Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

İMAJ VE İLK YÜKSELME

Bu sayfada size bir kaç Medyum'un ilk yükselişlerini vereceğiz. Yalnız peşînen söyleyelim; bunlardan heveslenip Medyum'la çalışma yapmaya kalkmayın; hem kendinizi hem de Medyum'u, muhtemelen de etrâfınızda bulunan kişileri tehlikeye atarsınız... Böyle bir teşebbüs bir kasabın kitaptan okudukları ile kâlp ameliyatı yapmasına benzer... Hiç mümkün mü?..

Medyumumuz askerî doktor ERGUN... Daha önce kendisi ile ilgili bir Celse vermiştik. Bu Celse de bir İmaj Çalışması ile başlıyor.

Varlık1 : Bastonlu Dede
Varlık2 . Kırmızı Sarıklı Dede
Medyum: Ergun
Celse İdârecisi: Ruhi Selman
Târih: 8 Haziran 1969
Usûl : Manyetik-Hipnotik Karma
Hâzirûn: Muhtelif
konu: İmaj ve Yükseltme

İdâreci- Şimdi kendinizi birdenbire kalabalık bir meydanda bulacaksınız... Arabalar geçiyor...
Vitrinler... İnsanlar.... Gördünüz mü?
Medyum- .... Karmakarışık...
İ- Şimdi hepsi bir hizaya girecek... Ne görüyorsunuz?
M- .... Kızılay...
İ- Ne tarafta?... Binânın orada mı?... Büyük Sinema'nın orada mı?
M- Büyük Sinema'nın orada.
İ- Önünde misiniz?
M- Biraz yukarısında...
İ- Yürüyün, bakalım... Ne görüyorsunuz?...
M- ... Tenha, yâhu... Böyle kalabalık değil...
İ- Saat kaç?... Bakın bakalım, saatiniz kaç?
M- .... Durmuş....
İ- Kaçta durmuş?.... Başkasına sorun.
M- ... Tâ orada çöpçüler var.
İ- Sorun onlara.
M-.... Onbiri çeyrek geçiyor.
İ- Gündüz mü?
M- Yok, yâhu... Karanlık... Işıklar yanıyor...

Medyum gerçekten İmaj'a kendisi yön veriyor... İdarêci "kalabalık" diyor, Medyum, "tenha" yapıyor. Ve İdâreci'nin gündüz düşünerek verdiği İmaj'ı gece olarak algılıyor... İdâreci bundan işkilleniyor, ve İmaj'ı gündüze çevirmeye çalışıyor. Aslında gereksiz bir endişe...

İdâreci- Şimdi aydınlanacak.. Gündüz halbuki... Pırıl pırıl güneş... Aydınlandı mı?
M- ... Hım... Piknik'in önündeyim...
İ- Kalabalık mı?
M- Giren-çıkan var...
İ- Aç mısınız/
M- ... Bir bira içeyim...
İ- Peki. Girin... Biranızı söyleyin... Arjantin mi içiyorsunuz? M- ....
İ- Yalnız anlatın... Girdiniz mi?
M- Tam Piknik'in kapısının önündeyim.
İ- Niyetlendiniz mi girmeye?
M- ... Girelim... Yok, yâhu!... O şeye gidelim... Ayakta içelim...
İ- Peki.... Al Biranı.
(Su dolu bir bardak verir uyuyan Medyum'a. Medyum dökmeden tutar.)
M- ... Adamlar da var....
(Bardaktan bir kaç yudum içer.) ... Ohh!...
İ- Anlatın, bakalım.
M- ... Kolumu dayamışım... Üç-dört... beş veya altı kişi... Herkes bira içiyor...
İ- Tanıdık simâ var mı?
M- .... Mini etekliler gelip geçiyor...
İ- İyi ki hanım yok, yoksa yandıydın!
M- ... Bir kaç kişi de şeye oturmuş... Masada... Bir de yarbay var, yâhu!.. Resmî gelmiş...
İ- Sen sivil misin?
M- Ben sivilim.
İ- Öyleyse aldırma.
M- .... Koltuğunun altında şapka... O da bira içiyor...
İ- Tanıdık mı?
M- Yok... yaşlı...
İ- Nereye niyet buradan sonra?
M- ....
(Yine bir kaç yudum içer) ...Ohh!... Yâhu burası çok işliyor..Üüüü!...
Giren çıkan... giren çıkan... Sıcak ta burası.... . Vallahi terledim.
İ- Şimdi iç biranı, serinle bakalım.
M- ... Bir kasa var orada...
İ- Hesâbı ödedin mi?
M- Ödedik ya!... Herife verdik parayı... Fiş veriyor... Ordan gittik, aldık işte... İçiyoruz...
Kasa... Üüüff!... Buzlu cam gibi bir şey böyle... Burası banka gibi işliyor... nâmussuz yer...
Tıkır tıkır... tıkır tıkır... tıkır tıkır... tıkır... Ohooo!... Onu seyrediyorum herifi... İki kişi
var kasada...
İ- İki kişi mi var?
M- İki kişi oturmuş... İki kişi para kesiyor boyuna... Adam... öyle ki, böyle bozuk paraları
böyle önlerine sıralamışlar... önlerinde öyle paralar... ellli lira... Ha ha... Bak, getirdi bak,
birisi para verdi.... Aga, Dünyâ'da böyle bir yerin olacak, öff!...

Burada durup şu Piknik denen yeri biraz târif etmeliyim... Ankara, Kızılay'da İş Bankası'nın yanında ama arada bir sokak girişi var.... Neye benzetsem?... Şimdinin Starucks'ından bile meşhurdu. Bir Ankara efsanesiydi Piknik. 1953-1986 yılları arasında Kızılay’da hizmet veren ülkenin ilk ve tek fast food lokantasıydı. Cumhurbaşkanı'ndan edebiyatçısına, memurundan gazetecesine kadar halkın tüm kesimlerinin müdavimi olduğu Piknik’in kurucusu Reşat Önat’tı.1960 yılının bir Ekim gününde böyle poz vermişti objektife (önde)... Medyum kendini İmaj'a öyle kaptırmış ki, sâdece suyu "bira" diye içmekle kalmıyor, Piknik'in tezgâh kısmında kasayı tâkip ediyor!.. Medyum sâdece görmüyor , CANLI bir İMAJ yaşıyor... Sanki gerçekmiş gibi...

İ- Sen de ticârete meraklısın, ha?
M- Evet... Ohh!.. Çok sıcak hava, yâhu!
İ- Hadi, çıkalım öyleyse... Sen nereden geldiğini anlatmadın. Niye indin Kızılay(a?
M- Ne yapacaktık ki?... Yâhu, geceydi benim geldiğimde...
İ- Sabahladın yâni.
M- Yoh, yâhu!... Şimdi öğleyin... öğleyin...
İ- Peki. Neyse... Şimdi nereye gidiyoruz?
M- ... Çıktım... İş Bankası'nın önündeyim... Oradan... İş Bankası'nın yanında çocuk şeyleri
var, satılıyor...
İ- Oyuncakları?
M- Oyuncakları... giyimler...
İ- İşportacılar mı?
M- Yok, değil... Mağaza... güzel orası... güzel... Oradan şöyle çıkayım mı?... Bir adam da
almış eline bir şey... bavul... bavulda bir şeyler... Onun biraz bu tarafında... Oradan
yürüyorum... O da bağırıyor...
İ- Ne diye bağırıyor?... Duyuyor musun sesini?
M- O da şey.... "Yedi buçuk lira" diyor...
İ- Neymiş yedi buçuk lira?
M- Böyle çocuk şeyi... o da... çizgili mizgili, üzerinde oyuncaklı şeyler var...
İ- Şimdi Güven Park'ın oraya doğru yürü...

İdâreci bundan sonra Medyum'a ilk Yükseliş'ine hazırlık Telkinleri verir... Onları yazmıyoruz. Heveslenip acemice çalışmalar yapılmasın diye... Bu tip çalışmalar tecrübeli bir Operatör'ün, yâni Celse İdârecisi'nin çıraklığında öğrenilir, tek başına yapılmaz. Böyle bir İdâreci'nin denetimi olmadan kimse çalışma yapmasın istiyoruz.

İdâreci- ALLAH'ın izniyle şimdi rahat rahat yükseliyorsun.
Medyum- .... Yavaş yükseliyorum...
İ- Daha hızlanacaksın tabii... Neler görüyorsun?
M- ..... Masmâvi bir yer....
İ- Devam et yükselmene...
M- .... Ohh!... Çok fenâ oluyorum.... Ohhh!...
İ- Gâyet rahat olarak... Derin derin nefes al... Şimdi rahatlıyorsun.
M- .... Ohh!... Ohh!...
İ- Şimdi rahatladın.
M- Çok çabuk gidiyor... Ohh!.... Ohh!...
İ- Rahat olarak... Yanındayım... Sükûnetle yüksel... Dua edelim....
M- ......
(Medyum gözlerini sıkar)
İ- Ne var? .. Gözlerin son derece rahat... Bu yükselme ânında gördüklerini
ve hissettiklerini anlat.
M- .... Renkli bir yer...
İ- Devam et yükselmene!.. Ben sana "Dur" deyinceye kadar çık!
M- .... Çok güzel!... Karışık...
İ- Devam et yükselmene... Hiç korkma!... Yüksel!...
M- ......
İ- Neler görüyorsun şimdi?
M- ,,,,,,, Ohh!...... Bastonlu biri....
İ- Ne yapıyor?... Söyle! Rahatsız mısın?
M- Değilim.
İ- Ne yapıyor... Sükûnetle söyle.
M- .... Biri.... başında sarık...
İ- Aydınlık mı orası?
M- Sanki bir bulutun üstünde duruyor... Bastona dayanmış...
İ- Aydınlık mı orası?
M- AZICIK...
İ- Efendim?
M- .....
İ- Nasıl?... Rahat mısın?
M- Rahatım...
İ- Aydınlık mı etraf?
M- Aydınlık ya!...
(Neden değiştirdi acaba?)
İ- Gözlerin kamaşıyor mu?... Görüşecek miymiş bizimle?
M- ... Hiç bakmıyor!... Bastona yaslanmış...
İ- Târif edin kendisini.
M- Başında beyaz bir şey... sarıklı...
İ- Etrafta rahatsız edici bir şey görüyor musunuz?
M- Yok... Hiç bir şey yok... Beli de bükülmüş... Yaşlı...
İ- Yaşlı mı?
M- Çok yaşlı...
İ- Yaklaşın... Yüzünü görüyor musunuz?
M- Evet.
İ- Nasıl?... Târif edin...
M- Bembeyaz... Nur yüzlü GİBİ...
İ- Ne gibi dediniz?
M- .... Pek seçemiyorum...
İ- Yaklaşın biraz daha... Korkmayın.

İdâreci burada hem Medyum'un hissiyatını değerlendirerek, hem de onun etrafta gördüklerinden bir mânâ çıkarmaya çalışarak Varlığın seviyesini tesbite çalışıyor... Medyum'un önce "AZICIK aydınlık" demesinden kuşkulandığı gibi, "Nur yüzlü GİBİ" ifâdesinden işkillendi. AZICIK ve GİBİ kelimelerini hiç sevmedi. Ancak bunlar Medyum'un seçememesinden de olabilir diye daha fazla done toplamaya çalışıyor... Bakalım, İrtibat nasıl gelişecek?

Ha, bir de İdâreci İmaj esnâsında birahânede falan Medyum'a dostça davranıp "senli-benli" konuşurken, İrtibat safhasında bir noktadan sonra "siz"li hitap ediyor. Dikkatinizi çekmiştir.

