar!...
İ- İnşallah sizi görürüz.
V4- Arkadaşınız arzu ediyor, siz ediyor musunuz?... Nerede o yarım porsiyon arkadaşınız?
(Medyum Esat) ... O düşünüyor ki, ben Marilyn Monroe'yum....

Şimdi diyeceksiniz ki, "Bunca fasarya şeyi peşpeşe yazdın. kopuk kopuk cümleler, anlamsız kelimeler, anlaşılmayan yerler... Bu ne biçim Celse?"....

İşte her Celse öyle su gibi şıkır şıkır akmaz, tıkır tıkır işlemez. Spiritualist böyle Celseler'le de, böyle teşevvüş içinde sayıklayan Varlıklar'la da, kötü kaydedilmiş bantlarla da uğraşmak zorunda... Daha doğrusu eskiden öyleydi, şimdi akılsız insanların akıllı telefonları bile iyi kayıt yapabiliyor.

Dikkat ederseniz, önce kendini Hazret-i Ömer diye yutturmaya çalışan bir Varlık geldi. Halife Ömer'i kısaca anlattık. Bu Varlık, sözde Medyum'u koruyor, Tekâmül ettirmeye çalışıyordu. Daha doğrusu o da Medyum'u obsede etme gayreti içindeydi. Sonra kendini Napolyon Bonapart diye yutturmaya çalışan bir Varlık geldi. Bizce bu Marie Antionette'in ta kendisiydi, çünkü arada onun ağzından ifâdeler kullandı başıyla ilgili... Napolyon'u da kısaca anlattık... Sonra Marie Antionette doğrudan kendisi çıktı karşımıza... Bir süre sayıkladıktan sonra, sonlara doğru güzel ifâdeler kullanmaya başladı. Oğluyla ilgili atılan iftiradan bahsetmesi, onun gerçekten Marie Antionette olduğuna inanmamızı sağladı. Bir de kibarlığı... Yukarda anlattık... Pierro aslında aramızdan birinin geçmişteki hayâtı... Başarısız kaçma teşebbüsünde rol almış herhâlde... Victor Hugo, Jan Jack Russo ve Marilyn Monroe'yu araştırmayı size brakıyorum... Sıra geldi Madie Antionette'i tanımaya...

Josephe Jeanne Marie Antoinette von Habsburg-Lorraine veya Maria Antonia Josepha Johanna (Jozef Jan Mari Antuanet von Habsburg Loren) (2 Kasım 1755 – 16 Ekim 1793), Fransa Kraliçesi ve Avusturya arşidüşesi idi. Kısaca Marie Antoinette veya Maria Antonia olarak bilinir. Kutsal Roma İmparatoru I. Franz ve eşi Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa'nın kızıdır. Henüz 14 yaşındayken Fransa veliahtı XVI. Louis ile evlendi. 1774 Mayıs'ında XVI. Louis Fransa kralı olunca, Marie Antoinette Fransa kraliçesi oldu. XVII. Louis'nin (Kayıp Döfen) annesidir. Fransız Devrimi esnasında "Vatan hâinliği" ile suçlanarak giyotinle idam edildi (1793). Kısaca hayâtı böyle... Bir de uzuncasına bakalım...

Marie Antionette, 2 Kasım 1755 tarihinde, Viyana'daki Hofburg Sarayı'nda, Kutsal Roma İmparatoru I. Franz ve Maria Theresia'nın 15. çocuğu olarak dünyaya geldi. Vaftizi esnasında Meryem onuruna "Maria" ismi verildi. Saray yetkilisi bebeği "Ufak ama, tam anlamıyla sağlıklı bir arşidüşes" diye tarif etti. Sarayda kendisine "Madam Antoinette" deniliyordu. Evlilik sırası gelen iki ablası çiçek hastalığından ölünce, henüz 14 yaşında olan Maria geleceğin XVI. Louis'si Louis-Auguste ile nişanlandı (1769). Genç kızın, Fransız dili, gelenekleri ve saray adabına dâir yeterli bilgisi olmadığını fark eden annesi Maria Theresa, geleceğin Fransa Kraliçesi'ni hemen hızlandırılmış bir eğitime aldı... Buraya dikkat!... Çünkü bu Celse'yi dinleyenler "Medyum'un aksanlı bir Fransızca konuştuğunu" söyleyip, "gelen Varlığın Marie Antionette olamıyacağını" iddia etmişlerdi. Fransızca ana dili değildi ki!..

19 Nisan 1770'te, Viyana'da, müstakbel eşi Louis-Auguste'nin gıyabında bir düğünle evlendi. Düğünde damadı, Marie Antoinette'in kardeşi Maximillian temsil etti. Bu damatsız düğünün amacı Marie Antoinette'in Fransa'ya Avusturya arşidüşesi değil, Fransa döfnesi olarak girmesini sağlamaktı. Böylece Fransız halkının onu benimsemesi daha kolay olacaktı.

İki gün sonra Viyana'yı ağlayarak terketti. Annesi, "Elveda sevgili kızım. Fransız halkına öyle iyi davran ki, 'Bize melek gönderdi' desinler" diyerek uğurladı. 7 Mayıs'ta sadakat sembolü olarak tüm Avusturyalı uşaklarını, kıyâfetlerini ve hattâ arkadaşlarını geride bırakarak, Fransız kıyâfetleri ile, "Döfnes Marie Antoinette" olarak sınırı geçti. Strasbourg şehrinde onuruna verilen şükran yemeğine katıldı. Tüm şehir onuruna çiçekler ve ışıklarla bezenmişti. Birkaç gün konakladıktan sonra Versay Sarayı'na doğru yola çıktı.

