Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64

Daha önce de bir yerlere yazdık. Bir kere daha tekrarlıyalım ki, naklettiğimiz Celseler'in nasıl derlendiği anlaşılsın... Biz 1965 yılında Ferhan Erkey'in Topluluğu'na katılan bir gençler grubu idik. Orada eğitim gördük. Kendisine çalışmalarında çıraklık ettik, Parapsikoloji Araştırmaları Derneği'nin kuruluşunda görev aldık, ama Dernek yürümedi. Celselerin banttan kâğıda geçirilmesinde, sonra daktilo edilmesinde çalıştık. Bu gayretlerimiz sonucunda Celse zabıt ve kayıtlarının kopyalarını alma imtiyâzına eriştik. Celseler'in organizasyonuna da katkımız oldu... 1971'den sonra ayrılan arkadaşlarımız oldu. Can dostum Fethi bunlardan biridir. O da, ben de Toplantılar'a devam ettiğimiz dönemde kendi çalışmalarımızı da yapıyorduk, tabii acemice... Ferhan Bey'in İstanbul'a taşınmasından sonra ona devam edenlerden bir kısmı benim Toplantılar'ıma gelmeye başladı. Bir süre sonra da Fethi kardeşim de kendisi çalışmayı bırakıp, bana katıldı. İşte böylece bugünlere geldik.

Şimdi size daha önceden tanıdığınız Öğrenci Medyum Ayşe'nin enteresan bir Celse'sini nakledeceğim. Kendisi ile 1971 ile 1973 yılları arasında 29 Calse yapılmış...

Medyum uyutulur, kısmen derinleşir... Yükseltilir ve gördüklerini anlatmaya başlar.

Varlık : Onlar
Medyum: Ayşe
Celse İdârecisi: Ruhi Selman
Tarih: 23 Kasım 1971
Usûl: Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Özel Celse

Medyum- ..... Yolum epey uzun... Gideceğim yerin de uzak olduğunu hissediyorum...
Çok çok uzak hem de. Hattâ diyebilirim ki, öbür yollarla kıyaslanınca çok aşırı bir
mesâfe oluyor... İkinci Gittiğim'in bile bir misli... Yâni ikinci gittiğim kadar bir daha
gideceğim.
İdâreci- Tamam. Bir değişiklik hissedersen, anlat.
M- .... O İkinci Gittimlerim'i geçtim tahmin ediyorum. Onlara uğramadım.

İkinciler'i göreceğim ama, Onlar bana sâdece el sallayacaklar tahmin ediyorum... Gördüm....
ve geçiyorum... Yâni görmedim de, hissediyorum... Evet, Onlar'ı geçtim, gidiyorum...
Bundan sonraki yolu daha hızlı katediyorum...
İ- Tabii.
M- Niçin tabii?
İ- Çünkü yükseldikçe her şey daha kolay olur.
M- ... Çok daha rahat, çok daha güzel ve hafif... Şimdik... Öyle bir şey var ki... Aynı yerde
İkinciler'in arası... ve İkinciler'le gideceğim yerin arası... Fakat benim katediş hızım çok
değişik... O kadar değişik ki!...
İ- Rahat çıkıyorsun, değil mi/
M- Evet... ve hattâ... galiba geldim... Ama çok rahat çıktım... Şimdi çok rahatım... Yalnız
yine son hamleyi yapmıyorum. Daha çok yapmıyorum, yapmak istemiyorum... Birazıcık
ta yapamıyorum galiba... Onun için bekliyorum... Hattâ bu sefer biraz daha uzun
bekliyeceğim gibi geliyor, öbür seferlerden...

Aslında Daha Yüceler daha az bekletmek isterlermiş. Bekletmekten hoşlanmazlarmış.
Ama yine de en çok... Yâni Onlar yükseldikçe bekletme oranları yüksek olurmuş...
Nasıl ki, bir resmî dâirede en başı görmek en zor olduğu gibi... Bâzı formaliteleri varmış,
Onlar'a göre... Tabii Onlar'ınki formalite değil işte, bizim şeye uygulanır hâli öyle oluyor.
Öyle katı kurallar değil. "Aslında" diyorlar, "katı kural olarak, yâni sizin Dünyâ'dakileri de
düşünmemek lâzım. Onlar bu kuralları kendileri yapmamışlardır. Hattâ çoğu kez
uygulamak Onlar'ın da hoşuna gitmez ama, mecburdurlar," diyorlar.

Azıcık duralım... Şimdi bana diyeceksiniz ki, "Nerede bu Medyum'un ilk karşılaştıkları?... Nerede İkinci karşılaştıkları?" ... Haklısınız... Birini yazmıştık, 18 Kasım 1971 târihli Celse'de. Bakmadıysanız, şimdi bakarsınız... Dikkat ederseniz, bu Medyum'un yükselişi bile enteresan.... Daha önceki yükselişinde karşılaştığı bir heyet vardı. Bu sefer Onlar'ı da geçti. Karşılaştığı Varlıklar ona bir şeyler anlatıyorlar, o da "mişli-mışlı" bize naklediyor.

Medyum- Fakat ben Onlar'ı görmeden fikir geliyor...
"Onlar'ı görünce fikirlerin daha da kuvvetleneceğini" söylüyorlar. ..

Beni almaya geldiler... Yadırgadığım bir nokta, ben Onlar'ı da aynı şekilde mütevazi
düşünmüştüm. Öbürkiler yerde oturuyorlardı. Ben sanmıştım ki, Bunlar da öyle. Halbuki
hissettiğim kadarıyla Bunlar oldukça şık ve refah içindeler... Yadırgadım... Gerek üstleri
başları, gerek oturdukları yerler çok daha farklı...

Ama bana itirâz ediyorlar... "Bu fark şekil değil" diyorlar... " İnsan mutlu olmak istediği
sürece mutlu olur. Biz mutluluğumuzu kendimiz yaratıyoruz. Aslında Bizim Onlar'dan
hiç bir fazla tarafımız yok."

"Aynı yere bir canınız sıkılmış olarak, bir de mutlu bir gününüzde gidin... Ne kadar
farkeder!.. Siz Buraya üzülmüş olarak geldiniz.Ama yine de mutlusunuz. Sizi mutlu etmek
için uğraşacağız. Zâten mutlu olmamanız için sebep de yok. Siz böyle şeyleri dert
etmiyecek kadar yücesiniz. Yüce olmanız gerekir. Hem de zâten O İŞ OLDU... Niye üzülüyorsunuz?""

"Biz isterdik ki, Buraya geldiğiniz zaman hiç bir şey düşünmeden gelmiş olaydınız, Burayı
daha güzel görürdünüz. Ama nasıl ki, insanlaın sıkıntılı zamanlarında en sevdiği, en
değerli dostları yanındadır... Onun için biz de size mutlu bir gününüzde değil de, belki de
hayâtınızın en mutsuz günlerinden birinde yanımıza aldık. Tıpkı sâdık bir dost gibi"
(diyorlar.)
İ- Evet.
M- Ve benim hâlâ üzüntülü olmama gücenmişler. Onlardan gelen ışığı pek fazla
alamıyorum.... "İnanmalısın" diyorlar bana. "Bize ve diğer Yücelikler'e güvenmelisin.
- Niçin bu çırpınış?... Niçin bu çabalayış?... Sudan çıkan bir böceğin kurtulması için.
Kanatlarını silkmesi lâzımdır. Çırpın biraz!.. At o kötü düşünceleri!" diyorlar bana...

Varlıklar'ın bahsettikleri, Medyum'un bir dönem Saime adında aldatılmış, sokağa düşmüş bir kadın tarafından Obsede olması idi. Gerçekten çok sıkıntı çekmişti. Kadın, Medyum'u geceleri rahatsız ediyor, uyutmuyordu. Üniversite hayâtını da etkiledi. Kızcağız atılma noktasına geldi. Zor düzelttik durumunu hocalarıyla görüşerek... Sonra Obsedör Varlık'la uzun süre kendisi ile konuştuk, ikna ettik.

Medyum- "İnsanların güçlerini ölçmek için en son noktaya kadar nasıl denenirse, seni de
öyle denedik. Son noktaya dayandın. Artık daha fazlasını kaldıramıyacağını anladık. Onun
için biz de hallettik," diyorlar... "Bizler isterdik ki, senin daha fazlasını kaldırmanı... Ama
yine de teselli gördüğümüz bir nokta var. O zaman bizlen değil, daha Yüksektekiler'len
berâber olacaktın. Bizle berâber olman bizi çok mutlu eder."

Ben daha Burada çok süre kalacağım. Geldiğim son yer burası... Şimdilik...

İdâreci- Evet, anlıyorum.
M- Ondan sonra sanıyorum, yükselişimiz de berâber olacak. Beni bırakmıyacaklarmış...
Çok yardımları oldu. Berâber yükselecekmişim.
İ- Bu söylenenlerden ben de kendime bir pay çıkarttım.
M- "Nasıl?" diyorlar.
İ- Benim durumum da Ayşe'ninki gibi oldu. Benim de tahsil hayâtım problemli geçti.
Ben de son günlerde bocaladım, verdim mi, veremedim mi intihanı, diye...
M- .... "Sen de verdin" diyorlar.
İ- Çok şükür. Artık herhâlde benim de sabrımın son noktasıydı ki...
M- "Ama seninkisi daha başarılı oldu. Daha çok dayandın," diyorlar. Benden daha çok
dayandığınızı söylüyorlar. "Hem de daha az tepki göstererek" diyorlar... Ama bana da
"bunun normal olduğunu, benim de kendi kapasiteme göre duruşumdan, görünüşümden
beklenenden çok fazla dayandığımı" söylüyorlar.
İ- Doğru. Şimdi rahatladınız mı?
M- Biraz... Yine de silkinemiyorum. Kurtulamıyorum o havadan... Onlar da çok
çalışıyorlar benim için... Sağa sola koşuşuyorlar... Ne yapmak gerekliyse yapıyorlar...
Diyorlar ki, "Sana bunu şekil olarak vermek, basit bir şekilde anlatmak istemiyoruz.
Çünkü sen buna lâyık değilsin. İstersek biz şimdi onları sana gösterebiliriz. Ama bu
biraz basit olur, "diyorlar. "Sen bu kadarınlan anlamalısın. Nasıl ki yüzsüz bir insana...
Benzetmede hatâ yoktur" dediler... Nasıl ki, yüzsüz bir insana bir şey yaptırırken ona
böyle başa kakarak dan-dan söylemek lâzımdır... Oysa ki, hassas bir insana bu, imâyla
söylenir,... Biz sana böyle yaptık," diyorlar. "Daha niçin bu havadan sıyrılmıyorsun?"

Hattâ ben Onlar'ın içinden geçeni anlıyorum... Bana diyorlar ki, "İŞTE GEÇTİN!... Daha ne
istiyorsun?" ... Ama bunu söylemek istemiyorlar. Ama ben Onlar'ın içlerinden geçeni de
anlıyorum. Daha doğrusu şimdi anladım. Yâni, şu durumda Onlar''la herhâlde kuvvetli bir
şeyde bulunmuşum ki... Nasıl ki, insan sevdiği bir dostun bakışından, davranışından,
duruşundan, boynunu büküşünden ne demek isteyeceğini anlar... Veya neyi söylemek
isteyip te söyliyemiyeceğini... Ben Onlar'ın hareketlerinden anlıyorum.

Burada Medyumluk'la ilgili önemli bir husus var... Medyum "Benzetmede hatâ yoktur" demiş... Bunun aslı "Teşbihte hatâ olmaz"dır... Varlık öyle demiş. Daha doğrusu, o düşünceyi yollamış Medyum'a... Medyum fikri almış, ama kendi kelimelerine dökmüş... Aslında bütün Tebliğler, Akışlar böyledir. Kelime nakli çok zordur. Olmaz değil, ama çok zordur. Kelimesi kelimesine Tebliğ alan Medyum sayısı çok azdır. Vahiyler, Peygamberler'e motamot gelir. Tek kelimesini değiştiremezler. Enis Behiç Koryürek, Çedikçi Süleyman Çelebi'nin şiirlerini Varlığın kelimeleri ile almıştır. Ferhan Bey'in Medyumu Esat Bey de öyle... Diğer Medyumlar fikri alırlar, kendi kelimeleriyle şiire, nesre dökerler. Mevlâna'nın Medyumu Neclâ Çarpan bu gruptandır. Medyumlar'ın zaman zaman teklemeleri de bu yüzdendir. Aldıkları fikri kelimeye dökmekte zorluk çekerler.

İdâreci- Evet. Artık rahatlamış olmanız lâzım.
Medyum- .....
İ- İnanmıyor musunuz?
M- İnanıyorum. İnanıyorum ama, bilmiyorum... "Sana hep söylüyoruz," diyorlar.
"Sinirlerin o kadar fazla bir gerilime ulaşmış ki!" ... Ve Onlar düşünüyorlar, şu anda...
Bana kaldıracağımdan fazla yük yüklenmiş... Fakat diyorlar, "İşte" diyorlar, "Aydınlık...
Bunları söylemek istemiyoruz. Bu ışık oradan geliyor" diyorlar... Zorla söyletiyorlar...
"Zor kulanıyorlar" demek haksızlık olur. Daha doğrusu, elimde olmadan
(söylüyorum).
İ- Evet... Sen bu çalışmalarla her şeyden önce kendini tanımayı öğrendin. Bunu hiç
unutma!
M-
(Lâkin Medyum, İdâreci'yi dinlememekte, bulunduğu yer ile ilgilenmektedir.)
M- Efendim?
İ- İşin bu yönünü hiç unutma.
M- Hangi?
İ- Kendi kendini tanımayı... Bunu başka yoldan yapamazdın.
M- Evet... Diyorlar ki,"İnsan... değerlerinden dolayı değerlidir. Bu değerleri örtmeye
çalıştığında daha bi değerlidir. Değersiz yönler, aksine, açıldıkça değersiz yönü azalır,"
diyorlar... Ama bunu bana bir nasihat olarak söylemiyorlar. Bunu kendi durumuma göre
yeterince uyguluyormuşum. Yâni, "kendi durumum"la benim bulunduğum Tekâmül
seviyesini kastediyorlar.
İ- Anlıyorum.
M- Bâzı şeyleri ben... kendim anladığım... sizin anladığınız hâlde... anladığınızı anlıyorum,
çünkü sizin neyi anlayıp, neyi anlamadığınızı az çok oradan anlıyorum yâni ... sizden
gelen etki de oluyor bana, ben de anlıyabiliyorum... Sonra Onlar'dan gelen etki de,
fakat başkaları için söylüyorum, anlamayanlar olurmuş, onun için...
İ- Tabii.
M- Onun için söylüyorlar. Yâni, ben söylemiyorum da, tabii...
İ- Dostlarımızın başka söylemek istedikleri var mı?
M- Diyorlar ki, "Sen hani o deli-dolu, kendini dağıtan, danslardan hoşlansaydın, onları
da yapardık seninle" diyorlar... Biz her şekle uyardık. Ama onlardan hoşlanmıyorsun.
İstersen sana şiirler okuyalım.
İ- İster misiniz?
M- Evet, istiyorum... Söyliyecekler.

Sen,
neden
Böyle dalgın bakıyorsun?
Halbuki,
görmek istediğin şeyler
Sana öyle yakınki!..
Masmâvi bir denizin
Kıyıyla kucaklaşması
Yeşil çamlar arasında
Koşan bir geyik!
Hayat,
Bu kadar güzelken,
Niçin
Ona küsüyorsun?
Yok!
Olmaz oyunbozanlık!
Devam etmeli ona.
O,
Her şeyiyle güzeldir.
Yücedir hayat,
İnsan
Onu yüceltmek isterse!

İ- Beğendiniz mi?
M- Güzel!... Daha bir kaça tâne galiba verecekler... İsmi "O"ymuş... O...
O
O'nu görmek istesin,
Neden O'ndan kaçarsın?
Niçin azap verirsin?
Sen, sevdiğin herkese?

Gerisi de var ama, alamıyorum...
İ- Dikkatiniz mi dağıldı?
M- Yoo!... Dörtlükler hâlinde bu şiir... Oldukça uzun... Ama zâten almak ta istemiyorum.
İ- Niye?
M- Sıkıldım. Azıcık dinleneceğim.
İ- Dinlenin.

Medyum'un "Onlar" dediği bu Bir Grup Varlık, iyi mi, kötü mü, daha teşhis koymadık. Medyum'un Yukarı gitmesini istememeleri, aleyhte bir puan idi. Medyum'a yardım etmeleri, moralini düzeltmeye çalışmaları, yardımları iyi bir puan... Ona ve bana iltifatlar şüphe çekici...
Şiirler fena değil, ama Medyum niye daha fazlasını istemedi?.. Niye sıkıldı?.. Bunlar kötü puan... Ama ifâdeler akıcı ve şimdiye kadar rahatsız edici bir cümleye rastlamadık. Şmdiki tahminim Vasat bir Varlık Grubu...

Medyum- ..... Bana diyorlar ki, "Üzülme sırf biz senin
meselelerinle meşgûl olduğumuz için,.. Ne yapalım?... En büyük insanın bile, nasıl ki
dertleri vardır, tabii ki senin de olacak. Bu bir nöbetleşe iştir. Senin de etrafa faydan
dokunacak... Ama şimdi problemler sende. Onun için önce onları halledelim. Dostlar
bunu bir zevk olarak kabullenir. bizlere bu zevki tattır. sen de bu zevki tadarsın.
O zaman bizim ne kadar mutlu olduğumuzu anlarsın.

Seni bekleyen çok insan var. Onlara yardım edersin. Bunu senden bir karşılık olarak
değil, sırf bizim sana yaptığımız işlerin bir ödev, bir dert değil; bir zevk olduğunu
anlatmak için göstermek isteriz. Yoksa hiç bir şey borçlu değilsin. İnanıyoruz ki,
sana en büyük zevki verecek şeyler, muhtaçlara yardım etmektir.
İnanıyoruz ki, bu ödevini çok isteyerek ve çok başarılı bir şekilde yapacaksın.
belki de bu konuya senin bir yardımla girmenin sebebi, senin zâten görevinin bu
olduğundan. Senin yardımların, daha yeni olduğun için, daha dolaylı... dolaylı değil de,
daha dolaysız bir şekilde olacak. Çünkü yaptığın yardım böylece daha iyi hissedebilecek
ve daha da mutlu olabileceksin."

"Ruhi Ağbin korkmasın!.. Bütün uğraştığı kişilerin, bütün hastaların seninle umduğundan,
beklenenden çok, çok kısa bir sürede iyi edecek. Başarı, başarılmak istenildiği sürece
daha çabuk, daha güçlü kazanılır. Bunu sen ve o, gönülden istedikten sonra
halledilmiyecek problem pek kalmaz. Onun sürüncemede kalmış bir işi var. O da hallolacak.
Senin işin değil ama" diyorlar... Başka bir tâne... Soruyorlar... Sizin bir işiniz varmış.
İ- Evet.
M- Onu halledeceklermiş benim vâsıtamla.
İ- ALLAH râzı olsun.
M- Fakat bu işin mâhiyetini ben pek anlıyamadım... "Sizin bana açıklamanızı" söylüyorlar.
"Yapacağı işi bilmeli" diyorlar.
İ- Tabii.
M- Nasıl bir şeymiş?
İ- Başka bir hastam var, aynı şekilde. Bir Varlığın tesirinde. Acaba o mu kastedilen?
M- ... "Tabii" diyorlar. "Sürüncemede kalmış hastan... Fakat" diyor, "geçecek."
İ- Çok iyi olur. Yalnız Ayşe'nin bu işi gönülden yapmasını istiyorum. Borçlu hissettiği
için yapmasın.
M- Onu sâdece bir insanlık borcu olarak yapacağım. O benim "insanları sevmem"
dememe inanmamanızı söylüyorlar.
İ- İnanmıyorum zâten. Lâf olsun diye söylüyor.
Varlık- Onu anlamakta çok zorluk çekeceksin.
İ- Çektim zâten.
V- Anladıkça hayâl kırıklığına uğramıyacaksın. Aksine, şaşıracaksın. Mutlu olacak.
İ- Bütün arzum dostluğumuzun uzun sürmesi.
M- ... "Çok uzun bir dostluk" diyor...
(Gerçekten de uzun... 50 yıl oldu, hâlâ dostuz.
Aynı şehirde değiliz ama gönüller bir, âile fertleri birbirini seviyor.)
"Sana okulu, Ankara'yı sevdirdik. Korkma!... Annene, babana karşı olan sevgin azalmadı.
Ama o daha yüce duygularla örtüldü. Fakat örtülen bir şey kaybolmaz. Daha iyi saklanır.
Daha iyi muhafaza edilir. Bütün değerli şeyler saklamak içindir. Hiç insanlar değerli
buldukları bir şeyi
(rastgele) kullanırlar mı? Onların en sakladıkları şey,
kutu içinde muhafaza ettikleri mücevherleridir. Hem sevgi saklandığı sürece yüce değil
midir?.. Seveni yüceleştiren sevgisini saklamasıdır... Hoş, sana bu konuda nasihat çekmeğe
pek gerek yok. Ama yine de, bâzen dikkatli davranman, hislerini bu kadar saklaman,
bâzen insanların psikolojik yapısıyla bağdaşmayabilir. Onlar senin ne düşündüğünü anlamadan,
sevginin derecesini bilemeden sana karşı samimi olmakta güçlük çekebilirler. Bunun için
sen de üzülebilirsin. Ama sen kendi üzüntülerine önem vermedğin için, hiç değilse
onların üzüldüğünü düşünerek, biraz daha farklı davranmaya çalış."
İ- Dostlarımız gelmeyen Olcay'a kızgın mı?
M- ... "Biliyorsun bizde kızmak yoktur" diyorlar. Dargın galiba. Ne olursa olsun, bana
yardım etmek istemeliymiş. Bu onun için bir imtihan mâhiyetinde imiş. "Sanıyor musun ki,
Ayşe bu yardımı önemsemedi?" diyorlar.
İ- Bizi sohbetlerinden mahrum etmesinler.
M- ... Bana diyorlar ki, "Ama komşular birbirine dargın olmaz".
İ- Bunu anlamadım.
M- Çünkü şöyle: Olcay'a gelen Varlıkla Şimdiki
(Varlık) komşu... Ben O'nunla,
Olcay Öbürsü'yle konuşuyormuş.
İ- O zaman sizin Olcay'la dargın olmamanız lâzım.
M- ... Diyorlar ki, "Bu dargınlığa son ver. Düşünmelisin ki, senin de yanlış hareketlerin
var. Affetmek te çok yüce bir şeydir. Bunun mutluluğunu tatmanı isteriz. Belki sen de
tamâmiyle suçsuz sayılmazsın."
İ- O zaman barışın Olcay ile, olur mu?
M- ......
İ- Niye tereddüt ediyorsunuz?
M- ... "Ah," diyorlar, "Ruhi Ağbi'nin dediği gibi törpülemek öyle kolay olsaydı, elimize
bir törpü alıp...
( girişirdik.) Törpülemek değilmiş işte bu... Duyguları törpülemek
çok zor... Çünkü onu törpüleyecek araç yok.
İ- Benim bile bir çok kusurlarımı törpüleyememişlerdir.
M- Epey küçülmüş... "Onun da müjdesini verelim" diyorlar.
İ- Çok şükür.
M- Nasıl, biliyor musunuz, sizinkiler?.. Deniz kestanesindeki
(dikenler kadar) ...
ama sanmayın ki, o kadar çok... az da, hani deyim olarak göstermek için dedim.
Benimkiler de yâni, kirazın sapına yaklaşıyor. Ama ALLAH'tan, sayıca epey az...