Medyum-... Evet...
İdâreci- Görüyor musunuz şimdi?
M- Evet.
İ- Nur yüzlü mü?
M- Nur yüzlü...
İ- Bu Muhterem için dua edelim, efendim... Bu Muhterem ve bütün Ruhlar Âlemi için...
M- ... O da dua ediyor...
İ- ALLAH râzı olsun.
M- .... O da dua ediyor...
(Medyum birden heyecanlanır) Ohh!...
İ- Siz de dua edin... Sükûnetle yalnız... Duasını bitirdiği zaman haber verin bize.
M- ... Evet.... Evet...
İ- Hürmet ve sevgilerimizi söyleyin. HAK rızâsı için bize bir yardımda bulunurlar mı
bu akşam?
M- .... Döndü... döndü.... Bakıyor...
İ- Size mi bakıyor?
M- Evet.
İ- Konuşmuyor mu?
M- .... Ooo!... Diz çöktü... Namaz kılar gibi...
Siz de çökünüz birazıcık arkasına, yanına... Hürmet ve sevgilerimizi söylediniz mi?
M- Bana bir kelime dahi söylemedi.
İ- Dua mı ediyor?
M- Evet... Secdede... Ohh!...
İ- Siz de iştirak edin. ALLAH'a dua edin. Dâima hayırlı ve iyi şeyler isteyin.
M- ... Ohh!... Ohh!... çok güzel!..
İ- Ne oldu?
M- Elini uzatıyor... Sağ elini...
İ- Öpünüz... Bizim nâmımıza da öpünüz.
M- .... Bulutların arasına gidiyor...
İ- Öptünüz mü?
M- Öptüm.
İ- Bir şey söylemedi mi?
M- Hayır.
İ- Gene aydınlık mı orası?
M- Çok!...
İ- Rahat mısınız?
M- .... Ohh!... BAŞIM AĞRIYOR.....
(Neden acaba?) ...
İ- Şimdi geçireceğim... Aydınlık rahatsız mı etti sizi?
M- Yok... Aydınlık...
İ- Neden ağrıyor başınız?
M- .... Geçti...
İ- Peki... Şimdi daha yükselmek ister misiniz?.. Biraz daha yükselmeye çalışınız.
M- .... Gidiyor... Yürüyor...
İ- Siz devam edin yükselmenize... Yükselebiliyor musunuz?
M- .....
İ- Efendim???
M-.... Mâvi bir yer...
İ- Yükseldiniz mi?
M- Yükseliyorum... Ohh!.... Ohh!...
İ- Rahat olarak... Kendinizi alıştıra alıştıra.... Derin derin nefes alarak... Devam edin
yükselmenize...
M- ........ Bir sürü kubbe....
İ- Durdunuz mu şimdi?
M- Yüksekten görüyorum... Yüksekten görüyorum ben onları.
İ- Yükseliyor musunuz?
M- Yüksekten görüyorum... Kubbe... Bir kalabalık... Câmi... Ohh!...
(heyecanlanır) ....
İ- Sükûnetle!
M- .... Ohh!.... Ohh!....
İ- Ne gördünüz?
M- .... Bir sürü kubbe... Aşağıda kalabalık...
İ- Yukarıda ne var?
M- Yukarısı masmâvi...
İ- Devam ediyor musunuz yükselmeye?
M- Yok... Yüksekten seyrediyorum ben onları...
İ- Peki, niye heyecanlanıyorsunuz?
M- Beyaz elbise.... Hepsi beyaz...
İ- Yaklaşınız onlara.
M- .... Küçük çocuklar...
İ- Hiç büyük yok mu içlerinde?
M- Var... Var...
İ- O büyüklere yaklaşın, bakalım.
M- ... Bir meydanlık... Kubbeli bir yer... Bir meydanlık... Onlar bir şeyler alıyorlar...
İ- Ne alıyorlar?... Yaklaşın, bakalım.
M- ... Giyecek... Hep alış-veriş yapıyorlar... Başları beyaz sarınmış... Hepsi... Güneş var...
Hepsi terliyor...
İ- Ne alıyorlar?
M- ... Kuşak gibi bir şeyler... Parça gibi... Her şey var orada... Her şey var... Tesbih...
O da var... Ondan sonra...
İ- Siz de almak ister misiniz?
M- ... Yâhu, onlar çok acâip...
İ- Niye_
M- Giyinişleri... beyaz baştan aşağıya kadar... Yüzleri pek seçilmiyor... YÜZLERİ SEÇİLMİYOR...
İ- Neleri acâip?
M- Giyinişleri.
İ- Ne var?
M- Bembeyaz hepsi, giyinmiş... O kadar güzel!... O kadar güzel ki!..
İ- Peki, orada o nur yüzlü görünen, o sevimli şahsa yaklaşın.
M- ..... Korkuyorum...
İ- Ne var korkacak?... Ben yanınızdayım. Yaklaşın.... Târif edin...
M- ..... ?.......
(Anlaşılmıyor) .... Bir kapı.... Üzeri çok güzel işlemeli...
İ- Ne var işleme olarak? Yazı mı var?
M- Evet... Yukarda... yukarda yazı, altta oymalı.... İçerisi.... İçerisi hep halı döşeli...
İ- Peki, kimse görebildiniz mi etrafta?
M- .... İlerde bir kişi var...
İ- Yaklaşın bakalım, ona... Yalnız hareketleriniz saygılı olsun.
M- ...... Ohhh!....
İ- Târif edin, bakalım.
M- .... Tek başına...
İ- Câminin içerisi mi burası?
M- İçerisi.
İ- Aydınlık mı?
M- Evet... Onun önüne ışık geliyor... Arkası bana dönük...
İ- Yaklaşın... Gene sağ arkasına diz çökün ve bekleyin.
M- ... Bir şey okuyor... Okuyor...
(Heyecanlanır)
İ- Ne okuyor?... Sükûnetle yalnız... Heyecanlanmadan... Kâlp atışlarınız normale insin...
Ne oluyor?
M- ... Beni görmedi...
İ- Ne oluyor?
M- Bakayım... Eski Türkçe önündeki... Dizini altına almış...
İ- Yüksek sesle mi okuyor?
M- Yok... Fakat çok güzel!..
İ- Oturun ve bitirinceye kadar bekleyin... Dua edin siz de... Biz de ediyoruz.
M- .... Kimse yok... Okuyor... ..... ?.....
(Anlaşılmıyor) Sırtında siyah bir şey var...
Çok... çok ,,,,,, ?,,,,,,
(Anlaşılmıyor) ... Siyah... koyun postuna benziyor... Beyaz lekeli...
Üzerine eğilmiş... Kırmızı yalnız başında... bir şey böyle... İnce... şerit hâlinde...
İ- İçerisi hep aydınlık???
M- Aydınlık.
İ- Okuduğu KUR'AN, değil mi?
M- Evet.
İ- Devam ediyor mu okumaya?
M- Hep okuyor zâten.
İ- Yüzünü görebiliyor musunuz?
M- O kadar eğilmiş ki, yüzünü göremiyorum... Karşıdan ışık çok geliyor... Çok güzel!...
Eğilmiş...
İ- Işık sizi rahatsız etmiyor, değil mi?
M- Yok.
İ- Başka rahatsız eden hiç bir şey de yok???
M- .......
İ- Peki. Biz bu Muhterem'i daha fazla rahatsız etmiyelim...
M- Okuyor hep...
İ- Okumasına mâni olmayalım... Yavaş yavaş, geri geri çıkınız.
M- ... Döndü... baktı...
İ- Peki. ALLAH nasip ederse, gelecek sefere... Yüzünü gördünüz mü, döndüğü zaman?
M- ....... ? .......
(Anlaşılmıyor) ...
İ- Aydınlık mıydı yüzü?
M- Siyah sakallı ve aydınlıktı...
İ- Peki. yavaş yavaş çıkınız... Câmiden çıkınca haber verin.
M- .... Evet.
İ- Şimdi rahat mısınız/
M- ......
İ- Rahat mısınız?
M- Kollarım ağrıdı.
İ- Geçireceğim... Rahatladığınız zaman haber verin...
(Medyum'un uyuşmuş kollarına
masaj yaparak, pas vererek rahatlatmaya çalışır.)
M- .... Geçti...
İ- Şimdi gâyet rahat ve sâkin olarak sür'atle ininiz.

İşte böyle... Öyle "mutfakta rastladım, hemen konuşmaya başladık" gibi bir durum yok. gördüğünüz gibi... Belki İdâreci'nin "Rahat mısın?... Aydınlık mı?" gibi sorularından sıkılmışsınızdır. Ama her sâniye Medyum'u kontrol altında tutması şarttır. Mes'uliyeti çok ağırdır. ALLAH muhafaza, oyuna gelip Medyum'u bir Obsesyon durumuna sokarsa, vebâlinin altından kalkamaz. Maalesef böyle bir olay yaşanmıştır tecrübesiz, acemilik ve aşırı hevesli döneminde... İlerde belki onu da veririz.

****


Medyum Ergun'la yapılan 3. Çalışma...

Varlık : Bastonlu Dede,
Medyum: Ergun
Celse İdârecisi: Ruhi Selman
Târih: 9 Haziran 1969
Usûl : Manyetik-Hipnotik Karma
Hâzirûn: Muhtelif
konu: İmaj ve Yükseltme

İdâreci- Şimdi bir deniz görecesiniz.... Gördünüz mü?
Medyum- ......... Tabii...
İ- Nasıl bir yer?... Târif edin.
M- ..... Arkada kayalıklar.
İ- Dalgalı mı deniz?
M- Yok.
İ- Güzel mi etraf?... Yalnız yüksek sesle konuşun.
M-... Arkamda, yanımda kayalıklar...
İ- Kimse var mı etrafta?
M- Var.... Denize giriyorlar...
İ- Siz de giriyor musunuz?
M- Yok yâhu, kumda oturuyorum.
İ- Girmek istiyor musunuz?
M- .... Gireyim....
İ- Soyunun, girin.
M- Şu kayaların oraya gideyim de...
İ- Girin... Bir güzel yıkanın. Bütün kötülükleri atın... İyice temizlenin...
Bu son derece güzel suyun içine kendinizi bırakın.
M- .... Yâhu, ben burasını biliyorum.
İ- Neresi burası?
M- Antalya.
İ- hangi kısmı?
M- Kipromus.
İ- Târif edin.
M- ... Bir sürü sivri kayalar var... denizin ortasında... kadife kaya... ....?.....

(Ne dediği anlaşılmıyor) .... Ne güzel!...
İ- Güneş var mı?
M- Sıcak tabii.
İ- Ama siz terlemiyorsunuz, değil mi?
M- ... Rahatım... Allaah!... Üff!... Koca kayanın tepesinden atlıyorlar, yâhu!...
İ- Çıkalım mı oraya?
M- Yok, yâhu! Ben atlıyamam oradan.
İ- Atlamak için değil. Çıkalım istersen.
M- Yok, yâhu!.. Çok yüksek orası... O tepeye... Oooo!... Hep ayaküslü atlıyorlar.
İ- Çivileme?
M- Hııhı!..... .....?.....
(anlaşılmıyor) ..... Hep küçük çocuklar... büyükler... Hep dolmuş burası...
Fakat deniz masmâvi, ha!..
İ- İyice dinlendiniz mi?
M- .... Deniz çok güzel... O kadar!... Çok güzel.... Ohh!... Ohh1.. Ohh!.... Ohh!...
İ- Yüzüyor musunuz?
M- Tabii.... Ohh!...
(Tıpkı kulaç atar gibi nefes alır) O kadar güzel ki!.. Ohh!... Ohh!...
Yoruldum, yâhu...
İ- Yavaş yavaş dönün sâhile... Tamâmen dinleniyorsunuz.
M- Ohh!... Ohh!... Ohh!.. Ohh!.. Ohh!...
İ- Çıktınız mı sâhile?
M- Kayalara çıktım, işte oraya... kenarda...Güzel... orda... işte sâhilde...
İ- Şimdi uzanın kayaların üstüne... Gözünüzü kapayın... Derin bir uykuya dalın...
Kapattınız mı?
M- Kapattım.
İ- Şimdi hepsi siliniyor... Şu anda en rahat bir şekilde uyumaktasınız. Hiç bir yeriniz
uyuşmuyor...

Medyum İmaj'ıne kadar kuvvetli aldı, değil mi?... Kendini gerçekten sâhilde ve denizde sandı. Her şeyiyle, yorgunluğu dâhil, o ânı yaşadı....

Bundan sonra İdâreci gerekli telkinleri vererek Medyum'u yükseltmeye başlar... Onları yazmıyoruz. Ne olur, ne olmaz, birileri acemice denemeye kalkar diye korkuyoruz. Çünkü böylelerine çok rastladık.... Neyse... Verilen telkinlerle Medyum yükselmeye başlar. Bu onun ikinci yükselmesidir. Bakalım, karşımıza bu sefer ne çıkacak?..

İdâreci- Bu yükselme ânında gördüklerinizi ve hissettikleriniz yüksek sesle anlatınız.
Sür'atle çıkıyorsunuz.
Medyum- ...............
İ- ALLAH'ın izniyle dâima aydınlığa yükseliyorsunuz... Hızlandınız iyice, değil mi?
M- Evet.
İ- Gördükleriniz ve hissettiklerini anlatınız. Gâyet sâkin olarak.
M- ...... Ohhh!.... Ohhh!....
İ- Dua ettik. ALLAH kabul etsin.
M- Âmin... Dede geldi... Dede geldi...
İ- Bastonlu Dede mi geldi?
M- Bastonlu... Kanatlı gibi bir şey bu... Uzaktan sanki kanat takıp geliyor...
İ- Aydınlık, değil mi, orası?
M- ... Bir bulutun üstünde...
İ- Aydınlık mı orası?
M- Aydınlık.
İ- Kıyâfetini falan târif ediniz.
M- Beyaz giyinmiş.
i- Nur yüzlü mü?
M- Nur yüzlü, sakallı...
İ- Yaklaşınız kendisine... Dua edelim, efendim.
M- Dede yine aynı... Dede...
İ- Hürmet ve sevgilerimizi söyleyiniz. Ellerini öpünüz. Dünkü hatâmız için özür dileriz.
M- ... Öptüm... Kızıyor... Kızıyor...
(Medyum heyecanlanır)
İ- Özür dileriz, affetsin bizi... Sükûnetle!... HAK rızâsı için yardımlarını rica ediyoruz.
Affetsinler bizi.
M- ... Evet...
İ- ALLAH râzı olsun.
M- ... Elimden tuttu... Ohh!... Bir yere götürüyor... Bir yere götürüyor...
İ- Bir rahatsızlık hissederseniz, haber veriniz.
M- .... Ohh!... Ohh!...
İ- Ne oldu?
M- .... Berâber... Dede uçuyor!... Uçuyor gibi... O beni götürüyor...
İ- Yukarıya doğru mu?
M- Evet.... Ohh!.... Ohh!.... Dede bana bakıyor.
İ- .... Nereye geldiniz?
M- Yemyeşil bir yere... Havuzlar, fıskıyeler... Geçiyoruz oradan... Havuzun etrâfında
dönüyoruz.. Aaa!.. Güvercinler... beyaz... Su içiyorlar... Ohh!... Güvercinler...

Yuvarlak bir kapı... Bembeyaz gene... Bembeyaz, mermer gibi... Yemyeşil söğüt ağaçları...
Dede dolaştırıyor beni... Dolaşıyor... Hiç bu... Ohh!... Ne güzel!... Haa!... sütunlu bir
yere geldik.
İ- Efendim?
M- Sütunlu bir yere geldik... Kapılar... Kapılar açılıyor...
İ- Kim açıyor?
M- Kendiliğinden açıldı.
İ- Neresi burası?
M- Bir câmiye benziyor... Câmi... Câmi.... Ohh!... Kalabalık içerisi... Ohh!... Kalabalık...
Namaz kılıyorlar...
İ- Abdestli misiniz?
M- Evet.
İ- Öyleyse siz de iştirak edin... Onlarla birlikte ALLAH'a gönülden yalvarın.
M- ALLAH'ım!.... Çok sessiz... Çok sessiz...
İ- Bitti mi ibâdetleri?
M- Namaz kılıyor herkes...
İ- Biz de dua edelim, efendim... ALLAH cümlesinin duasını kabul etsin.
M- Eşhedü enlâ ilâhe illallah... ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve resûluhu..