Versay Sarayı'nda kayınpederi XV. Louis ve kraliyet âilesinin diğer fertleri ile tanıştı. Müstakbel eşi veliaht Louis-Auguste çok utangaçtı. Marie Antoinette'ten sâdece bir yaş büyüktü ve henüz romantizm veya cinsellikle tanışmamıştı. Aynı gün, kraliyet şapelinde yapılan gösterişli bir düğünle dünya evine girdiler (16 Mayıs 1770). Düğünden önce Marie Antoinette'e, geleneksel olarak Fransız döfnesine âit olan muhteşem bir mücevher koleksiyonu armağan edildi. Takıların birçoğu önceki kraliçelere âitti ve toplam değeri 2 milyon livre ediyordu (yaklaşık olarak 625 kilo altın). Ayrıca elmas ve incilerle bezeli bir gelinlik hazırlanmıştı. Törenden sonraki yemekte tıka basa yiyen damat, kendisini daha az yemesi konusunda uyaran krala, "Nedenmiş o? Karnım tok iken çok daha iyi uyuyorum" cevabını verdi. Daha sonra çift, Reims başpiskoposu tarafından kutsanmış yatak odasına götürüldü. Fakat, birkaç sene boyunca cinsel anlamda berâber olmadılar. Marie Antoinette, evliliğinin ilk yedi yılında hamile kalamadı. Bu durum, Louis-Auguste'nin iktidarsız veya fimozis rahatsızlığından muzdarip olduğu söylentilerinin yayılmasına neden oldu. Küçük bir operasyon geçirdi ve bir sene sonra ilk çocukları dünyaya geldi. Bu arada bu evliliğin düzmece, sahte bir evlilik olduğu suçlamalarıyla karşılaştılar.

Genç döfnes Maria ayrıca, XV. Louis'in metresi, Madam du Barry'nin kötülüklerine hedef oluyordu. Du Barry (asıl adı Jeanne Bécu), avam takımına mensuptu ve sosyete fâhişesi iken kayınpederi kralın dikkatini çekmişti. Marie Antoinette, ilk başlarda onu kendine denk görmeyerek kaale almadı. Ancak zamanla hayâtı çekilmez hâle geldi. Du Barry, kral ile Marie Antoinette'in arasını bozmaya başlamıştı.

Bunun hâricinde, gündelik hayâtı çok sıkıcıydı. Her gün uşaklar yardımıyla yataktan çıkıyor, uşaklar tarafından giydiriliyordu. Kıyâfet koduna uyan herkesin katılabileceği halka açık akşam yemeklerinde kocasına eşlik ediyordu. Bu durumdan annesine, "Rujumu tüm dünyânın gözü önünde sürüyorum, ellerimi tüm dünyânın gözü önünde yıkıyorum!" diyerek yakınmıştı.

Muhtemelen yeterli bilgisi olmadığı, ya da ilgi duymadığı için, siyâsete hiç karışmadı. Marie Antoinette'i gözetlemek amacıyla annesi Maria Theresa'nın gönderdiği büyükelçi Kont de Mercy d'Argenteau'nun zehir zemberek raporuna göre, Avusturya'nın Fransız siyâsetine etkisi konusunda hiçbir şey yapmıyordu.

10 Mayıs 1774 târihinde, kral XV. Louis'nin çiçek hastalığından ansızın ölmesi üzerine, Louis-Auguste ve Marie Antoinette'in hayatları tamamen değişti. Saray halkı yeni kral XVI. Louis'ye ve kraliçe Marie Antoinette'e bağlılıklarını sunmak için birbiriyle yarıştı. Yeni kral ve kraliçe diz çöküp tanrıya dua etti. Bir iddiaya göre Louis, "Yüce tanrım, bize kılavuzluk et ve bizi koru. Ülkeyi yönetmek için henüz çok genciz" dedi. Kraliçe 19 ve kral 20 yaşında idi.

XVI. Louis'nin taç giyme töreni, Paris'teki ekmek kıtlığının doruğa ulaştığı esnada, Reims'de gerçekleşti. Bu dönemde söylenmiş olan, "Ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler!" ("Qu'ils mangent de la brioche.") sözü, ya Marie Antoinette'i kötülemek, ya da sözü popüler yapmak amacıyla, Marie Antoinette'e mâl edilmiştir. Onun tarafından söylendiğine dâir hiçbir kanıt yoktur. Ekmek kıtlığından haberi olduğunda, Marie Antoinette şöyle not almıştır, "Kendi bahtsızlıklarına rağmen, bizlere böylesine iyi davranan bu insanları gördükçe, onların mutluluğu için kesinlikle daha sıkı çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu gerçeği kral da görmektedir. Kendi adıma konuşmam gerekirse, taç giydiğim günü -yüz yıl bile yaşasam da- hayat boyu unutmayacağım."

Yeni kral ve kraliçe, taç giyme töreninin masrafına rağmen, tüm halk tarafından coşku ile karşılandı. XVI. Louis'nin tacı ve Marie Antoinette'in, Paris'in en meşhur modacısı Rose Bertin'e diktirilen elbisesi 7.000 livreye malolmuştu.

Taç giymesinin ardından Marie Antoinette, Choiseul dükü Étienne François'yı saraya tekrar getirmeye çalıştı. Dük François, Marie Antoinette'e olan bağlılığı ve Fransa'nın Avusturya ile müttefik kalmasına verdiği destek nedeniyle, Madam du Barry tarafından uzaklaştırılmıştı. Ancak Marie Antoinette onu geri getirme konusunda pek başarılı olamadı. Kral Louis, François'nın sürekli olarak saraya yerleşmesine sıcak yaklaşmadı. Marie Antoinette, daha sonra yakın bir arkadaşı olan Guines dükünü İngiliz Büyükelçiliği'ne atamaya çalıştı. Kral, bu durum için sonradan, "Kraliçeye şunu açık seçik ifâde ettim ki, kendisi (Guines dükü) ne İngiliz, ne de başka bir büyükelçilikte çalışamaz" dedi. Açıkça görülüyor ki, Marie Antoinette, kocası üzerinde pek bir politik etkiye sâhip değildi.

Pazarda gezerken kadınların, "Senin neden bir oğlun yok?" şeklinde laf atmalarına mâruz kalan Marie Antoinette, ertesi günü yatakta ağlayarak geçirdi. Can sıkıntısından bunalan Marie Antoinette'in arkadaş çevresindeki gündelik sohbetler, entelektüellikten çok uzaktı. Bu sığ sohbetler, can sıkıntısını biraz olsun hafifletiyordu. Zirâ yakın arkadaş çevresi ile konuştuğu konular, yardımcısı Madam Campan'a göre, yeni bir komedyadan şarkılar, günün nükteli sözleri, en seçme skandallar ve dedikodulardan ibâretti. Ciddi ve düzeyli bir sohbet, neredeyse yasaklanmış gibiydi.