İnsanın kendindeki ve karşındakinin kusurlarını böyle görmesi, sezmesi ne kadar enteresan, değil mi?... İki tarafa da onları törpüleme hevesi, törpüleme şevki veriyor... Olcay, Ayşe'ye sıkıntılı döneminde yardım etmemiş. Belki de edecek durumu yoktu. Onun da kendine göre sıkıntıları vardı. Üniversite'den iki defa atıldı, tekrar döndü, 17 yılda bitirebildi... Bu arada hayâtını kazanma durumunda kaldı.

İ- Evet, benimkilerden bahsediyordunuz.
M- Sizinkiler... ama sayıca birazıcık daha fazla da, boy olarak az... Benimki de işte öyle...
az ama büyük...
İ- Peki. Benimkileri nasıl hissettiniz?
M- Yâni ne yönüyle?
İ- Nasıl bir intiba geldi size?
M- Biraz kendinize fazla güveniyormuşsunuz bâzı konularda...
(güler) ...
Bâzı şeyleri, yâni nasıl olacağını değil de, olmasını istediğiniz gibi gelişecek gibi
davranıyormuşsunuz... İyi izah edemedim... Bir dakika.
İ- Anladım.
M- Yâni anlatabildim mi?... Yâni nasıl istiyorsanız, öyle olması için o yola
başvuruyorsunuz. Halbuki her şey öyle olmazmış. Her şeyin bir metodu, kuralı, kaidesi
değil de... yâni çok katı değil ama, yine olmazmış.
İ- Yolu varmış.
M- Evet, anladınız.
İ- Bunları siz benden mi alıyorsunuz, Oradan mı alıyorsunuz?
İ- Ben Oradan alıyorum... Sizden ilk evvelâ aldım. Demin söylemiştim bir şey. O zaman
onu iki taraflı almıştım Fakat şimdi tek taraflı alıyorum.

Sonra siz bâzı şeylerin üzerine fazla düşüyormuşsunuz. Yâni, fazla sevgi gösterisinde
bulunuyormuşsunuz. Çocukların falan... Fazlaymış biraz... Aslında kusur değilmiş te
bunlar, sizin ve harekette bulunduğunuz kimsenin aleyhine olabilirmiş... Onun için
söylüyorlar. Yoksa kusur sayılmaz.

İ- Çok doğru... Peki, şimdi siz kaç Varlık'la Temas hâlindesiniz?
M- Size bir şey söyliyeyim mi?.. Ben hissediyorum ki, en başından beri bana gelen
Varlıklar ne ismini, ne cismini, ne şeklini, ne sayısını... Eskiden sayısını belli ediyordu
ama, şimdik onu da belli etmiyor... Etmiyecekler.
İ- Ben de öyle tahmin ediyordum. Fakat daha ulvî bir his geliyor herhâlde.
M- Evet. Ben zâten öyle olmak istiyorum.
İ- Çok güzel... Zâten şekilden ne kadar uzaklaşırsanız, o kadar huzûra kavuşacaksınız.
Şimdi bundan sonraki çalışmalar için Üstatlar'a söz verin ki, kendinizi daha bırakacaksınız
ve daha derinleşeceksiniz.
M- ... Bunun için bana ellerinden geldiğince yardım etdeceklerini söylüyorlar.
İ- Ama sizin de kapıları açık bırakmanız lâzım, değil mi?
M- Bırakmaya çalışacağım.
İ- Peki, Üstâdım. İlerde acaba sizle bilgi çalışmalarımız olabilecek mi?
Varlık- Size demin belirtmiştik. Kısa, özlü, pek uzun olmayan şeyler şimdik... Fakat
yine de, nasıl ki bir iş bölümü vardır toplumda, Medyumlar'da da bir iş bölümü vardır.
Daha çok bu tip şeyler olacak. Çünkü fazla uzun şeylerden şimdilik sıkılıyor tahmin
ediyoruz. Bilhassa böyle işin felsefesine filân şimdilik girmiyeceğiz.
İ- Benim en büyük derdim rûhî konularda bir bilgi kaynağım yok.
Varlık- Senin kaynakların çok daha değerli. Canlı...
İ- Bunu biraz açıklar mısınız?
V- Senin Medyumlar'ın oldukça iyi ve çok sayılır. Yâni epey var.
İ- Var ama, devamli bir çalışmaya giremedik.
M- "Yenisi de hayırlı olsun" diyorlar. Eskisinden daha düzenli olacak ama yine de...
Yâni, düzen sağlayamamanın sebebi sizin bâzı görevleriniz olduğundan. Onun için sizin
istediğiniz kadar sık olamıyacakmış. Hem diyorlar ki," Nasıl ki, bir talebe -bana da azıcık
gülüyorlar- bir dersi bir gecede çalışırsa, hem çok yorulur, hem de aldığı şey daha az
olur, -talebe misâllerini bayağı üstüme alınıyorum- onun için yavaş yavaş olması daha iyi...
İ- Çok teşekkür ederim. Ben de üzülüyordum, etrâfımda bu konuya ilgi duyan pek çok
kimse var, Bunların isteklerine cevap veremiyorum diye.
V- Herkes kısmetince alır.
İ- Doğru, evet.
M- Benim için diyorlar ki,"Yolda gören şu kızın bu kadar olacağını kestirebilir mi?"
diyorlar... Ve benim böyle... Kendimi görüyorum... Sanki.... görmüyorum da, size öyle...
Ooo, saçlarım uçuşarak böyle... üstümde kısa bir etek böylee... koşarken filân...
İ- "Ben böyle olacak mıydım?" diyorsun.
M- ....
(güler) ....
İ- Hakikaten Medyumlar'ım çok değerli... Aldığım da çok şey var.... Bunları değerlendirme
yolunda yaptığım çalışmaları yeterli buluyorlar mı?
M- ... "Hiç bir zaman" diyorlar, "bir insanın gücünden fazlası istenmez.Sen elinden
geldiğince yapıyorsun," diyorlar. Yâni, sizin epey vakit ayırdığınızı ve hattâ bâzen çok
sevdiklerinizden kısarak ayırdığınızı şey yapıyorlar. Onun için de takdir ediyorlar....
Yoo, size bu yönde şey yapmıyorlar
(târizde bulunmuyorlar) .
İ- Fakat herhâlde istenilen seviyede bir faydam olmuyor.
M- ... Diyorlar ki,"Bunun için bir şey yapma. Zâten onun kısmetlisi onu ne yollarla alır"
diyorlar. "Yâni, o onun eline gelir" diyorlar... "Yâni, senin direkt olarak göndermen önemli
değil" diyorlar, "O bulur yolunu:" ... "Hem" diyorlar, "yâni senin sandığından da çok
olabilir bu sayı" diyorlar... "İnsan, meselâ, nasıl ki uyandırdığı etkiyi bilemez, bir konuşma
yaptığı zaman. Karşısındaki ondan ne derece etkilenmiştir, anlıyamaz. Bilhassa bu konular
oldukça değişik. Yâni, hiç olmıyacak yerden olmıyacak yerlere gider," diyorlar. Böyle...
onu yâni... "Kısmeti olan için mesâfe önemli değildir," diyorlar. "Nasıl ki Tekâmül için
zaman önemli değilse, kısmeti olan için de masâfe önemli değildir," diyorlar. Sonra
benim durumuma değiniyorlar... Hiç yâni, hakikaten akılda olmayan bir durum...
İ- Ve o kadar kişinin gelip te, ancak birine nasip olması...
M- .... "Yoo, onu şey değil de, ... esas yâni, çıkış noktası" diyorlar... Nereden geldi ve
nasıl niyeti olmayan bir yere geldi ve bu duruma nasıl niyetsizdi?... "Hiç acaba" diyorlar,
"yani Orta Doğu'ya
(Üniversitesi'ne) gelmek hiç aklının ucundan geçmiş miydi?...
Ankara'ya gelmek... Üstelik Buraya
(tedâviye) gelmek... Onun için yâni, bak"
diyorlar. "hem direkt bir görüşme, bir de yâni... onun için...
herhangi bir tesirin, bir şeyin ulaşması, herhâlde bir insanın gelmesinden çok daha az
önemlidir," diyorlar.

Pek anlaşılmamıştır... Zâten belki içinizden "Bu özel bir Celse imiş, niye veriyorsun?" diyorsunuzdur. Özel ama, bâzı söylenenler, nasihatler genel... Meselâ bu son kısım... Medyum Ayşe İstanbullu bir kız... Âilesinin göz bebeği... Ne onun aklından, ne de âilesinin aklından onun evden ayrılıp başka bir şehre okumaya gideceği geçmemişti. Hadi Ankara'ya geldi, hiç yurtta Fincan Celsesi yapıp, bir Geri Varlığın eline yapışacağını hiç mi hiç düşünmemişti. Bu rahatsızlığı bir doktora gidip tedâvi ettirmek yerine, kendisinden ancak beş yaş büyük birine gidip uyuyarak tedâvi olmak aklının ucundan bile geçmemişti. Bütün bunlar bir Geri Varlığın tesirinde kalmaktan çok daha önemliydi, Medyum'un Rûhî Tekâmül'ü için... Kader işte buydu. Her şey bir ölçü, bir nizam içinde cereyan etmişti... Kendisi sonradan Şifacı Medyumluk da yapmıştır.

İdâreci- Üstâdım, Medyum'un durumuna bağlıyım ben. Siz gerekli gördüğünüz an,
görüşmeyi kesebiliriz, efendim.
Medyum- .... "Benim durumumun oldukça kuvvetli olduğunu söylüyorlar. Zâten yapacağım
iş gereğince de, bu yâni esasmış, süre filân. Yâni, epey dayanıklıymışım. İstediğim kadar
şey yapabilirmişim.
İ- Sıkılmadan?
M- Evet, durabilirmişim... Ve yâni, hiç bir şey, yorgunluk hissetmiyebilirmişim. Bu işe,
yâni yapacağım göreve de bağlıymış zâten.
İ-
(Uzun süren Celse'den dolayı emin olmak ister) Şimdi sıkılmıyorsunuz?
M- Hayır, sıkılmıyorum ve harhangi bir şey de hissetmiyorum.
İ- Çok iyi... Bir derinleşme hissediyor musunuz uykunuzda?
M- Cıhk... Pek fazla değil.
İ- Bir ara derinleşir gibi olmuştunuz.
M- İşte o hani şeyi söylemiştiniz, o zaman derinleşmiştim.
İ- Yâni açılmadınız?
M- Iıh... Açıldığımı zannetmiyorum... Olcay'ın Varlığı onu bırakmak istemiyormuş...
İ- Ayrılacağını söylemişti ama. Epeydir gelmiyor Olcay zâten.
M- Çok yakında Ulu Ârif Çelebi... Onu hissediyorum...
Varlık- Çünkü biraz önce de söylemiştim, birbirimize epey şeyiz, yakınız...
M- ... İçinden geçenleri anlıyabiliyorum. Siz bana yardımda bulununca, çok mesut
oluyor... Bundan da anlıyorum ki, onun yakınındayım... Belki de kardeşiyle... İsmini
bilemiyorum ama yakını... Anladığım kadarıyla bir komşuluktan veya aynı seviyede
olmaktan gelen bir yakınlık değil de... akrabalıktan... Beni bir gün Mevlâna'nın yanına
götürecekmiş görmek için... Ama orada kalmıyacakmışım... Ziyâret için...

Dedik ya, herkes ya Mevlâna ile, ya da Atatürk ile görüşmek ister. Bir tek bizim Medyum Tuğrul çıkmıştı, Nâzım Hikmet'le görüşmek isteyen... Acaba bu Varlık Medyum'u kandırıyor mu, "Seni Mevlâna'ya götüreceğim" diye?... Çocukları şekerle kandırdıkları gibi... Bilemeyiz. Bekleyip, olayı görmek lâzım... Ancak Olcay'ın Mevlâna'nın torun Ulu Ârif Çelebi ile görüştüğünü biliyor ve inanıyoruz. Şimdi Medyum Ayşe diyor ki," Benimle görüşen onun ya kardeşi, ya da yakını... Çünkü Ulu Ârif Çelebi burada, hissediyorum" diyor...Gerçek mi?... Bilemeyiz... Yalnız araştırırız. Bu da bizim Celse'den kârımız olur.

Hazret-i Mevlâna'nın dört çocuğu var: Sultan Veled (1226-1312), Alaaddin Çelebi, Emir Âlim Çelebi ve kızı Melike Hatun... Mevlâna'nın yerine geçen Sultan Veled'in Mutahhara Âbide Hatun, Şeref Ârife Hatun adlı kızları, Çelebi Şemseddin Emîr Âbid, Çelebi Selâhaddin Emîr Zâhid, Çelebi Hüsâmeddin Emîr Vâcid ve hepsinin ağabeyi olan, babasının yerine geçen Celâleddin Emîr (Ulu) Ârif Çelebi adlı dört oğlu var... Acaba Medyum'un irtibat kurduğu Ulu Ârif Çelebi'nin bu kardeşlerinden biri mi, yoksa amca oğullarından mı, hala oğullarından mı?... Yâni, Hazret-i Mevlâna'nın diğer çocuklarından olanlar mı?... Yoksa hiç biri değil mi?... Bilemeyiz... Daha fazla done gerek.

İdâreci- Biz yakında Konya'ya, ziyârete gideceğiz. Acaba Medyum'un gelmesini isterler mi?
Medyum- ... ALLAH'ın takdiri... Çünkü gerçekten de biraz evvel bana bir şeyler
söylüyordu, "Sen yakında geleceksin" gibi.. ve ben onu size aktarmaya fırsat kalmadan
siz bana bunu söylediniz... Gidecekmişiz herhâlde... Fakat sizi çok takdir ettiler. Zâten
anlıyorlarmış da... Şimdi öyle bir şeymiş ki... insanlara şekle bağlı olduğu için bunu tabii
rappadanak söylemek değil de, yeri gelince söylemek için bekliyorlarmış.
İ- Sözleri beni çok memnun etti. İnşallah onların söylediği gibi iyi bir insan olurum.
M- ... "Öylesiniz zâten" diyorlar... Kendileri şekil olarak değil de, orada bulunduğunu
düşünerek onlar için de dua etmenizi... Bir şekle bağlı kalarak yapılan duadan çok, daha
hayırlı bir netice vereceğini, çünkü bir şeye dikkatini toplamak, onlar için mutlaka bir
şekil gerektirmediğini, şekilsiz toplanan bir dikkatin çok daha kutsal olduğunu
söylüyorlar. Annesi olan bir çocuk annesini sever. Fakat annesi olmayan bir çocuğun
annesinin kutsallaşması, ve olmayan bir varlığı sevmesi nasıl ki daha yüceyse...
İ- Doğru. bunu yapmaya çalışalım.
M- Bu çalışmalarda bilhassa buna önem vermenizi istiyorlar.
İ- Törpülenmesi gereken yön, şekilciliğim mi?
M- Evet. Ama size işte bu konuda hak veriyorlar. Çünkü siz bu işin İdârecisi olduğunuz
için, bu işin gerektirdiği... Yâni bırazcık ta şekil gerektiriyormuş... "Ama ne kadar
kurtulursanız, o kadar iyi olur," diyorlar.
İ- Yâni gelenler için buna riâyet etmek mecbûriyetinde kalıyorum. Şekil, kural olmadan
olmuyor.
M-... "Bir de" diyorlar ki, "inanmıyanları aydınlatmaya çalış, ama yâni bunun için büyük
bir çaba sarfetme. Hani ille de 'Bu vardır' diye... Hani böyle... Yâni meselâ, 'Şu budur,
bu budur' demeye, açıklamaya lûzum hissetme. Çünkü kabul eden onu, şeklini bilmeden
de, kim olduğunu bilmeden de kabul eder... veya kabul etmez. Bunun için zorlama
kendini."
İ- Yâni, bütün gayretimi inananlar üzerine teksif edeyim.
M- Evet... Onlarla da... yâni onlarla da uğraşın, inanmıyanlarla da... Ama yâni... hani onlara
... birazıcık şekilciliğiniz ondan ileri geliyormuş.... iinanmıyanlara "Şu şudur, şu şudur" diye
açıklamak için... Yâni "Şu, şunun şusudur, şunu şuradan ispatladık, buradan gördük, şu
kitaptan gördük, bu kitaptan gördük" de
diğiniz için oluyormuş... Bunun için,
yâni fazla birazıcık siz ona dayanarak soruyu soruyormuşsunuz, şekli filân yâni...
kural, şekil bundan geliyormuş.Onun için onları aydınlatmaya çalışın, elinizden geldiği
kadar ama... yâni hani şeklin...
İ- Anlıyorum.

Medyum'un Varlık'tan dinleyip te bana tekleyerek anlatmaya çalıştığı husus şu: Spiritualizm'de ilmî ispat çok zor. İnsanları delile dayanarak inandırmak mümkün değil. Ancak içinde varsa, gönül gözü, idrâki açıksa inanıyor insanlar... Halbuki ben bu konuya girdiğimden bu Celse'nin yapıldığı târihe kadar Bedri Bey gibi, Ferhan Bey gibi bir şeyleri ispata çalıştım. Üstat benim bu yönümü "şekilci" buluyor. "İnanmıyanlarla çalış, ama fazla zorlama! İnanan inanır, inanmayan ayrılır gider" diyor... Gerçekten de öyle oldu. 55 yıllık çalışma dönemimde, buna şimdiki İnternet faaliyetim de dâhildir, Toplantılar'ıma gelen yüzlerce insandan 30-35 kadarı bugünlere ulaştı, gerisi kar gibi eridi, kayboldu. Şimdi yazılarımı okuyanlardan kaçının ilgisi sürdürüyor, kaç kişide yeni ilgi uyandı, kaçınınki devam eder, bilmiyorum. Ama bunu tabii addediyorum. Hayıflanmıyorum. Peygamberler'in bile etrâfına kaç kişi toplanmış ki?.. Biz kimiz ki, bundan şikâyet edelim?... Adam toplamak için Adnan Oktar gibi şıkır şıkır oynamak, ya da sarık sarıp şeyhlik taslamak, yanmaz kefen, şıpıdık terlik satmak gerek. O da bizim harcımız, ihtiyâcımız değil!

İdâreci- Şimdi benim bir dostum var İstanbul'da... (rahmetli Reşat Bayer)
Dedi ki bana, "Sen bana öyle bir şey yap ki, bunları ispatlasın.
Gerisi mühim değil!"... ben buna kapıldım. Dernek falan kurdum. Aslında böyle bir ispat
faaliyetine girmemem lâzımdı herhâlde.
Medyum- "Evet... Mantığın yeterince kuvvetli. bir değer ölçüsü olarak onu kullanabilirsin.
Tecrübeleri de" diyorlar. "TECRÜBELER ve MANTIK"...
İ- Yalnız bize çok sorulan bir sual var. "Mâdem ki" diyorlar, "bunlar mevcut; neden en
basit yolları kullanıp ta bunları ispat cihetine gitmiyor Ruhlar?" diyorlar.
Varlık- ... Önemsiz şeyler kendini göstermeye çalışır. Önemli insanlar, önemli yönlerini
gizlemeye çalışırlar. Hiç gerektiği kadar yüce bir insan, "Ben buyum, ben şuyum" der mi?
"Benim şuyum çok kuvvetli, şunda çok başarılıyım" der mi?
İ- Demez tabii.
Varlık- Hem sonra biz istiyoruz ki, bâzı şeylere görülmeden inanın!.. Bu daha yücedir.
Görüp te inanacakları zaman da gelecek. Bu Âlem'i değil, Öbür Âlem'i kastediyoruz...
Kimi de görünce de inanmıyacak, kimi görmeden inanacak. Kalite farkı!..
İ- Evet. Bunun arkasında mutlaka anlayabildiğimizden çok daha derin bir hikmet var tabii.
Fakat bizim için en büyük noksan bu: Maddî İspat... Ama yine de ilerlememiz
küçümsenecek gibi değil galiba.
M- Evet... Bir de şöyle diyorlar... Ben şu anda hiç görmediğim... birini görmediğim...
hiç bir şekil görüyor değilim, ama size soruyorlar: "Alınan bilgileri nasıl buluyorsunuz?"
diyorlar.
İ- Çok iyi.
M- ... En ufak bir şekil bile görmediğimi söylüyorlar. "Sen bunun üzerinde düşün. Daha
derin şeyler çıkarabilirsin" diyorlar.
İ- Doğru... Tamam, Üstâdım. Yâni, kendimi şekilden sıyırıp tamâmen mânâya tevcih etmem
lâzım.
M- Evet. Ben yâni... bizim eski, yâni benimle olan çalışmalarımız şekil yönünden
sıyrılacakmış. Ve bana yâni, şekil gözükmemesinin bir sebebi de buymuş. Evet. Yâni,
bu yönden size yardımcı olacakmış.
İ- Zâten Ulu Ârif Çelebi de bunu istemişti, ama yapamadık.
M- Olcay ama şekil görüyormuş. Ben görmüyorum.
İ- Görüyordu ama, daha ilk Celse'de şekille ilgilenmememi söylemişlerdi.
M- Evet, evet.
İ- Bana başka söylemek istedikleri var mı?
M/ Bir dakika... İlk gelen bir misâfir, evi görmemişse, ona nasıl gezdirilirse, bana da
etrâfı gezdirmek istiyorlar. Fakat diyorlar ki, "Bu gece yeterince üzgünsün. Belki
gördüklerinlen şey yapamıyacaksın. Onun için bana bırakıyorlar. İsterlerse... Ben istersem
dolaştıracaklar veya dolaştırmıyacaklar. Zâten dolaştırsalar daha biraz üstten olacak.
İ-Satıhtan?
M- Evet, evet. Onun için biraz dolaşayım.
İ- Tamam. Hissettikleriniz nakledin.
M- Hakikaten çok iyiyim.
İ- O zaman daha çok dolaşın.
M- ......
(güler)... Saray gibi bir yer... Bahçesi çok güzel... bütün çiçek...
Hepsini hissediyorum ama, görmekten çok daha kuvvetli...
Hislerin bu kadar kuvvetli olabileceğini hiç düşünmemiştim, hiç bir zaman için... Şekilden
daha fazla kuvvet kazanıyor bâzen... Çiçeklerin cinsini bile ayırt edebiliyorum... Oysa ki,
hic bir şey görmüyorum.

Varlık "Gezdirelim, dolaştıralım" deyince içime bir kurt düştü. Bu kız hiç bir şey görmüyorsa, gezip dolaşırken ne anlatacak?.. "Hah, bir açık verdiler, 'şekil yok' derken şekil gösterecekler" diye düşündüm... Ama düşündüğüm gibi olmadı. Medyum etrâfı görerek değil, hissederek algıladı ki, muazzam bir şey!.. Herkes yapamaz. Kullandığı ifâdeler sıradan bir insanın ağzından dökülecek kelimeler değil. Bu da Medyum'un uyuduğunun ve gerçek bir İrtibat hâlinde olduğunun delili... Niye "Uyuduğunun delili" diyoruz?... Çünkü nice sahte Medyumlar vardır ki, cin gibi uyanıkken uyuyor, transa girmiş, İrtibât'a geçmiş taklidi yaparlar. Bunlar yabancı belgesellere bile yansımış, bilim adamlarını bile kandırmışlardır... Niye "İrtibât'ın delili" diyoruz?... Çünkü bir insan uyur, derinleşir ama gerçek bir İrtibat kurmaz, kurduğunu zanneder. Bu bâzen İdâreci'nin yanlış telkinleri ile olur, bâzen de çok hevesli Medyum'un kendisini ve çevresini aldatması sonucu meydana gelir.