(sonra mırıldanarak bir dua okur) ... Dede gitti...
İ- Kim var şimdi orada?
M- Dede gitti... Herkes çıkıyor...
İ- Bir şey söyledi mi giderken?
M- ..... ? ......
(anlaşılmıyor).... Benimle konuşmuyor. Konuşmuyor benimle...
İ- Kim konuşmuyor?
M- Dede konuşmuyor.
İ- Af diledik, affettiler bizi...
M- Elimi tutuyor. Konuşmuyor, gidiyor...
İ- Sizi de mi götürüyor?
M- Bıraktı beni.
İ- Rica edin kendisinden... HAK rızâsı için... Bize yol göstersin.
M- Hıı!...
Varlık- ALLAH!.... ALLAH!.... Hep dua edeceksin... Hep dua edeceksin...
Hep dua edeceksin...
İ- Size mi söylüyor bunu?
M- Evet.
İ- Dediklerini yapacağınıza söz verin...
M- .... Ohh!...
İ- Başka nasihatları var mı, efendim?
M- "Dua edeceksin" diyor... "Dua edeceksin" diyor... Diz çöktü... Berâber ...

(medyum ellerini kaldırıp kasılarak dua eder) ... Ohh!.. Dua herkes için...
Herkes için... Herkes için dua edin...
İ- Edelim, efendim. Bütün ölmüşler için dua edelim.
M- ... Başıma elini koydu...
İ- Ferahladınızı hissediyor musunuz?
M- Başıma elini koydu.
İ- Bütün kötülüklerden sıyrılıyorsunuz.
Varlık- Herkes için... Müslüman olsun, Müslüman olmasın, herkes için dua edin!..
İ- Ettik, efendim. ALLAH kabul etsin.
V- Cenâb-ı Hak, herkesi eşit yarattı. Herkes... Herkesin bir şeye inanmaya ihtiyâcı vardır.
İnanmayan insanlara, inandığın için dua edeceksin!.. İnandığın için dua et!
İ- Onun için ediyoruz, efendim.
V- Yarabbi, Senin verdiğin nimetlere her zaman dua edeceğiz... Evet... Evet...
İstediğiniz bir şey var mı?
İ- Muhterem Üstâdım, kendinizi bize tanıtır mısınız? Bir kaç cümleyle de olsa...
V- Zamanı değil... Zamanla... Zamanla tanıyacaksın.
İ- En ufak bir açıklamada bulunmıyacak mısınız, efendim?
V- Bu çocuk... Bu çocuk hepsini söyleyecek sana...
İ- Uyanıkken mi, yoksa böyle görüşmede mi?
V- O bile benim şu anda ne olduğumu bilmiyor çünkü...
İ- Peki, efendim... Çalışmalarımız hakkında bir tavsiyeniz var mı?
V- Her çeşit soru sorun... Zaman her şeyi öğreneceksiniz.
İ- İnşaallah.
V- Hadi!...
İ- Peki... Dua edelim, efendim.
M- .... Ohh!... ALLAH!...
İ- Önümüzdeki Celse'de görüşmemiz kaabil mi?
V- Buna bağlı.
İ- Sizden rica edeyim, efendim. Uyumak istediği zaman bize bildirsin.
V- .... Bu çocuk... Bu çocuk.... Bu çocuk çok temiz... Onun için birdenbire buraya
kadar çıktı.
(Medyum heyecanlanır)
İ- Pazar günü çalışalım mı?... Siz bildirin... Bir de bu yükselmelerinden dolayı bâzı
rahatsızlıklar hissetti. Yardım eder misiniz?
V- Her istediğini yaparım... Her istediğini... Hadi!...
İ- Nur içinde yatın... Müsaadesini isteyiniz. Elini öpünüz. Temâsı kestiğiniz zaman
haber veriniz..... Kestiniz mi Temâsı?
M- Evet.
İ- Şimdi gâyet rahat ve sâkin olarak ininiz.

Burada Varlığın söylediği "Cenâb-ı Hak, herkesi eşit yarattı" ifâdesi ile, dillere pelesenk olan "herkes eşit" sözü adasında dağlar kadar fark var... İki kar tânesinin bile eşit olmadığı Dünyâ'da nasıl olur ki, bütün insanların, bütün güvercinlerin, bütün ineklerin, bütün ağaçların birbirine eşit olduğunu kabul edebiliriz ki?.. Eşit olmadığımızı zâten bakar bakmaz, görür görmez anlıyoruz. Kimimiz erkek, kimimiz kadın... Kimimiz uizun boylu, yakışıklı, kimimiz kısa, kambur ve çirkin... Kimimiz zengin, kimimiz fakir... Kimimiz tahsilli, kimimiz değil... Kimimiz akıllı, kimimiz zırdeli... Burada hemen "insan olarak eşit" derler... Değil!... Öyle olsaydı, Afrika kökenliler Amerika'da sokaklarda öldürülmezdi. Önce diyenler buna inanmıyor.

Peki, böyle bir eşitlik yoksa, Varlık niye "Cenâb-ı Hak, herkesi eşit yarattı" cümlesini kullanmış?... Herkes bir tek şeyde eşit... Hem de insanı, hayvanı, bitkisi, taşı, toprağı, Güneş'i, Ay'ı, yıldızları dâhil... Herkes KULLUK'ta eşit!... ALLAH'A KULLUK'TA EŞİT... Onun için Varlık "Müslüman olsun, olmasın, herkes için dua edin!.. İnanmayan insanlara, sen inandığın için dua edeceksin!" diyor. Ne güzel, değil mi?

Celse esnâsında niçin bu kadar çok dua edildi?... Medyum'un kendini mânen güçlü hissetmesi ve eğer bir aldatma durumuyla karşı karşıya ise, Aldatıcı Varlığın bir hatâ yapmasını sağlamak için... Ama gördüğümüz kadarıyla öyle bir durum yoktu. Medyum'un yükselmeden dolayı neden rahatsızlık hissettiğini hatırlamıyorum ama, kendisi ile bir yıl içinde 10 Celse yapıldığına göre, bu rahatsızlık fazla sürmemiş... Bastonlu Dede'nin kızmasının sebebi bir gün evvel onu bırakıp Medyum'u yükseltmeye çalışmamızdı.

****


1960 yıllarda Spiritualist Operatör Ali Bey isminde bir dostumuz vardı. Tabii artık rahmetli oldu. Kızını uyutmaya çalışırmış, bir türlü uyutamazmış... Ben de o zaman hevesli acemi Operatör, kızkardeşimi uyutmaya çalışır, bir türlü uyutamazdım.... Bir gün süjeleri değiştirmeye karar verdik. Ben onun kızını, o da benim kardeşimi aldı, ikisi de bir kaç dakika içinde uyuyup derinleşmezler mi?... Şaşırdık, ama bir kuralı da öğrenmiş olduk. Operatörler, yâni Celse idârecileri kendi âilelerine pek söz geçiremiyorlar... Daha sonrra uyuttuklarımızın anahtarlarını birbirimize verdik. Yâni, ben kardeşimi uyutabildim, Ali Bey de kızını... 18 yaşındaki Kızı Merâl benim ilk Medyumlarım'dandı. Aşağıdaki Celse onun İlk Yükselişi'dir.

Varlık : Yüzü Yaralı Ebubekir
Medyum: Merâl
Celse İdârecisi: Ruhi Selman
Târih: 30 Kasım 1967
Usûl : Manyetik-Hipnotik Karma
Hâzirûn: Ali Bey ve Medyum'un âilesi, İdâreci'nin âilesi, Hasta ve âilesi, Cenap, Yüksel
konu: İmaj ve Yükseltme

Medyum uyutulur, derinleştirilir, yükseltilmeye çalışılır. Ama ilk andan itibâren sıkıntılar başlar.

Medyum- ---- Alnımın ortasından sanki beynimi çıkarıyorlar.
İdâreci- Şimdi geçireceğim.
M- ........ ?......
(Anlaşılmıyor) ......
İ- Efendim?
M- .... Anlıyamadım ki!..
İ- ??? Neyi anlıyamadın?
M- .... Birisi oturmak.... böyle gözde.... SİYAH CÜBBESİ VAR... kocaman bir tane elinde....
Hukuk kitabıymış... Kocaman ama...
İ- Evet???
M- KENDİSİNDEN BÜYÜK...
İ- ??? Evet???
M-.... O kapının önüne koydu onu... Bir sayfa çevirdi...
İ- Evet???
M- ... Bir daha çevirdi.... "GİREMEZSİN," DEDİ....
İ- Evet... Kimmiş bu Muhterem?
M- .... Yüzünü göstermiyor ki!...
İ- Göstermiyor mu?... Konuşmuyor mu?
M- Cıhk!..
İ- Kimmiş?
M- .... Kitabı gösteriyor.
İ- Peki. Sen rahat mısın?
M- ÇOK RAHATSIZIM BEN!...

Yukarıda dedik ya, "Sıkıntılar başladı" diye... Birinci sıkıntı Medyum'un beyni çıkarılıyormuş gibi hissetmesi... İdâreci "Geçiriyorum" diyor ama, "Geçti mi?" diye sormuyor!... "Niye öyle hissettin?" diye sormuyor... Çünkü İdâreci 1969'daki kadar, Medyum Ergun Celsesi'ndeki kadar tecrübeli değil!. "SİYAH CÜBBE" "KENDİSİNDEN BÜYÜK HUKUK KİTABI" üzerinde durmuyor. Adam mı cüce, yoksa kitap gerçekten o kadar büyük mü?... Hiç öyle büyük kitap olur mu?.. Sonra adam "yüzünü göstermiyor". Tamam, bâzen Üstün Ruhlar da başta yüzlerini göstermezler ama, İdâreci bunda da uyanık olmalıydı. Ve en önemlisi Medyum, "ÇOK RAHATSIZIM BEN" diyor!... Medyum'un hemen oradan uzaklaştırılması gerekirdi. Ama İdâreci çok sâkin, öyle duruyor... Tabii hatâ!..

İdâreci- Rahatsız mısın? Peki...
MEDYUM - ÇOK SIKILDIM!...
i- Ayrıl ve yüksel!...
(Nihâyet!.) Sür'atle yüksel!
İ- BIRAKMIYOR Kİ!...
İ- Şimdi geçeceksin. Yanındayım, korkma!...
M- Öfff!...
İ- Sür'atle yüksel!
M- ... Üfff be!.... Üfff!...
İ- Yüksel!... Muktedirsin. Sür'atle yüksel!
M-
(sıkıntı içinde) ... Ohhh!... (Ağlamaya başlar)
İ- Niçin ağlıyorsun?
M-
(ağlayarak) BIRAKMIYOR!...
İ- Bırakır.
M- BIRAK BE!...

Medyum'un tehlikeli bir Geri Varlık'la berâber olduğu artık açıkça ortada... Yalnız bu Medyum'un daha önceden tutulduğu bir Obsedör Varlık mı, yoksa bu İlk İrtibat sırasında ona yapışmaya çalışan bir Geri Varlık mı, orası belli değil.... Belki ilerde hangisi olduğu anlaşılır ama İdâreci bu konuda hep kendini hatâlı bulur.

Böyle bir durumda İdâreci'nin ne yapması gerekirdi?.. Medyum'u yükseltmeye çalışmaktan vazgeçip Varlık'tan ayrılmasını Telkin etmeli ve sür'atle inmesini istemeliydi. Avra'da bulunanlara birlikte dua etmelerini, gerekirse Medyum'un etrâfında el ele tutaşarak bir Güvenlik Halkası oluşturmalarını talep etmeliydi. Varlık Medyum'u bırakıncaya kadar da kendisi de dua etmeli, sürekli ona hitap etmeli ve daha güçlü olduğunu göstermeliydi. Celse'de biraz sünepe kalmış... ve tam tersini yapmış.

İdâreci- Kendine inan ve yüksel! Sür'atle yüksel!... Yanındayım, korkma!
M-
(Derin derin nefes almaktadır. Sıkıntısı devam ediyor.) .... Ohh!...
İ- Derin derin nefes al ve yüksel! .... Çıktın, değil mi?
M- .... .... "Bu kitabın mânâsını biliyor musun? " diyor.
İ- Neymiş? Kendisi söylesin. Lûtfen.
M-
(Hâlâ derin ve sıkıntılı nefes almaktadır).....

Varlık geri ama, aptal değil... Kitabı kullanarak İdâreci'yi tongaya bastırıyor. "Boşver kitabı, ayrıl ve sür'atle in. Ruh ve Beden Münasebetlerin birleşmek üzere" demesi gerekirken, kitabı sorguluyor... Hatâlar peş peşe geliyor.

İdâreci- Sür'atle yükseliyorsun, Merâl.
Medyum- ... Öfff!..... Ohh!....
İ- Evet. Gâyet rahat olarak yükseliyosun.
M- ......
(Hâlâ derin derin nefes almaktadır. ) .....
İ- Derin derin nefes al. Başka hiç bir yerde durmadan sür'atle yüksel!
M- ..... Kitabın mânâsını bilecekmişim...
İ- Kendisi söylesin. Biz anlamadık. Lûtfen.
M- ........
İ- Neymiş?.... Neymiş?....
M- .... BURADA KARAR ALINACAKMIŞ...
İ- Efendim?
M- Burada karar alınacakmış.
İ- Ne kararı?
M- .... Yüzünü dönmediği için anlıyamıyorum...
İ- Peki. Kitapta ne görüyorsun?

İşte Celse İdârecisi tecrübesiz ve biraz da beceriksiz olmasından dolayı oyuna geldi. Geri Varlığın ortaya sürdüğü "kitap" yemiyle oltaya takıldı. Artık Medyum'u bu Geri Varlık'tan ayırmakla uğraşmıyor, kitapla uğraşır oldu. Medyum'u da Bırakmayan Varlığın eline terketti. Çok büyük hatâ!...