Kraliçe'nin arkadaş çevresi özenle seçilmişti ve herkese yer yoktu. Bu durum Saray'da huzursuzluğa ve gücenmelere neden oluyordu çünkü Saray halkının bir kısmı, Kraliçe'nin kendilerini etrâfında istemediğini düşünüyordu. Zamanla Marie Antoinette Versay Sarayı'ndaki art niyetli dedikoduların hedefi hâline geldi. Ama bunu hiçbir zaman umursamadı. Kılık değiştirerek Paris'teki operalara gitmeye başladı. Bu durum Kraliçe'nin gizli sevgilileri olduğu ve onlarla buluşmaya gittiği dedikodularının yayılmasına yol açtı. Muhtemelen, intikam peşinde olan bir takım kişiler tarafından, Kraliçe'nin eşini kayınbiraderi X. Charles (Kont Artois) ile aldattığı dedikoduları yayıldı. Paris'te korsan yayın basan bâzı matbaalar, kraliçe ve Artois'i zinâ yapan âşıklar olarak gösteren mecmualar basmaya başladı. Bir mecmua, kraliçe ve Artois'i sarayın salonlarından birinde ters ilişkiye girerken resmetti. Bir başka mecmua, kraliçeyi mastürbasyon yaparken resmetti. Başka mecmualar, kraliçenin hayvanlarla ilişkiye girdiğini ve lezbiyen olduğunu iddia ettiler. Bu iddialarla ilgili hiçbir kanıt ortaya atılamadı, ancak Kraliçe'nin halk gözündeki popülaritesi erozyona uğradı.

Gün geçtikçe daha fazla para harcamaya başladı. Paranın gerçek değeri hakkında en ufak bir fikri yoktu. Yeni kıyâfetler ve pahalı elmaslar satın alıyor, her fırsatta kumar oynuyordu. 21. doğumgününde, üç gün üç gece süren bir kumar partisi verdi. Bu süre zarfında el değiştiren paranın haddi hesâbı yoktu. Zamanının çoğunu, Saray'dan ziyade Saray arâzisi üzerinde bulunan Le Petit Trianon Şatosu'nda geçirmeye başladı. Şatoyu ve bahçesini yeniden dekore etmek için yaptığı harcamaların sonu gelmiyordu. Versay'da o güne kadar neden olduğu huzursuzluklar yetmiyormuş gibi, samimi arkadaşlarını, başkalarına âit mevki ve pozisyonlara atamaya başladı.

Aynı esnada Fransa daha büyük sorunlarla boğuşuyordu. Ülke ekonomisi iflâsın eşiğindeydi. XIV. Louis ve XV. Louis dönemindeki savaşlar, Fransa'yı Avrupa'nın en çok borcu olan ülkesi durumuna getirmişti. Fransız halkı üzerinde fazla vergi yükü yoktu ve zâten düşük olan bu vergilerin toplanabilen kısmı, ekonomiyi kurtarmaya yetmiyordu. Pierre-Augustin Caron de Beaumarchais, kral XVI. Louis'yi, İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren Amerikalıları desteklemeye ikna etti. Bu karar Fransa için felâketle sonuçlandı çünkü böyle bir desteğin Fransa'ya mâliyeti çok fazla oldu.

Kutsal Roma İmparatoru II. Joseph, 1777 Nisanında kızkardeşi Marie Antoinette'i ziyâret etti. Avusturyalılar, Marie Antoinette'in erkek çocuk sâhibi olamayışından endişe duyuyorlardı ve İmparator kızkardeşinin evliliğinin nasıl gittiğini kendi gözleriyle kontrol etmeye gelmişti. Le Petit Trianon Şatosu'nun bahçesinde, başbaşa uzun bir gezintiye çıktılar. Ağabeyi Marie Antoinette'i, kumara düşkünlüğü ve arkadaş seçimindeki beceriksizliği nedeniyle eleştirdi. İmparator ayrıca eniştesi XVI. Louis ile de cinsel sorunları üzerine derin bir söyleşi yaptı. Bu sohbet esnâsında ne söylediği tam olarak bilinmemekle berâber, işe yaradığı kesindi, zîrâ 1778 Nisanında kraliçe hâmile olduğunu îlân etti. Marie Antoinette'in ilk çocuğu, 19 Aralık 1778'de Versay Sarayı'nda dünyaya geldi. Saray halkından yüzlerce kişinin gözleri önünde gerçekleşen doğum esnasında acıdan ve utançtan defalarca bayılıp ayıldı. Sonraki doğumlarında, umuma açık doğum yapmaya şiddetle karşı çıktığı için bu uygulama tekrarlanmadı.

İlk çocuğu kızdı ve Marie Thérèse Charlotte ismi ile vaftiz edildi. Fransa Kralı'nın en büyük kızı olması nedeniyle "Döfnes" unvanı verildi. Saray ve halk erkek çocuk istemesine rağmen, Marie Antoinette kız çocuk sâhibi olmaktan çok memnundu. Bebeğe şöyle dedi, "Erkek olsaydın, devlete âit olacaktın, ama sen bana âitsin ve benim tüm alâkama sâhip olacaksın; mutluluklarımı paylaşacak, acılarımı azaltacaksın."

Sonraki yıllarda veliaht prensesi, üç kardeşi takip etti: Prens Louis Joseph (1781), Louis Charles (1785) ve Sophie Béatrix (1786).

Marie Antoinette, yaşı ilerledikçe daha az müsrif olmaya başladı. Çocuklarına aşırı düşkündü ve bakımları ile bizzat ilgileniyordu. Küçük oğlu Louis Charles için, "Benim sevgili lâhanam çok çekici ve ben onu çılgınlar gibi seviyorum. O da beni çok seviyor tabii ki, ama kendi usûlüyle, utanmaksızın" demişti. (Lâhana, yakın zamanlara kadar Avrupa'da sevgi ve samimiyet belirten bir sözcük olarak kullanılmıştır). Kraliçe ayrıca hayır işlerine çok zaman ayırmaya başladı, ancak biraz fazla cömert davranıyordu.

1785'te 30 yaşına girdi. Artık çok daha sâde giyiniyordu. Değerli taşlarla ve tüylerle süslü, gösterişli peruklar takmayı bıraktı. Şahsi mücevher koleksiyonuna yeni parçalar eklemekten vazgeçti. Ancak 1786 yılında, Versay Sarayı arâzileri üzerinde, sırf kendisi için sun'i bir köy inşa ettirmesi yüzünden çok ağır eleştirilere mâruz kaldı.