Medyum- ... Çok kocaman avizeler var ama kullanılmıyor. Onların ışığı yetersiz. Hem sönük,
hem hazır çok daha parlak ışıklar varken, niçin kullanılsın?.. Altın kalemi olan biri, hiç
kurşun kalem kullanır mı?.. Bu avizeler şekilciler içinmiş.
İdâreci- Tam sormaya hazırlanıyordum ben de.
M- ...
(güler)... Her yere çeşitli ziyâretçi gelinrmiş... Ben varken kullanmıyacaklarmış... Hakikaten...
hissediyorum ki, orayı güzel yapan duygular... Orası belki alelâde bir binâ. Belki de hiç
bir özelliği yok. Belki de o yaldızlı mobilyalar, kakmalar, oymalar yok... Ama orası kadife
perdesiz, avizesiz de güzel...

Biliyor musunuz, oradaki çiçekler sulanmıyor da... Ekilmiyor da... Ekilmeden çıkmış...
Bugün de çok güzel... böyle her çiçekten var. Ama onları insan koparamaz. Çiçekleri o kadar
sevdiğim, koparmak istediğim hâlde koparamadım. Onlar koparılmak için değil çünkü...

Bugün kuşlar yokmuş... Çünkü ben üzgünüm biraz. Onun için yokmuşlar. Burada aslında
çok güzel kuşlar varmış. Hiç biri yok... Var da, susmuşlar. Aslında ama ötmeleri
gerekirmiş.

İ- Hiç hayıflanmadınız mı, "Bu kadar üzgün olmasaydım da, onları duysaydım" diye?
M- Duyuyorum, çünkü zâten ötmeleri lâzımmış. Ben onlara bakınca, hepsi öttü...

Bahçede salıncak var. Ona oturdum. Hafiften sallanıyorum... Ve sallandıkça benim daha
mutlu olacağımı, üzüntülerimden kurtulacağımı söylüyorlar... Aslında içimden gelen bir
his, rüzgârın tozu dumanı uçurması gibi benden sıkıntıları uçuruyor. Hem de zâten
uçması gereken bir sıkıntı. bitmiş çünkü...
İ- Tabii. Siz onu kendi benliğinizde tutmaya çalışıyordunuz, sebepsiz yere.
M- Elimde değil...
İ- Artık gidiyor, değil mi?
M- Evet. Oldukça mutlu oluyorum. Hafif bir sarhoşluk gibi başım dönüyor. Ben zâten
... başka bir tâne... iki kişi... o salıncakta, ben burada...
İ- Hangisi daha kuvvetli geliyor şimdi?
M- O mutlu, ben de mutluyum. Demek ki o daha kuvvetli.

Enteresan bir durum... Medyum birden kendini ikiye bölünmüş gördü... Tıpkı astral projeksiyonda bedenden çıkıp kendi bedenini havadan seyretmek gibi... Bunu bana bir dostum anlatmıştı. Yatar vaziyette müzik dinlerken birden kendini tavanda, aşağıya bakar durumda görmüş, aşağıdaki yatan beden bakıyormuş.herhangi bir çalışma falan yapmadan... Medyum da kendini salıncakta sallanmakta olan bedene bakar görmüş, daha doğrusu hissetmiş. Ama sanki sıyrılmış olan salıncaktaki... Çünkü onu daha kuvvetli buluyor.

Burada ikinci enteresan durum, Medyum yükselirken maddî bedenden sıyrıldı. Orada bir bedenden daha sıyrılıp salıncağa oturuyor... Bu da soğan gibi iç içe, kat kat bir kaç bedenden oluştuğumuzun delili... Astral Beden, Mental Beden, ne ad verirseniz verin...

Medyum- Onun his durumu beni etkileyebildiğine göre, demek ki o daha kuvvetli. O kendini
o havaya tamâmiyle kaptırdı. Onlarla çok kaynaştı. Fakat şunu hissediyorum ki, o bana
dönünce belki o da bâzı şeyler kaybedecek, ama ben de bâzı şeyler kazanacağım. Ne
bu kadar üzgün olabileceğim, ne de onun ordaki kadar mutlu... İkisinin ortası... Zâten
birazıcık ta o kadar mutluluk ta fazla. Hem de bir insan o kadar mutlu olursa, belki
çevresi yadırgayabilir, yâni. Çünkü insanlar mutsuzdur çoğu zaman. Onlara karşı da hoş
bir durum olmaz. Değil zâten!.. Ben o kadar mutlu olmayı istemem de. Etrâfımdaki
insanlar o kadar mutlu değilken, ben o kadar mutlu olmayı istemem ki!.. Cıhk!.. Zâten
o kadar mutlu... Iııh, hayır, istemem!
İ- Ben size, "Bir insanın mutlu olması, esas onun mânevî âleme girmesidir" demiştim.
Değil mi?
M- Evet.
İ- Şimdi bunun doğruluğuna inanıyor musunuz?
M- Evet.
İ- Ve bu mevzuda hiç yalan söylemediğimi hissediyorsunuz, değil mi?
(İdâreci
bunu tedâvinin etkisini artırmak için söylüyor)
M- Ooo!... Fakat o kadar mutluyken böyle, insanları çok düşündüm. Onlara çok acıdım.
Mutlu olunca, onların ne kadar mutsuz olduklarını görmek, beni daha çok üzdü. İnsan
o dertlerle kavrulanlardan bir parça olunca, bunu pek fazla hissetmiyor. Ama onlardan
kopup ta, onlara yukardan bakınca onları daha çok hissediyor, onlara daha çok acıyor...
İ- ... ve yardım etmek istiyor.
M- Tabii. mümkün olsa da, onları da alıp götürsem!
İ- Belki yapacaksınız bu işi.
M- O kadar güçlü olduğumu sanmıyorum.
İ- Hiç değilse mutsuzluklarını azaltacaksınız.
M- Evet.
İ- Değil mi?
M- Evet, olabilir. İnşallah olacak.
İ- İstiyor musunuz bunu?
M- Off, ben insanları ne kadar çok seviyormuşum!.. Onlar için üzülüyorum... Bana her
şeyler fazla üzülmememi söylüyorlar. "Ama yine de biliyoruz ki, bu elinde değil" diyorlar.
Her şeyin bir sebebi vardır. Bir insan çok kötü bir durumda olabilir ama, onun da bir
sebebi vardır. Onun için fazla üzülmememiz, her şeyin bir sebebi olduğunu düşünmemiz
ve bunun o kişinin iyiliği için olacağını düşünmemizi söylüyorlar.

"Dün gördüğün bir güvercin seni niye o kadar duygulandırdı?" diyorlar... "Lavaboda
gördüğün çırpınan bir kelebek seni niye o kadar üzdü?" diyorlar... "O belki de çok daha
iyi şeylere kavuşacaktır. Her şeyin ileriye işleyeceğini düşünmelisin ve kendini bu kadar
üzmemelisin." ... Bu yönde yeterince çaba vermişim. Onun için beni bu yönden de
destekliyeceklermiş. Üzülmememi sağlıyacaklarmış. Nasıl ki annemi, babamı çok
özlüyordum, ama onların özlemini hafiflettilerse, bu yönden de bırazıcık şey yapmaya
çalışacaklarmış. Nasıl ki sivri yönlerim varsa, bunlar da içe batmış yönlerimmiş.

İ- O dikenleri de ayıklamak lâzım.
M- Evet. İçe doğru diken. Onlar bana batıyormuş.

Medyum ne kadar hassas ruhlu biri... Bu hassasiyet onun iyi bir Medyum olmasını sağlıyor. Ama aynı zamanda dikkatli olmazsa kolayca incinebileceğine de işâret...

Gördüğümüz zavallı insanların, hayvanların, hattâ böceklerin durumuna üzülmenin bir faydası yok!.. Aksine onlar bize batan dikenler... Moralimizi bozuyor. Kendimizi o zavallıların yerine koyup bir şeyler yapmak lâzım. Ama aynı anda onların bu yaşadıklarının Tekâmül'ün bir gereği olduğunu da unutmamalıyız. Yâni o varlıklar bu sıkıntıları boşuna çekiyor değiller... Peki, öyleyse yardım etmeyelim de, olduğu gibi kalsın mı?.. Hayır, çünkü o yardım da onların ve bizim Tekâmülümüzün bir parçası... "Sefiller" romanından, bulamadıysanız filminden bir düşünün. Jal Valjan'a çaldığı gümüş şamdanları polis yakalayınca, "hediye verdim" diyen papaz, onun doğru yola girmesini sağlamıştı. Bu onun için bir imtihan, bir Tekâmül aşaması değil midir?.. Papaz da iyilik ederek bir basamak yükselmemiş midir?.. Her olaya böyle bakmak lâzım...

Peki, nasıl yardım edeceğiz gördüğümüz zavallı varlıklara?... Peygamberimiz'in metodunu daha önce de söyledik ama, tekrarlıyalım: Aksaklığı elimizle düzelterek... Aç köpeği besliyerek, ama bizi de ısırmasın diye kemiği uzaktan atarak... Elimizle düzeltemiyorsak, dilimizle düzeltilmesini isteyerek... Onu da yapmak mümkündeğilse, dinlemiyorlarsa, gönlümüzden düzelmesini samimi olarak dileyerek...

Hiç bir yardımı küçümsemiyelim. Yine Peygamberimiz Hazret-i Muhammed diyor ki, "Verecek sadakan yoksa, bir tebessümün de mi yok?" ... Ama hanımların bu tebessümü dikkatli sarfetmeleri lâzım, çünkü o tebessümü "pas veriyor, yollu tâze" diye yorumlayacak hırbolar çıkabilir, hem de hemen her zaman!..

Bu tarz yardımların en küçüğünün bile ne büyük mükâfatlar getirdiğine de bir misâl verip Celse'mize döneceğiz... Peygamberimiz bir gün kuyuya su içmek için inmiş olan herkesin tanıdığı bir fâhişenin, ilk önce eskimiş pabucunu çıkarıp susuzluktan dili dışarda bir köpeğe kuyudan su verdiğini görmüş, "Bu kadın Cennet'ini inşâ etti" demiştir... Herkesin Cehennem'de cayır cayır yanacağını sandığı kadının, Tekâmül'de kaç basamak atladığını düşünebiliyor musunuz?

İdâreci- Şunu da unutmayın ki, o mutsuzluğu çekmeseydiniz, şu andaki mutluluğa
kavuşamazdınız. değil mi?
Medyum- Tabii.
İ- İşte bütün bu insanların çektikleri mutsuzluklar da, ilerdeki büyük mutululuklar içindir.
M- Evet, evet... Çok haklı olduğunuzu, böyle düşünerek kendimi üzmemem gerektiğini
söylüyorlar.
İ- Siz o mutsuzluğu verene kızmamanız lâzım, hatta sizin olgunlaşmanıza yardım ettiği
için teşekkür etmeniz gerek.
M- Daha "teşekkür edecek durumu geldim" diyemem ama, kızmıyorum.... "Zâten"
diyorlar, "insanın yaptığı bir eser gibi, o da çok değişik bir vaziyette karşına çıkınca,
o senin de bir eserin sayılacak. Çok mutlu olacaksın. İşte o zaman kızmak bir yana, mutlu
bile olacaksın." ... O benden aldığı bâzı şeyleri çok iyi kullanabiliyormuş. "Fakat, hayret"
diyorlar, "senden aldıklarının şeyleri, bizim vermek istediğimiz veya herhangi bir
başka yerin vermek istediğini alamıyor"muş.. İşte çok arada da olsa, başımın biraz
ağrımasının nedeni buymuş... Çünkü, nasıl ki her hastalığın bir ilâcı varsa, onun için en
tesirli ilâç benmişim... Fakat şimdik araştırıyorlarmış ki, neye dayanarak ben o kadar etkili
olabilmişim... Ve beni tanıyarak aynı etkili hâlde kendileri de bulunacaklarmış. O zaman
beni rahatsız etmiyecekmiş. Fakat bunu bâzı yönleriyle anlamışlar, beni daha iyi tanıdıkça.
Şu gece dahi bir şeyler anlamışlar. "Yine de" diyorlar, "eksik kalan yerleri olur, seni rahatsız
ederse, artık o kadara da kısa bir süre için katlanırsın. Biz elimizden geleni yapacağız.
Seni anladık." ... Biraz da kuvvetli yönlerimi daha etkili kullanacaklarmış, ona etkili
olmak için. O etkilenmiş o yönlerden.... Evet.
İ- Hazırsınız buna, değil mi? Ara sıra başınız ağrısa da?
M- Evet, tabii... başka çâre yok.
İ- Nasıl olsa geçecek bir müddet sonra.
M- Evet, evet.

Burası anlaşılmamış olabilir... Medyum'un mutsuzluğunun bir sebebi de etkisinde olduğu Saime adlı bir sokak kadının Ruhu... Zâten bana o yüzden gelmişti. Varlık, Medyum'un eline yapışmıştı, geceleri uyutmuyor, başını ağrıtıyordu. Uzun mücâdelelerden sonra kendisini ikna ettik, Medyum'u rahat bırakmasıı sağladık, ama ara sıra gene başının ağrımasına sebep oluyordu. Medyum buna rağmen Saime'ye kızmıyor. Bu olayın hem kendisi, hem de Saime'nin Tekâmül'ü için gerekli olduğunu biliyor, ona yardım etmeye çalışıyor.

İdâreci- Hâlâ salıncakta sallanıyor musunuz?
Medyum-
(şaşırır) Aaa!.. Ne zaman indiğimi bilmiyorum.
İ- Ama rahatsınız.
M- Evet.
İ- Mutlusunuz.
M- Evet... Öyle bir şey ki, bir şey başlıyor, ama ben bittiğini farketmiyorum. Bitişlerin
farkında değilim. Başlangıçları biliyorum. Bahçeyi ne zaman bıraktım, bilmiyorum, meselâ.
Hiç bitişleri bilmiyorum... Niçin bilmiyormuşum, biliyor musunuz?
İ- Niçin?
M- İnsanlar biten şeyleri, meselâ ayrılığı, meselâ bir ölümü kötü kabul ederlermiş...
Onun için bana biten şeyleri göstermiyorlarmış. Ve ben ayrılıktan üzülüyormuşum.
Onun için göstermiyorlarmış.
İ- Evet. Üstatlarımız'ın hepsine bu geceki çok tatlı sohbetlei için teşekkür ederim.
M- ... Böyle yaptım, boynuma sarıldılar.
İ- Nur içinde yatsınlar. İnşallah ilerde çok daha uzun ve tatlı sohbetlerimiz olur.
M- Benim... şimdiden sonra hayâtımın çok daha başarılı olacağını söylüyorlar. Şimdi çıkan
bâzı pürüzlerin bendeki bâzı eksik yönleri tamamlamak için olduğunu söylüyorlar. Fakat
bir çok yönüyle tamamlanmış. Sizin için ben her yönde çok daha başarılı olacakmışım.
Rûhi Ağbi, sizin de önünüz geçmişten çok daha parlak olacakmış...
İ- İnşallah.
(Gerçekten öyle oldu... Nur olsunlar!)
M- ... Kapıya gelirken arkamı sıvazladı. "İstersen aşağıdaki ikiye uğra," diyorlar.
İ- İster misiniz?
M- Evet. İnerken uğrarım. "Beklemenin çok önemli bir şey olduğunu, onların beni
beklediğini, onun için onları kırmamam gerektiğini" söylüyorlar. İyi yolculuklar,
mutluluklar, başarılar diliyorlar.
İ- ALLAH râzı olsun.
M- ... Aşağı iniyorum...
İ- Rahat olarak ininiz. Her iki dostumuzla İrtibat'a geçince haber veriniz.
M- ..... Bana bakıyorlar, "Ne haberler var? "diye... Benim durumumdan anlamışlar çok
yorulduğumu.
İ- ALLAH râzı olsun. Çok teşekkür ederiz.
M- Evet. "Biz de teşekkür ederiz."
(diyorlar) Beni nur içinde bulduklarını söylüyorlar.
Bundan dolayı memnunmuşlar. Başarılar diliyorlar. "Gözün aydın" diyorlar. Benim
durumumdan dolayı çok mutlular.
İ- Peki. Müsaade isteyin.
M- .... Evet... Uçuyorum... O kadar güzel ki!...

Ve Medyum iner. Ruh ve Beden münâsebetleri birleştirilir. Biraz dinlendirilir ve uyandırılır. Çok rahat ve mutludur.

Medyum'un inerken ziyâret ettiği İki Varlık, daha önce "Onlar" diye tanımladığı, ancak bu Celsedekiler'e "Onlar" deyince, "Ötekiler" olanlardır. ALLAH hepsinden ve bu Medyum'dan râzı olsun.

*****


Medyum Ayşe'nin Celseleri'ni sevdiniz mi?... Bir tâne daha vereyim. Medyum önce hipnoz hâlindodir. Önce sohbet edilir. Medyum yükselmek istemez. Ama sonra yükseltilir.

Varlık: Onlar
Medyum: Ayşe
Tarih 25 Kasım 1971
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Hâzirûn: Muhtelif kişiler

İdâreci- Uyuduğunda dâima yükseleceksin. Daha yükseleceksin.
Medyum- Fakat bu gene benim isteğimle olmayacak. Olacağını biliyorum ama, benim
isteğimle olmıyacak.
İ- Niye istemiyorsun?
M- Bilmiyorum.
İ- İçinden mi gelmiyor?
M- .......
İ- Peki???
M- Fakat o kaldıracak kuvvetin çok fazla olduğunu biliyorum.
İ- Eğer hazır değilsen, görüşmiyelim Dostlar'la.
M- Hayır... Orası o kadar karışık ki!...
İ- Neresi?
M- Yukarısı...

İki gün önce çok güzel bir Sohbet'e aracı olmuş Medyum, neden acaba iki gün sonra hem Toplantı'ya geliyor, hem de uyuduğu hâlde yükselmek istemiyor?... İşte Spiritualistler böyle anlaşılması zor olaylarla sık karşılaşırlar. İş Fincan döndürmek, kişi uyutmaktan çok öte bir faaliyettir. Böyle durumlarda işin içinden nasıl çıkacağını bilmek, daha doğrusu böyle durumlara hazır olmak, ondan sonra da nasıl çıkacağını bilmek gerekir. Şimdilik anladığımız kadarıyla Medyum, Yukarısı'nın karışık olduğunu hissediyor ve onun için yükselmek, o karışık ortama gitmek istemiyor... Peki ama, Yukarısı neden karışık?.. Hiç Yüksek Varlıklar'ın, Yüksek değilse bile Vasat-üstü Varlıklar'ın bulunduğu Ortam karışır mı?. Medyum, yükselmeden bunu nasıl hissediyor?.. Trans hâline geçtiği için mi?

Medyum- Herkes birbirine girmiş!... Uğraşıyorlar... ve uğraşmanın bilinçli olduğunu
hissediyorum. Orada sanki bir zelzele olmuş ta, hepsi tâmir etmeye uğraşıyorlar... ve
bana şunu hatırlatıyorlar: "Zelzele bölgesine
(yaraları sarmaya) giden evler, onların
kendi evlerinden çok daha güzeldir" diyorlar.
İ- Evet ama, zelzele bölgesindekiler gelecek evleri beklemekten bıkabilirler.
M- ... "Bıkanlar nasıl kimselerdir?" diyorlar... "Sabırsız" diye bağırıyorum!... Ve bana
diyorlar ki, "Sen nerede bulunursan bulun, bulunduğun yer önemli değil. Ulaştığın şeye
zâten ulaşmışsın," diyorlar... Yâni, istesem, yükselmeden de bunu yapabileceğimi
söylüyorlar.
(Ve zâten işte yapıyor) Fakat yükselebilirim. Şu anda kendimde o gücü
(ve isteği) görüyorum.
İ- Ruh ve Beden münâsebetlerin gevşiyor... Rahat olarak yükseliyorsun.
M- ... Onlar öyle bir durumdalar ki, benim Onlar'ın yanına gitmemi istiyorlar, fakat bir
şeylerden çekiniyorlar... Sanki gizli bir şey yapmışlar...

İnsan bir iş yapar... Bâzısında iyi bir iştir. Fakat yaptığı sürece... Meselâ, bir dostu
misâfirliğe gelirse o iş bitmeden, o işi yaparken görmesini istemez... Aynı o durumdalar.
Bir şeyleri toplamaya çalışıyorlar, ben görmiyeyim diye... Yaptıkları işleri... Fakat
yaptıkları iş kötü değil, ama benim görmemi istemiyorlar. Bitince görmemi
isteyeceklermiş. Onun için sanıyorum, biraz uzun zamanda gideceğim
(yanlarına).
Onlar da toplansın diye, ben ağır ağır gidiyorum... Fakat istesem hızlanabilirim ve
onları görebilirim, ama hızlanmıyacağım... Bitirsinler... Ben görmiyeceğim. Mâdem ki,
görmemi istemiyorlar, bitirsinler. Ondan sonra Yukarı çıkayım....

İnsanların güzele tutkusu büyük bir olduğunu, güzel şeylere, -önceden geçirdikleri
ne kadar kötü olursa olsun- güzel şeyin onu silebileceğine inanıyorlar... Fakat ben onların
bu fikirlerine karşı koyuyorum. "İnsandan bir çok şeyler alan bir şey, geldiği zaman
çok güzel bir şey de olsa, çekilmez," diyorum... Bana cevaplara: "Peki, o zaman dış
görünüşe niçin o kadar değer veriyorsun? Güzelliğe niçin o kadar kıymet veriyorsun?" ...
Konuyla ben alâkasız buluyorum... Ne alâkası var?.. Hiç Onlar'a cevap vermiyorum.
İ- Sor.
M- Siz alâka görüyor musunuz?
İ- Biraz.
M- Ben anlamıyorum alâkasını... Soruyorum Onlar'a. Soracağım... Diyorlar ki," İsmiyle
şekli güzel olduğu için bu okula geldin," diyorlar... "Ve sen insanlarda da aynı şeyi
yapıyorsun" diyorlar. "Bilhassa ilerde seçeceğin eşin için de hatâlı davranabilirsin"
diyorlar.
İ- Bu söylenenlerin sizle alâkası var mı?
M- Ne bakımdan?
İ- Doğru mu?
M- Evet, doğru...
İ- Yâni hatâyı orada mı işlemiş oluyorsunuz?
M- Evet. Fakat hatâmın cezâsını görmiyecekmişim. Ne demekse??? Yalnız bu tür ikinci
bir hatâyı önlemeye çalışıyorlarmış.
İ- Bu ikinci hatâyı biraz daha açıklarlar mı?
M- .... Dış görünüşe önem vermemmiş... Çok fazla kibirliymişim.
İ- Yalnız şimdi vardınız mı Onlar'ın yanına?
M- Onlar benim yanıma geldi.
İ- Aşağı indiler???
M- Evet.
İ- Siz ne kadar yükseldiniz?
M- Duruyorum. Onlar'ı getirttim.
İ- Siz ne kadar yükseldiniz?
M- Bir miktar yükselmiştim. Gerisini Onlar indi... Çok büyük bir fedâkârlık yaptıklarını
söylüyorlar. Daha doğrusu, "Onlar'ın söylediklerini, ben biraz daha katı şekilde
söylüyorum
(naklediyorum)" diyebilirim.
"Fedâkârlık yaptık" demiyorlar ama,... Aslında çok daha yumuşak bir şekilde söylüyorlar
ama... Belki de ben kinli olduğumdan böyle söyllüyorum.
(Neye kinli? Neden kinli? )
İ- Öteki Grup'a rastladınız mı?
M- Hayır.
İ- Rica edin, hep berâber Onlar'ın makamına yükselin.
M- Onlar zâten buradan memnunlar.
İ- Olsunlar, yükselin.
M- ... Gidiyoruz berâber... Ben öndeyim, Onlar arkada.
İ- Bu yükselme ânında hissettiklerinizi anlatın.