Medyum- İki sayfayı parmaklarının arasına sıkıştırdı. İşte o sayfadakilermiş.
İdâreci- Okuyabiliyor musun?
M- Cıhk!.. Kitap kocaman... Merdiven koyup ta okumam lâzım.
İ- Tekrar müsaade iste bu Muhterem'den. Dönüşte kendisine uğrayalım ve konuşalım.
Şimdi vazifemiz var, yükseliyoruz. Temâsı kes ve yüksel!
M- .... "Bu kitabı çiğneyemezsin" diyor...
İ- Çiğnemiyoruz, müsaadesiyle geçiyoruz.
M- ....... ÇIKAMIYACAĞIMI SÖYLÜYOR!...

"Çıkamıyacak"sa, boşuna uğraşmanın ne anlamı var?... Ayrıl ve in!... Ama İdâreci "inadım inat" , Medyum'u yükseltmeye çalışıyor ve yükseltemeyince de kaçınılmaz şekilde Medyum'u Geri Varlığın ağında hapıs bırakıyor.

İdâreci- Sen rahat mısın burada?
Medyum- .... Yâni korkmuyorum da, SIKILIYORUM.... Utanıyorum yanında.
İ- Niye utanıyorsun?.... Rahatsız mısın, onu söyle.
M- ... Kitap çok şey ifâde ediyormuş...
İ- Sen rahatsız mısın?
M- ... Hazırol vaziyette filân...
İ- O mu hazırol vaziyette?
M- Ben.
İ- Rahatsız mısın yâni?
M- ... SIKILIYORUM...
İ- ??? Sıkılıyorsun... Evet...

İdâreci burada Medyum'u ayırmalı ve indirmeliydi... Medyum her nekadar ağlamaktan vazgeçmiş, biraz rahat konuşur hâle gelmiş ise de, sıkılması hattâ utanması pek hayra alâmet değil. Geri Varlık "kitap" yemini çok kurnazca kullanmaya devam ediyor ve İdâreci dolmayı yutuyor.

İdâreci- Peki. Lûtfetsin o Muhterem, yüzünü dönsün. ve bizimle konuşsun. Rica edin
kendisinden. Yüzünü dönsün ve kendisini tanıtsın ve bize bu kitabın mânâsını söylesin.
Medyum- .... Aaa!... İSLÂM HUKUKU...
İ- ??? Evet???
M- İlk defa böyle bir hukuk gördüm.
İ- Evet... Özür dileyelim bu Muhterem'den.
M- .... SİYAH.... SİYAH, kocaman bir kitap bu... Üstünde yazıyor sarı yaldızla... Altın
yaldızla...
İ- Evet. Hakikaten çiğneyip geçemiyecekmişiz. Evet... Yüksek sesle yalnız...
M/ .... BANA AYIRDIĞI SAYFALAR arkadan, önden değil... Arkadan şöyle... İki sayfaymış.
İ- Evet... İsmini veriyor mu bu Muhterem?
M- Cihk!... Vermiyor... CIHK!.. CIHK!... CIHK!... OLAMAZ!... HAYIR!... HAYIR!... HAYIR!...
HAYIR!... HAYIR!...
İ- ??? Ne oluyor?
M- HAYIR!...
İ- Ne oluyor?
M- OLAMAZ!...
İ- ??? Ne oluyor?
M- HAYIR!... HAYIR!...
İ- Ne oluyor? Anlatınız!
M- HAYIIIIR!...
İ- Ne istiyor? Anlat!...
M- HAYIR, İNANMIYORUM!..
i- Neymiş?
M-
(Ağlamaya başlar) "EBUBEKİR" diyor!... OLAMAZ!... OLAMAZ!...
İ- Gâyet sâkin olarak, lûtfen... Heyecanlanmayınız.
M- ... KİM?.... KİM?... KİM?... TANIMIYORUM Kİ!...
İ- Ebubekir.
Hâzirûn'dan Yahya Bey- OLAMAZ!...

Bu kısım çok enteresan.... Yıllar, neredeyse yarım asır sonra tekrar okur ve yazarken aynı heyecânı bir başka türlü duydum... 18 yaşlarındaki kiz Medyum Hazret-i Ebubekir'i tanımıyor, ama onun Yüce bir Varlık olduğunu biliyor. Varlık Hazret-i Ebubekir kisvesine bürününce, Medyum tanımadığı hâlde inanmıyor. Hattâ İdâreci'nin de inanmamasını istercesine defalarca "Hayır, olamaz" diye tekrarlıyor. Hâzirûn'dan Yahya Bey de gelenin Hazret-i Ebubekir olamıyacağını dayanamayıp haykırarak söylüyor. Çünkü onun da katıldığı bir Aldatma Celse'sinde hâmi Varlık, "Siz PEYGAMBERLER''le görüşemezsiniz. DÖRT HALİFE ile görüşemezsiniz" demişti. Bunu İdâreci de biliyor. Yâni, hem Medyum'un itîrazı, hem Yahya Bey'in ikazı son derece yerinde... Hakkını yemiyelim, İdâreci de bunun olmıyacağını biliyor, ama adam boyu İslâm Hukuku kitabı İmajı vererek Hazret-i Ebubekir olduğunu iddia eden Varlığın açık vermesi için Celse'ye devam ediyor... Doğru mu?... Bizce değil!... O anda bunun olamıyacağını Varlığın yüzüne vurup işi bitirmeli, Medyum'u ayırmalı idi.... Ama devam ediyor. Bu devamla, direnen Medyum'un Geri Varlığın daha çok tesirine girmesine sebep oluyor.

O târihte düşünmediğimiz şeyler şimdi aklımıza geliyor.... Bu Geri Varlık, ne kadar zeki, ne kadar kurnaz olursa olsun, Kitap İmajını Medyum yükselirken "şıp" diye plânlamış olamaz... Daha önceden plânlamış... Belki Medyum üzerinde uyutma, derinleştirme çalışmaları yapılırken... İrtibat'ın cereyan şekli, onun açısından "önceden plânlı" olduğu ortada...

Medyum- KİM?...
İdâreci- ??? Şeyediniz lûtfen. kendisi söylesin. söylesin? Kendisi söylesin.
M- KİM?... KİM?... KİM?.... KİM?...... "BEN BİLMİYORUM" diyor.
İ- ??? Evet.... Bizim anladığımız EBUBEKİR mi?
M- ..... OLAMAZ!...
İ- Olamaz.
M- OLAMAZ!... BEN ONUN YANINA ÇIKAMAM Kİ!...
(Ağlaması devam etmektedir) .
..... OLAMAZ!...
İ- Tanıtsın bize kendisini. Heyecanlanmayınız lûtfen. Sâkin olarak...
....
(ağlayarak) Eğiliyorum önünde...

İdâreci'nin dirâyetsizliği, acemiliği inanmıyan Medyum'u Varlığın etkisine soktu. Varlık sonunda onu Yüksek biri olduğuna inandırdı. Tabii bu son derece tehlikeli... İdâreci'nin hatâları devam ediyor.

İdâreci- heyecanlanmayınız lûtfen. Eğer bu şekilde devam ederseniz, ayıracağım sizi.
Medyum-
(gene ağlayarak) Eteğini öptüm.... Eteğini.... Ohh!... Affet!... Affet!...
İ- Evet. Özür dileyiniz kendisinden. Hakikaten çiğneyip geçemezmişiz. Affetsin bizi.
Sâkinleşin lûtfen.
M- ......
(Ağlaması devam etmektedir).....
İ- Evet. Bu Muhterem'in bize emirleri var mı?
M- ..... Aaa!... Başımı tuttu.... Ama yüzü hâlâ dönük... dönük... "Bak," diyor,
İ- Evet???
M- .....Cıhk!.....
(İç çekmeleri, hıçkırıklar devam etmektedir) ...
İ- Sâkmleştiniz mi?... İyice rahatladınız mı?... Yardım etsin size, lûtfen.
M- .... Yüzünde.... YÜZÜNDE YARA İZİ Mİ VARMIŞ?....
İ- Bilmiyorum, maalesef.
M- ..... "KORKARSIN" diyor....
İ- Evet. bakacağız, bilmiyorum.
M- .... BEN KORKTUĞUM İÇİN ÇEVİRİYORMUŞ
(BAŞINI)....
Şimdi hâlâ korkuyor musunuz?
M- Cıhk...
İ- Bakıyor musun yüzüne?
M- Dönük yüzü...
İ- Hâlâ mı dönük?
M- Dönük...

İdâreci Varlığın Hazret-i Ebubekir olmadığından emin... Ama hâlâ, Medyum'daki bütün kötü emârelere rağmen, onun Vasat_Üstü veya Vasat bir varlık olabileceği ihtimâlinden hareket ediyor. Tek dayandığı nokta "İslâm Hukuku Kitabı" İmajı... Öyle bir yem ki, yememek mümkün değil... Tabii bunun sonucu Medyum'un sıkıntıya düşmesi, kendisinin de oyalanması... Varlığa hiç bir yararı yok, bizleri işletme zevkinin dışında!... Şimdi bir yem daha atacak ortaya... Daha doğrusu, o yeme dikkat çekecek.

İdâreci- Peki. Bize bir emirleri var mı? Onu rica edelim ilk önce...
Medyum- "bU İKİ SAYFAYI BİLMEDEN BÜTÜN KAPILAR KAPALI," diyor
Hangi sayfalar, efendim/ Lûtfediniz.
M- .... Elinde tutuyor iki sayfayı... Numaralar da üstte.... Altta değil...
İ- Göremiyor musun?.... Lûtfetsin. Hangi iki sayfa olduğunu anlıyamıyoruz.
M- ..... bir "yüz" var ama gerisi.... BEŞYÜZ YİRMİSEKİZ... Ondan sonraki iki sayfa...
İ- .... yirmidokuz.,,,
M- Öbürlerini göremiyorum.
İ- Evet... Peki... Bu "İslâm Hukuku" belli bir kitap mı?... Çünkü bir kaç yazarın aynı isimli
bir kitabı olabilir. Yoksa, burda bize göstemek istediği apayrı bir şey mi? Mânâsı nedir
bu kitabın?
M- ...... "O İKİ SAYFA BANA ÂİT" diyor...
İ- ??? Onun hakkında mı?... Ebubekir hakkında mı?
M- Evet.
İ- Evet. İslâm Hukuku'nda Ebubekir hakkında iki sayfayı öğrenmemizi istiyor, değil mi?
M- Evet.
İ- Peki. Bundan sonraki çalışmamızda bunu öğrenip gelmeye söz veriyoruz, efendim.
Ancak kendileri de bize yardım edecekler mi bundan sonra?
M- ........
İ- Evet???
M- .... HERKESE KISMET OLMAZ BUNU ÖĞRENMEK" diyor...
İ- Elimizden geldiği kadar çalışacağız tabii... Yardımları sâyesinde inşallah öğreniriz.
M- "BUNU ÖĞRENİP TATBİK ETTİKTEN SONRA GİRİŞİN BU İŞLERE," diyor.
İ- ??? Evet.
M- .... "YOKSA KAPILARINIZ KAPALI"....
İ- ???? Evet... Evet, Üstâdım. Cehlimizi biliyoruz. Bu işlerde çok câhil olduğumuzu
biliyoruz. Ancak elimizdeki imkânlar nisbetinde tabii bu çalışmalarımızı geliştirebileceğiz.
Lûtfetsinler. sizin ve sizin gibi Muhteremler'in yardımıyla inşallah Tekâmülümüzü
sağlıyacağız. Bu işlerde usta olacağız.
M- ... Sana.... sana.... sana söyllüyor... "SEN ZÂTEN TEKÂMÜL ETMİŞSİN" diyor...
Güldüğünü gördüm...
İ- Benim mi?
M- Cıhk... Sana söylüyor GÜLEREK... "SEN ZÂTEN TEKÂMÜL ETMİŞSİN" diyor.
İ- ALLAH râzı olsun. İltifat ediyor.
M- ... YANDAN GÜLÜYOR...

Dalga geçiyor Varlık, kısacası.... Yalnız gene burada önemli bir durum var... Varlık İslâm Hukuku kitabının 528-529. veya 529-530. sayfalarının Hazret-i Ebubekir hakkında olduğunu iddia ediyor ve onları öğrenmemizi istiyor... Tam bu noktada Hâmi Ruhlar müdâhale ediyor ve Geri Varlığa "BUNU ÖĞRENİP TATBİK ETTİKTEN SONRA GİRİŞİN BU İŞLERE" dedirtiyorlar!.. Ne demek bu?... Bir defa Hazret-i Ebubekir hakkında bilgi İslâm Hukuku değil, İslâm Târihi kitabında olur... Belki Hazret-i Ebubekir'in bir içtihâdı, yâni uygulaması, koyduğu kural İslâm Hukuku kitabında olabilir. O tarihte muhakkak bakmışızdır, ama hatırlamıyorum. Şimdi bir daha bakacağım.... Ne varsa önce öğrenmek, sonra tatbik etmek, sonra bu işlere girişmek, yâni Medyum'u uyutup görüşmek tavsiye ediliyor, daha önce değil. Bu ne demek? Varlık'la irtibatı kesmek demek!... Çünkü öğrenmek zor, bir de tatbikat var... Çıkmaz ayın son Çarşambası'na atmış oluyor bir dahaki görüşmeyi... Ama İdâreci o târihte bunu farketmiyor!... Ve maalesef artık sanki gerçek Hazret-i Ebubekir ile görüşüyormuş gibi davranıyor ki, son derece, son derece yanlış!...

Biz hep deriz; en Geri Varlık'la bile kurulan İrtibat'tan öğrenilecek çok şey vardır. Hazret- i Ebubekir'in İslâm Hukuku ile ilişkisini sonra anlatırız... İdâreci'nin yanlış tutumu sonucunda kendisi, Medyum, ve Avradakiler sanki Gerçek Hazret-i Ebubekir'le görüşülüyormuş gibi davranmaya başlarlar... Şimdi bakalım, Avradakiler onun hakkında neler biliyor.