Aristokrat Fransız hanımefendileri arasında bu sun'i köyler çok yaygınlaşmıştı. Kendi mâlikânelerinin konforundan vazgeçmeden, gözlerden uzak, köy yaşantısının huzurunu da yaşıyorlardı. Bu geleneği başlatan, 1680'lerde XIV. Louis'nin metresi olan, Montespan markizi, güzeller güzeli Françoise-Athénaïs'ydi. Marie Antoinette taraftarları, inşâ ettirdiği Petit Hameau köyü konusunda, bu kadar eleştirilmeyi haketmediğini düşünüyorlardı. Barones d'Oberkirch, "Başkaları, Marie Antoinette'in yaptığı masraftan daha fazlasını, bahçelerini düzenlemek için yapıyor!", demişti.

Kraliçe zâten popülaritesini yitirmişti ve bu sun'i köy olayı nâmını biraz daha lekeledi. Birçok kişi, gerçek köylüler çok zor şartlarda yaşamaya çalışırken, dünyâdan bîhaber müsrif Kraliçe'nin "çobancılık" oynadığını düşünüyordu.

Fransa'nın en meşhur âilelerinden birine mensup olan Rohan Kardinali Louis'nin, Kraliçe Marie Antoinette ile arası pek iyi değildi. Geçmişte Avusturya Elçisi olarak görev yapmıştı ve bu dönemde arkadaşlarına hava atmak için yazdığı bâzı mektuplar ele geçirilmişti. Arkadaşlarına, Avusturya Sarayı'ndaki kadınların yarısıyla yattığını, Marie Antoinette'in annesi İmparatoriçe'nin, kendisiyle de yatması için yalvardığını anlatıyordu. Ayrıca Viyana'daki arkadaşlarına Marie Antoinette'in onurunu zedeleyen mecmuaları da göstermişti... Bu Kardinal de Papa gibi Katolik'ti. Yâni evlenmemesi gerekiyordu. Herif evlenmek ne kelime, eline geçirdiği ile yatıyor, üstelik bununla övünüyor!... Bize yabancı olan bu kültürü anlamak için Borjiya dizisini seyretmek gerek...

Kardinal Louis, Kardinal Richelieu'nun izinden gitmek ve onun gibi Fransa Başbakanı olmak istiyordu. Bunun için Marie Antoinette ile arasını düzeltmek zorundaydı, zirâ bu göreve ancak Kral veya Kraliçe tarafından atanabilirdi ve Marie Antoinette bunun gerçekleşmesine her fırsatta engel oluyordu.

Servetini yitirmiş bir aristokrat olan Motte Kontesi Jeanne Saint-Rémy de Valois, Kardinal'in bu konudaki arzusunun ve çâresizliğinin farkına vardı. Durumu kendi lehine çevirip ufak bir servet edinmesini sağlayabilecek dâhiyâne bir plan yaptı ve Kardinal'in metresi oldu.... İyi mi?...

Motte Kontesi, Rohan Kardinali Louis'yi, Marie Antoinette'in çok samimi bir arkadaşı olduğuna inandırdı. Marie Antoinette'in aslında bir elmas gerdanlığı gizliden gizliye çok istediğini söyledi. Kardinal, gerdanlığı Kraliçe'ye götüreceğini düşünerek kontese bir miktar para verdi. Ödemeyi taksitle yapacaktı. Kraliyet kuyumcusu da parasının sonradan ödeneceğini düşünerek 1.6 milyon livrelik gerdanlığı teslim etti (500 kg. altın veya 2006 kuruna göre 93 milyon dolara denk). Motte Kontesi'nin kocası elmas kolyeyi alarak kayıplara karıştı. Ancak ödeme günü gelince gerçek ortaya çıktı.

Olayla ilgili olarak birçok kişi tutuklandı. Kardinal aklandı. Kontes kırbaçlandı, vesikalandı ve fâhişeler hapishânesine atıldı. Kontesin kocası, gıyâbında kürek cezâsına mahkûm edildi. Marie Antoinette, her ne kadar skandalla alakası olmadığını söylediyse de, halkın gözündeki imajının biraz daha zedelenmesine engel olamadı. Bu olay, Fransız Devrimi'ne giden yolda, halkın gözündeki monarşinin kokuşmuşluğu inancını pekiştirdi. Olayın yaşattığı stres nedeniyle Kraliçe erken sancılandı ve ikinci kızı Sophie Hélène Béatrix'i birkaç hafta erken doğurdu.

Öte yandan, Marie Antoinette, kraliyet kuyumcusu tarafından kendisi için yapılan muhteşem bir elmas gerdanlığı satın almak istemedi. Gerekçesi de çok pahalı olması ve kraliyet deniz kuvvetlerinin paraya ihtiyacı olmasıydı. Israr eden kraliyet kuyumcusunu da şu sözlerle azarladı: "Ben size mücevher ısmarlamadım, daha da ötesi, elmas koleksiyonuma bir karat daha eklemek istemediğimi defâlarca söyledim. Ben satın almak istemeyince, Kral satın almak istedi ama hediye olarak da kabul etmeyeceğimi belirttim. Lûtfen tekrar sormayınız."

1787'de, Marie Antoinette'in en küçük kızı Sophie-Béatrix, birinci doğumgününden kısa süre önce öldü. Bu haberle yıkılan Kraliçe, bebeğin cansız bedenine sarılarak saatlerce ağladı. Kısa süre sonra kraliyet doktorları, büyük oğlu Louis-Joséph'in tüberküloz hastalığının son aşamalarında olduğunu bildirdiler. Marie Antoinette, acı içinde kıvranarak ölen oğlunun yanıbaşından son ana kadar ayrılmadı ve ona bizzat bakıcılık etti.

Yetersiz vergilendirme ve ülke sınırları dışındaki bitmek bilmeyen savaşlar nedeniyle Fransız Hükûmeti çok ciddi borç yükü altındaydı. Kral, durumun vahâmetini görüşmek üzere soyluları topladı. "Soylular Asamblesi" olarak bilinen bu toplantıdan hiçbir sonuç alınamadı. XVI. Louis, başka çâresi kalmadığı için 1789'da "Sınıflar Meclisi"ni topladı. Sınıflar Meclisi (Estates-General), Fransız halkının temsilciler meclisi idi ve son olarak 1614'te XIII. Louis tarafından toplanmıştı.

Sınıflar Meclisi, görüşmelerin daha ilk gününden itibâren reform yaygarası koparmaya, monarşiyi ve politikalarını eleştirmeye başladı. Bu arada kraliyet âilesinin dikkati başka yönlere çevrilmişti. Veliaht prens 4 Temmuz'da, henüz 7 yaşındayken öldü. Kral klinik depresyon nöbetleri geçirmeye başladı. Kraliçe çok üzgündü. Düşmanları gecikmeden, Marie Antoinette'in öz oğlunu zehirlettiği dedikodusunu yaydı.