İdâreci kuşkulandı... Medyum yükselmeden Onlar'la irtibat kurdu. Sonra "Yüksel" deyince Onlar Medyum'un yanına indi. Şimdi yükseliyorlar, ama Medyum önde... Bu onun kibrinden mi, yoksa Varlıklar'ın pek Yüksek olmayışından mı?.. Öyle ya, belki Tekâmül bakımından Medyum'dan bile Geriler ki, Medyum önde gidiyor olabilir... Başlangıçtan şimdiye kadar Medyum'un yükselirken karşılaştığı Varlıklar'dan bir zarar görmedi, aksine rahatladı, morali düzeldi. Tehlike olmamasının dışında, aldatıldığımıza dâir en ufak bir emâre yok, ama yine de dikkatli olmak gerek.

M- Onlar bir dâire şeklinde.. Ben Onlar'ın yukarısında ve merkezindeyim.
Ben daha Yukarı'dayım. Şimdik Onlar beni değil, ben Onlar'ı
karşılayacağım.... Oraya geldik.
İ- İyice emin misiniz?
M- Evet. Geldik Oraya... Aynı ama Aydınlık değil.
İ- Devam edin yükselmeye.
M- Yoo, hayır!.. Geldik. Allah Allah!... Onlar karartmışlar. Bir tek hatâ yapmışlar. Bir tek
hatâ ama, o karartmaya yetmiş... Ben Onlar'ı bırakıyorum. Ben gidiyorum.
İ- Yükselmeye devam edin.

Acaba ne hatâ yaptılar?.. Medyum ondan mı kinli?... Medyum'la ilgili bir hatâ olmalı... Aradan bunca yıl geçmiş, hatırlamıyorum. Bakalım Celse esnâsında ortaya çıkacak mı?.. Neden Medyum'un ayağına indiler, neden yükselirken Medyum önde, anlaşıldı... Medyum ise onlara karşı çok sert, acımasız.

Medyum- Onlar'ı almak için de çaba harcamıyorum....
Aşağı'da kaldılar. Ulaşamıyorlar ulaşacakları yere... belki de ilk olarak bir şeye karşı
merhamet göstermiyorum. Sebebi de, çünkü işin zayıf olursa, zayıf ânı olabilir. Böyle
şeyler yapabilir... ve bu affedilebilir. Tıpkı bir çocuğun hatâları gibi... Ama Onlar'ı
affetmiyorum. Bıraktım Onlar'ı!.. Çok yükseliyorum.
İ- ..... Çok mu yükseldiniz?
M- En son Grub'un bir katı daha!... Fakat esas yerlerinin bir katı... Şimdiki yerlerinin
değil... Onlar çok mütevazi... Ağacın dibinde oturmuşlar, Tabiat'la haşır neşir... Her
şeyi biliyorlar ama, hiç bir şey söylemiyorlar.
İ- Hürmet ve sevgilerimizi söyleyiniz.
M- ..... Sanki dillerini yutmuşlar... Onlar, O Âlem'in nâmına utanıyorlar... Nasıl ki, bir
insanın küçültücü davranışı, başka bir insanı insanlığından utandırırsa, ve bu suçu işleyen
üstelik çok yüksek rütbeli, çok kültürlü, çok bilgili biri olursa...

Bana ışık tutuyorlar... Önce çok az... hafif bir sızintı... Fakat sonra bir projektörden çok
daha kuvvetli ve ışığı kendilerine ters çevirmiş olarak... kendileri hiç faydalanmadan...
Işık tamâmiyle bana dönük... Hem de bütün ışıklar... Çok fazla aydınlandı bura...
Başkalarına da çevirmelerini söylüyorum... Ama tıpkı ben Ay gibi, aldığım ışığı
yansıtacakmışım. Ay'ın kendi ışığı yokmuş. Ama ben aynı ışığı hem muhafaza edecek,
pem de yansıtacakmışım... Kendimde o ışığın hepsini tutacakmışım. Fakat aynı oranda
hepsini de eşit parçalar olarak başkalarına yansıtacakmışım. Çünkü etrâfımdakiler için
o kadarı yeterliymiş...

Şaşıyorum.
İ- Neye?
M- Kır ortasında, ağaçların altında bu kadar kuvvetli ışığı nereden bulmuşlar?..
Onlar ışığı kâlplerinden saçıyorlarmış...
İ- Bunu da hissediyor musunuz?
M- Gönülleri açık... Onlar'a özür dileyerek diyorum ki, "Artık ben böyle şeylere inanmaz
oldum." ... Hepsi mahvoldu! Çok üzüldü... Biliyorum, olanların suçlusu Onlar değil. Ama
ne yapabilirim?.. Aslında benim yerim, o demin Ayrıldıklarım'ın Yeri imiş... Fakat olaylar
benim Buraya çıkmama sebep olmuş... Fakat Onlar kırık... bana değil, olanlara... Onlar'a..
Yaptıkları bu ödev başkasına verilecekmiş... ve böylece azapları daha fazlalaşacakmış...
ve aynı zamanda gururları kırılacakmış... İlk Birinciler'in söyledikleri yaptıkları affedilmiş.
Hattâ diyorlar ki, "Onlar'ı sen de affettin." Ama bunlar affedilmeyecekmiş. Ve orada,
tıpkı boşlukta, benim altımda boşlukta asılılar. Orada çok azap çekeceklermiş. Fakat
Onlar'a acımıyorum... ve ilk olarak bir kimseye acımıyorum.
İ- Şimdi bundan Evvelki Grup, bizim büyük dostumuz Ulu Ârif Çelebi'nin yakını idiler.
Ulu Ârif Çelebi'nin hiç bir zaman söylediğinin çıkmadığı olmadı... Bu nasıl oldu?
M- Aslında yaptıklarında bir tek hatâ varmış. Söylediklerinde başka yalan yokmuş.
Ve Ulu Ârif Çelebi'ye tamâmen sizin dediğiniz gibi, yakınmışlar. Onun için işte hatâları
affedilmiyormuş. Ve bu durum, aynı benim durumum. Nasıl ki çevrede bir şoke yarattı
ise, onların işlediği bu hatâ da öyle bir şey yaratmış. O Âlem ne yapacağını şaşırmış.
Görülmemiş bir şey bu.
İ- "Yalan yok" dediniz. Hatâ nerede o zaman?
M- Hatâ bizde hiç yokmuş. Sâdece hatâ
olan biri Onlar'daymış.
İ- Hangi davranışları hatâlı ama?
M- Onlar ödevleri olan bir şeyi yapamamışlar, becerememişler.
İ- Ayşe için "geçti" dediler. Biz de onu "imtihanı verdi, sınıfı geçti" diye anladık.
M- Evet. İşte şöyle olmuş: Onlar beni geçireceklermiş ve yapamamışlar.
İ- Yapamadıkları hâlde "geçti" demeleri?
M- Korkudanmış. Onlar kendilerine verilen görevi yapamamışlar. Ve bu kendi yetkileri
içinde, kaabiliyetleri içindeymiş. Yapamamışlar ve çok korkmuşlar.
İ- Kimden? Bizden mi?
M- Hayır.
İ- Ama söyledikleri yalan bize.
M- Yalan bize ama, öyle bir şey ki... Nasıl bir yalan... Sanki söylenince, öyle olacak kabul
etmişler ve yalan söylemişler. Sanki söyleye söyleye olacakmış gibi
(düşünmüşler) ...
Aslında daha onların mahkemesi tamamlanmamış.

Şimdi her şey anlaşıldı... Hatırlayacaksınız, bundan iki gün önce yapılan Celse'de Medyum pek üzgün gelmişti. Üzüntüsü, girdiği bir sınavın kötü gitmesinden dolayı idi. Varlıklar onun üzüntüsünü gidermek, moralini düzeltmek için epey uğraşmışlardı. Bunun için de "O İŞ OLDU, İŞTE GEÇTİN" dediler. Aslında Dünyâ'da olduğu gibi, insanların birbirine destek olduğu, yardım ettiği gibi, Bedensiz Dostlarımız da zaman zaman bize işlerimizde, Dünyâ hayâtımızda, âile hayâtımızda fikir verir, nasihat ederler. Zaman zaman da başarılı olmamız için yardım ederler. Nakletmedik ama Medyum'un ilk karşılaştığı İki Varlık ona nasıl ve neleri çalışması gerektiğini söylemişlerdi. Bunun ancak bir tânesi doğru çıktı. Onlar diye bildiğimiz bu İkinci Grup ise yukarıda verdiğimiz gibi sınavdan geçtiğini söyledi. Ama bunu yalan olarak, aldatmak için değil; "Bizim gücümüz var, 'geçti' dersek, geçer" diye düşündükleri için söylediler. Ama olay onların kudretlerini aştı. Kız geçemedi ve bugün büyük bir mutsuzluğa ve inançsızlğa düşmüş olarak geldi. Günü olmamasına rağmen... Uyuduğu andan itibâren de Öbür Âlem'e olanları algılamaya başladı. Daha Yukardaki Varlıklar böyle bir olayın cereyan etmesinden son derece rahatsız olmuşlardı, ve sebep olanları kınıyorlardı. Medyum'un "Orası o kadar karışık ki!... Herkes birbirine girmiş!... Uğraşıyorlar... ve uğraşmanın bilinçli olduğunu hissediyorum. Orada sanki bir zelzele olmuş ta, hepsi tâmir etmeye uğraşıyorlar." dediği, işte bu durum...

Şimdi diyebilirsiniz ki, "Öbür Âlem'de böyle şey olur mu? Bir kişi için bunca Varlık birbirine girer mi?" ... Girer, çünkü yapılan hatâ, Ruhlar Âlemi'ni Dünyâdakiler'in gözünde küçük düşürüyor. Medyum'un tüm inancına sarsıyor. Bu olay ve bu Celse, Spiritualizm açısından bu yönüyle önemli... Sonra karışan bütün Ruhlar Âlemi değil, Medyum'un "Onlar" diyerek İrtibat'a geçtiği bir kaç Varlık'tan oluşan bir Heyet... Onlar karıştı.

Tekrar söylüyorum: Bu Varlıklar Geri değil... Vasat Varlıklar... Niyetleri de hiç bir zaman kötülük yapmak veya aldatmak değil... Hani mutfakta eşinize yardım etmek istersiniz de, tabakları kırarsınız ya, işte ona benzer bir hatâ... Ama son derece hassas Ruhlu Medyum üzerinde çok büyük olumsuz bir etkisi oldu. Öbür Taraf ta bu yüzden fena karıştı.

İdâreci- Beni en çok ilgilendiren böyle bir yalanın Ayşe üzerinde ve bunu duyanların
üzerinde uyandıracağı tesirdir. Yoksa ben Öbür Âlem'e hiç bir işimin gerçekleşmesini
havâle etmiş değilim.
Medyum- Aslında yapılacak bir durummuş. Yapılmayacak bir şey yokmuş. Ve yapılmalıymış
da... Onlar da çok üzgün...v e şuna inanmışlar ki, artık yapılsa da, kırılan bir şeyin
yapışmasıyla meydana gelen bir iz olacak. Buna inanmışlar.
İ- Elbette!
M- Ama yine de, bir şeyin hiç olmamasından yapışık ta olsa, yaşaması iyi... Sevilen bir
insanın köşede de olsa, ele-ayağı tutmasa da yaşamasının istenmesi gibi... Bunu kendileri
de çok istiyor.
İ- Tamam. Bunlar, sonradan olacak işler. Benim söylediğim çok Üstün Mertebe'de olan
dostlarımız yalan söylerse, bu dâvâya inananların inancı sarsılır. Medyum'unki gibi...
Bu nasıl oldu?
Varlıklar- .........
M- ..........
İ- Şu kadarını söyliyeyim ki, bu bana bile bir darbe oldu.
M- Sizin Bizim Âlemimiz arasında bir yeriniz var. Bu en yüksekteki bir dalın kopup, yere
düşüp, yerlerde sürünmesi gibi bir şey...

Biraz yanlış naklettim... En yüksek değil ama, en yükseklerden biri... Ve o dal bâzen
toprakta yeniden yeşerir, yeniden bir ağaç olarak meydana gelirmiş... Ve bu onun için
oldukça zor bir şeymiş... Bunlar da o tipmişler. Yükseleceklermiş. Şimdi bulundukları
yerden ama -çünkü indiler Aşağı'ya- ben Onlar'ı bıraktım bir yerde.

Öbür Varlığa kat'iyen... Hani beni rahatsız eden Varlığa (Saime'ye) bağlamamanız
gerektiğini söylüyorlar. Onla bir alâkası yokmuş. Yâni, bizim görüştüğümüz,. o değlimiş.
İ- Hayır, ona bağlamıyorum. İşte zâten beni üzen de o... O Varlık yapsaydı, bu kadar
üzerinde durmazdım. Ama güvendiğim birisi yapınca, darbe oldu. ben bu konu üzerinde
bir inanç kurmaya çalışıyorum. Bu inanç Medyum'da bir anda yıkıldı.
M- "Yıkılan bir şeyin üstüne inşa yapmak daha zordur," derler. Fakat bu yıkılan şey daha
temeldeydi... ve çok daha derin bir temel yapılabilir. Çok daha kuvvetli yapılar
oturtulabilir
(o temelin üstüne) .
İ- Evet, daha temeldeydi.
M_ Haklısınız. Bu temel derin olmasa da, sizin emeklerinizin mahsûlüydü. Bu emek
mahsûlü olan şey yıkılmamalıydı.
Ve ben bu temeli tamâmen hareket hâlinde olan bir zemin üzerine kurmuştum. Bunun
yerini ne gibi bir temel alabilir, şu anda tahmin edemiyorum.

İdâreci fırsatını bulmuş, "bir daha böyle bir şey olmasın" diye Varlıklar'a yüklendikçe yükleniyor. Aslında haklı olduğu tek şey Medyum'un zâten kaygan bir zeminde olan inancının sarsılması... Gerisi daha önce de çok karşılaştığı bir durum.

Medyum- Yıkılan bir şey sökülür ve o anda hiç bir şey kalmayabilir.
Şu anda olduğu gibi... Fakat bir şeyde çok az bir iz kalması, onu yeniden
yapmak için engel teşkil edebilir... Kökünden söküldü ve temizlendi. Çıplak ve temiz
bir şey kaldı. Bunun üzerine yeni bir inşaat çok daha kolay yapılabilir. Ve bunu,
bunun sorumlusu olarak Burada biz yapacağız.

Şunu demek istiyorlar: Ben demin yanlış nakletmişim... "Onlar'ın eski bulunduğu yerden
bir misli yüksek" demişim... Öyle değil!... Şimdik bulunduğu yerden bir misli yüksek...
Çünkü Onlar inmiş ama, çok ta fazla inmemiş.
İdâreci- Demek ki o kadar büyük bir hatâ kabul edilmemiş.
M- Çok büyük kabul edilmiş. Aslında çok çok büyük kabul edilmiş. Şimdiye kadar olan
inmelerin en fazlası imiş. Nasıl ki Dünyâ'da bir ceza idâm... Onlar'da inme... Çünkü şimdik
bulunduğum yerle Onlar'ın bulunduğu yer arasında eskiden çok fazla fark yokmuş. Şimdik
çok fazla!... Böylesine ağız bir ceza!...
İ- Bize Oradan "Şekilsizler Âlemi" diye bahsedilmişti. İstikbâle dâir çıkmayan bir şey
verilerek şekle sapıldı. Üzerinde fazla durmak istemiyorum.

Şimdi, muhterem Dostum, size bundan sora olacak olaylar hakkında bir şey
sormıyacağım. Çünkü vereceğiniz cevap doğru olaibilir ama, bizim ikinci bir hayâl
kırıklığına tahammülümüz yok. Yalnız bir tek diyeceğim şey, bizim bu durumu
düzeltmek için yapabileceğimiz bir şey var mı?

M- ... Bu Âlem'de bunalım olmazmış ama, Onlar şimdi bunalım içindeler. Söyliyeceklerine
ya inanılır, ya inanılmaz kuşkusu içindeler... Yardım edecekler ama, âdeta bunu
söylemekten çekiniyorlar.
İ- Artık kaybedecek bir şey yok. Tabii inanacağız dediklerine. ama çıkmadığı takdirde
ilk defa olarak TANRI'dan bir Bedensiz Varlık için bedduada bulunacağım.

İdâreci ne kadar sert giriyor, görüyor musunuz?.. Başka Aldatan Varlıklar'a daha yumuşak davranmıştı. Ama böyle Yüksek görünüp, Medyum'unu sükût-u hayâle uğratan bir Heyet'e yumuşak davranmıyor. Bunu, biraz da Medyum için yapıyor. Onun sarsılan inançlarını toparlaması için böyle şeyler duyması gerekiyor. Tabii bu arada Onlar da azarlanmış oluyor.

Medyum- ... Onlar ağlıyor... Diyorlar ki, "Ağlamamızın sebebi... Onlar'ın durumu,
beni de etkiliyor... Onlar ağlayınca, ben de ağlıyorum.
İdâreci- Kendini fazla sıkma.
M- "Kaybedilecek bir şey yok" demeniz üzerine ağlamaya başladılar. Ama kazanılacak
çok şey olduğunu söylüyorlar.
İ- Zâten bunun içni kendilerinden yardım bekliyoruz. Onun için inanıyoruz.
M- ... Çok perişan durumdalar.
İ- Benim de içinde bulunduğum durum, çok kötü bir durum.
M- ... Onlar çok perişan bir durumda... Fakat bu Onlar'a daha çok çalışma gücü
verecekmiş.
İ- Ben de bir insanım, özür dilerim ama sizin söylediklerinize güvenerek ona bir şeyler
söyliyeceğim. Onun bana güveni sarsılırsa, istemediğim şeyleri denemek zornda kalırım.
M- ... Pırıl pırıl akan bir dereyi bir tek mürekkep damlasının bulandırdığını söylüyorlar...
Çok üzgünler... "Onlar'ın yaptığı çayı bulandırır ama, o anda ve bakılan yeri bulandırır"
diyorlar. Sonra hiç bir iz kalmaz.
İ- İşte biz de bu ümide sarılıyoruz.
M- ... "Ve duyguların tümü yok olmaz" diyorlar. Ancak nasıl ki mürekkep damlayan
kısım bulanırsa, duyguların da o bölümü kirlenir. Bir süre için o da... Ve bana bir şey
söylüyorlar. Benim başıma gelenlere bütün sebep, herkes tarafından çok fazla
sevilmemmiş... O Âlem'de de beni çok seviyorlarmış, tıpkı Dünyâ'da olduğu gibi...
İ- Yalnız Öbür Âlem'in sevgisi insana felâket değil, saadet getirmeli...

Peki, Dostlar, müsaadenizle ayrılalım

İşte böyle... Nerde o böyle "her Celse'de Tebliğ almak"?.. Çoğu zaman böyle uğraşırız. Tıpkı Dünyâ'daki komşularımızla, iş yerinde meslekdaşlarımızla, hattâ evde çoluk-cocuğumuzla uğraştığımız gibi... Yalnız tekrar edelm, her Celse'de mutlaka öğrenecek şeyler vardır. hele ki bu Celse gibi güzel ifâdeler, misâller ile dolu ise...

*****


Medyum Ayşe herhalde iki evvelki Celse'de yanlış verilen bilgi yüzünden etkilendi ki, uzun bir müddet çalışmamız olmadı. Nihâyet:

Varlık: Onlar
Medyum: Ayşe
Tarih 18 Mayıs 1974
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Hâzirûn: Muhtelif kişiler

İdâreci- Gâyet rahat olarak yüseliyorsun.
Medyum- .... Dikkatim çok dağınık...
İ- Peki, dinlen.
M- ... Galiba Orada'yım ama kimseyi bulamıyorum.
İ- İyice bak... Gerekirse daha yüksel...
M- ... Hayır, yükselmiyorum.
İ- Rahat çıktın mı?
Farkında olmadan çıktım..... "U" biçimi bir masada oturmuşlar... Hepsini tanıyorum.
İ- Kaç kişiler?
M- Çok kalabalık.
İ- Evvelden görmediklerin de var herhâlde.
M- Evet... Şimdi bir kısmı gidecekler... Buraya sanki toplantıya gelmişler...
çok kalabalıklar... Onların yerlerinin burası olup olmadığını bilmiyorum. Kalan grupla mı,
yoksa giden gruplamıyız, bilmiyorum.... Biz şimdi gidiyoruz... FAKAT BAŞIMDA ÇOK
AĞIRLIK VAR...
İ- ...
(Ağırlığı gidermek için manyetik paslar verir) .... Var mı hâlâ?
M- Yok, biraz hafifledi.
(Demek ki hâlâ var)
İ-
(İdâreci Medyum'un başını uvmaya devam eder.) ..... Şimdi nasıl?
M- Bilmiyorum. Fakat konuşmakta zorluk çekiyorum.
(Hâlâ ağırlık devam ediyor) .
İ- Neden acaba?... Seninle ilgili mi? Yoksa orayla mı ilgili?
M- Bilmiyorum... Ben Onlar'ı bulamadım.
İ- Onlar'ı mı arıyorsun şu anda?
M- Bilmiyorum...

Geldiler, beni aldılar... Götürüyorlar... Kutsal görevden geldiklerini söylüyorlar.

Karıştı, değil mi?... Bâzen böyle olur... Uzun bir aradan sonra uyuyan Medyum'un dikkati dağınıktı, , önce yükselip yükselmediğini hissetmedi. Sonra kimseyi bulamadı. Sonra büyük bir kalabalık gördü. Sonra gidenler kalanlar oldu. Girecek mi, kalacak mı, bilemedi. Sonra gidenlere katıldı. Sonra başı ağırlaştı ki, iyiye alâmet değil.... ve geçmedi ağırlık... Sonra "Onlar'ı bulamadım" dedi. Kimleri bulamadı, Gidenler ile birlikte değil miydi?... Sonra birileri kutsal bir görevden gelip onu alıp götürdüler... Bunlar kim?.. Neler oluyor?... Bakalım, anlıyabilecek miyiz?...

İdâreci- Neymiş o görev?
Medyum- Bilmiyorum.
İ- Namaz mı acaba?
M- Hayır. Zâten şekil ibâdeti yok... Benim nasıl olduğumu soruyorlar.
İ- Anlatın.
Varlık- ...... Gezmek: sizin hayâtınızda bir yerde bâzı şeyleri unutmak, bâzılarından kurtulmak,
dikkati dağıtmaktır. Fakat burada biz gezeceğiz etrâfı, ama sâdece dikkat toplamak,
konuya girmek için.