İdâreci- Evet.... Evet....
Medyum- ........
İ- Evet... Lûtfetsinler, evet...
Varlık- .... Karşıda oturan genç adam... söyle bakalım, benim hakkımda ne biliyorsun?
İ- Yüksel Bey mi?
Varlık- Evet.
İ- Şimdi Medyum Yüksel Bey'in sesini işitsin.
Yüksel Bey- Efendim, Ebubekir Hazretleri Dört Halife'den biridir. Ve hepimiz onu severiz.
Ve ALLAH'ın sevgili kullarından biridir.
İ- Medyumumuz nakletti mi, Üstâdım?
V- .... Son üç kelimeyi bir daha söyle... cümleni...
YB- Efendim_
V- Son cümleyi bir daha söyle.
YB- Hazret-i Ebubekir Dört Halife'den biridir. Ve hepimiz onu severiz. Ve ALLAH'ın sevgili
kullarından biridir. Ve büyük İslâmlar'dan sayılır. Ve ALLAH'ın affına mazhar olanlardan ve
Cennet'e girmesi müjdelenenlerdendir. Ve Sıddık diye isimlendirilmiştir, ALLAH indinde.
ACABA KENDİSİ O ZAT MIDIR?... HAZRET-İ EBUBEKİR Mİ?
V- ........
M-.......
İ- Evet??? Konuşunuz lûtfen. Muktedirsiniz. Rahat olarak... Muhterem efendim, lûtfen
yardım ediniz.
M- ...... "YÜZÜMDE YARA İZİ OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUN?" diyor....
YB- Hayır, bilmiyorum.
V- ......
M- ......

Burada gene duracağız. Varlık, Yüksel Bey'in son cümlesini, yâni " ALLAH'ın sevgili kullarından biridir" ifâdesinin tekrarlanmasını istiyor. Böylece bizim kendisinin "ALLAH'ın sevgili kullarından biri" olduğuna inanmamızı istiyor, hem de kendisini "ALLAH'ın sevgili kullarından biri" olarak hissetmeye çalışıyor. Bu arada Hazret-i Ebubekir iddiasında bulunmuyor, soruyu sükûtla geçciştiriyor ama, İMÂ ediyor... Şimdi bize Hazret-i Ebubekir'in yüzünde yara izi aratacak.... O dönemde nereden bulacaksın?.. Aramamışız bile... Ama şimdi arayacağız.... Geri Varlık tezgâhına Yüksel Bey'i de katıyor.

İdâreci- Evet, efendim. Yüksel Bey'e söyleyeceğiniz başka bir şey var mı?
M- .... "Sen" diyor, "bu iki sayfayı bunlara sen öğreteceksin," diyor...
Yüksel Bey- Ben mi, efendim?
Varlık- Evet.
YB- Peki. Memnuniyetle.
İ- Yüksel Bey gelecek çalışmamıza hazırlanıp gelsin mi, efendim?
V- Gayet tabii.
İ- Tamam.
YB- Yalnız bu öğreteceğim iki sayfa ... Bu kitabı nereden bulacağım?.. Bana yardım
edebilir misiniz?.. Veya bildiklerimi mi öğretmem gerekiyor?
V- Hayır.
YB- Hangi kitap?... Nerede bulabilirim?
M- ..... Haa!.... HACI BAYRAM...
YB- EVET. CÂMİ YAKINLARINDA...
V- HACI BAYRAM'A GİDERKEN.... KÖŞEDEN.... BİR.... İKİ.... ÜÇÜNCÜ KİTAPÇIDA...
YB- Sağda mı, solda mı?
V- .... GİDERKEN SOLDA... BİR .... İKİ.... ÜÇ...
YB- Anladım.
İ- Evet, Üstâdım. O kitapçıdan hangi kitabı istesinler?
M-....... Anlamadım...
(Varlık isim söylüyor, Medyum anlamıyor) .....
İ- O kitapçıdan hangi kitabı istesinler?
V- Oraya gideceksiniz...
İ- Evet???
V- İçeriye gireceksiniz... "Ben" diyeceksiniz, "İslâm Hukuku kitabını istiyorum" diyeceksiniz.
Zâten dükkâna girince sol tarafta... köşede... köşede duruyor... Orada... köşede...
İ- Evet, efendim.
V- Onu hâliyle verecek size.
YB- Peki.
V- Doğru onu verecek... ÜSTÜ YEŞİL... YEŞİL ÜSTÜ... AMA YENİ DEĞİL... ESKİ KİTAP... YEŞİL...
YB- Peki, efendim. 528 ve ondan sonra gelen numarayı okuyabildiniz mi?
V- Ondan sonra gelen iki sayfa... arkalı önlü...
YB- Anladım.

Şimdi bu noktada İdâreci'nin kibarca şöyle demesi gerekirdi:

İ- Muhterem Üstâdım, bizim inancımıza göre Peygamberler'le ve Dört Halife ile görüşülemez.
Siz Hazret-i Ebubekir olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Bunu araştıracağız. Bahsettiğiniz kitabı
bulup dediklerinizin doğru olup olmadığına bakacağız. Ona göre karar vereceğiz.
Bizim bu tutumuz sizi rahatsız etmez, değil mi?

Eğer bu yapılsa idi, Medyum'un bu Geri Varlık'la yakınlaşması, ona inanması önlenmiş olurdu. Zâten "HAYIR!... OLAMAZ!..." diye baştan tepki koymuştu.... Varlık tepki gösterirse, zâten foyası meydana çıkardı. Ama İdâreci öyle yapmamış. Celse'nin akışına kapılmış... Varlık da üfürmeye, iltifatlara devam etmiş.

İdâreci- Peki, efendim. Yüksel Bey'e başka bir emriniz var mı?
V- .... Çok iyi bir insan.
İ- Evet???
V- Attığın her adım doğru... Fakat GÖLGENDEN KORKUYORSUN.
YB- Evet. Sebep ne acaba?
V- Anladın mı bu lâfımı?
YB- Anlamadım. İzah eder misiniz?
V- Her fikrin doğru, fakat tereddüt ediyorsun.
YB- Evet, doğru. Tereddüt ediyorum.
V- Tereddüt ediyorsun... Bu kadar...
İ- Muhterem Üstâdım, vaktiniz var mı acaba? Bâzı ricalarımız olacaktı.
V- .... MEKÂNIMDA DEĞİLİM...
İ- Kim değil?
V- Ben.
İ- Evet. şüphesiz. Onu tahmin etmiştik, efendim.
V- ÇOK AŞAĞILARA İNDİM...
İ- BİZİM TABİİ ARAYA ÇIKMAMIZ İMKÂNSIZ... Onun için kesecek misiniz?
V- Evet.
İ- Bir istirhamımız var yalnız. Bir hasta sormak istiyoruz... İkinci olarak da, biz bu
akşam, herhalde biliyorsunuz, bir Varlık'la görüşmek için bu şeyi tertip etmiştik.
Acaba o mümkün olacak mı?
V-
(Medyum içini çeker) HADİ ÖBÜRLERİNİ BOŞVER!.. YA SEN???
İ- Üstâdım, biliyorum, anladım.
V- BOŞA MI HEPSİ?
İ- Anladım, evet... Vazgeçelim, Üstâdım.

Hep derler ya, "Bozuk saat bile günde iki defa doğru zamanı gösterir". İşte bu Geri Varlık da doğru olan bir hususa işâret etti.

Mesele şu idi: Bu toplantı Medyum'un babası Spiritualist Operatör Ali Bey'in evinde yapılmıştı. Ali bey kısa bir süre önce yetişkin oğlunu bir trafik kazâsında kaybetmişti. Onun acısıyla yanıyordu. Yaptığı çalışmalarda oğluyla görüşmeye çalışmış, ama muvaffak olamamıştı. Çünkü bizler istediğimiz Ruhlar'la değil, çağırdığımız Ruhlar'la değil; Medyum'un frekansına uygun ve izin verilen Varlıklar'la görüşebiliriz. Bu husus bilinmesine rağmen İdâreci, Ali Bey'in ısrarına dayanamamış, onun oğluyla görüşme umuduyla bu çalışmayı başlatmıştı. Varlık haklı olarak "HADİ ÖBÜRLERİNİ BOŞVER!.. YA SEN???" diye İdâreci'ye sitem ediyor... Tabii burada bu suali Ali Bey'i memnun etmek için sormuş sayabilsek te, bir Geri Varlık'tan bir hasta için yardım istemesi de hatâ idi... Ancak onda da kıramadığı bir talep vardı. Esas büyük hatâ, Geri Varlık bile ayrılmak isterken İdâreci'nin Celse'yi devam ettirmesi ve Medyum'u bir süre daha onun etkisinde bırakması idi. Tabii büyük ihtimâlle Varlığın ayrılma istemesi, kendinden gelen bir istek değil; Hâmî Ruhlar'ın ona söyletmesi idi... Ama "Her işte bir hayır vardır" derler. ayrılmamakta da varmış.

Varlık- Sor birinci sorunu.
İ- İdâreci- Şimdi bir Hanım arkadaş var aramızda. Onun hakkında bir şey söylemek
ister misiniz?
V- ...... Çıkarın dışarıya!
İ- Peki... İçerdeki odaya geçiniz lûtfen... Çıktılar, muhterem efendim.
V- ...... Söyleyin o zavallı babasına: BOŞUNA PARA HARCAMASIN!... Bir hâdiseylen...
Bir hâdiseylen.... kompleksle birlikte depresyon meydana gelmiş... O hâdiseyi
söy-le-ye-mem...
İ- Evet. Çalışmalarımızla o hâdiseyi bulup, ortadan kaldırabilecek miyiz?
V- Kendisine de söyletemiyeceksiniz.
İ- Peki, bizim çalışmalarımızın bir faydası olacak mı?
V- Olacak.
İ- Kendisi bir hâdise anlatıyor. O mu acaba?.. O kompleksi yaratan olay kendisinin
anlattığı olay mı?... Doğru mu o olay?
V- Cıhk!... Kendine iftira ediyor.
İ- İftira ediyor, değil mi?
V- İftira ediyor.
İ- Evet. ALLAH râzı olsun. İlâve edeceğiniz bir şey var mı?
V- Ona diyeceksiniz ki... Veya çağırın buraya!
İ- Çağırın.... Geldi, efendim.
V- Otur!... Otur!...
İ- ... Oturuyor, efendim.
Medyum- ..... Sağ elime dokunacakmış.
V- ... Benim kim olduğumu öğrendin mi?
ÜH- Hayır.
V- Öğrenmedin mi?
İ- Öğrenmemiş. Kendisi bu mevzulara âşina olmadığı için Medyum'la sizi ayırt edemiyor.
V- Söyleyin benim kim olduğumu.
İ- Şimdi karşımızda Ebubekir Hazretleri var. Onun Ruhuyla görüşüyoruz. Kendini "Ebubekir"
diye tanıtan bu Muhterem Varlık'la görüşüyoruz. Merâl değil bu konuşan.
ÜH- Peki, ne diyeyim?
V- Dinle beni. Sen bir şeyden korkuyorsun.
ÜH- Korkuyorum.
V- Bundan sonra senin yardımcın olacam. Bir şartla!... her gece yatarken bir Elham, üç
kulhuvallah benim ruhuma göndereceksin. Kulhuvallah'ın mânâsı.... Söyle!
ÜH- ALLAH bir...
.V- Senin korktukların, içindedir... Anladın mı?... Her akşam yatarken bana yollayacaksın.
Ve sağ tarafına yatıp uyuyacaksın. Onbeş gün sonra tekrar seninle konuşacağım...
O zaman hiç korkun kalmamış olacak.... Başla okumaya!...
İ- Oku!
ÜH- ...
'Bir Elham okur) ......
V- Esasını okumadın.
ÜH- ....
(Üç kulhuvallah okur) ....
V- ALLAH kabul etsin.
İ- Âmin... Rahatladın mı?
ÜH- Çook!...
İ- Muhterem Üstâdım, bu onbeş gün zarfında biz çalışalım mı kendisiyle?
V- Hiç ellemeyin!
İ- Peki. Başka bir emirleriniz var mı? Kendisine veyâhut bizlere?
V- Eğer bir gün eksik ederse bunu, onbeş gün sonra benle buluşamaz!
İ- Evet.
V- ALLAH yardımcısı olsun.
İ- ALLAH râzı olsun Bize bir emriniz var mı/ Medyumumuz yoruluyor.
M- ... Yokmuş... Yokmuş... Kitabı kapattı.

Vallahi ben bu Geri Varlığı sevmeye başladım.... Gerçekten de bir koplekse kapılıp depresyona girmiş olan 18 yaşındaki genç kızın sıkıntısı çok güzel anlattı. Maddî değil de, Rûhen rahatsız olan kıza mânevî yoldan verdiği nasihat etti. Bu Geri Varlık hastamıza yardım ederek hem kendi Tekâmülüne katkı sağlamış, hem de her gece Ruhuna dua edilmesiyle bu katkıyı katmerli hâle getirmişti. Dedik ya, çok kurnaz bir Varlık idi... Bu arada belirteyim, genç Medyumumuz'un Telepati yönünden başarılı olduğu da ortada. Kişilerin zihninden bilgi alabiliyor.

İ- ALLAH razı olsun, efendim. Hep berâber bir Fâtiha okuyalım. ..... Efendim,
rahmetli Günay ile görüşmek mümkün mü acaba?
V- ....... Şimdilik hayır...
İ- ALLAH râzı olsun. Müsaadenizle.
V- Bu akşam ben karşınıza çıkmayabilirdim. Sırf bunu anlatmak için çıktım.
İ- Evet, anladım. ALLAH razı olsun. Müsaadenizle ayrılalım. Yardımınızla Medyum'u
hiç bir tehlike ile karşılaşmadan indirelim. Lûtfeder misiniz/
V- Hiç korkmayın!
İ- Peki. Temâsı...
ALLAH yardımcınız olsun.
İ- Âmin, efendim. Cümlemizin... Lûtfen müsaade isteyiniz ve Temâs'ı kesiniz.