Versay'daki aşırı kralcı kesimler, Sınıflar Meclisi'ne hem çok kızgındı, hem de onlardan çekiniyorlardı. Marie Antoinette, reform yanlılarının monarşiyi kaldırma planları yaptığından şüphelenmeye başlamıştı. 11 Temmuz'da Marie Antoinette ve kayınbiraderi kont d'Artois, kral XVI. Louis'yi, liberal Başbakan Jacques Necker'i görevden alarak yerine Marie Antoinette'in arkadaşı olan Breteuil Baronu'nu atamaya ikna ettiler.

Baron Breteuil, Roma Katolik Kilisesi mensubu tutucu bir Hıristiyan'dı ve sıkı bir monarşistti. Kraliyet karşıtları, düşmanlarına karşı aslında çok hoşgörülü olan Başbakan'ı, zâlim bir diktatör olarak tanıttılar. Propaganda işe yaradı ve Paris'te, kraliyet yanlılarının şehir halkını itaate zorlamak için askeri güç kullanacağı korkusu baş gösterdi.

14 Temmuz 1789'da, Paris'te kalabalık bir grup, kraliyet otoritesinin sembolü hâline gelmiş olan Bastil Hapishanesi'ne yürüdü ve kontrolünü ele geçirdi. Hapishane müdürü ve aşırı-sağ görüşlü iki politikacı linç edildi. Haberler gece yarısına kadar Versay Sarayı'na ulaşmadı. Olanları duyduğunda "Bu bir isyan mı?" diye soran Kral XVI. Louis'ye Dük Rochefoucauld-Liancourt şu cevabı verdi, "Hayır efendim, bu bir devrim." Fransız Devrimi başlamıştı.

Saray'da panik baş gösterdi ve Saray halkının büyük kısmı canını kurtarmak için kaçtı. Kont d'Artois, suikaste uğramaktan korkarak yurt dışına kaçtı. Marie Antoinette'in arkadaşı ve çocuklarının baş mürebbiyesi kontes Gabrielle de Polastron İsviçre'ye kaçtı. Oradan Marie Antoinette ile mektuplaşmaya devam etti. Marie Antoinette, Tourzel markizi Louise-Elizabeth'i yeni baş mürebbiye olarak atadı. Sağ kalan çocukları, prenses Marie-Thérèse-Charlotte ve yeni veliaht Louis Charles'dı.

Marie Antoinette de Saray'dan uzaklaşmak istiyordu. Bunca sorun varken Paris'e bu kadar yakın kalmak akıllıca gelmiyordu. Kral'ın, Saint-Cloud'daki veya Compiègne'deki başka herhangi bir şatoya taşınma emri vereceğini ümit ediyordu. Eşyalarını bile toparlamıştı. Ancak Kral taşınmayacaklarını söyledi. Kraliçe eşine karşı gelemedi ve onu tek başına bırakmaya da gönlü râzı olmadı.

XVI. Louis sonradan, henüz fırsat varken Versay'ı terketmeyerek ne büyük bir hata yaptığının farkına varacaktı. Sarayda kalma kararı, müteakip yıllarda tüm âilesini, acıların ve travmaların kucağına atacaktı. Şehrin tüm tahılının Saray mensuplarınca depolarda sakladığı söylentileri yayılmıştı. Şehir dışından Kalabalık bir grubun Versay Sarayı'na yürümekte olduğu haberi Saray'a aylar sonra ulaştı. 5 Kasım'da kara haberi duyan Marie Antoinette, Saray'ı terk etme isteğini yineledi, ancak Kral kabul etmedi. Saray'ın en az sevilen şahsı olduğunu bilen Marie Antoinette, o geceyi eşinden ayrı geçirme kararı aldı. Baş mürebbiye markiz Tourzel'e, herhangi bir tehlike durumunda çocuklarını derhal Kral'a götürmesi emrini verdi.

Sabahın erken saatlerinde kalabalık grup Saray'a girdi. Kraliçenin muhafızlarını katlettiler. Kraliçe ve yardımcıları canlarını kıl payı kurtararak kaçtılar. Soluğu Saray'ın merkezinde, Kral'ın yatak odasında aldılar. Prenses Elisabeth de oradaydı. Çocuklar da gelince kapılar kilitlendi. Bu arada kalabalık Saray'ın avlusunda toplandı ve Kraliçe'nin balkona çıkmasını istedi. Marie Antoinette sabahlığıyla ve yanında iki çocuğu ile balkona çıktı. Kalabalık, çocukları içeri göndermesini istedi. Kraliçe yaklaşık on dakika boyunca, üzerine silahlar doğrulmuş bir hâlde balkonda tek başına bekledi. Daha sonra başıyla kalabalığı selamlayıp içeri girdi. Kalabalığın bir kısmı, cesâretine hayran kalıp "Vive la Reine!" ("Kraliçemiz çok yaşa!") diye slogan attı. Kraliyet âilesi, kalabalık grupla beraber Paris'e dönmeye zorlandı. Harabeye dönmüş, XIV. Louis'den beri kullanılmamış olan Tuileries Sarayı'na götürüldüler. George Washington'un yanında savaşmış, Amerikan düşüncelerini benimsemiş liberal bir aristokrat olan Fayette Markizi Gilbert du Motier, kraliyet âilesinin güvenliğinden sorumlu oldu. Kraliçe'yle tanıştığında lâfını sakınmadan "Majesteleri şu an bir tutuklu. Evet, öyle. Artık kendi 'Şeref Muhafızları' olmadığı için Kraliçe bir tutukludur" dedi. Kralın kızkardeşi Elisabeth, erkek kardeşi Provence Kontu da tutuklular arasındaydı. Lamballe Prensesi, Tourzel Markizi ve Saray hizmetkârlarının bir kısmı, Kraliçe'yi terk etmeye yanaşmadılar.

Kraliçe, arkadaşlarını ikna edebilmek için, Avusturya Büyükelçisi'ne "Ben iyiyim, endişelenmeyiniz" yazan bir not gönderdi. Tekrar halk önüne çıktığında sâkin, serinkanlı ve mağrurdu.