M- .... Yeşillik bir yerde geziyorum... Çeşit çeşit minik çiçekler var... Burası ne bir bahçevan
tarafından tanzim edilmiş, ne de sulanmış... AMA TABİİ OLAN HER ŞEY GİBİ ÇOK GÜZEL!..
Biz çiçekleri beğendiğimiz zaman koparmak isteriz. Ama buradaki çiçeklerin koparılmak
için olmadığını hissediyorum. Nasıl ki günlük yaşamda en sevdiğimiz insanları kırarız...
Oysa ki, bu sevilenler mânevî yönden geliyorsa, onları hiç bir zaman kırmayız... Onları hiç
kırmadığımızdan dolayı da teşekkür ediyorlar... Yâni, kendilerini kırmadığımız için...
Gerçi ben bunu yadırgadım ama... Böyle bir şey beklemiyordum.
İ- Teşekkür etmelerini mi?
M- Evet... Dua edince onlar iki gruba ayrılmışlardı... Onlar'ı esaslı aradığım için teşekkür
ediyorlar. Oysa ki, rastladığım kişilerle rahatlıkla sohbet edebileceğimi ve bunu sezdiğim
hâlde, sohbet etmeden Onlar'ı ısrarla aradığım için çok memnun olmuşlar.

BİZ VERİRİZ HER ŞEYİ,
KÂLPTEN GELEN DOSTLUĞA
ARAMAYIZ BİZ BUNDA
NE MESÂFE, NE ZAMAN!...

Zamânın, sâdece belli bir zamanda toplantı yapmanın, belli bir zamanda uyumanın sâdece
gereği olmadığını, söylüyorlar... "Bir şey yetiştirilmek istendiği zaman, belli bir süresi
olduğu zaman târih konulur," diyorlar, "Oysa ki, bu sonsuz yolda yetiştirmek için değil,
yetişmek için çaba harcamak lâzım."
İ- Bu Ayşe için mi söylendi?
M- ... Sanıyorum bu... Ama özelde genele gidiş...
İ- Benim, Ayşe'nin belli zamanlarda gelmesini isteyişimin sebebi irtibâtının kopmaması...
Her ayrılışında bu İrtibât'ın kesildiği zannına kapılıyorum. Hiç değilse arada bir, ama
devamlı görüşme olsun. Sâdece onun yetişmesi değil, onun vâsıtasıyla benim de
yetişmem söz konusu.
M- Evet... Nice gözle görülmeyen bağlar vardır, ama görülenlerden çok daha kuvvetlidir.
Onun için bu konuda endişeniz olmasın.
İ- Çok teşekkür ederim.
M- "Önce görevlerimiz varsa, onları yerine getirelim," diyorlar.
(Şahsî Sualler'den sonra)
İ- Vaktinizi aldık. Çok teşekkür ederim. İnşallah Medyum yorulmamıştır.
M- "Hayır... Sizin başka çalışmalarınız olduğu biliyoruz... Tüm çalışmalarınızda başarılar
diliyoruz. Eğer sizin soracağınız yoksa, şimdilik kesebiliriz, "diyorlar.
İ- Sorum yok. Sizin söyliyeceğiniz var mı?
M- Bir dakika.... Size, ışıklı yollarda yürürken bile ışık saçmanızı.. ki, yürüdüğünüz tüm
yolların o ışıklı olmadığını söylüyorlar. Ve şimdiki çalışmalar bittikten sonra, diğer
arkadaşlarla, eğer problemli bir durum olursa, her an yardıma hazır olduklarını söylüyorlar.
İ- Yalnız ilk cümleyi açarlar mı?
M- Işıklı yollarda yürümekten kasıt, "çevrenin düzeyi" oluyor... Çevredeki kişiler, daha
doğrusu... Ki, bu kişilerin büyük bir çoğunluğu çok fazla (bu yönden) düşük düzeyde
değiller. Yâni, düzey olarak iyiler... Fakat insan o kadar çok yoldan yürüyor ki, bu yolların
yarı aydınlığı, hattâ karanlığa bakanı da var... İşte esas ilgilenilmesi gerekenin onlar
olduğunu söylüyorlar. Ve yer yer burada unuttuğunu da imâ ediyorlar. tabii benim de...
Ama size öncelik tanıdılar. Ama bunu ben söylemiyorum. "Yolların en yakınından
başlamalıdır her zaman," diyorlar. Yoldan kasıt ne olduğu...
İ- Anlaşılıyor.

Burada durmam gerek. SADAKA kelimesi halk arasında yanlış anlaşılıyor. Hep sokakta dilenen kişiye bir kaç kuruş vermek olarak kabul ediliyor. Halbuki bakın, Peygamberimiz nasıl nasıl târif etmiş:

- "Güneşin doğduğu her gün insanın bütün eklemleri için sadaka vermesi gerekir.
iki kişinin arasına düzeltmek sadakadır.
Bir kişiyi kaldırarak hayvanına (veya aracına) binmesine yardımcı olmak
veya eşyasını ona yüklemesi sadakadır.
Güzel söz sadakadır.
Namaza giderken attığın her adım sadakadır.
Yoldaki rahatsızlık veren şeyleri kaldırmak sadakadır."

- “Herhangi bir Müslüman, bir ağaç diker, ya da bir ekin eker de,
ondan kuş, ya da insan, veya hayvan yerse, mutlaka karşılığında bir SADAKA sevabı alır.”

(Ya kuşların insanların meyvasını yediği, altında gölgelendiği ağaçları kesenler???)

"SADAKA'ya nereden geldin, be adam?" diyebilirsiniz... Çünkü SADAKA "yardımlaşma"dır. Üstat "yarı aydınlık, hattâ karanlığa bakan yollar" ile ilgilenmemizi, yâni yardıma muhtaç olanlara eğilmemizi istemiş. Biz de SADAKA'nın maldan ve paradan verileninin ŞEKİL olduğunu, bir de Hadis'teki gibi MÂNÂ yönü olduğunu; her an, her yerde verilebilecek, yapılabilecek bir yardım türü olduğunu anlatmak istedik. SADAKA'nın malla-parayla ilgili kısmını, hattâ üzerimizdeki BAŞKASININ HAKKI olduğunu ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 56 sayfasında anlattık.

Sonra Üstat "yolların en yakınından başlamalıdır" demiş. Bu da bir Hadis'le ilgili... Peygamber'e sormuş birisi:"Ey Allah'ın Resûlü, kime karşı iyilik yapayım?" Hz. Peygamber ((aleyhissalatu vesselam - Ona Selâm olsun) şu cevabı vermiştir:

- "Annene, babana, kızkardeşine, oğlan kardeşine,
bunu takip eden azadlına (yanında çalışana)

İşadamları duymuş mudur, bilmem!.. Kadınların önceliği olduğu dikkatinizi çekti mi?.. Sonra kime?..
Yakın çevrene, akrabalarına, komşularına, mahallene, şehrine, ülkene, diğer ülkelerdeki yardıma muhtaç olanlara... Böyle dalga dalga, halka halka gidiyor... Peygamber eklemiş: "Bu iyiliği de, üzerine vacib olan bir hakkın ödenmesi olarak gör" demiş. Yâni, lûtuf olarak yapmıyorsun, üzerindeki başkalarının hakkını sâhibine ödemek şeklinde yapıyorsun.

Yaa!... Spiritualist olmak kolay değil!... Ama Müslüman olmayı "Elhamdülillah, Müslüman'ım" demekten ibâret sayan kolaycılar da var, onlara hitap ediyoruz.

Hadi, Celse'yi bitirelim artık... İdâreci "yol"a takılmış:

İdâreci- Fakat bu yola çok koyulmuşsam, sonunda yaya kalmışsam?
Varlık- Yaya olarak ta gidilir... İnsan ulaşmak istediği yola her vâsıtayla gidebilir.
Sürünerek bile!.. Sürünerek gittiğimiz nice yollar vardır. belki bu yollar, gitmek için
en değerli olanıdır. Çünkü en çok onlara ulaşmak istemişizdir. Eğer ulaşmak istemesek,
sürünür müydük? Sürünerek vücut bile aşınmıyor, değil ki Ruh!..
İ- Evet. Fakat benim bu konuda hiç çalışmadığımı söyliyebilirler mi?
V- Siz Dünya hayâtınızda çalışmanızı hep verimle ölçersiniz. Biz bunu katı bir şekilde
ölçmesek bile, siz mâdem ki Dünyâ'dasınız...
İ- Evet. Şuna da inanınki şimdiye kadar elimden geleni yaptım. Ama gene de gayret
edeceğim fazlasına.
V- İnsanın elinde gelenin hiç te o kadar kısıtlı olmadığını, siz herkese söylemez misiniz?
İnsanın kaabiliyetleri zannedilenlerden çok daha... (şu kelimeyi bile kullanabilirim)
korkunçtur. Ama nedense kullanmayı istemeyiz. belki de işimize gelmez.
İ- Fakat benim de mânevî yönden huzûra ihtiyâcım olduğunu anlaması lâzım.
V- İnsan her zaman, her şeyi hazır olarak bulamaz. Belki de bulmaması onun için
faydalıdır. Eğer bâzı şeyleri kendisi yaratırsa, kendi verdiği şeyi sonunda alması, çoğu
zaman çok daha zevkli olur.
Medyum- Bunu denemeye çalışmanızı öğütlüyorlar.
İ- Peki, efendim. Yalnız esasta huzursuz olan bir kimseye dışardan ne kadar huzur
aşılamaya çalışsanız da, bu zordur.
M- Esasların bir kısmının da çevreden geldiğini göz önüne alarak hareket etmenizi
öğütlüyorlar. Esas tümü değilse bile, bir kısmı...
İ- Peki. Çok doğru. ALLAH râzı olsun.... Temâs'ınızı kesiniz!
M- .... Beni getirdiler.

İşte böyle... Benim çok haz duyduğum bir Celse idi... Ve Ayşe ile yaptığımız son Celse idi...

*****


Üç yıl önce (2017) kaybettiğim can dostum Celse İdârecisi Fethi ve Medyumlar'ını hatırlıyacaksınız... Medyum, annesini öldüren adamı öldürmüş ÇAMURLU ADAM ve TEL ABYAD'LI SEYİT ile görüşüyordu, bir Arap... . İkisi de Geri Varlık'tı ama Seyit sanki Yüksek'miş gibi davranmıştı....

Bu Celse'de Meydum uyutulur, yükseltilir, bir Varlık'la karşılaşır.

Varlık1 : Çamurlu Adam
Varlık2: Seyit
Medyum: Mustafa
Celse İdârecisi: Fethi
Tarih 20 Eylül 1967
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Hâzirûn: Muhtelif kişiler

Varlık1- ..... Merhaba!
İdâreci- Kimsin dostum?
V1- Ben kaatil.
İ- Ne yapıyorsun, dostum? İyi misin?
V1- Fena değil.
İ- Düşünüyor musun hâlâ onu?
V1- Bilmiyorum... Yükselin.
İ- Peki... Yükselmeye devam edin...
Varlık2- ...
(uzun bir müddet sonra.... ağlamaklı bir sesle) Merhaba.
İ- Merhaba, Üstâdım. kimsiniz?
V2-SEYİT...
İ- Nasılsınız?
V2- Teşekkürler.
İ- Bu niye geç buldu sizi böyle?
V2- Çok sarsıldı.
İ- Neden sarsıldı?_
V2-- Ben ağlamak istiyorum.
İ- Hayır... Rahatsın... Neden ağlamak istiyorsun?
V2- Haksızdım....
(ağlamaya başlar)
İ- Neden haksızdın?
V2- Yapamıyacağım işlere giriştim.
İ- Neydi o yapamıyacağın işler?
V2-Kendi gücümün hâricine çıktım.
İ- Neydi onlar?.. İtirâf et... İtiraf ettikçe rahatlıyacaksın.
V2- Size faydalı olamadım.
İ- Şimdi dahi söylemiş olsan doğruyu, bize şimdi bile yardımcı olursun.
İ- Hamdi'nin yüzünden oldu hep... Hamdi'nin...
İ- Hamdi kimdir?
V2- Adamlarımdan birisi.
V2- Nasıl adamınızdı?
V2- Onlar öldürdü.
İ- Kimi öldürdü?
V2- Beni!..
İ- Kaç yılında?
V2- Hatırlamıyorum.
V2- Nerede öldürdüler?
V2- Şam...
İ- Neden öldürdüler?
V2- Bilmiyorum.
İ- Nasıl öldürdüler?
V2-
(göğsünü gösterir) Tam buraya bıçakla... sapladılar.... Ben cezâmı çektim.
Yeter artık!.. Ben çok kendimden başkasını düşünmedim. Bütün ömrüm boyunca!..
Pişmanlık fayda sağlamıyor.

Varlığın kendi hatâları var. Daha önce anlatılmıştı. Çektiği sıkıntıdan kurtulmak için İdâreci'ye yardıma kalkışıyor, tabii beceremiyor. Hele ki yalan söyleyerek mümkün değil. Önce üzüntüsünün bundan dolayı olduğunu söylerken, birden kendi hayâtına dönüyor ve esas sebebin öldürülmesi olduğu anlaşılıyor. Yâni Varlık, kendi geçmişinden kopamıyor.

İdâreci- Gençliğinde ne yaptın?
Varlık2- Haydutluk be!..
İ- Diğer dostumuzun sizin hakkınızda söyledikleri idoğru mu?
V2- İtiraz etmiyorum.
İ- Hepsi doğru mu, yâni?
V2- Büyükler doğru söyler.
İ- Topluluğumuz'a hangi amaçla gelmiştin?.. Gerçeği söyle!
V2- Eğlenmek, dalga geçmek... Affedin!

Çığu zaman öyle olur... Daha kötüsü tehlikeli olur. Bu Varlık gene insaflıymış, sâdece dalga geçmiş.

Peki, dalga geçtiği halde hiç farkedilmeyen nice "Uzaylılar" yok mu?

*****


Bu da Operatör Fethi'den bir Celse... Onun Medyum'u Tuncer'i de hatırlıyacaksınız. Hani Yunus'tan Türkçe, Mevlâna'dan Farsça şiirler okuyan bir Varlık ile görüşüyordu... Şmidi o Celse'nin devamını vereceğiz, ama kendini Hüseyin Molla diye tanıtan Varlık'la olan kısmı.

Varlık : Hüseyin Molla
Medyum: Tuncer
Celse İdârecisi: Fethi
Tarih 28 Eylül 1967
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Hâzirûn: Muhtelif kişiler

İdâreci- Bizim bir Medyum arkadaşımız var, Cengiz adında... Bu dostumuz acaba şimdi
ne yapıyor? Öğrenebilir miyiz?
Varlık- Sorduralım. Bir dakika........ Evet, kendisi aranıza gelmek üzere imiş... Bana böyle
verdiler Yukarı'dan... Oooo!... O çok iyi bir insanmış, dediklerine göre... Çok temiz
kâlpli bir çocuk... Ona her hâliyle güvenebilirsiniz... Onu zâten koruyanlar varmış Burada...
İ- Kim koruyormuş acaba?
V- ..... Mehlika Sultan...
İ- Kimmiş acaba bu Mehlika Sultan?
V- Sultan Murad'ın kızıydı.
İ- Hangi Murat?
V- Bir dakika....... Dördüncü'ymüş, efendim...

Burada duralım... Hemen enteresan hususlar ortaya çıktı. Birincisi, İdâreci uzun süredir gelmeyen Öğrenci Cengiz'i soruyor. Varlığın durup, başkasına sorması önemli... Böyle durumlara bir kaç defa rastladık. Zâten karşımıza bir tek Varlık çıksa da, orada onun etrâfında başkaları olduğunu yine Varlıklar'dan öğrendik. Bir de böyle Yukarı'ya, veya Aşağı'ya sordurma keyfiyeti mevcut. Bizim Dünyâ'da telefonla veya birini göndererek yaptığımız gibi...

Yalnız Mehlika Sultan diye bir çocuğu yok IV. Murad'ın.... Ya Varlığın aldığı bilgi yanlış, ya da atıyor... IV. Murad'a âît olduğu yazılan kızları Safiye Sultan, Gevher Sultan, İsmihan Kaya Sultan, Rukiye Sultan, Bedia Sultan ve Hafsa Sultan... Mehlika Sultan, Yahya Kemâl Beyatlı'nın meşhur bir şiirinini adı... Sakın Mediha olmasın?.. Mutlaka bir Mediha Sultan vardır... Var tabii, Sultan Abdülmecid'in 20. kızı, Sultan Vahdeddin'in ablası ve Damat Ferit Paşa'nın zevcesi Mediha Sultan (1856-1928) ... Damat Ferit Paşa Abdülmecid'in damâdı, Sultan Vahdeddin'in eniştesi olur... Yalnız peşînen "yok" dedik ama, tıpkı TEL ABYAD kelimesini banttan TARABYA diye anladığımız gibi bir hatâ yapmış olmayalım... Çünkü IV. Murad'ın BEDİA SULTAN diye bir kızı var. Acaba biz onu MEHLİKA-MEDİHA diye mi anladık?...

Bu arada Medyum Mustafa 4 ay sonra Ocak 1968'de tekrar gruba katıldı.

Varlık- Evet, kendisi Mehlika Sultan korumaktaymış.
Yukarı'dan verdiklerine göre, korumaya arkadaşınız Hazret'in huzûruna gittikten
görevlendirilmiş.
İdâreci- Hazret mi?
V- Evet. "Hazret" deyince ben, hep Mevlâna Hazretleri'ni anlayınız. efendim.
İ- Kim görevlendirmiş?
V- Hazret.

Gördüğünüz gibi bizde de Mevlâna iddiası bol... Ama biz Mevlâna'dan şiir verse dahi hemen inanmıyoruz. Şiir Farsça olsa bile!...

İdâreci- Peki, neden bu kadar üzerine düşülüyor bu arkadaşımızın?
Varlık- Arkadaşınızın başı sık sık dönmekteymiş o zamanlar. Mehlika Sultan onu bu
dertten kurtarıyormuş... Yakında tamâmen normalleşecekmiş arkadaşınız...
İ- Evet, onu biliyoruz evvelden... Bize Hevale dostumuz tarafından söylenmişti.
Kendisi ne yapıyor şimdi?
V- Kim?
İ- Hevale dostumuz.
M- Bir dakika, sordurayım......... Kendisi şimdi yeni görevi için hazırlık yapmaktadır. Bu arada
geçmiş hayâtındaki hatâlarını son defa gözden geçirmektedir.
İ- Kendisi bize "hiç ızdırap çekmediğini ve son derece mutlu olduğunu " söylemişti. Ne
gibi hatâlar bunlar?
V- Bunlar her insanın hayâtında yapabileceği ufak tefek kusurlardır. Burada bahsetmeye
bile değmez. Büyük kusurlarının bedeli önceden ödemişti.
İ- Hayâtı hakkında pek az bilgimiz var. Bizi aydınlatır mısınız?
V- Hay hay, memnuniyetle... Yalnız bir dakikanızı rica ediyorum...
(gene sordurur) ......
Kendisi Diyâr-ı Irak'ta doğmuş ve orada büyümüştür. Babası çok zengindi. Babas ölünce,
babasından kalan kervanı o yönetmeğe başladı... Umûmiyetle Bağdat'ta otururdu. Keten,
kenevir ve ipek kumaş satardı. Kendisi keten ticâretinde Bağdat Vâlisi'ne istediği kalitede
mal getiremediği için zindana atıldı... 6 sene bu zindanda hapis kaldı. Bütün mallarını
kaybetmişti. Kendisi Nâdir Han'ın Bağdat'a hücumu sırasında kaçmağa muvaffak oldu.
Fakat şehrin dışına çıkarken Nâdir Han'ın eline geçti. Bu sırada ordugâha sık sık girip erzak
çalan hırsızlardan birisi olduğu sanılarak sağ kolu kesildi. Bunun üzerine aç ve sefil bir
hâlde Şam şehrine geldi. Hayâtının son kısmı dilencilik, hırsızlık içinde geçti. Bir keresinde
yaşlı bir kadını parasına tamâhen boğarak öldürdü... İşte kendisinin ölümü bu yüzden
oldu. Kendisini, kadıncağızın kocası gördü ve kendisini sırtından bıçaklıyarak öldürdü.
İ- Peki, bunları bize niye hiç söylemedi?
V- Herhalde siz sormamış olacaksınız.
İ- E yâni, şimdi kendisi kötü bir insan mı?
V- Hayır. Yaşadığı bu korkunç hayat onu olgunlaştırdı. Nitekim kendisi şu sırada
suçlarının karşılığı olarak kendisine verilmekte olan vazifeleri yerine getirmektedir.

Aslında bu, sık sık kullandığımız bir taktiktir. Güvenmediğimiz bir Varlık hakkında başka bir Varlık'tan bilgi almak... Ancak İkinci Varlığın güvenilir olması gerekir. Bunu Beytî hakkında yaptık. Güvendiğimiz Hazret-i İshak vâsıtasıyla hem Beytî ile görüştük, hem de durumunu öğrendik. Operatör Fethi de daha önce yapmış, Seyit hakkında bilgi almıştı. Şimdi de Hevale hakkında soruşturma yapıyor. Ancak bu Hüseyin Molla'ya güvenilir mi, bilmem... Çünkü Mehlika Sultan bilgisi doğru değildi. Şimdi bir de Nâdir Han ve onun Bağdat seferi ve fethi çıktı karşımıza.... Bakalım, böyle birisi var mı?...

Nâdir Han yok, Nâdir Şah (1688-1747) var... Çok önemli bir Türk ve İran Şahı... Kendisi Afşar Türkmenleri'nin Kırklu obasındandır. Ebîverd bölgesi vâlisi Baba Ali Bey’in mâiyetinde bulundu ve onun iki kızı ile evlendi. 1723’te Baba Ali Bey’in vefâtından sonra onun yerini aldı. Ardından İran’ın Afganlı Galzaylar (Gılzaylar) tarafından işgâli üzerine, Meşhed ve civârının bağımsız hâkimi olan Melik Mahmûd-ı Sîstânî’ye katıldı. Ancak ona karşı gerçekleştirilmek istenen bir suikasta adı karışınca, bir grup arkadaşıyla birlikte kaçmak zorunda kaldı. Meşhed bölgesinde sâhip olduğu yüksek meziyetlerle kendini kabul ettirip, Horasan’ın meşhur emîrlerinden biri oldu

1725'te İran Safevî tahtı için mücâdele veren Abbas Mirza’nın (II. Tahmasb) talebi üzerine muhafız kuvvetleri kumandanlığına getirildi ve mâiyetindeki 2000 kişiyle onun hizmetine girerek, Tahmasb Kulı Han unvânıyla anılmaya başlandı. Meşhed’in zaptında önemli rol oynadı. İsfahan ve Şîraz’ı Galzaylar’dan geri aldı. (1729) Ardından İstanbul’daki Patrona Halil İsyânı’nı fırsat bilerek harekete geçip, Hemedan ve Tebriz dâhil Irâk-ı Acem ve Azerbaycan’da Osmanlılar’ın elinde bulunan yerleri yeniden Safevîler’e kazandırdı.