İşte böyle... Kolay değil, Üstün bir Varlık'la ilk defada İrtibat kurmak... Çoğu zaman ilk gelen Varlık Üstün zannedilir. Biz olmadığını biliyorduk ama, yine Varlığın kurnazlığıyla oyuna geldik. Ama gördüğünüz gibi Celse boş geçmedi.

Şimdi ne kaldı?.. Hazret-i Ebubekir'i yakından tanımak ve bizim Celse ile bağlantısı var mı, yok mu, onu tesbit etmek...

Hazret-i. Ebubekir (573-634), Peygamberimiz'den üç yaş küçük olmasına rağmen onun kayınpederi idi. Çünkü kızı Ayşe Peygamberimiz'le evlenmişti. İlk müslümanlardandır, ve dâima Peygamberimiz'in sâdık dostu olup hiç yanından ayrılmamıştır. 632 yılında Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in vefat ettiği gün, Halife oldu. Halifelik süresi, iki yıl, üç ay, sekiz gündür. Hicretin 13. yılında, 61 yaşında vefat etti.

Ebû Bekir kaynaklarda adından çok Atîk lâkabıyla anılmıştır. “Güzel, soylu, eski, âzat edilmiş” gibi mânâlara gelen bu lâkab, Hz. Peygamber’in, “Sen ALLAH’ın cehennemden âzat ettiği kimsesin” şeklindeki iltifatına mazhar olduktan sonra kullanılmaya başlamıştır. Câhiliye döneminde Abdü’l-Kâbe olan adının Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber tarafından Abdullah olarak değiştirildiği rivâyet edilir. Servetini Allah yolunda harcayıp eski elbiseler giydiği için “Zü’l-hilâl”, çok şefkatli ve merhametli olduğu için “Evvâh” lâkaplarıyla da anılmıştır. Ancak onun en meşhur lâkabı Sıddîk’tır. “Çok samimi, çok sâdık” anlamına gelen bu lâkap kendisine, mi‘rac olayı başta olmak üzere gaybla ilgili haberleri hiç tereddütsüz kabul ettiği için bizzat Resûl-i Ekrem tarafından verilmiştir.

Elbise ve kumaş ticâretiyle meşgul olduğu, İslâmiyet’i kabul ettiği sırada 40.000 dirhem kadar sermayesi bulunduğu, ticâret kervanlarıyla Suriye ve Yemen’e seyahat ettiği bilinmektedir. Mekke döneminde İslâmiyet’in yayılmasında Hz. Ebû Bekir’in Kureyş’in ileri gelenlerinden biri olmasının büyük tesiri vardır. Hz. Peygamber’in Mekkeliler’i İslâmiyet’e gizlice dâvet ettiği sıralarda Kureyş’in ileri gelenlerinden birçok kimse onun vâsıtasıyla Müslüman olmuştur. Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah, Sa‘d b. Ebû Vakkas, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh olmak üzere Osman b. Maz‘ûn, Abdullah b. Mes‘ûd, Ebû Seleme el-Mahzûmî, Hâlid b. Saîd b. Âs, Ubeyde b. Hâris, Habbâb b. Eret, Erkam b. Ebü’l-Erkam, Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî gibi önemli kişiler bulunmaktadır. Hz. Ebû Bekir, Mekke döneminde Kureyşli müşriklerin ağır işkencelerine mâruz kalan Müslüman kölelerle yabancılardan erkek, kadın, zayıf ve güçsüz pek çok kimseyi efendilerine büyük paralar ödeyerek satın alıp âzat etmiştir. Bunlar rasında Bilâl-i Habeşî, annesi Hamâme, Âmir b. Füheyre, Ubeys, Ümmü Ubeys, Ebû Fükeyhe, Zinnîre, Nehdiye ve Lübeyne sayılabilir. Resûl-i Ekrem Mekke’ye gelen insanları İslâmiyet’e dâvet ederken ensâb (soy-sop) ilmini iyi bilen Ebû Bekir onun yanında bulunarak çeşitli kabile mensuplarıyla kolayca dostluk kurmasında kendisine yardımcı olurdu.

Bir seferinde Hz. Peygamber, Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın evinde bulunduğu bir sırada Ebû Bekir’in ısrarı üzerine Mescid-i Harâm’a gidildi, o esnada üzerine saldıran Utbe b. Rebîa tarafından öldüresiye dövüldü. Peygamber’in risâletinin beşinci yılında (615-616) Kureyşliler’in Müslümanlar'a işkenceyi arttırması ve özellikle kendisinin yüksek sesle Kur’an okumasına engel olmaları üzerine, dayısının oğlu Hâris b. Hâlid ile birlikte Habeşistan’a gitmek üzere Mekke’den ayrıldı, ancak dinini kimseye açıklamaması şartıyla onun Mekke’de kalmasını sağlandı.

Müslümanlar Medine’ye hicret etmeye başladıktan dört ay sonra Resûl-i Ekrem, Kureyşliler kendisini öldürmeye karar verince, Ebû Bekir’in evine gelerek Medine’ye hicret edeceklerini söyledi. O gece müşrikler tarafından evi kuşatılan Hz. Peygamber yatağına Hz. Ali’yi yatırarak Ebû Bekir’le birlikte Sevr mağarasına doğru hareket etti.(622) Resûl-i Ekrem, kendilerini takip eden müşriklerin mağaranın ağzına kadar gelmesi üzerine korkuya kapılan Hz. Ebû Bekir’i teselli ederek onların kendilerine zarar veremeyeceğini söyledi. Hz. Ebû Bekir bu sebeble “yâr-ı gar (mağara dostu, can yoldaşı) diye anılmıştır. Mağaranın girişine bir örümceğin ağ yapması, ve bir güvercinin yumurlayıp kuluçkaya yatması üzerine takipçilerin içeri girmedikleri rivâyet edilir. Sağlığının bozulması ve sıtmaya tutulmasıra rağmen, Resûl-i Ekrem’in mescid yapılmasını uygun gördüğü arsayı satın alarak Medine’deki faaliyetlerine başladı.

Kumandanlığını Resûlullah’ın yaptığı bütün savaşlarda, Hudeybiye Antlaşması (627), Umretü’l-kazâ ve Vedâ haccında bulundu. Resûl-i Ekrem Bedir Gazvesi’ne karar vermeden önce onunla istişare etti; Hz. Ebû Bekir, Uhud’da savaş Müslümanlar aleyhine gelişme gösterdiği andan itibâren vücudunu Resûlullah’a siper eden ve yanından hiç ayrılmayan birkaç sahâbîden biridir. Hz. Peygamber'in Necid bölgesine gönderdiği seriyyeye Ebû Bekir’i kumandan tayin etti.(628) O da Benî Kilâb ve Benî Fezâre kabilelerini yola getirerek Medine’ye döndü. Mekke’nin fethinde (630) İslâm ordusu şehre girdiği zaman doğruca babasının yanına gitti, onu Hz. Peygamber’in huzuruna getirerek Müslüman olmasını sağladı. Böylece sağlığında annesi, babası ve bütün çocukları müslüman olan yegâne sahâbî oldu Huneyn Gazvesi ve Tâif Muhasarası’na da katıldı. Tebük Gazvesi’nde Resûlullah’ın kendisine verdiği en büyük sancağı taşıdı. Ordunun bu gazveye hazırlanması için bütün servetini Resûl-i Ekrem’in emrine tahsis etti. Peygamber hastalandığı sırada Ebû Bekir’in kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti. Bunun sebebini açıklarken de İslâmiyet’e ondan daha faydalı kimseyi tanımadığını, insanlar arasında bir dost edinecek olsa onu tercih edeceğini söyledi. Namaza çıkamayacak kadar hastalanınca namazı Ebû Bekir’in kıldırmasını istedi. Hattâ son Pazartesi onun yanında namaza durdu.bb Biz bu olayı, Hz. Ebubekir'in ilk halife olması için bir işâret sayarız.

Bir kaç saat sonra da Peygamberimiz vefat etti. Hz. Ebubekir mescide geçti. Başta Hz. Ömer olmak üzere şaşkınlık içinde bulunan ve Hz. Peygamber’in vefatına inanmak istemeyen sahâbîleri ikna eden meşhur konuşmasını yaptı. Ensâr'ın, yâni Medineliler'in Sakifetü Benî Sâide’nin evinde toplanarak halife seçimi konusunu görüştüğünü öğrenince, Hz. Ömer’le birlikte oraya giden Hz. Ebû Bekir, Ensar ve Muhacirler'den, yâni Mekkeliler'den birer emîr seçilmesini isteyen sahâbîlere, bu görüşün doğru olmadığını, İslâm birliğini sağlamak için tek lider etrafında toplanmak gerektiğini söyledi. Aday olarak da Hz. Ömer’le Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı gösterdi. Fakat sahâbîler onun halife olmasını uygun görerek Mescid-i Nebevî’de kendisine biat ettiler.

Bu sırada amcaoğlu Hz. Ali cenâze işleri ile meşgûl idi. Aleviler, Bektâşîler ve Şiiler Hz. Ali'nin hakkının yendiğine inanırlar.Ancak Hz. Ali de Hz. Ebubekir'e sonradan biat etmiştir.

Hz. Ebû Bekir, takip edeceği siyâsetin genel esaslarını ortaya koyan meşhur hutbesinde Müslümanlar'ın en iyisi olmadığı halde onlara başkan seçildiğini ifade ederek, doğru hareket ederse kendisine yardım etmelerini, yanlış davranırsa doğrultmalarını, ALLAH’a ve Resul'üne itaat ettiği müddetçe Müslümanlar'ın kendisine itaat etmelerini istedi.

Hz. Ebû Bekir’in halife olduktan sonraki ilk icraatı, Peygamber'in Mûte Savaşı’nda şehid olanların intikamını almak üzere hazırladığı ve Suriye’ye doğru göndermeyi kararlaştırdığı, Üsâme b. Zeyd’in kumandasında sefere hazırlanan orduyu göndermek olmuştur. Bâzı sahâbîler de Üsâme’nin çok genç ve tecrübesiz, ayrıca âzatlı bir kölenin oğlu olduğunu ileri sürerek onu değiştirmesini teklif ettiler. Hz. Ebû Bekir bütün bu teklif ve itirazları reddetti. Askerlere bir hitâbede bulundu. Onlara ALLAP yolunda kâfirlerle savaşmayı, hâinlik etmemeyi, sözünde durmayı, ganimet malına zarar vermemeyi, korkup çekinmemeyi, fesat çıkarmamayı, emirlere karşı gelmemeyi, çocukları, kadınları ve yaşlı insanları öldürmemeyi, meyve veren ağaçları kesmemeyi, yemek ihtiyaçları dışında koyun, sığır ve develeri boğazlamamayı, manastırlara çekilmiş kimselere dokunmamayı, kendilerine ikram edilen yemekleri ALLAH’ın ismini anarak yemeyi tavsiye etti. Diğer Müslümanlar'ı bilmem ama Türk askerleri hemen her zaman bu kurallara uymuş, aman diyene kılıç kaldırmamış, hattâ üşüyen teröriste parkasını çıkarıp vermiştir... Düşmanla savaş yapmayan bu ordu bazı âsi kabileleri yola getirerek Medine’ye döndü.

Kabilelerin bir kısmı da Resûlullah’ın vefatı üzerine namaz kılmakla beraber devlete artık zekât vermeyeceklerini ilân ettiler. Bu arada Arabistan’ın muhtelif yerlerinde yaşayan yeni Müslüman olmuş bazı kabileler Medine ile irtibatlarını kestiler. Bunların bir kısmı yalancı peygamberlere tâbi olurken bazıları zekât vermeyeceklerini bildirdiler. Hz. Ömer, “Lâ ilâhe illallah” diyenlerle savaşmanın doğru olmayacağını söylerken bazıları o yıl zekât toplanmasından vazgeçilmesini teklif ettiler. Hangi sebeple olursa olsun irtidad edenlerle mücadelede kararlı olan Hz. Ebû Bekir önce Medine’deki sahâbîlerin tereddütlerini giderdi. Namaz ile zekâtı birbirinden ayrı düşünmenin doğru olmayacağını, bunları ayrı birer ibadetmiş gibi görmek isteyenlerle savaşmanın şart olduğunu belirtti. Kararlı tavrıyla bütün tereddütleri gideren Hz. Ebû Bekir, (Ağustos-Eylül 632), 100 kişilik bir süvari birliğinin başına geçerek Fezâre kabilesinin zekâtına el koyan ve Medine’ye saldırmak isteyen Hârice b. Hısn el-Fezârî’nin üzerine yürüdü. Kısa bir çarpışmadan sonra âsileri dağıttı. Birkaç gün bekledikten sonra Medine ve çevresindeki kabilelerden gelen yardımcı güçlerle birleşerek peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha b. Huveylid üzerine yürüyen ordunun başına Hâlid b. Velîd’i getirerek Medine’ye döndü. Hâlid b. Velîd, irtidad hareketlerinin bastırılmasında ve bilhassa Tuleyha, Secah ve Müseylimet-ül Kezzâb’ın ortadan kaldırılmasında büyük başarı kazandı. Yemen ve Hadramut’taki isyanlar Muhâcir b. Ebû Ümeyye kumandasındaki ordu ile mahallî valilerin gayretleri sonucunda bastırıldı. Bahreyn ve Uman’daki isyanlar da aynı şekilde sona erdi. Sonra Hâlid b. Velîd’i Sâsânîler’le yapılacak savaşa başkumandan tayin etti. Hâlid Basra körfezindeki önemli yerleşim merkezlerini fethetti. Daha sonra aldığı bir emirle Suriye cephesine geçti.