Marie Antoinette, uzlaşma ihtimâli konusunda devrimin başından beri şüpheciydi. Buna rağmen, krizin barışçıl yöntemlerle aşılması konusundaki umudunu da yitirmemişti. Antoine Barnave gibi bâzı cumhuriyetçiler Kraliçe'nin düştüğü kötü duruma üzülüyor, birçoğu da asâletine hayranlık duyuyordu. Kraliçe'nin pek değer vermediği Mirabeau Kontu, birçok kişiye, Kraliçe'nin cesâretinden ve "erkek gibi" güçlü karakterinden etkilendiğini söylemişti.

Normal hayâta dönebilmek için, Tuileries'e hayır kurumlarının temsilcilerini dâvet etmeye başladı ve Paris'in yoksul çocuklarının acılarını dindirebilmek için yaptığı bağış ve himâyelerine devam etti. Ayrıca çocuklarıyla, özellikle de "Benim sevgili lâhanam" diye hitap ettiği döfenle (veliaht prens) daha fazla vakit geçirmeye başladı.

Halk arasında Kraliçe'ye duyulan öfke öylesine güçlüydü ki, öz kızının komünyonuna kılık değiştirerek katılmak zorunda kalmıştı. Geleneksel olarak Prenses'e, bu ilk komünyonunda muhteşem bir elmas takı seti armağan edilirdi, ancak Kral XVI. Louis ve Marie Antoinette, "halkı ekmeksiz bırakmaktansa, Prenses'i elmassız bırakmak yeğdir" diye düşündüler.

Bu arada Millî Asamble, Fransa'yı anayasal monarşiye dönüştürecek anayasayı hazırlıyordu. Marie Antoinette, Millî Asamble'nin seçkin üyelerinden biri olan ve kraliyet otoritesini yeniden güçlendirmeyi arzulayan Mirabeau Kontu ile gizli görüşmeler yapıldığının farkına vardı. Mirabeau Kontu'na olan güvensizliği, Kral'ın, onun tavsiyelerini dinlemesine engel oldu. Rus Çariçesi II. Katerina, Marie Antoinette'e, "halkın şikâyetlerine kulak tıkamasını" öğütleyen bir mektup yazdı ve mektubunda "İt ürür, kervan yürür" dedi. Kralın kızkardeşi Elisabeth, yeni düzenden duyduğu hoşnutsuzluğu dile getirmekten çekinmiyordu. Sürgündeki kardeşi Kont d'Artois gibi o da Fransız Devrimi'nden çok çekiniyor, iç savaşın kaçınılmaz olduğunu öngörüyordu.

Kraliyet âilesi 14 Temmuz'da, istemeyerek de olsa Bastille'in düşüşünün yıldönümünde Kraliçe'nin, "Zulûm ve acıya dâir her şey" diye târif ettiği kutlamalara katılmak zorunda kaldı. Kral'ın liberal kuzeni Orleans Dükü Philip Egalité İngiltere'den döndü ve halka açık bir şekilde devrimcileri desteklediğini açıkladı. Marie Antoinette'ten nefret ediyordu. Kraliçe de onun devrimi kullanarak tâcı ele geçirmeye çalıştığını düşünüyordu. Aşırı kralcılar, Versay kuşatmasını, Marie Antoinette'i astırabilmek için onun organize ettiğini fısıldaşıyorlardı. Dük, Paris halkından aşırı bir destek ve sevgi gördü. Ancak Dük'ün İskoçyalı metresi Grace Elliot gizli bir kralcıydı ve sonradan Belçika'ya Kraliçe adına özel görevle gittiğini kabul edecekti. Kral'ın sürgündeki Başbakan'ı gibi davranan Breteuil Baronu'na Kral'ın ve Marie Antoinette'in mesajlarını taşımıştı. Kral kronik halsizlikten ve periyodik depresyondan muzdaripti... Kraliçe'nin resmî evraklarda sahtecilik yaptığına ve Kral'ın mührünü kullanarak Breteuil Baronu ile yazıştığına dâir yaygın bir kanı vardır.

Saray ve devrimciler arasındaki uzlaşma ümidi, 1790'da Ruhban Sınıfı'nın Medeni Kanunu'nun yayımlanması ile iyice soluklaştı. Bu belge, Roma Katolik Kilisesi'nin târih boyunca süregelen uygulamaları ve ayrıcalıklarına cumhuriyetçi bir saldırı niteliği taşıyordu. Marie Antoinette bu haberi işittiğinde Tourzel Markizi'ne, "Kilise, kilise... Sırada biz varız" dedi.

1791'e gelindiğinde Kral ve Kraliçe, ihtilâlin Fransa'yı tamâmen yokedeceğine kanaat getirmişlerdi. Doğu Fransa'da monarşistlerin kalesi durumundaki Montmédy'ye kaçmaya karar verdiler. Orada taraftarlarını ve dış destekçilerini organize edeceklerdi. Kutsal Roma İmparatoru II. Leopold, Rus Çariçesi II. Katerina, İsviçre Kralı III. Gustav ve Prusya Kralı II. Frederick William askeri yardım sözü vermişlerdi. Eğer kaçarlarsa, ihtilâlcilerle anlaşmaya da varabilirlerdi, ama şu anki durumda, güç kullanmaktan başka çâre yoktu.

Kraliyet âilesinin kaçış teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandı. Varennes kasabasında at arabasının atları değiştirilirken, cumhuriyetçiler Kral'ı paraların üzerindeki resimlerinden tanıdılar. Tuileries Sarayı'na geri götürüldüler. Bundan sonra Kral ve kraliyet âilesinin tamâmı devrim'in düşmanı ilân edildi.

Marie Antoinette, Saray'ın hızla kan kaybedişini durdurmak için Asamble içerisindeki anayasal monarşist kesimin lideri durumundaki Antoine Barnave ile gizlice görüşmeye başladı. Barnave, Kral'ı Eylül 1791'de yeni anayasayı alenen kabul etmesi konusunda ikna etti ama Kraliçe, Barnave'nin bu çabalarını, kardeşi Kutsal Roma İmparatoru II. Leopold'u Fransa'ya ihtilâl karşıtı bir haçlı seferi başlatması konusunda sıkıştırarak baltaladı.