Bir müddet sonra doğuya yönelerek Abdâlîler’den Herat’ı aldı. Bu arada Osmanlılar’ın karşı harekâtı neticesinde Hemedan ve Kirmanşah’ı ele geçiren Şark Seraskeri Ahmed Paşa’nın II. Tahmasb’ı yenilgiye uğratması, Hekimoğlu Ali Paşa’nın Urmiye ve Tebriz’e girmesiyle iki taraf arasında antlaşma yapılmıştı. (12 Temmuz 1735) Tebriz, Hemedan ve Kirmanşah’ı Safevîler’e; Gence, Tiflis, Revan, Şirvan ve Dağıstan’ı Osmanlılar’a bırakan bu antlaşma, Osmanlı Hükümdarı I. Mahmud’u memnun etmediği gibi, İsfahan’a dönen Nâdir tarafından da kabul görmedi. Nâdir antlaşmayı bozdu, II. Tahmasb’ı tahttan indirip yerine onun henüz birkaç aylık olan oğlu III. Abbas’ı geçirdi. Kendisini de “vekîlü’d-devle” ve “nâibü’s-saltana” ilân ederek yönetime hâkim oldu. (7 Eylül 1732). Ardından emrindeki kuvvetleri üçe ayırdı, başında bulunduğu orduyla Erbil’e gitti, oradan da Bağdat’a yürüyüp şehri kuşattı (Ocak 1733)..., Demek ki Nâdir Şah'ın bir Bağdat kuşatması var, ama şehri fethedememiş çünkü yardıma gelen Erzurum Valisi Topal Osman Paşa kumandasındaki Osmanlı askerleri karşısında dayanamayıp, yaralı olarak Hemedan’a dönmüş. (20 Temmuz 1733).

Aynı yılın Aralık ayında yeniden Irak seferine çıktı, Kerkük’ün kuzeyinde Akderbend mevkiinde Osmanlı kuvvetlerini yenerek Bağdat’ı kuşattı.... İkinci defa kuşatmış ama gene fethedememiş... Hikâye doğru ise, Hevale birinci kuşatmada mı, ikinci kuşatmada mı, zindandan kaçıp, Nâdir Şah eline düşmüş?...

Her ne ise, Nâdir İran’da kendisine karşı başlatılan bir girişimi haber alınca muhasarayı kaldırıp geri döndü. Zira bu sırada İran’ın güneydoğusunda Mahmud Han isyan etmişti. Nâdir Şubat 1734'te isyânı bastırıp, Şîraz’ı ele geçirdi. Oradan İsfahan’a gitti ve Osmanlılar’a karşı Ruslar’la bir ittifak yaptı. Mart 1735'te Ruslar’ın desteğiyle Gence’yi kuşattıysa da ele geçiremedi ve Kars’a yürüdü. Burada bir günlük mücâdelenin ardından Arpaçayı’nı geçerek Kars’ın güneydoğusuna çekildi. Kendisini tâkip eden Abdullah Paşa kuvvetlerini mağlûp ettikten sonra Gence’yi, Tiflis’i ve Revan’ı (Şimdiki Erivan. Eskiden tümden bir Türk şehri idi.) zaptetti. Böylece İran’ı Osmanlı ve Rus baskısından kurtarmış oldu.

Bu seferlerin ardından Mugan sahrâsında ordu kumandanları, devlet adamları, ulemâ ve eşrafın katıldığı bir kurultay tertip ederek, artık İran’ın istikrara kavuştuğu gerekçesiyle Horasan’a dönmek arzusunu belirtti. Sayıları 20.000’i bulan katılımcılar kendisinden İran’ı bırakmamasını istediler. Bunun üzerine Safevîler’le Osmanlılar arasında savaşlara ve dolayısıyla kan dökülmesine sebep olan aşırı Şiî anlayışının terkedilip, mutedil Ca‘ferî mezhebinin benimsenmesi şartıyla, bu isteği kabul etti ve Nâdir Şah ünvanıyla hükümdarlık makamına getirildi, (8 Mart 1736) Böylece Safevîler hânedanı son bulmuş oluyordu... Burası çok önemli!... Nâdir Şah, ilk Safevî hükümdârı Şah İsmâil'den sonra Alevilik'ten koyu yobaz Şiiliğe kayan İran Türk mezhebini Caferîlik ile ılımlı hâle getirmiştir.... Bakın sonra ne oldu?

Nâdir Şah’ın müslümanlar arasında mezhep farklılığından doğan düşmanlığa nihâyet vermek ve İran’ı İslâm ülkeleri arasında yalnızlıktan kurtarmak için başlattığı bu hareket, İran’da onun Sünnîlik’le itham edilmesine yol açtı. Öte yandan Osmanlılar’la yapılan barış görüşmelerinde bu durum bildirilerek diğer şartların yanında Osmanlılar’ın Ca‘ferî mezhebini "Beşinci Hak Mezhep" olarak kabul etmeleri, Mekke’de Ca‘ferîler adına bir rükün açılması ve İranlı Hacılar için emîr-i hac tâyininin kabûlü istendi. Aylar süren müzakerelerden sonra Osmanlı tarafı İranlı Hacılar için emîr-i hac tâyinini kabul etti. ( 24 Eylül 1736). Ca‘ferîliğin Beşinci Mezhep olarak tasdik edilmesi talebi ise, "şer‘î ve siyâsî mahzurlar" gerekçe gösterilip reddedildi, fakat sâdece İran’a âit bir mezhep şeklinde tanınmasında bir sakınca görülmedi... Bu kötü oldu. Eğer Osmanlı din adamları tarafından Caferîlik, Beşince Hak Mezhep olarak kabul edilse idi, bugün Alevî-Sünnî sürtüşmesi olmazdı!.. İslâm ülkelerinde de Sünnî-Şiî yakınlaşmasını sağlayabilirdi... Bu, şimdi dahi yapılabilir... Diyânet İşleri Başkanlığı'nda Yüksek Din İşler Kurulu ve İlâhiyat Fakülteleri'nin Dekanları birlikte Caferîliği Beşinci Hak Mezhep olarak ilân edebilirler. Aslında neyin hak, kimin haklı olduğunu ancak ALLAH bilir. Bu konuda fazla iddialı olmamak gerek.

Her neyse, Nâdir Şah’ın Şiî-Sünnî yakınlaşması için girişimleri devam etmiş, Osmanlı ve İran ulemâsı arasında Necef’te müzakereler yapılmış, bir mutabakat metni imzalanarak İranlılar’ın Hz. Peygamber’in ashabına kötü atıfta bulunmaması, Osmanlılar’ın da İran Şiî inancını İslâm dâiresinde görmeleri hususunda anlaşma sağlanmıştır. (1746) ... Yani, 270 yıl önce Osmanlı din adamları Caferiliği, Aleviliği İslâm'ın bir parçası saymış. Gelin görün ki, hâlâ bâzı yobaz din adamları ALLAH'a, PEYGAMBER'e, KUR'AN'a inanan Aleviler'i dinsiz ilân duruyor!... Bir an önce bundan vazgeçilmeli!... Hutbelerde Aleviler'in de Müslüman olduğu, kimsenin kimseye "Sen Müslüman değilsin" deme hakkı olmadığı belirtilmeli!... Aslında Diyânet İşleri Başkanı bunu yapıyor ama bu, köy imamına, KUR'AN kursuna kadar inmeli!... Anlaşma metninde İranlılar’ın, yâni Şiiler ve Alevîler'in Dört Halife'yi hayır ve dua ile anacakları ibâresi de yer almıştır.... Alevîler de buna uymalı!... Yâhu, Ali uymuş, Ahmed Yesevî Hazretleri uymuş, Hacı Bektaş uymuş, uymamak kimin haddine!...

Nâdir Şah Mart 1738'de Kandehar’ı ele geçirdi ve eski şehrin yakınlarında kendi adıyla anılan (Nâdirâbâd) yeni bir şehir kurdu. Burada Galzay ve Abdâlîler’in katılımı üzerine güçlenen ordusu ile aynı yıl içinde Gazne, Kâbil, Celâlâbâd ve Peşâver’e hâkim oldu. Oğlu Rızâ Han’ı İran hükümdarı sıfatıyla Meşhed’e gönderdi, kendisi de büyük bir ordu ile Hükümdar Evrengzîb’in 1707'te vefatından sonra iç karışıklıklarla zaafa düşen Hindistan’a yöneldi. Şubat 1739'da Lahor’a, bir ay sonra Delhi’ye hâkim oldu. Bâbürlü hazinesine el koydu ve ünlü Taht-ı Tâvûs ile “kûh-i nûr” elması dâhil olmak üzere hazineyi yanına alıp, Aralık 1739'da Kâbil’e döndü.. Nâdir Şah, Taht-ı Tâvûs’u daha sonra I. Mahmud’a hediye olarak göndermiş olup, günümüzde Topkapı Sarayı Hazine Dairesi’nde bulunmaktadır; Elmas ise, İngilizler tarafından çalınmış, hâlen İngiliz kraliyet âilesindedir.

Ardından Hindistan’da yeniden karışıklıklar baş gösterince Nâdir Şah Sind’e giderek hâkimiyetini sağlamlaştırdı. Hindistan’da kalmak istemeyen Nâdir Şah, Bâbürlüler’le yaptığı antlaşma ile İndus nehrinin batısında kalan yerleri topraklarına kattı. Hindistan’ı üç eyâlete taksim edip, 4 Mayıs 1740'ta Nâdirâbâd’a döndü. Bu arada oğlu Rızâ Han Türkistan seferine çıkmıştı. Nâdir Şah da o tarafa yöneldi, Buhara ve Hîve hanlarını mağlûp ederek Meşhed’e döndü. Aynı yıl içinde Dağıstan ve Gürcistan seferine çıktı, 18 ay kadar bölgede kaldıktan sonra 1743'te Osmanlılar’a karşı yeni bir sefer başlatıp, 400.000 kadar olduğu rivâyet edilen ordusuyla Kerkük’e girdi. Ancak aynı başarıyı Musul’da gösteremedi. 27 Eylül 1743'te başlattığı kuşatmayı bir hafta sonra kaldırmak mecbûriyetinde kaldı. Bağdat Vâlisi Ahmed Paşa ile vardığı mutabakat neticesinde bölgedeki mukaddes mekânları ziyâret etti. Bu sırada bâzı Safevî hânedan mensuplarının tahtı ele geçirmek için çalışmalar yaptığını haber alınca, İran’a döndü ve istikrarı sağladı. Bu arada Basra körfezinde güçlü bir donanma oluşturarak Bahreyn ve UMman’a hâkim oldu.

İşte bundan sona sapıttı. Musul kuşatmasının ardından Osmanlılar’a karşı yeni bir sefer başlattı. Bunun sebebi, Safevîler’den I. Hüseyin’in Osmanlılar’a iltica etmiş olan oğlu şehzâde Sâfî Mirza’nın İran şahlığında hak iddia etmesiydi. Plâna göre Kars seraskeri onu Tebriz üzerinden İsfahan’a götürüp tahta çıkaracaktı. Bu sırada Osmanlılar da İran’a üç cephe açmış bulunuyordu. Nâdir Şah bu gelişmeler üzerine Kars’a yürüyüp kaleyi kuşattı. (29 Temmuz 1744). İki ay süren bu kuşatmadan bir sonuç alamadı. Ancak 21 Ağustos 1745'te Kağaverd mevkiinde Yeğen Mehmed Paşa idâresindeki Osmanlı kuvvetlerini bozguna uğrattı. Ardından İsfahan’a dönerek bir taraftan imâr çalışmaları ile ilgilenirken, diğer taraftan bâzı kumandan ve beylerin ayaklanmalarını bastırdı. Bu arada kendisine karşı bir tertip içinde olduğu gerekçesiyle oğlu Rızâ Kulı Mirza’nın gözlerine mil çektirdi. Ca‘ferî mezhebinin Osmanlılar’ca tanınması hususundaki ısrarından vazgeçerek 4 Eylül 1746 târihinde Osmanlılar’la bir antlaşma yaptı. (Kerden Antlaşması) Nâdir Şah, Hindistan seferinden yüklü miktarda servet ile dönmüş ve halktan üç yıl süre vergi toplamayacağını bildirmişti. Ancak 1743’ten itibaren Osmanlı Devleti ve Kafkasya’da girişilen askeri mücadelelerin ülke ekonomisinde yarattığı bunalımı telâfi edebilmek için halktan zorla vergi toplaması, İran genelinde isyan hareketlerine sebep oldu. Affedilen vergilerin zorla alınması, vergi memurlarının halka kötü davranışları ve isyan hareketlerini bastırmak için alınan çok sert önlemler İran halkını özellikle Safevî hanedaâına hâlâ bağlı kalan ve dini reformları benimsemeyen Şii zümreyi Nadir Şah'ın aleyhine döndürdü. Sîstan’da çıkan büyük bir ayaklanmayı bastırmak için çok kan dökmesinin sebep olduğu tedirginlik ortamında hayatlarından endişe eden bir grup kumandanı tarafından Fethâbâd’da çadırında öldürüldü. (20 Haziran 1747) Mezarı Meşhed’dedir. Dört defa evlenen Nâdir Şah’ın beş oğlu, on beş torunu ve diğer yakınları arasında başlayan kanlı iktidar mücâdeleleri sonunda yeğeni Ali Kulı Han, Âdil Şah unvânıyla tahta oturdu. Torunu Şâhruh ise Horasan’a hâkim oldu...

Nâdir Şah, Cengiz Han gibi, Timur gibi büyük bir hükümdârdır. Teşkilâtçı, cesur, zeki ve çok enerjik bir yapıya sâhipti. Farsça’yı çok iyi bildiği halde Türkçe’yi (Çağatayca) kullanmayı tercih etmiştir. Hindistan’da Karnal Muharebesinden sonra Timur soyundan Babürlüler hükümdarı Muhammed Şah'la, Nadir Şah arasındaki görüşmede, iki hükümdar Türkçe konuşmuşlardır. Nâdir Şah'ın Caferilik uygulaması, Ahmed el-Ahsâî’nin (ölümü 1826) düşünceleri etrafında teşekkül eden, sonraları Keşfiyye olarak da anılan mezhep anlayışı ile yeniden yobazlaştı.

İdâreci- Kendisinin bizimle İrtibât'ının kesileceği söylenmişti.
Varlık- Evet ama, kendisiyle daha bir kaç kere görüşeceksiniz. Bu arada kendisini
daha yükseltin. Mehlika Sultan sizlere hitap etmeği çok arzu etmekte.

İ- Peki, Üstâdım. Yâni yükseltince hemen ona mı geleceğiz?
V- Evet. Mehlika Sultan sabırsızlıkla sizleri bekliyor.
İ- Bandımız bitiyor. Müsaade ederseniz, ayrılalım. Bizler söyleyecek bir şeyiniz var mı?
V- Yok... Hepiniz dâima iyi, o arkadaşınız gibi temiz yürekli olunuz. Gönlümüz dâima
sizinkilerle berâberdir. TANRI yardımcınız olsun.
İ- Güle güle... Işığınız bol olsun.
(Medyum'a) İrtibât'ı kesiniz
ve sür'atle Aşağı'ya doğru brinmeye başlayınız.
Medyum- ..... Bana el sallıyor.
İ- Kim?
M- Bilmiyorum... Bir kadın...
İ- Sor bakalım, kimmiş?
M- .... "Sana ne?" diyor.
İ- Peki. Sür'atle inmeğe devam ediniz. Ruh ve Beden münâsebetleriniz birleşince sağ
elinizin parmaklarını oynatınız.

İşte böyle... Gelen Varlık Hüseyin Molla mı; Medyum Cengiz tekrar gelecek mi, Mehlika Sultan gerçekten onun hâmisi mi, Hevale gerçekten öyle yaşadı mı?.. Mehlika Sultan'la görüşebilecekler mi?... Bilimeyiz.... Ama bildiğimiz bir şey var. Bu Celse çok yararlı oldu. Nâdir Şah'ı öğrendik. Caferiliği öğrendik. Ne yapılması gerektiğini öğrendik.

*****


Bu Celse rahmetli arkadaşım Operatör Fethi ve Medyum'u Mustafa'dan.... Medyum uyutulur, derinleştirilir, sonra yükseltilir. Bir takım varlıklar görür.

Varlık: Halim
Medyum: Mustafa
Celse İdârecisi: Fethi
Tarih 30 Ocak 1968
Usûl : Hipnoz yoluyla ruhî infisal
Hâzirûn: Cengiz, Metin, Güler, Tahsin, Zeki

İdâreci- Bunlardan bir tânesine yanaşınız. Neye benziyor?
Medyum- Acâip bir suratı var.
İ- Erkek mi, kadın mı/
M- Erkek.
İ- Neden acâip suratı?
M- Gözleri çok küçük...
İ- Yaşlı birisi mi bu?
M- Değil.

Hemen her Celse'de böyle ifâdelere rastlıyoruz, ama gerçek öyle değil. Âhıret Âlemi'nde ne erkek var, ne kadın... Ne genç var, ne yaşlı... Ama Varlıklar kendilerini nasıl tahayyül ediyorlarsa öyle görüyorlar ve bize öyle görünüyorlar. Çoğu Dünyâ'daki intibalarını silemediği için erkek yaşadıysa, erkek görünüyor, kadın yaşadıysa kadın... Yaşlı ve çok çeken bir hasta olarak ölmüşse, bâzen kendisini gençleşmiş görüyor. Olgun kişiler yaşlı ve sakallı görünüyor. Hepsi birer İmaj olarak bize yansıyor.

İdâreci- Peki, kimmiş? Sor, bakalım.
Medyum- ..... "Az konuşan biri" diyor....
İ- Niye az konuşuyor?
M- ..... "Burada işiniz yok, defolun!" diyor...
İ- Yook, biz buraya tanışmaya geldik... Öyle hemen kovmak olur mu?
Varlık- .......
İ- "Kimsiniz?" diye sor..... Ne diyor?
V- .........
(Bunun üzerine Medyum yükseltildi, ancak aynı seviyeye döndü.)
Varlık- ...(güler) Ha ha ha.... ha ha ha.... Biliyordum geleceğinizi yine... Ha ha ha!...
İ- Kmsin? İ- Kimsin? Adın ne?
V- Yihhoooo ho ho ho!...

Aslında İdâreci en başta Medyum'a Vasat'ı sormalıydı. Sormamış... Bu noktalarda da sormuyor. Varlık herhalde tehlikeli değil, ama aldatıcı ve oyalayıcı...

İdâreci- Bırak gülmeyi... Bana adın lâzım... Söyliyecek misin, söylemiyecek misin?
Varlık- ..... HAMİT....
İ- Nerede yaşamıştın sen?
V- Ne olacak yâni?
İ- Merak ediyoruz.
V- AZAK... Azak çevresinde küçük bir kasabada.... Orda marangozdum... Yaa, başka???

Belki bu noktada, belki adını verince İdâreci'nin "Bir dua edelim Hamit Dostumuz için" demesi uygun olurdu. Varlığı yumuşatır, rahatlatırdı.

İdâreci- Neden bu kadar sertsin?
Varlık- Ne istiyorsun?
İ- Senin kim olduğunu anlamak istiyoruz.
V- Ne faydası var?
İ- Faydası var şüphesiz, şimdi anlamasak bile... Tesâdüflerle hareket etmediğimize göre,
şu Kâinat'ta.... Kimsin?... Ne zaman yaşadın?...

Aslında Varlık "ne faydası var?" diyerek oltayı atmış, ama İdâreci takılmamış. Halbuki hemen o noktadan girip " 'Sana yardım edebileceğimiz bir şey var mı?' diye soruyorum. Bizden istediğin var mı? Çekinme, söyle" demesi uygun olurdu.

İdâreci- Kimsin?... Ne zaman yaşadın?
Varlık- .... Siyah elbise giyerdim....
İdâreci- ??? Ben elbiseni sormuyorum. "Ne zaman yaşadın?" diyorum.

(Bırak, anlatsın, be adam! Sonra sorarsın.)
V- ..... 1560'da öldüm...
İ- Kaç yaşındaydın?
V- 72...
İ- Kasabanın bize adını söyler misin?
V- .... Civârında ama.... bir adı vardı şüphesiz...
İ- Neydi?
V- .... HATOGONYA...
İ- ??? Bizlere söylemek istediğin bir şey var mı?
V- Yok.
İ- Rahat mısın orada?
V- Eh...

İrtibat bu noktada kesilir.... Yeterince yararlanılmamış... Ama elimizde AZAK var... Araştıralım, bakalım.

AZAK ya da Azov, şimdilerde Rusya'nın Rostov Oblastı'na bağlı il ve il merkezidir. Azak Kalesi ile bilinir. Don Nehri kıyısında ve nehrin Azak Denizi'ne döküldüğü noktaya 16 km uzakta kuruludur. Antik Yunanlar ilk olarak Tanais (Tana) adıyla kenti kurmuş, nehre de aynı adı vermişlerdir. M. Ö. VII. ve III. Yüzyıllar arasında kurulan Yunan kolonilerinin Kırım'ın doğusundakiler bir antik çağ devleti kurdular. X. Yüzyıl'dan itibaren Kıpçak ve Slav akınlarıyla nüfus yapısı değişmiştir. Bu arada Tmutarakan adlı bir Slav prensliği kuruldu.

XIII. Yüzyıl'dan itibâren Karadeniz ticâretinin en önemli kenti hâline geldi. Aynı yüzyılda Cengiz Han soyunun Altın Orda Devleti egemenliğine giren Azak, 1395'te Timur tarafından yıkıldı. Cenevizliler tarafından yeniden inşa edilen Azak Kalesi, 1475'e kadar bu deniz gücünün elinde kaldı. Azak Kalesi Fâtih Sultan Mehmed döneminde, 1475 yılında Gedik Ahmet Paşa'nın komutasındaki Kırım seferi sırasında fethedildi ve buradaki Ceneviz kolonilerine son verildi. Osmanlı hâkimiyetinde Kırım Hanlığı devam etti.... Bizim Hamit Dostumuz 1560 yılında öldüğüne göre Sultan II. Bayezid (1481-1512) , Yavuz Sultan Selim (1512-1520) , Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) ve II. Selim(1566-1574) zamanlarında yaşamış... Kırım o zaman bizimmiş.

1637'de Kırım'da başgösteren karışıklıklardan faydalanan Don Kazakları, Rusya Çarlığı’nın da yardımıyla Azak Kalesi’ni ele geçirdilerse de, Osmanlı Padişahı Sultan İbrâahim'in (1640-1648) Rusya Çarlığı'na verdiği ültimatoma savaşla karşı veremeyecek durumda olan Rusya Çarlığı, 1642'de kaleyi teslim etti. Yâni Sultan İbrâhim öyle iddia edildiği gibi deli falan değildi. Balıklara yem diye inci attığı iddia edilir. Atsın, varsın... Balık inci yemez, yese dahi sonra karnından yine çıkarılır hazineye konur, ziyân olmaz...

Ne yazık ki 1696'da Rus Çarı Büyük Petro Azak Kalesi'ni ele geçirdi. 1711'de Baltacı Mehmet Paşa'nın kazandığı Prut Zaferi ve Antlaşması ile Azak tekrar Osmanlı'nın oldu. Ne var ki, 1735-1739 Osmanlı-Rus savaşı sonucu Azak yine Ruslar'ın eline geçti. 1768'de Osmanlılar Azak Kalesi'ni aldılarsa da, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile sonsuza kadar Rusya'da kalacağı belirtildi.