Müslümanların Bizans İmparatorluğu ile askerî mücadelesi Hz. Peygamber zamanında yapılan Mûte Savaşı’yla başlamış, Tebük Seferi’yle devam etmişti. Hz. Ebû Bekir de orada yaşayanların uğradığı zulüm ve haksızlığa son vermek amaçıyla 633 yılı sonbaharında her biri 3000 kişiden oluşan üç ayrı birliği Suriye’nin güney ve güneydoğu sınırlarına göndermeyi kararlaştırdı. Vâdilarabe, Filistin’deki Kaysâriye ve Gazze şehirleri fethedildi. Hâlid b. Velîd Dımaşk şehri yakınlarına ulaşıp Mercirâhit karargâhındaki Bizans askerlerini mağlûp etti. (23 Nisan 634). Daha sonra Dımaşk’ın güneyine doğru ilerleyerek Busrâ şehrini fethetti. Ecnâdeyn Savaşı (30 Temmuz 634) sonunda Filistin’in kapıları müslümanlara açılmış oldu. Ancak Hz. Ebubekir 23 Ağustos 634) tarihinde altmış üç yaşında vefat etti. Ağustos ayının başında hastalanınca, sahâbîlerle hilâfet meselesini istişâre etti ve Hz. Ömer’i veliaht bırakmayı kararlaştırarak, Hz. Osman’a bir ahidnâme yazdırdı. Qeygamberimiz'in zevcesi kızı Âişe’ye, vefat edince maaşının geri kalan kısmını beytülmâle iâde etmesini ve Hz. Peygamber’in kabrinin yanına defnedilmesini vasiyet etti. Cenazesinin eski elbiseleriyle kefenlenmesini, karısı Esmâ bint Umeys tarafından yıkanmasını ve oğlu Abdurrahman’ın ona yardım etmesini istedi. Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı. Hz. Ömer, Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah ve oğlu Abdurrahman tarafından kabre konuldu. Orta boylu, zayıf yapılı, seyrek sakallı, keskin bakışlı, gür saçlı, sarıya çalan beyazlıkta güzel ve ince yüzlü idi.

İlk evliliğini Kuteyle bint Abdüluzzâ adlı bir hanımla yaptı. Bu evlilikten oğlu Abdullah ile kızı Esmâ doğdu. Kuteyle İslâmiyet’i kabul etmeyince onu boşayıp Ümmü Rûmân ile evlendi. Ümmü Rûmân’dan Abdurrahman ile Âişe (614-678) dünyaya geldi. Ümmü Rûmân vefat edince Esmâ bint Umeys ile evlendi ve bu hanımından Muhammed adını verdiği bir oğlu oldu. Vefatından birkaç ay sonra da diğer hanımı Habîbe bint Hârice’den Ümmü Külsûm adlı kızı dünyaya geldi. Kızı Ayşe Peygamberimiz ile evlendi. (624)

Hz. Ebubekir’in, Hz. Muhammed döneminde olmayıp, kendi hilâfetinde uyguladığı bâzı hukukî hususları aktaralım... İslâm Hukuku'na girenler, bu hususlardır.

Hz. Ebubekir hilâfeti sırasında Sahâbe'nin, yâni Peygamber dostlarının önde gelenleri ile istişâre ederek, mürtedlerle (dinden dönenler) ve zekât vermeyeceklerini söyleyenlerle savaşma kararı almıştır... İstişâre, yâni "bilenlere danışma" İslâm'ın vazgeçilmez şartlarından biridir. Her Müslüman Devlet Adamı'nın, hattâ her Müslüman'ın üzerine farzdır. Doğrusunu bilmeden iş yapılmaz!... Zekât, yâni vergi vermeyenlerin durumunu bir isyan olarak değerlendiren Hz. Ebubekir, nasslara, yâni K'ur'an ve sünnet hükümlerine dayanarak böyle bir içtihatta bulunup, savaş ilan ettiğini etrafındaki Sahâbiler'e anlatmıştır. Buna ilaveten zekâtı Devlet'e vermemek sûretiyle resmî otoriteyi tanımamanın ileride açacağı problemlere karşı, bir tedbir almış ve olaya sedd-i zeria (sebebi ortadan kaldırmak) açısından yaklaşmıştır. İrtidad (dinden çıkma) hareketlerinin bastırılmasıyla, bilhassa Tuleyha, Secah gibi isyancıların ve Müseylemetü’l-kezzab gibi sahte peygamberlerin ortadan kaldırılmasıyla otoriteyi sağlamlaştırmıştır.

Sahâbe arasında tek bir ninenin mirastan "altıda bir" hisse almasında ihtilaf bulunmamakla birlikte, ninelerin sayı ve cihetlerinin değişmesi durumunda mirasın nasıl taksim edileceği konusunda ihtilaf bulunmaktaydı. Hz. Ebûbekir'in konuyla alâkalı içthadında iki nineyi mirasçı kıldığı, Hz. Ömer'in iki ve üç nineye birlikte bulundukları durumda "altıda bir"i aralarında bölüştürdüğü ve dört nineye "altıda bir" verdiği nakledilmiştir... Zeyd b. Sâbit'in, dereceleri eşit olan annenin annesinin, babanın annesinin ve dedenin annesi olan üç nineyi mirasçı kılarak "altıda bir" hisseyi aralarında bölüştürdüğü; Hz. Ali'nin iki veya üç nineyi mirasçı kılarak yakın nineyle uzaktakini hacbettiği; Abdullah b. Mesud'un ise ninelerin mûrise uzaklık ve yakınlıklarına bakmayarak üç nineye "altıda bir" pay verdiği belirtilmektedir.

Hz. Ebubekir’in çözüme kavuşturulmamış çeşitli fer’i (ikinci derece) meselelerde vermiş olduğu buna benzer hükümler de bulunmaktadır. Meselâ, dedenin mirası meselesinde, dedeyi baba gibi değerlendirmesi,
- kelâleyi (soy ağacı dışından kişiyi) "çocuğu ve babası olmayan" olarak görmesi,
- savaşa çıkan orduya savaş ahlâkı adına birtakım tâlimatlar vermesi,
- dîvandan verdiği yıllık ödemeyi herkese eşit şekilde dağıtması
burada zikredilebilir.

Hz. Ebubekir, Kur'ân'ın Mushaf (sahifeler halinde kitap) hâline getirilmesi işinin mesuliyetinden çekinerek, bir müddet tereddüt etmişse de, sonunda bunun ümmet için hayırlı ve yararlı olacağını anladığında, yine ümmetin maslahatına olacak bu hayırlı hizmeti üstlenmekte gecikmedi. Bu, Hz. Muhammed'in yapmadığı bir işti. Ancak Hz. Muhammed'in çizgisine, sünnetinin ruh ve amacına tamâmen uygundu. Sahâbe'nin yoğun müzakerelerinin sonunda vardıkları kararda, tamâmen ümmetin hayrını ve yararını göz önünde bulundurdukları anlaşılmaktadır.

Hz. Ebubekir, Halife seçildikten altı ay kadar sonra Müslümanlar'ın maslahatını (işini, meselesini, sorununu) düşünerek Beytülmal'ı (Devlet Hazinesi) kurmuştur. Yine yapılan istişâre sonucu Halife'nin, ümmetin işlerini daha iyi yönetebilmesi için bu fondan maaş alması gerektiğini karara bağlamıştır. Bu görüş, ammeye hizmetle meşgûl olanların, hem kendi, hem âilelerinin nafakalarını Beytülmal'den almayı hak ettiklerini ifâde etmesi sebebiyle, İslâm Kamu Hukuku açısından önemli bir karardır.

Fedek arâzileri hakkında Hz. Fatıma ve onun gibi düşünen diğer Sahâbiler muhtemelen “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.” âyetini esas alarak “çoğul sigaların umuma hamlini” öngörmüşler; ancak Hz. Ebubekir ise âyetteki umûmî ifâdeyi tahsis eden Hz. Muhammed’in “Biz peygamberler miras bırakmayız” hadisini delil getirerek Hz. Muhammed’in mirasçılarının, onun mirasından pay alamayacağını belirtmiştir. Hz. Muhammed'in Fedek arâzisi kızı Fama'nın idâresinde idi. Böylece kocası Hz. Ali de ondan yararlanıyordu. Fedek meselesi Halifeler ve Aleviler ile Sünniler arasında bir tartışma konusu olmuştur.

Hz. Ebubekir’in Halife seçimi için Hz. Ömer'i veliaht tâyin etmesi de yine Hz. Muhammed’in uygulamadığı bir davranıştır. Ancak Hz. Ebubekir, ümmetin maslahatı için bu atamayı yapmıştır. Sahâbiler de Hz. Ömer'e biat etmiştir. Yâni, aslında bu da bir nev'i oylamadır.

İşte Hazret-i Ebubekir'in İslâm Hukuku'na katkısı bunlar... Gelen o olmasa da, öğrenmiş olduk.

*****


Şimdi diyeceksiniz ki, "Kitabı buldunuz mu?... Sayfalar doğru mu?... Hasta kız ne oldu?" ... Bir sonraki Celse'den kısaca o bölümleri verip merâkınızı giderelim.

Varlık : Yüzü Yaralı Varlık
Medyum: Merâl
Celse İdârecisi: Ruhi Selman
Târih: 15 Aralık 1967
Usûl : Manyetik-Hipnotik Karma
Hâzirûn: Ali Bey ve Medyum'un âilesi, İdâreci'nin âilesi, Hasta ve âilesi, Cenap, Yüksel
Özelliği. İmaj ve Yükseltme

İdâreci- Muhterem Efendim, ben ve arkadaşlarım size ve bütün Ruhlar Âlemi'ne dua ettiler.
ALLAH kabul etsin.
Varlık- ALLAH râzı olsun.
İ- Sizden de, efendim. Verdiğiniz târihte görüşmüş oluyoruz.
V- Evet... Bugündü... Bugündü. . Buldunuz mu?
İ- Evet. Ali Bey'i işitsin Medyumumuz, lûtfen.
V- BULDUNUZ!
AB- Hazretim, Mehterem Efendim, aradım, iki kitay buldum. Biri İSLÂM HUKUKU...
V- Evet.
AB- Zannediyorum ki, bahsettiğiniz kitap değildi o. Onu almadım. Fakat sizi daha
güzel anlatan, ilhamla yazılmış başka bir kitap aldım. Onu okuyorum. Yarısına kadar
okudum. Hakikaten çok iyi hislerle doluyum hakkınızda. Acaba sizin için kâfi mi bu?
V- Benim dediğim o değildi. Bulduğunuz kitaptı o.
AB- Evet... Fakat bulduğumuz kitapta size âit bir bahis yok ve 528 sayfa diye de yok.
300 sayfalık bir kitaptı o... Alalım onu emrederseniz...
V- Bir defa bu kitap... benim elimdeki kitap o kadar büyük ki, iki sayfa sizin aldığımız
bir kitap.
AB- Evet, tamam.... Şimdi anlaşıldı. Sizin kitabınızın iki sayfası bizim aldığımız kitaba bedel.
V- Evet. Peki... Okuyamadınız onu... Hazırlanmadınız. Benim maksadım benim hakkımda
bilgi edinmeniz değildi. Bu kitabın içindekilerdi... ve sizi o taraftan götürecektim.
AB- Yaparız, efendim. Yarın getiririz.
Medyum..... Çok teşekkür ederim...
İ- ????
M-- .... Çok teşekkür ederim... Ay, ne kadar sevindim!... Ay, ne kadar sevindim!...
İ- Ne oldu?
M- ALLAH'ım!... ALLAH'ım, sana şükürlere olsun... Konya'ya götürüyor beni...
(ağlamaya başlar)
İ- Mevlâna Hazretleri'nin Ruhuna bir Fâtiha okuyalım, efendim.

Hep söylüyoruz ya, bu Geri Varlık çok kurnaz... İki sayfa işini "elimdeki kitap o kadar büyük ki, iki sayfa sizin aldığımız bir kitap" diyerek hâlletti. Sonra Medyum'a bir Konya gezintisi İmajı vererek gönlünü kazandı. Çünkü Medyum'un okulunda 17 Aralık Şeb/i Arus Törenleri için bir gezi tertip edilmişti ve Medyum ona katılmak istiyordu. Varlık Medyum'un şuurundaki bu istekten yararlanarak o İmajı verdi.... İdâreci, aslında bir önceki seferden daha dikkatli... İmaj sonrası, konu Hasta'ya geldi.

Varlık- .... Hastanız nasıl?
İdâreci- Hastamız kendisi anlatsın, efendim.
V- Gel, yavrum.... Sağ elini, sağ eline koy.... Nasılsın?
ÜH- Teşekkür ederim.
V- İyisin?
ÜH- Evet.
V- Dediklerimi yaptın mı/
ÜH- Evet.
V- Okudun. Nasıl hissediyorsun kendini?
AH- İyi hissediyorum.
V- İyisin. Daha da iyi olacaksın.
ÜH- İnşallah.
V- Aynı şeyi 15 gün daha yaptın mı, hiç bir şeyin kalmayacak. Tamam mı?
İ- Söz ver.
ÜH- Aynı şeyi 15 gün daha...
V- ... daha yapacaksın, hiç bir şeyin kalmayacak.
ÜH- İnşallah.
İ- İlâçları keselim mi, efendim?
V- İsterseniz bir de öylesini deneyin.
İ- Çünkü tahrip edici tesiri olan ilâçlar var. Bunlardan çok alıyor günde.
V- Bir de öyle deneyin.
V- Başla birincisine!
İ- Evet, oku bakalım.
ÜH-
(Üç kulhuvallah okur)
V- Geldiğinden beri.... kinden... Şimdi daha çok ferahladın mı? Okuyunca... Şu anda,
okuduktan sonra?
ÜH- Evet, çok rahatım.
V- Tamam, evlâdım.