Kral ve Kraliçe, "Kraliçe'nin akrabalarının yönettiği Avusturya, Fransa'yı hemen işgâl eder ve isyanları bastırırsa, monarşi yeniden kurulur," diye umuyorlardı. Ancak sonuç felâket oldu. Fransa'yı işgâl eden Avusturya-Prusya ordusunun komutanı Brunswick Dükü Karl Wilhelm Ferdinand, kraliyet âilesine en ufak bir zarar gelirse, Paris'i yakıp yıkacağını belirten bir manifesto yayınladı. Devrimcilerin buna tepkisi çok çabuk ve zâlimce oldu. Saray'a duydukları öfke ve nefret bir kat daha arttı ve ilk iş olarak Tuileries'e saldırdılar. (10 Ağustos 1792)

Marie Antoinette gerekirse tek başına âsilerin karşısına çıkmaya karar verdi. Hizmetkârları, hiç olmazsa çocuklarının hatırına kaçması için yalvardılar. Kraliçe gönülsüz olarak Saray'ı terketti ve Millî Asamble'nin merkezi olan Saray'a yerleşti. Kraliyet âilesi Tuileries'i terkettikten sonra Saray'a ulaşan âsiler, Saray'ın İsviçreli Muhafızları'nı katlettiler. Tuileries Vâlisi Markiz Champcenetz, devrimciler tarafından idâma mahkûm edildi. Ancak Grace Elliot'un yardımıyla, ağır yaralı olarak kaçmayı başardı.

XVI. Louis 13 Ağustos'ta cumhuriyetçiler tarafından tutuklandı ve yaklaşık bir ay sonra, 21 Eylül'de Millî Kongre monarşiyi feshetti. Kraliyet âilesi, çocuklar ve Prenses Elisabeth de dâhil olmak üzere Paris'teki Tapınak Kalesi'nde hapsedildi. Kraliyet yanlıları tarafından kaçırılmamaları için çok sıkı güvenlik önlemleri alındı.

Kraliyet âilesinin hapsedilmesinin ardından Paris şiddetin merkezi hâline geldi. Âsiler hapishâneleri işgâl ettiler ve kraliyet yanlısı olduğundan şüphelendikleri herkesi katlettiler. Marie Antoinette'in çok sevdiği arkadaşı Prenses Lamballe yakalandı ve Kraliçe'ye bağlılık yemininden vazgeçmesi istendi. Reddedince, kafasına çekiçle defalarca vurularak katledildi. Bâzı kaynaklara göre, parçalanıp kafası kazığa geçirildi ve Marie Antoinette'in penceresi önüne getirildi. Bu korkunç manzarayı gören Marie Antoinette fenâlık geçirerek bayıldı... Ancak otoriteler, Prenses Lamballe'in cesedi kendilerine getirildiğinde giyinik ve tek parça hâlinde olduğunu belirtmişlerdir.

Louis, 11 Aralık'ta vatana ihânet suçuyla yargılandı. 17 Ocak'ta ölüm cezâsına çarptırıldı. Ölüm cezâsı yönünde oy kullananlardan birisi de Orleans Dükü idi. Devrik Kral'a âilesi ile son kez yemek yemesi için izin verildi. Louis henüz çocuk yaştaki oğlunu öç almaması için tembihledi. Marie Antoinette, yemekten sonraki birkaç saati kocasına ve oğluna sarılmış vaziyette geçirdi. Elisabeth abisine sarılırken Marie Antoinette histerik bir şekilde ağlıyordu.

Louis ertesi gün giyotinle idam edildi. Kalabalığın tezahüratlarını duyan Marie Antoinette olduğu yere yığıldı ve uzun süre konuşamadı.

Kocasının öldürülmesinden sonra Marie Antoinette, hiçbir zaman kendine gelemedi. Kızı, "Kâlbinde hiçbir ümit kırıntısı kalmadı. Yaşıyor mu, ölü mü, belli değil" demişti. Bayılma ve spazm nöbetleri geçiriyordu. İştahını tamâmen yitirmiş, aşırı kilo kaybetmişti.

Marie Antoinette'in öldürüldüğü güne kadar mahkûm olarak kaldığı Conciergerie Hapishânesi'nde, 3 Temmuz 1793 gecesi, bir grup hükûmet yetkilisi Marie Antoinette'in oğlunu götürmek üzere hücreye geldi. Küçük veliaht, sürgündeki kraliyet yanlıları tarafından XVII. Louis ilân edilmişti. Bu nedenle cumhuriyetçi hükûmet, henüz 8 yaşındaki çocuğu ayrı bir yerde tutmaya karar verdi. Louis histerik bir şekilde ağlayarak annesinin arkasına saklandı ve oğluna kalkan olan Marie Antoinette, iki saat boyunca onu yetkililere teslim etmedi. Sonunda yetkililer Marie Thérèse'yi öldürmekle tehdit edince pes etmek zorunda kaldı. Kraliçe o günden sonra oğlunu bir daha göremedi. Kısa süre sonra Marie Antoinette'in yargılama süreci başladı. Küçük Louis annesinden ayrılmasından iki yıl sonra, 1795'te, hapishânede öldü.

Kraliçe, 2 Ağustos 1793 günü, sabaha karşı saat ikide gardiyanlar tarafından uyandırıldı ve üzerini giyinmesi söylendi. Kızından ve görümcesinden ayrılarak Conciergerie Hapishânesi'ne transfer edildi. Marie Antoinette'e, X. Yüzyıl Fransız krallarından Hugues Capet (Pelerinli Hugues)'ten esinlenerek "Pelerinli Dul" lâkabı takılmıştı. Bâzen de basitçe "280 no.lu mahkûm" diye hitap ediyorlardı. Rosalie Lamorlière isimli bir köylü kızı, Marie Antoinette'e yardım etmesi için tahsis edilmişti ama Kraliçe, hemen hemen hiçbir şey istemiyordu.

29 Ağustos 1793'te, Rougeville'den sâdık bir destekçisi olan Alexandre Gonsse Kraliçe'yi ziyâret etti. Bir karanfil çiçeğinin taç yaprağına sakladığı notta, kraliçeyi çok yakında kaçıracaklarını söylüyor ve hazırlıklı olmasını salık veriyordu. Kraliçenin bir parça kâğıda iğne başı ile yazdığı cevap gardiyanlarca ele geçirildi. Târihe "karanfil olayı" olarak geçen bu hâdise, kraliçenin güvenliğinin daha da sıkılaştırılmasına neden oldu.