1853-1856 arasındaki İngliz, Fransız ve İtalyanlar'ın da katıldığı Kırım Savaşı'nı Osmanlı cephesi kazandığı halde Kırım Rusya'da kaldı. Azak 1942-1943 yıllarında Almanlar tarafından işgâl edildi. 1991'de SSCB dağılınca Ukrayna'nın oldu , fakat 18 Mart 2014'te Rusya tarafından ilhak edildi...

HATOGONYA diye bir isim vermiş Varlık... Bana Güney Amerika'daki Patagonya'yı hatırlattı. Kırım'ın bölgeleri Akmescit Bölgesi, Simferopol Rayonu, Akşeyh Bölgesi, Bahçesaray Rayonu, Canköy Rayonu, Pervomayskiy Rayonu, Sovetskyi Rayonu, Kirovske Rayonu, Krasnoperekopsk Rayonu, Bilohirsk Rayonu Krasnohvardiyske Rayonu, Sak Bölgesi, Nizhnegorskiy Rayonu, Lenine Rayonu şeklinde... benzer bir isim yok... Şehirleri Aluşta, Akmescit, Canköy, Ermenipazarı, Kefe, Kerç, Gözleve, Orkapı, Sak, Sudak, Yalta, Akyar ... Burada da benzer bulamadık... Ne yapalım, bilgi doğru değilmiş.

*****


Bu da Medyum Mustafa'dan bir Celse.... Medyum uyutulur, yükseltilir. HALİM adını veren bir Varlık ile karşılaşılır. Halbuki bir önceki Celse'de HAMİT adında biri vardı. İkisi aynı Varlık mı acaba?

Varlık1 : Hamit
Varlık2: Seyit
Medyum: Mustafa
Celse İdârecisi: Fethi
Tarih : 24 Şubat 1968
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Varlık1- ........ Merhaba!:..
İdâreci- Merhaba dostum. Nasılsın?
V1- Sağolun.
İ- Ne var, ne yok?.. Çoktandır görüşemedik. Bir ay kadar oldu.
V1- Evet.
İ- Bu arada neler yaptın?
V1- Ufak tefek işler.
İ- Bize anlatabilir misin? Açıklamanda bir mahzur var mı/
V1- Var.
İ- Peki, o hâlde.
V1- Çünkü yaptığım şeyleri başkasının bilmemesi lâzım.
İ- Peki. Bizlere söylemek istedğin bir şey var mı?.. Bugün oldukça kalabalığız.
V1- Şaşırmadım. Bekliyordum.
İ- Neden bekliyordunuz?
V1- Yollar bugün burda birleşecekti. Fakat hakikatte şimdiye kadarki Topluluklar'ın
en kalabalığı... Fakat size bir şey söyliyeyim mi?... Evet,.. BİLMEDİĞİNİZ BİR ŞEYİ
YAPMAYIN! Anlatabililor muyum?
İ- ??? Anlayamadım.
V1- Özelliğini kaybediyorsunuz her şeyin.
İ- Ne gibi?
V1- Size bir misâl vereyim. Bir tek civcivi mi büyütmek kolaydır, yüz tâne civcivi mi?
İ- Bu değişebilir. Açıklama tatmin etmedi beni.
V1- Kafalarda bir yığın sorular... Çoğu şahsî meseleler... Öyle mi?... Bugün nedense çok
sâkinim. Bir huzur var içimde... Belki bir işe yarayabilmenin huzuru... Siz bana çok
iyilik yaptınız. Belki sizin de bana faydalı olmanızın, size büyük faydaları dokunacak
ileride... Siz beni bir yerde bırakacaksınız, ondan sonra daha büyük yardımcılar çıkacak.
Merdivenin ilk basamaklarını çıkmış bulunuyorsunuz.

Evet... Düşündüğünüz bir şey mi var?
İ- Hayır... Ne yapalım, Üstat, bu gece?
V1- Geçen sefer size bâzı şeyler söylemiştim. Benle konuştuktan sonra yapacağınız bâzı şeyler...
ALLAH yardımcınızdır. Her zaman
(yardımcı) olacaktır. Siz çalışmaktan yılmayın.
Düşüncelerinizden şaşmayın. En iyi yola sizi düşünceleriniz götürecektir. Doğruyu bulmanıza,
güzeli seçmenize onlar yardım edecektir. Birliğinizden ayrılmayın. Birbirinizden ayrılmayın.
Dâima yardımcı olun. Her insana yardım edin. Sevgi en kutsal duygudur. Fakat başkalarının
sözleri sizin sevginizi yıkmamalı. Sevdiğiniz insanı sâdece onun için sevmelisiniz.

Bir konuda kısa bir konuşma yapmamı isteyen var mı?

Kimse çıkmadı. Bunun üzerine Varlık'la İrtibat kesildi. Medyum yükselme Telkini verildi. SEYİT adlı Varlık ile görüşme başladı.

Şimdi, bakın... Biz bu Varlığa Geri Varlık diyoruz... Ama onun SEVGİ üzerine söyledikleri İnternet'te boy gösteren ve Üstat, Guru sayılan çeşitli Varlıklar'ın söylediklerinden farklı mı? Ama bunları 19 yaşındaki bir çocuk dahi söyleyebilir. Bu lâflar doğrudur, ama biz onları Tebliğ saymıyoruz. Çünkü bilinen, herkesin kabul ettiği şeyler. Bunları duymak için Medyumluğa ihtiyaç yok...Yalnız Dünyâ'nın dört bir yanında Varlıklar İrtibat'a geçince bunları söylemekle görevlidirler. Başka ne yalan söylerlerse söylesinler, SEVGİ, BİRLİK ve BARIŞ üzerine bu ve benzeri ifâdeler doğrudur.

Varlık2- ..... Merhaba!
İdâreci- Merhaba dostum.
V- Ha hah!... Severim ben insanları! Hele böyle geniş gruplar hâlinde olurlarsa...
Biliyor musunuz, aklıma ne geldi?... Eski günler... Ama insanın aklı olması lâzım, aklı!...
Yaa!... Hiç bir işe yaramaz insanlar, aklı olmazsa.
İ- Ne anlatacaktın? Ne geldi aklına?
V2- Vazgeçtim.
İ- Bir fikrin var mı bu akşamki konuşmamız için?
V- Ne gibi?
İ- Yâni ne yapalım bugfünkü sohbetimizde sizinle?
V- Ne bileyim ben, yâhu?... Siz bir soru sorun isterseniz... İsterseniz ben "Allahaısmarladık"
diyeyim.
İ- Soru soran var mı?... Şahsî olabilir mi?
V- Hıh... Evet, olsun bakalım.
Niyazi Bey- Şimdi Dünylâ'da olsaydınız, ne yapardınız?
(çok güzel soru)
V- Dünyâ'nın neresinde?
NB- Burada.
V- Dünyâ'da olsaydım, yıldızlar ilmini tetkik edmek isterdim. O kadar çok gizli hakikatler
var ki orda!...

Biz birisini severiz, yıldızlara bakarız, orda yolunu görmek için... Bir çok
küçük canlının misâlidir yıldızlar. "Canlı" demiyeyim de, "cisim" diyeyim, daha doğru...
Sizin tâbirinizle tabii... Yıldızlar bir görüntüdür, Burada öğrendiklerimize göre...
Bir gün
yıldızlar sizin başınızda yağacak... Bereket getirecek... Ama bu size bağlı... Eğer sulhu
koruyabilirseniz, birbirinzi sevebilirseniz, onlar da size yardım edecek. Fakat en küçük
şeyden nefret edenlerden kimse hoşlanmaz. Kendi çıkarları için başkasının topraklarına
göz diken veya başkasının, kendi menfaati için başkasının menfaatlerini kasten ezen,
bir kimseler... bir kimse olmayınız!.. Dünya dâima karışmaktadır. Siz en güzel hakikati
bulunuz....

Evet... Dünyâ'da olsaydım, Yıldızlar İlmi'ni tetkik ederdim.

Şimdi Varlık hezeyan içinde... Söyledikleri kopuk kopuk... Ama acaba içlerinde hakikat var mı/... Yukarı'dan birileri ona birşeyler üflemiş mi?... Yoksa hakikaten Öbür Âlem'de bir şeyler öğretiyorlar mı?...

Varlığın Astronomi öğrenmeyi istemesi güzel... Ama öyle demiyor. "Yıldızlar İlmi" diyor, yâni eskilerin tâbiri ile İlm-i Nücûm... İlm-i Nücûm sâdece yıldızların fizikî özelliklerini değil, onların Dünya ve insanlar ile bağlantılarını, sırlarını araştırır.... İşte onun için dedim "Yukarı'dan bir şeyler mi verilmiş? " diye... Sonra Varlık Fizik ilmine giriyor. "Yıldızlar küçük cismin misâlidir" diyor. Yâni, atomu kastediyor. Yıldızlar Nütron, proton, elektrona benziyormuş... Doğru!... Bunları Medyum'un şuurundan alıyor olabilir, ama sanmam. Sanki kendinden geçmiş gibi konuşuyor.

Ardından "Yıldızlar bir görüntüdür" diyor... Yâni, "Siz var sanıyorsunuz ama, aslında onlar da sizin gibi yoklar" demiş oluyor. Bu da doğru!.. Kâinat'ta yaradılmış her şeyin aslı Yokluk... ALLAH'tan başka bir şey yok... Biz VAR sanıyoruz... Bu Varlık bunu söyleyebilecek seviyede değil. Onun için "Yukarı'dan" diyorum...

Sonra "Bir gün yıldızlar sizin başınızda yağacak... Bereket getirecek... Ama bu size bağlı" diyor. Bunu fizikî mânâda alırsak, "tepemize meteorlar yağacak" demek... Uzay'da tümü altın, tümü demir meteorlar varmış. Bunlar Dünyâmız'a düşerse, elbette bereket getirir. Ama Tunguska'ya 1908'de düşen meteor gibi felâket getirenler de olabilir, bu bizim tutumuza bağlı. Bunun ardından hemen her Varlığın yapmakla görevli olduğu gibi İnsanlığa nasihat geliyor....Ve yine SEVGİ ve BARIŞ'tan söz ediliyor. Yâni güzel soruya güzel cevap... Biz demez miyiz "En geri Varlık'tan bile yararlanılabilir" diye?.. Ama İdâreci Celse'nin heyecânı içinde bunun farkında değil. Üzerinde durmuyor.

İdâreci- Peki, dostum. Benim size bir sorum var. Müsaade eder misiniz?
Varlık- Çok zekisiniz... Hepsini cevaplandıramıyacağım, ama sor.
İ- Bize ölümü anlatır mısınız?
V- Dediğim gibi, insanlar ölümden korkarlar. Öldükten sonra bir avuç toprak olacaklarını
zannederler. Halbuki toprak olan, yine topraktır. Yaşayan, dâima yaşayacak olan Ruh'tur.
Ölüm, bir taraftan bir tarafa geçiştir.

İnsanlar Dünyâ'ya niçin gelir?... sebebi nedir?... Onlara çok geniş bir hayat yolu
çizilmiştir. Bu hayat yolunda sağa da, sola da, ileriye de, geriye de gidebilir insanlar.
Veya çamura da batabilir. Dünyâ'yı bir imtihan yeii kabul edelim, sizin deyiminizle...
Buraya niçin geliyorsunuz?.. Bir imtihan olmak için... İmtihandaki gâye nedir?...
Herkes neden iyi değildir?.. Neden kendisini iyi zanneder?.. İyi olmak
mecbûriyetindedir, kendini iyi zanneder. Yaptığı suçları bilse, onları yapmaz mutlaka..
Fakat bunun, er geç anlıyacaktır suç olduğunu.

İşte bu anlayış, değil mi?... Burada olmazsa eğer, Öbür Taraf'ta oluyor...
Onun cezâsını nerede olursa olsun, çekecek.
Bu Taraf'ta belki bedenî bir azap duymıyacak. Fakat Ruhu, azap duyacak olan şey
Ruhudur. Sizin... sizin bölümünüzdeyse ona ufak tefek cezâlar verilebilir. Bu cezâlar
genel olarak bedeniyledir. Fakat acı çeken gene Ruh'tur. Bunu kendisi anlayamaz. Bir
tarafı kesilir, orası acıyor zanneder.

Hiç bir şey sebepsiz olmaz. Her şey plânlıdır. Fakat o Büyük Parlak ALLAH "Sen kötü
olacaksın" dememiştir kimseye... Ona "kader" diyeceksiniz... Evet, anlıyorum
düşüncelerinizi. Fakat kader bambaşka bir mânâdır, sizin anladığınızdan. "Benim
kaderim budur, ben bu olacağım" demiyeceksiniz. Eğer isterseniz, iyi olmak isterseniz,
ki, sizin kaderinizin hep bu olması lâzımdır aslında. iyi olabilirseniz, bu elinizdedir.

Öbür Taraf'a geçmek sâdece renk değiştirmek gibi bir şey... Yeşilin hafif mâviye
dönmesi gibi... Hayâtınız Burada imtihanın neticelerine göre bir duruma girer. Sonunda
eğer imtihanda istenen başarıyı kazanmışsa, bir yıldız olur. Kazanmamışsa, bir daha
imtihan, en büyük azaptır, göreceksiniz.

İ- Bir şey soracağım ama, cevap verip vermemekte serbestsiniz. Bizi bir-iki dakika önce
ölmüş biriyle tanıştırabilir misiniz?
V2- Hayır, yapamam. Siz benim elimde olmayan bir şey istiyorsunuz. Ben yapamam bunu.
yapabilen belki çıkar

Size bir tavsiyem var: Elinize geçecek olan kıymetleri değerlendirin. Ve bu kıymetleri
keşfetmesini de bilin. Şimdi düşüncelerinizi tatbik edebilirsiniz. Allahaısmarladık.

Bu Varlığı tebrik etmek lâzım. Biz "Geri Varlık" dedik ama, bir defa Tehlikeli Değil. Aldatıcı olabilir ama, uygun sualler yöneltilirse, kendine göre cevaplar veriyor. İdâreci'nin ölüm hakkındaki sorusuna önce ölümden korkacak bir şey olmadığını, sonra Dünyâ'da bulunma sebebimizi, ardından Âhıret'e intikâl olayını anlatıyor, tabii kendi idrâki nisbetinde. Hem de düzgün bir mantık silsilesi içinde... "Öbür Taraf'a geçmek sâdece renk değiştirmek gibi bir şey... Yeşilin hafif mâviye dönmesi gibi" ifâdesi ise çok güzel...

"Kader bambaşka bir mânâdır, sizin anladığınızdan" cümlesi çok doğru.. . KADER, , "ölçü" demektir ve ALLAH'ın her şeyi ölçüp biçip en uygun şekilde yarattığına işârettir... Bu Varlık bunları Yukarı'dan alıyor olabilir. Yukarı'dan birileri bu anlatışı Varlığın kulağına üflüyor olabilir. Ancak Medyum'un şuurundan da gelenler var. "Büyük Parlak" tâbiri Beytî Celseleri'nden alınmadır.

Kısacası, "Biz bunları biliyorduk" diyebilirsiniz ama, hoş sohbet bir Celse olmuş.

Medyum Mustafa Üzerine Bir Tahlil:
Öğrenci Medyum Mustafa ile 1967-19971 yılları arasında 11 Celse yapılmış... Uzun Saçlı Kadın, Çamur Adam Halim, Seyit, Yukarı'daki Varlık ve Hamit diye tanıdığımız Varlıklar ile İirtibat kurmuş... Tel Abyad , Azak gibi yer adları geçmiş. Seyit hakkında kendini Yüksek gösteren bir Varlık tarafından haydut olduğu bilgisi verilmiş. Bunların hepsi Geri Varlık... Seyit aldatmaya meraklı. Herhalde Yukarı'daki Varlık olarak görünen o... Ama bâzen güzel lâflar ettiği de oluyor. Çamurlu Adam ise yavaş yavaş yükseliyor. Diğerleri ise birer ikişer kere görünüp gitmiş... ALLAH cümlesini kurtarsın, Medyum'a da hayırlı uzun ömür versin.

*****


Hatırlıyacaksınız, rahmetli Fethi dostumun bir Celsesi'nde uzun zamandır görüşemediği Medyum'u Cengiz'in "yakında geleceğiini" söylemişlerdi... Cengiz Ocak 1968'de tekrar o Grub'a katılmış kendisi ile bâzı çalışmalar yapılmıştı. Kendisi ile 1967-1971 arasında, bir kısmı Yazı, bir kısmı Hipnoz yolu ile olmak üzere, 10 çalışma yapılmıştır. Şimdi vereceğimiz de o çalışmalardan biridir... Medyum Trans'a girdikten sonra Bir Varlık ile karşılaşılır.

Varlık: Karakoçanlı Çiftçi
Medyum: Cengiz
Tarih : 10 Şubat 1968
Usûl : Yazı
Hâzirûn: Tahsin, Metin, Güler

İdâreci- Adınız nedir?
Varlık- Önemli değil.
İ- Ama sizinle tanışmak istiyoruz.
V- İsim vermek istemiyorum.
İ- Peki. Sizi ne diye çağırmamızı arzu edersiniz?
V- Ne arzu ederseniz.
İ- Celse'ye isteğinizle mi geldiniz?
V- HAYIR.
İ- Peki, neden geldiniz?
V- Ben de bilmiyorum.

Varlık kendi isteğiyle İrtibât'a geçmemiş... Peki, nasıl gelmiş?... Belki Yukarı'dan birisi onu gönderdi... Belki de tesâdüfen karşımıza çıktı. Hani, telefonu çevirirsiniz de, yanlış numara düşer ya, onun gibi...

İdâreci- Kendiniz hakkında biraz bilgi verir misiniz?
Varlık- Anadolu'da yaşamış bir çiftçi.
İ- Hangi yıllarda yaşadınız?
V- 1800.
İ- Bu neyi gösteriyor?
V- 1800'de doğduğumu söylemişlerdi.
İ- Ölümünüz ne zaman oldu?
V- Mezartaşımda 1844 yazılıydı.
İ- Yaşadığınız yerin adını söyler misiniz?
V- Karakoçan Köyü... Elâzığ civarında...

Böyle bir bilgi alınır da, araştırmadan durulur mu?... Hemen baktık. Vârolasın İnternet... Karakoçan belki Varlığın zamânında köy idi, ama şimdi Elâzığ'ın bir ilçesi... 1 beldesi, 2 bucağı, 88 köyü, 5 mezrası bulunmaktadır. 2009 yılında nüfusu 29.061’dir... Bu bilgi Varlık lehine bir puan... Ama Ya Medyum Karakoçan'ı biliyor idiyse ve Varlık onun şuurundan aldı ise?.. O zaman "Karakoçan Köyü" demez, "Karakoçan İlçesi" derdi...

İdâreci- Orada rahat mısınız?
Varlık- "Oldukça evet" diyebilirim.
İ- Hevale Dostumuz'la bir Bağlantı kurabilir miyiz, sizin yardımınızla?
V- İmkânsız.
İ- Onu tanıyor musunuz?
V- Hayır.
İ- Bir Bağlantı kurmak neden imkânsız oluyor, açıklar mısınız?
V- Onun vazifeleri bitmiştir.
İ- Vazifeleri bitmişi olabilir. Bizlerle Sohbet'e gelemez mi? Sohbetlerimizin onun
vazifesiyle bir ilişkisi yoktu.
V- Hayır, kendisi bir daha Dünyâ'ya dönmeyecek.
İ- ??? Hanginiz daha Yüksek bir Plân'a mensupsunuz?
V- Ben mukayese yapamam.
İ- Neden?
V- "Tanımıyorum" dedim.
İ- Ama "onun görevi bitti" dediniz. Bunu nereden biliyorsunuz, tanımıyorsanız?
V- Bildirildi.
İ- Kim bildirdi?
V- Yukardakiler.

Tam ben durup bu açıklamayı yapacaktım, Varlık söyledi. Evet, Âhıret Âlemi, mahşer yeri gibidir. Milyarlarca Varlık var. Kat Kat , saf saf... Hemen hiç biri birbirini tanımaz. Ama böyle Yukarı'dan yardımla başkaları hakkında bilgi alabilirler. Bâzen Aşağı'dan da bilgi gelir.... Tabii bu "Yukarı, Aşağı, Kat" kelimeleri durumu anlatabilmek için... Aslında Âhıret'te mekân yok.

İdâreci- Bir Masa Celsesi yapsak, yardım eder misiiniz?
Varlık- Söz veremem. Ederdim, fakat Toplum'u zayıf görmekteyim.
İ- Ne bakımdan?
V- Düşünme gücü.
İ- Nasıl yâni?
V- Bizleri düşününüz, bundan korkmayınız.
İ- Şimdi yardım edecek misiniz?
V- Evet.
İ- Bize kendinizin Medyum'dan gayrı bir şahsiyet olduğunuza dâir bir delil verir misiniz?
V- Köyümün adını arayın.
İ- Medyum bunu biliyor olabilir. Ve bilerek-bilmeyerek yazmış olabilir.
V- Çok küçük bir köydür. Kendisi orada bulunmadı.
İ- İyi ama, kendisi bir yerden işitmiş olabilir.
V- Hayır, hayır.
İ- Aramızda bir arkadaş, Tahsin Bey bu köyü biliyormuş. Bilerek veya bilmeyerek
telepatiyle ondan almış olabilir.
V- Başkasının bilmesi bir şey ifâde etmez.
İ- Peki. Daha kesin bir belge verir misiniz?
V- ..... Ayrılmam icâbediyor.
İ- Neden?
V- Sorulmasın!
İ- Peki.
V- Allahısmarladık.

Biz bu Karakoçan Köyü meselesini yukarda önceden açıklamıştık. Tahsin Bey de her hâlde başka bir köyü hatırladı, Çünkü Karakoçan şimdi ilçe... Ve bizce Varlığın dediği gibi yeterli bir delil...

Bu Varlık Üstün olmasa da, Tehlikeli değil... her hangi bir Aldatma çabası da olmadı. Yapamıyacağı şeyleri belirtmesi de lehine ikinci puan. Vasat-altı iyi bir Varlık olsa gerek... Biliyorsunuz, Üstün bir Varlık'la karşılaşmak öyle kolay değil, her babayiği Medyum'un da harcı değil.

Bu Celse'den sonra Masa Tecrübesi yapıldı. Tam karanlıkta, ağır bir yemek masasının etrâfına oturuldu. Ancak Varlığın dediği gibi Avradakiler'in düşünce gücünün yetersiz kalması sonucu, Masa'nın üç-dört kere beş santim kadar havaya kalkıp yere vurmasından başka bir şey olmadı.

*****


Medyum Cengiz'le yapılan bir sonraki Celse'de bu Karakoçan meselesi tekrar ortaya atılır. Ama o günün imkânları ile yapılan araştırmalarda bir Karakoçan Köyü bulunamamıştır.