2 Eylül'de cumhuriyetçi siyâset adamı ve gazeteci Jacques Hébert, Halkın Güvenliği Komitesi'ne, "(Okuyucularıma) Antoinette'in kellesi sözünü verdim. Eğer bu iş geciktirilirse, kendim gider keserim" dedi. Zâten Cumhuriyetçiler'in çoğu Marie Antoinette'ten ölesiye nefret etmeye başlamıştı ve onu ölü görmekte kararlıydılar.

Mahkûm Marie Antoinette 14 Ekim'de yargılanmasına başlandı. Mahkeme salonuna girdiğinde, herkes şok oldu. Erken yaşta çökmüş, bir deri bir kemik kalmış, bitkin ve harap bir vaziyetteydi. İddia makamı kırk tâne şâhidi kürsüye dâvet etti. Elmas gerdanlık olayı ve Saray'ın kuşatması esnâsında İsveç Muhafızları'nı sarhoş ettiği iddiaları gündeme geldi. En korkunç iddia ise Jacques Hébert'den geldi. Hébert, Kraliçe'yi, öz oğluna cinsel tâciz yapmakla itham etti. Sessiz kalan Marie Antoinette, yanıtlaması için baskı yapıldığında, "Eğer yanıt vermediysem bu, bir anneye yapılan böyle bir suçlamayı, doğanın kendisinin bile yanıtlamayacağındandır" dedi.

Jüriden, şu sorulara yanıt aranması istendi:

- Bir kısım kişiler tarafından cumhuriyetin hâricî düşmanlarıyla ve yabancı güçlerle iletişim kurulduğu
ve ortak hareket edildiği iddiaları doğru mudur? Bu iletişim ve ortaklık, onlara para yardımı yapılmasını,
Fransız topraklarına girme izni verilmesini ve ordularının ilerleyişine imkân sağlanmasını mı kapsamaktadır?

- Avusturyalı Marie Antoinette, pelerinli dul, bu ortaklıklarda yer alıp, bu iletişimleri kurmuş mudur?

- Vatandaşları birbirlerine karşı silâhlandırıp, Cumhuriyet'i iç savaşa sürükleme amacı güden
komplo teorileri ve senaryoları gerçekten mevcut mudur?

- Marie Antoinette, pelerinli dul, bu komplo teorileri ve senaryolarının hazırlanmasında yer almış mıdır?

Jüri, oybirliğiyle Marie Antoinette'i suçlu buldu ve 15 Ekim târihinde, "vatana ihânet" suçuyla ölüm cezâsına çarptırıldı. Conciergerie Hapishânesi'ne geri götürüldü. Görümcesi Elisabeth'e "Vasiyet" olarak bilinen son mektubunu yazdı. Bu mektupta âilesine ve arkadaşlarına olan sevgisini dile getirdi ve çocuklarına öcünü almaya çalışmamaları için yalvardı.

16 Ekim 1793 sabahı, bir gardiyan tarafından saçlarını kesmek ve ellerini arkadan bağlamak için Concorde Meydanı'na getirildi. Arabadan yavaşça indi ve giyotine şöyle bir baktı. Kendisine eşlik eden papaz kulağına, " Bu an madam, cesâretinizi kuşanmanız gereken andır" dedi. Marie Antoinette papaza dönerek gülümsedi ve "Cesâret mi? Tüm sıkıntılarımın sona ereceği bu an, cesâretimin yüzümü kara çıkaracağı an değildir" dedi. Bir söylentiye göre daha sonra cellâdın ayağına bastı ve "Özür dilerim mösyö, istemeden oldu" dedi Cellâtla dalga geçtiği için cezâ olarak çırılçıplak soyuldu. 12:15'te giyotinle, başı kesilerek idam edildi ve başı, çığlıklar atan kalabalığa gösterildi.

Marie Antoinette, XVI. Louis ve Madam Elisabeth'in (Louis'nin kızkardeşi) cesetleri bugünkü Madeleine Kilisesi'nin bulunduğu yere tekabül eden büyük mezarlığa gömüldü ve üzerleri kireçle örtüldü. Bourbonlar'ın yönetime gelmesinden sonra (1814) cesetler bulunmaya çalışıldı. 21 Ocak 1815'te birkaç kemik, grileşmiş bir öbek kalıntı ve bir jartiyer bulundu. Kalıntılar, Fransız kraliyet âilelerinin ebedi istirahat mekânı olan Aziz Denis Basilica'nın yeraltı türbesine nakledildi.

Bu densiz Hıristiyan Batılılar "IŞİD kafa kesti, ne kadar banâl!" diye söylenip duruyorlar, Suudîler'in hâlâ kılıçla kafa keserek idam cezâsı uyguladığını bilmezden gelirler. Üstelik Fransızlar giyotinle kafa keserek idam etmeyi 1939'da durdurdu ama, giyotin Fransa'nın 1981'de idam cezasını kaldırmasına dek "resmi idam âleti" olarak kalmayı sürdürdü... Yâni, 1981'e kadar ""Bak, kafanızı keseriz, ha!" demeye devam ettiler. Mesele kafa kesmek, elektrik vermek, zehirle öldürmek , asmak değil... neticede hepsi ölümle sonuçlanıyor. Birbirinden farkı yok. Kimsenin "Ben senden daha medenîyim" deme hakkı yok!.. Mesele idamlık cezâ hakedecek suç işlememekte!...

Biz ne yapıyorduk, yâhu?... Haa, Medyum, Marie Antionette ile irtibata geçmişti. Varlık sayıklar gibi konuşuyordu... Aslında, ilerde 4 Ekim 1966 târihli Celse'de Medyum Esat, trans hâlinde Marie Antionette ile karşılaşmış ve ona "Fransız Kaltağı" diye hitap etmişti. Bununla, Medyum Mukaddes Hanım'ın en azından bir Fransız kadınının etkisinde olduğunu anlıyoruz, Marie Antionette olmasa dahi...

Ruhi Selman

selman@journalist.com


  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
    - İBN-İ SİNÂ CELSESİ
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN VE RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - ZIRVA RA-KA TEBLİĞLERİ
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
    - KASYOPYA CELSELERİ'NDE ATMASYON, KITIRASYONLAR
    - RA "TEBLİĞ"LERİ
    - HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
    - VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
    - HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
    - ÜSTAT KUTHUMİ'DEN SAHTE İNCİLER
    - ARKTURUSLULAR'DAN ZIRVA MESAJLAR
    - ATLANTİS'İN KRAL RÂHİBİ THOTH'UN IVIR-ZIVIR MESAJLARI
    - BAŞMELEK METATRON ÜFÜRMELERİ