Varlık: Karakoçanlı Çiftçi
Medyum: Cengiz
Tarih : 24 Şubat 1968
Usûl : Yazı
Hâzirûn: Tahsin, Necdet, Metin, Niyazi, Mustafa, Turgut, Güvenç, Osman, Aydın, Zeki

İdâreci- Kimsiniz?
Varlık- Dostunuz.
İ- Kim yâni? Karakoçanlı dostumuz mu?
V- Evet.
İ- Bu Celsemiz'de ne yapalım, dostum?
V- Ne arzu ederseniz.
İ- Önce bir şey sormak istiyorum. Karakoçan Köyü'nün diğer adı nedir? Bu köyde
yaşadığınızı söylemiştiniz bize.
V- Ben size "Karakoçan Köyü civârında" demiştim.
İ- Yâni Karakoçan değil mi?
V- Bugün benim KÖY YOKTUR.
İ- Peki, Karakçan Köyü'nün diğer adı nedir?
V- Bilmiyorum.

Aslında "diğer ad" diye bir şey yok... Karakoçan ilçe olmuş... Şaşırmayın, Malatya il merkezinin nüfusu 1950'lerde 14-20 bin civârında idi. 2019'da 797.036 kişi oldu.

İdâreci- Geçen sefer yaptığımız Masa Celsesi'ne gelen Varlık siz miydiniz?
Varlık- Hayır.
İ- Peki, katılan Varlığı tanıyor musunuz?
V- Hayır.
İ-
(Medyum'a) Kendisinden kim olduğunu sorsanız...
Medyum- ..... Söylemiyor.
İ- Geçen Celsemiz'de Masa'yı etkileyen Medyum kimdi?
V- Metin...
İ- Masa, Metin hâricinde birisinden tesir almakta mıydı?
V- Senden ve
(Medyum'un) kendisinden ...
İ- Bu gece bir Masa Celsesi yapmak istiyoruz. Mahzuru var mı?
V- Hayır.
İ- Topluluk zayıf mı bu akşam da?
V- Hayır...
İ- O hâlde ayrılalım, dostum.

Ayrıldıktan sonra yine Masa Tecrübesi yapıldı. Zannedilir ki, kalabalık olunca daha kolay sonuç alanır. Halbuki kalabağın konsantre olması daha zordur. Bu yüzden Masa'nın iki ayağı bir kere kalktı, ve bir kere de Masa döndü.... O kadar!

*****


Öğrenci Medyum Cengiz'den bir Celse daha... Bu sefer başka bir Varlık gelmiş...

Varlık: Ahmet
Medyum: Cengiz
Tarih : 13 Nisan 1968
Usûl : Yazı
Hâzirûn: Sehavet, Diclehan, Metin, Niyazi

İdâreci- İsminizi rica ediyoruz. Lûtfen kim olduğunuz açıklar mısınız?
Varlık- Ne sen sor, ne ben söyliyeyim.
İ- Yâni, bize isminizi vermiyecek misiniz?
V- Hayır.
İ- Ama sizi diğer Varlıklar'dan ayırabilmek için hakkınızda bilgiye muhtâcız.
V-

Ne lûzum var bunlara
Toplandık Buraya
Ben de sizin aranızda...

İ- Bunlara lûzum var, dostum. Bilhassa sizin kimi olduğunuzu öğrenmemize.
V- Bugüne kadar kimse tanımadı, beni siz tanıyacaksınız da, ne olacak, yâni?
İ- Mâdem bizlerle tanışmak istemiyorsunuz, neden aramıza gelerek Medyum'la İrtibât'a
geçtiniz?
V- İzah edemem... Ben de bilmiyorum...
İ- İkimizin de birbirine izah edemiyeceği şeyler var, görüyorum ki. Ama bunlar dost
olmamızı önleyecek güçte değil. Dost olalım, bize kim olduğunu açıklayın.
V- Dostluğunuza güveniyorum. Siz de bana güvenin. Benim adım AHMET...
İ- Yaşadığınız zamânı belirtir misiniz?
V- 1870...
İ- Bu târih hayâtınızın hangi safhasınna âit?
V- GÖÇ...
İ-??? Ne göçü?
V- Hayâtın sonu.
İ- Mesleğiniz neydi acaba? Ne işle uğraşırdınız?
V- Hiç bir şeyle.
İ- ??? Peki, geçiminizi neyle temin ediyordunuz?
V- "Ne sen sor, ne ben söyliyeyim" dedim.
İ- Arkadaşlar şâir olduğunuzu tahmin ediyorlar.
V- Siz öyle diyorsanız, öyle olsun.
İ- Yâni siz gerçekten şâir misiniz?
V- Evet.
İ- Nerede yaşadınız?
V- Benim için her yer bir.
İ- Ama nerede yaşadınız?
V- Anadolu'nun her köşesinde.
İ- Yâni elinde sazı, diyar diyar dolanan halk ozanlarından mıydınız?
V- YETER!...

Kendisi hakkında sual sorulmasından hoşlanmayan Ahmet adında bir şâir... Başka mesleği yok... 1870'de ölmüş... Anadolu'yu dolanmış... Halk şâiri olması muhtemel... Bulabilir miyiz, bilmem.... Neyse, Celse'yi bitirelim de...

İdâreci- Karakoçanlı Dostumuz'u tanıyor musunuz?
Varlık- Hayır.
İ- Kendisi ile İrtibât'a geçmemiz kaabil mi?
V- Hayır.
İ- Ne bakımdan hayır?
V- Ne çeneci adamsın!
İ- Bir Masa Celsesi yapsak, yardım eder misiniz?
V- Ciddiyetiniize bağlı.
İ- Peki, burada ayrılalım... Bizden bir istediğiniz var mı?
V- Hayır.

İdâreci bu sonlarda "Bir dua edelim" diyor mu, hatırlamıyorum, ama demek gerekir.

Şâir olacak, hiç çalışmamış olacak, 1870'de ölmüş olacak... Ahmet adında böyle birini arıyoruz, ama bulamadık... Bu bilgilere yakın Ârifî diye bilinen bir şâir var. 1780 -1870 arasında yaşamıştır. Muamma denen manzum bilmeceleriyle ünlendiği bilinen halk ozanlarımızdandır. Firâkî, Nevî, Esrârîi gibi 18. yüzyıl şairleriyle sık sık karşılaşmıştır. Zekâsı ve sesinin güzelliğiyle çağdaşları arasında farklı bir yer edinmiştir. 11 koşma, 16 gazel, 3 mersiye, 4 müseddes ve 1 muhammesten oluşan bir dîvançesi mevcuttur. Köy köy dolaşıp saz çalıp, şiirler okuyan. Arifi'nin bir gazelinden Kütahya:

Kadr ile hâlince beldegâni var Kütahya'nın
Her garibe dost olur insânı var Kütahya'nın
Alim-i fazıl bulunur zâhiri, bâtini veli
Her cihetten adem-i irfan var Kütahya'nın

*****


Medyum Mustafa'dan enteresan bir Celse daha.... Medyum uyutulur, yükseltilir. Kendini HALİM diye tanıtan Varlık ile karşılaşılır.

Varlık: Halim
Medyum:Mustafa
Tarih : 5 Ekim 1968
Usûl : Hipnoz yoluyla infisâl
Hâzirûn: Tahsin,Osman, Murat, İlbeyi, Metin, Niyazi

Varlık- ....... Merhaba!
İdâreci- Merhaba.
V- Beni merak mı ediyorsun?
İ- Evet.
V- Halim.
İ- Ne yapıyorsun? İyi misin?
V- İyiyim. Bak, etrafım yeşillik şimdi.
İ- Görüşmeyeli neler yaptın?
V- Görüşmeyeli bir çocuğu kurtardım.
İ- ??? Kim o çocuk?
V- Çok küçük.
İ- Ne şekilde kurtardın? İzah eder misin bize?
V- Yol kenarında oynuyordu. Karşıdan araba geliyordu. Çocuk, ayağı kaydı, KAYDIRILDI
yaya kaldırımına düştü. Çiğnenmekten kurtuldu.
İ- Nerede oldu bu?
V- Kavaklıdere.
İ- Medyum orada mıydı?
V- Yok, değildi. Hatırladığıma göre, burada Gülten Sokak diye bir sokak var mı?... Oradaydı
işte... Tesâdüf!... Belki de emredildi... 12 Haziran... Saat 4... Akşam üzeri...
İ- Günlerden neydi?
V- İyi hatırlamıyorum... Cuma'ydı galiba... veya... Emin değilim...

Sondan başlıyalım. O zaman araştırılmış, 12 Haziran Çarşamba imiş... Böyle bir olay cereyan etti mi?... Bilemeyiz... Edebilir mi?... Eder!... Varlıklar bâzen kendileri yapar, bâzen de Aşağı Varlıklar'a vazife olarak böyle işler verilir. Buna çok rastladık. Kendimde en az üç defa kesin böyle bir yardım gördüm. Bendeki zihnen oldu. Yine birden içimden geldi, hiç yapmıyacağım bir şeyi yaptım ve sonucu benim için önemli oldu. Zihnen olduğu gibi, fizîken de müdâhale olabilir. Geri Varlıklar böyle görevleri yerine getirdikçe yükselirler, Tekâmül ederler.

İdâreci- Bugün Sohbet etmek fikrindeyiz.
Varlık- Evet. çoktandır konuşmadık.
İ- Konuyu siz mi seçersiniz, yoksa bizden mi bekliyorsunuz?
V- ... Kafada düşünce var... Evet, sorunuz.
İ- Sorusu olan var mı? ....
(Ses yok)
V- Vaktim az.
İ- Doğrudan soruyorlar.
Niyâzi Bey- Kendisini İlâhî Âlem'e adamış bir kişi... İnsanlığın şu dertleri içerisinde sizce
ne yapılabilir?.. Vazifesi nedir? Ne yapmalıdır?
V- Sorunuzdan başkaları bir şey anlamamış olabilir. Fakat ben anlıyorum... SONUNA
KADAR MÜCÂDELE!... Neticede mağlup olacağınızı bile bile, "belki bir ümit vardır" diye,
koşacaksınız... Siz yanabilirsiniz ama, ışığınızdan bir çok kişi faydalanır... Anlatabiliyor
muyum?
NB- Evet... Peki, sizce böyle bir kişinin amacı ne olmalıdır? Hedefi??? Ulaşamasa bile...
V- Amaca gidecek, onun hedefine gidecek, doğru gördüğü noktaya gidebilecek bir
çok yollar vardır. Fakat bu, bir yolu seçmiştir. Bu yolda önüne mutlaka çok büyük
engeller çıkacaktır. Bu engeller onu yıldırmamalı, sonuna kadar mücâdele, inandığı,
güvendiği bâzı de... Açıkçası İMÂN ettiği şeylerden dönmemeli!...

Onlar... Biz sınarız çoklarını...
Bâzen sıkıştıkları zaman, "Nerde Büyük Varlıklar, nerde? Beni görmüyorlar mı?"
diye düşünürler. "Ben onlar için bu kadar çırpınıyorum, onlarsa beni görmüyorlar.
Başkaları, daha kötüleri amaçlarına en kestirme yoldan gidiyorlar. Ezerek, çiğneyerek
başarı gösteriyorlar. Ben bu yolda neden yapamıyorum? " diye düşünebilirsiniz. Bunu
düşünmiyeceksiniz!.. Anlatabiliyor muyum?

Yine "Bunlar hep bildiğimiz şeyler" diyebilirsiniz. Bir zamanlar Geri bir Varlık olan Halim'in bunları söyleyebilmesi çok önemli. Âdeta kendi mücâdelesini anlatıyor. Bu bir... İkincisi dediklerinde bir yanlış var mı?... Yok... Bir aldatma çabası var mı?... O da yok... Zâten Tehlikeli bir durum da yaratmadığı için kendisini dinliyoruz. Kahvehâne veya kafelerde böyle sıradan sohbetler yapılmaz mı?.. Her zaman arkadaşlarımızla ilmî, felsefî, dinî konularda konuşuyor değiliz ya... Bu da öyle bir Sohbet... Yalnız darda kaldığında "Büyük Varlıklar nerde?" yerine "ALLAH nerde?" diyenler daha çok ve tabii bu insanı İnkâr'a götürüyor.

Şimdi diyebilirsiniz ki, "O çattığın Uzaylı, Agartalı, Andromedalı Varlıklar da böyle sıradan şeyler söylüyor. Onlara niye kızıyorsun?".... Haklısınız... Ama iki sebepten itirâz ediyorum. Birincisi o Sıradan Varlık, Geri Varlık, Vasat-altı Varlık, hattâ Medyum'un uydurma kimliğini "Üstün Varlık" saymalarına kızıyorum. İkincisi, söylenenleri "Üstün Tebliğ" addetmelerini beğenmiyorum. Bak, biz diyoruz ki, "Bunları herkes söyleyebilir, ama bu tatlı bir Sohbet", o kadar... Üstelik bir Varlığın yalnızlığını gidermiş oluyoruz.

Kaldı ki, "SONUNA KADAR MÜCÂDELE" her babayiğidin göze alabileceği bir şey değil... Tekrar tekrar yenilip, geri kalıp, buna rağmen
mücâdeleye, yarışa devam etmek her kişinin harcı değil. Varlık bize böyle güçlü ve irâdeli olmayı tavsiye ediyor. Kötüleri değil, iyileri örnek almamızı istiyor.

Metin Bey- Dostum, bize anlatabilir misiniz, ölürken nasıl bir şey hissettiniz? Nasıl ayrıldınız?
Varlık-
(birden hiddetlenir) HAYIR!..
MB- Neden acaba?
V- Neden beni tekrar iteklemek istiyorsunuz o düşüncelere?.. Olmamalıydı!... Her soruya
müsaade etmeyiz!.. Anlatabiliyor muyum/
İdâreci- Sinirlenecek bir husus yok, dostum. Merak ettiği bir hususu sizden sordu. Cevap
verip vermemekte serbestsiniz.
V- Benden sormamalıydı. Benim sildiğim bir sayfanın altından kopyasını çıkartıyorsunuz.

Hatırlanacağı gibi Varlık, annesini öldüren kişiyi öldürmüş ve asılmış, kendi anlattığına göre... Soru, asıldığı ânı anlatması anlamına geldiği için rahatsız oldu. Metin Bey o Celseler'e katıldığı için "Sormamalıydı. Benden sormamalıydı" diyor.

Niyâzi Bey- Bana lûtfen Sevgi'yi târif eder misiniz?
Varlık- Çok güzel!.. Siz susuzsunuz... Sevgi bir denizdir.... Tatlı suyu olan bir deniz...
Ondan bir damla dudaklarınıza değer, mesut olursunuz. Derken bir avuç içersiniz,
"kandım" zannedersiniz, iki dakika geçmeden iki-üç avuç daha içersiniz, yine
kanmazsınız. Sevgi budur işte!..
NB- İlâhî Âlem'in istediği sevgi, nasıl bir sevgidir acaba? İnsanları sevmek, ...
V- Damlanın karada buharlayıp tekrar denize kavuşabilmesi... Yeter mi?

Vallahi iyi gidiyor... Bunları kendi mi söylüyor, Yukarı'dan sufle mi ediliyor, bilmem... Ama güzel lâflar... Soru da güzel... Yalnız böyle bir Tebliğ Ferhan Erkey'in Celsesi'nde Medyum Esat Bey vâsıtasıyla alınmıştı. Medyum da, İdâreci de, ben de o Celse'de bulunmuştuk. Varlık, Medyum'un şuurundan alıp söylemiş olabilir.
Tatlı su denizinden su içmek Sevgi olabilir. Ama "Kanmama" deyince iş Sevgi'yi aşıyor, Aşk oluyor. Varlık onu söylememiş... "karadaki damla" ifâdesi, ana kaynaktan uzak kalmış, insan-hayvan, her varlıkta olan küçücük bir sevgi kırıntısını kastediyor. Maksat o damlacığı denize ulaştırmak... Nasıl ulaşır?.. Buharlaşır, yağmur olur, denize düştü mü, deniz olur. Artık damla diye ayrılmaz... Maksat her gönüldeki sevgiyi deniz yapmak...

İdâreci- Ustâdım, başka sual yok. Sizin bize söylemek istediğiniz var mı?
Varlık- Yok.
İ- Peki, Üstâdım. Müsaadenizle ayrılalım. Hoşçakalın.
V- Güle güle...

İşte böyle... Gene Geri bir Varlık ile görüşüldü ama, Celse boş geçmedi. Zâten "Bize hep Yüksek Varlıklar gelir" diye bir iddiamız yok.

*****


Bu Celse de Öğrenci Medyum Mustafa'dan... Medyum uyutuldu, Ruh ve Beden münâbetleri gevşetildi, yükseltildi. Daha önce ÇAMURLU ADAM diye bildiğimiz HALİM adındaki Varlık ile karşılaşıldı.

Varlık: Halim
Medyum:Mustafa
Celse İdârecisi. Fethi
Tarih : 20 Ekim 1968
Usûl : Hipnoz yoluyla infisâl
Hâzirûn: Turhan, Ender, Mustafa V., Fırat, Cengiz A. ,
İlbeyi, Metin, Niyâzi , Onur, Erdal, Kemâl, Murat, Cengiz G.

Varlık- ....... Merhaba!
İdâreci- Merhaba, dostum. nasılsın?
V- Teşekkürler.
İ- Biraz daha yüksek sesle konuşursa Medyum... Geçen defâdan beri neler yaptınız?
Bahsetmeniz mümkün mü?
V- Hayır.
İ- Neden dostum?
V- Çünkü zamânı değil. İlerde.
İ- Peki, dostum. Bugün ne yapmamızı arzu edersin?
V- Bakın, unutmak istediğiniz birisi var.
İ- Nasıl yâni?
V- Sizin dostlarınızdan... veya unuttuğunuz
(dostlarınızdan) .
İ- Kim o?
V- Düşünün, bulacaksınız. Eski dostlarınızdan.
İ- Bedenli mi, Bedensiz mi?
V- Bizlerden.
İ- Kimi kastediyorsunuz? Hevale'yi mi?
V- Evet.
i- Ne olmuş kendisine?
V- Çok ızdırap içinde.
İ- Neden?
V- Ben söyliyemem. Bunu siz bir derece biliyorsunuz.
İ- Pek anlamadım.
V- İncelemelisiniz.
İ- İncelemek için imkânımız yok. Çünkü Varlık'la olan İrtibâtımız kesilmiştir.
V- Bir araştırma yapacaksınız bugün.
İ- Ne gibi?
V- Bir Fincan Celsesi... ve size söylenen şeyler için ilk adım olacak bu...
İ- Deneriz, dostum.

Hevale, Medyum Cengiz'e gelen Varlık idi... ve Cengiz de bu Toplantı'da bulunmaktaydı. Kısaca bilgi vermek gerekirse, Medyum Cengiz Hevale, Karakoçanlı, Şâir Ahmet diye bilinen Varlıklar ile İrtibat kurmuştu. Hevale kendini Arap bir Kervancı olarak tanıtmıştı. Ama sıkıntısı ne imiş, öğremedik... Veya öğrendik te, ben unuttum.

Varlık- Aranızda soru sormak isteyenler var.
İdâreci- Söz alarak sorabilirler.
Öğrenci İlbeyi- Acaba bize Astral Projeksiyon'la uğraşmayı tavsiye eder misiniz?
V- Siz daha burada yenisiniz. Yeni sayılırsınız. Bunun için şimdilik imkânınız yok, ama
hedefe doğru gitmekten yılmazsanız, her şey sizinledir. İnsanlığın iyiliği için.
Niyâzi Bey- Bir bundan bir müddet evvel bir Celse'de yapmaya kalkmıştık, Fincan'la...
Fincan Celsesi'nde... Bunda Atatürk'ün Ruhu'yla karşılaştığımızı zannettik. Bunun hakkında
bir mâlûmat verebilir misiniz bize acaba?
V- Hayır! Mâlûmat veremem... Çünkü... bir elma yiyorsunuz... Isırdığınız zaman içinde
kurt olup olmadığını bilmiyorsunuz... Anlatabildim mi?
NB- Evet. Peki, bize bunun için bir tavsiyede bulunabilir misiniz?
V- Size verilen en büyük hazine beyninizdir. Siyah'ı Beyaz'dan ayırd edebilirsiniz
gözlerinizle... Düşünceleriniz, düşünceler arasındaki farkı da ayırd edebilir. Siz isterseniz,
öğrenebilirsiniz.

Güzel cevap... Biz hep diyoruz... Kontrolsuz olmaz... Hemen olmaz... Hiç bir deneme yalnız yapılmaz... Fincan yapmışlar, Atatürk gelmiş... Gelen o mu, değil mi?... Telefon çalıyor... Arayan Savcı mı, Emniyet Âmiri mi, dolandırıcı mı?... Neyle karar veriyorsun? Aklını kullanarak. Beynini çalıştırarak!.. Gözünü kullanıp elmanın içindeki kurdu görmezsen, yersin gider!...

Öğrenci İlbeyi- Bize Müziği târif eder misiniz? Müzik nedir?
Varlık- Âhenkli ses titreşimleridir.
Öİ- Acaba bizim Tekâmülüzde ne gibi biri rol oynayabilir?
V- Demin düşünceden bahsetmiştik. Müzik, düşünce tuğlalarının arasına giren bir
harçtır... Şu şekilde... Müzik içinizi temizler... Bâzen egoizmden kurtarır... Bâzen tatlı
düşüncelere daldırır... Fakat dâima, dâima yaptığınız biraz daha insan olmaktır. Fakat
müziğin insan dımağı üzerindeki etkileri bilindiği gibi çok büyüktür. İstenirse... "Müzik"
demiyelim buna,, "ses titreşimleri" diyelim, çünkü daha genel olur. Gene bu dimağa
korkunç uçurumlar açabilir. Her şeyde çeşitli kullanım yolları olduğu gibi, meselâ atom...
Düzgün bir yolda kullanılırsa, ne kadar faydalar sağlar insanlığa... Aksi takdirde bütün
bir milletin mahvolmasına bile sebep olabilir. İşte Müzik de buna benzer.

Avra'da buna şaşıranlar olmuş... "Müzik nasıl felâkete yol açar?" diye düşünmüşler. Varlığın biraz karışık anlattığı gerçek şudur: Ses, daha doğrusu ses titreşimleri insan beyni üzerinde çeşitli tesirler icra eder, frekansına göre... Bir ağıt çalar, ağlarsınız. Çiftetelli çalınca oynamak istersiniz. Ney üflenir, huşûya gelirsiniz. Marş çalar, rap rap yürümek istersiniz. Şavaşta Mehter Marşları çalınca Osmanlı askeri nasıl hücûma kalkardı, tasavvur edebiliyor musunuz? Hele Hücum Marşı çalınca... Bunun tersi de Heavy Metal, Black Metal gibi müzik parçalarınına insandaki kötü duyguları harekete geçirmesi şeklinde kendini gösterir. Michael Jackson'un otomobil parçalamıası veya zombili klipi gibi... Daha kötüleri de var, satanist müzik gibi... Biz bunları dinlemeyiz.

*****


Ruhi Selman

selman@journalist.com


  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    -
    ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
    - İBN-İ SİNÂ CELSESİ
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - ZIRVA RA-KA TEBLİĞLERİ
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
    - KASYOPYA CELSELERİ'NDE ATMASYON, KITIRASYONLAR
    - RA "TEBLİĞ"LERİ
    - HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
    - VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
    - HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
    - ÜSTAT KUTHUMİ'DEN SAHTE İNCİLER
    - ARKTURUSLULAR'DAN ZIRVA MESAJLAR
    - ATLANTİS'İN KRAL RÂHİBİ THOTH'UN IVIR-ZIVIR MESAJLARI
    - BAŞMELEK METATRON ÜFÜRMELERİ