Geri falan dedik ama, Varlığın dedikleri yapılınca kız kısa sürede kendini toparladı. İlâçlarını bıraktı, iyileşti. Bir daha görüşmesine bile lûzum kalmadı... Yıllar sonra bir tesâdüf sonucu karşılaştığımızda evlenmiş, kendinden emin, sağlıklı, çok güzel bir kadın olmuştu...

Geldik en önemli kısma...

Varlık- Benim kim olduğumu biliyor musunuz?
İdâreci- Şimdi ona gelecektik, efendim... Şimdi, bundan evvel bize verilen bir Tebliğde,
"SİZ PEYGAMBERLER'LE, DÖRT HALİFE İLE GÖRÜŞEMEZSİNİZ" denmişti.
V- Evet.
İ- Şimdi bize EBUBEKİR ismini verdiğniize göre, o mânâyı çıkarttık. Sizi HAZRET-İ
EBUBEKİR diye kabul ettik. Belki bunda bir günah işledik ve sizi de istemiyerek
günâha sokmuş olduk. HAZRET-İ EBUBEKİR olabilirsiniz de, olmayabilirsiniz de... Ama
siz muhakkak Tekâmülünü sağlamış bir Varlık'sınız.
V- ALDIĞINIZ TEBLİĞ DOĞRUDUR...
İ- Hah... ALLAH râzı olsun, efendim.
V- Ben HAZRET-İ EBUBEKİR tarafından vazifelendirildim.... Bu kadarı yeter mi?
İ- ALLAH râzı olsun, efendim. Yalnız isminizi lûtfederseniz...
V- ....... Gönlünüzden ne kopuyor? ... İsmimi demiyorum, hitap edeceğiniz...
Ali Bey- Ben "Hazret" demek istiyorum.
V- "Dostum" de, daha iyi...

Görüyor musunuz, nasıl "Çevir kazı, yanmasın" şeklinde iddiası değişti. HAZRET-İ EBUBEKİR yerine onun görevlendirdiği bir Varlık oluverdi. Ama hakkını verelim, Avrakiler'in, hattâ acemi İdâreci'nin iltifatkâr ve hürmetkâr tavırlarına rağmen "Hazret" ifâdesi yerine, haddini bilip "Dostum" hitâbını tercih etti. Hasta kızın tedâvisinden sonra lehine ikinci puan... Ne diyelim?... ALLAH taksirâtını affetsin.

****


Şimidi bir Varlık'tan "tebliğ" alınır da, peşi bırakılır mı?.. Hem biz kendimiz araştırma yaparız, hem de imkânımız varsa, güvendiğimiz Varlıklar'a şüphelendiğimiz hususları sorarız. Bu sefer de öyle yaptık.

Medyum Zekiye uyutulup yükseltildi. Karşılaşılan Varlık'la başka konularda görüştükten sonra:

Varlık : Ermiş
Medyum: Zekiye
Celse İdârecisi: Ruhi Selman
Tarih : 20 Ocak 1968
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

İdâreci- Şimdi bir çalışmamızda Merâl'e gelen Varlık hakkında bizi ikaz etmiştiniz.
Ve ondan alınan "tebliğler"i incelememizi istemiştiniz.
Varlık- Evet.
İ- - Ben şu hususları çıkarttım. Medyum'un şuuraltından da alabilirsiniz, Varlığın siyah
cübbeli oluşu neye delâlet eder?
V- ...
(güler) Sen ne düşündün?
İ- Siyah, Karanlığa işâret eder..,.. Bilmiyorum
(doğru mu?)
V- Evet.. Pek Yüksek bir Varlık olmadığı....
İ- "Giremiyeceğiniz kapı" neyin sembolüdür?
V- Bir kapı gördü. Giremiyeceğiniz bildirildi. Varlığın Geri ve Aşağı oluş sebebiyle daha
Üstekiler'le görüşülmesini istememesi...
İ- Bu onun elinde midir, görüştürmemek?
V- Değildir. Fakat uyuyan onun söylediklerini kabul edip durursa, evet,. elinde.
İ- Medyum uğraştığı hâlde yükselemedi.
V- Hayır!... Bak, yanılıyorsun. O seni tam mânâsıyla dinlemiyor ve itaat etmiyor.

Bu husus ta Çalışmalar'da sıkıntı yaratan bir durumdur. Medyum iki kişilikle karşı karşıya... İdâreci ve İrtibat'ta olduğu Varlık... İdâreci'yi dinlerse, mesele kalmaz. Ama Varlığın tavrı ona daha câzip gelir de, Varlığa kapılırsa, o zaman işler karışır. Varlık geri ise, sonu Obsesyon'a kadar varır. Medyum Merâl her ne kadar Celse sırasında Varlık'tan korkmuş, çekilmiş ise de, demek ki sonra onun söyledikleri, hele Konya'ya Mevlâna Türbesi'ne götürme İmaj'ı vermesi aklını çelmiş.

İdâreci- Varlık'la aralarında bir münâkaşa oldu. "Çekil! be" diye hitap etti... Bir mücâdele oldu.
Varlık- Hayır!... Direnmedi.
İ- Elindeki kitap neyin sembolüdür?
V- O kitapla sizleri durdurmak istedi. Sizlerin kitaba karşı saygınız, daha doğrusu, bir
merâkınız olacağın için... "Acaba ne?"
İ- Orada "alınacak karar" nedir?
V- Hiç bir zaman bir Varlık karar alamaz!
İ- "Alacağım" demedi, "alınacak" dedi.
V- Onun alacağı karar ne olabilir?... Hiç!... Neye dayanarak karar alacak?... Karar almak
için ortada bir olay, bir sebep olması lâzım.
İ- İlk çalışmam oydu. "Böyle bir işe girişim gerekli mi, değil mi?"... veya "Mukadder mi,
değil mi?".... O şekilde düşündüm ben.
V- Hayır! Böyle bir şey yok.
İ- Bütün kitaba "İslâm Hukuku" dediği hâlde, neden sonra sâdece iki sayfasını "İslâm
Hukuku" diye bildirdi?
V- Kendi de bilmiyordu kitabın ne olduğunu... "Atarım, tutar" zennetti... Fakat araştırılıp
ta, bir şey çıkmayınca, çevirmek mecbûriyetinde kaldı. O size gösterdiği iki sayfa
Ebubekir'e âitti. Hazret-i Ebubekir... Halbuki aldığınız kitapta Hazret-i Eb.ubekir'e âit
bir şey yoktu. Orada güyâ hayâtını okuyacaktınız. Hazret-i Ebubekir'in bilmediğiniz
taraflarını öğrenecektiniz. Böyle bir şeye rastladınız mı?
İ- Hayır... Ebubekir
(böyle bir ortamda) verilmesi çok günah bir isim olduğu hâlde,
neden onu seçti?
V- Söyliyemem.
İ- Yüzünde neden yara izi vardı?
V- O YARA İYİ BİR SEMBOLDÜ... İnsanın yüzünde veyâhut ta başka bir yerinde bir yara
olursa, ne duyar?
İ- Utanç, mahçûbiyet...
V- IZDIRAP DUYAR...
(ÂHIRET'TEKİ) BU IZDIRÂBI O YARA İZİYLE İFÂDE EDİYOR!
İ- Fakat yara değil ki. Yara izi.
V- Evet, yara izi.
İ- Ama iz, geçtiğini fakat yerinin kaldığını gösterir.
V- İşte ızdıraptır... Her ızdırap ancak tâze olduğu zaman duyulmaz. Öyle ızdıraplar
vardır ki, yarası kapansa, bile ızdırâbı devam eder.
İ- "Sayfalar neden tutmadı? " demişim listemde, cevap verdiniz.
V- Evet. Attı, tutturamadı.
İ- Beni neden "Tekâmül etmiş" olarak vasıflandırdı? kandırmak için mi, inandırmak
için mi?
V- .......
İ- Ben bunu o şekilde aldım. Çünkü zâten Tekâmül etmiş bir insanın Yeryüzü'nde
mevcûdiyetine sebep kalmaz.
V- Yanlış düşünüyorsun... İnsan ilk önce Yeryüzü'nde Tekâmül eder. Ondan sonra....
Burada ilk önce tam mânâsıyla insan olup, o dünyâda yaşamanız lâzım.

İdâreci'nin yanlış düşündüğü doğru. Eğer Tekâmül Etmiş Varlıklar'ın Dünyâ'ya gelmesine gerek olmasaydı, Peygamberler gelmiş olmazdı. Tekâmül Etmiş Varlıklar VAZİFE ile gelirler, ve o vazifeleriyle daha da Tekâmül ederler. Tekâmül'ün sonu yoktur. Üstat, "ondan sonra" diye başlamış ama bu kısmı anlatmamış. Şöyle devam etmiş ama sonra:

Varlık- Tekâmül etmiş şekilde, ettikten sonra yaşamanız lâzım. Ondan sonra Burada...
Eğer senin dediğin gibi olsaydı, o zaman Dünyâ'ya ne Peygamber gelirdi,
ne Evliyâ gelirdi, ne Ulemâ gelidi... Onlar Tekâmül ediyorlar ve bu Tekâmüllerini devam
ettiriyorlar. Etrâfa faydalı olmaya çalışıyorlar... O zaman Evliyâ olmaması lâzımdı Dünyâ'da...
İ- Evet, haklısınız... İlk Celse'de ismini Ebubekir olarak verdikten sonra, bu husustaki
imâları cevapsız bıraktı. Neden?... Ebubekir olmadığı için, değil mi?
V- Bir dereceye kadar cesâret etti. Ondan sonra cesâreti yıkıldı, kayboldu.
İ- Yalnız kitabın adresi doğru çıktı.
V- Bu, mâlûm bir şeydi... Çünkü oradaki kitapçılarda kitap ta, ne bileyim ben?...
Saçma sapan kitap satılacak değildi
İ- Fakat o dükkân olmayabilirdi.
V- Olmayabilirdi. Evet. Fakat % 90 olma ihtimâli olan bir isim söyledi.
İ- Doğru... "Mekânımda değilim, Aşağılar'dayım" dedi.
V- Bu iddiasını ne üzerine yaptı, hatırla!
İ- Konuşmaya devam etmemek için...
V- Hayır!.. Sen "Bizim bilgidimize göre Peygamberler'le ve Halifeler'le görüşemeyiz"
dedin, onun üzerine...
İ- Bu ilk Celse'de oldu, Üstâdım. Beni onu 2. Celse'de söyledim.
V- .... Tamam!... Gene konuşmalar oldu. İtirâz edenlerden biri de "Olamaz!" dedi.
Baktı ki, bunu yutturamıyacak... Kabul etmiyeceksiniz... Etseniz bile şüpheniz % 90 fazla
olacak, onun için... ZÂTEN AŞAĞILAR'DAYDI.
İ- Evet.
V- Sen ne düşünüyorsun şimdi?
İ- Fazla Yüksek olmadığını biliyorum... Fakat bilmiyorum... Yanız her şeye rağmen,
Ümmuhan'a verdiği telkinlerle...
V- Onu da söyliyeceğim... "AŞAĞI bir VARLIK" dedim... Fakat yükselme çabası içinde...
Onun için bâzı hususlarda yardım etti.
İ- Tamam! Yâni gayret gösteriyor.
V- Fakat dediği gibi değil. Ne Ebubekir, ne de Ebubekir tarafından vazifelendirilmiş
bir kimse.
İ- Değil. Onu kabul ediyorum.
V- Kolay mı???
İ- Böyle bile olsa, uzun bir müddet görüşmek lâzım. Siz "Benden bile şüphe edin"
demiştiniz.
V- Evet.

İdâreci bu fırsatı kaçırmaz. Ermiş Üstat hakkında uzun zamandır kafasına takılmış olan hususu geciktirmeden sorar:

İ- Şüphe ettiğim için değil, fakat bâzı hususlarda merak ettiğim için.
V- Evet???
İ- İlk karşılaştığımız zaman, Medyum sizi bir LOŞLUK içinde gördü. Bu loşluğu siz
onun yorgunluğuna, alışmamış olmasına...
V- ... Evet, Vasat'a alışık değildi.
İ- Yalnız bundan evvelki bütün çalışmalarda Vasat'a alışamayanlar fazla ışıktan, kör
olmaktan, yanmaktan bahsederlerdi. Karanlık olarak ilk defa bu Medyum'da ortaya çıktı.
V- Evet. Üstümü nasıl târif etmişti?
İ- Galiba beyaz bir elbise.
V- Hayır.
İ- Sarı...
V- Evet. Sarı sence neyi ifâde eder?
İ- Tekâmül?
V- Yaklaşır, değil mi?.. Tam bir Tekâmül değildir. Sarı ve yeşil görmüştü. Tam bir tekâmül
değildir. Fakat beni gördüğü gibi târif etti... Ona loşluğu veren altımdaki yeşil ve sarıdır.
Beni beyazlar içinde görmedi.
İ- Evet... Yükselirken ikinci defâdır Vasat'ını târif etmesini istiyorum, etmedi.
Sebebi nedir?
V- ...
(güler) ... Benim bulunduğum yeri mi merak ediyorsun?
İ- Evet.
V- Etmedi, evet.
İ- Sebebini lûtfeder misiniz?
V- Farkında mısın, benle karşılaştığı zaman tebessüm eder... Burada onun hoşuna giden
bir şey var.Bunun için tebessüm ediyor... Ve bunu söylemek istemediği için söylemedi.
İ- Vasatınız'a gelmeden hiç bir şey görmüyor.
V- Görmüyor değil, anlatmadı. Fakat onun da sebebi, ilk zamanlarda ben mâni
oluyordum. Yükselmesini daha hızlandırıyordum. Çünkü öteki ile ilk zamanlarda
karşılaşmasını istemiyordum. Daha kötü tesir edebilirdi.

Varlığın "öteki" dediği Medyum'un Obsedör'ü Tâhir'di... Aşağıda bahsedilen "iki boğa" için önce yukardaki 30 Kasım 1967 Celsesi'ne bir göz atın. Orada bir de "kaçan yıldız" sembolü var, ama İdâreci onu sormamış.

İdâreci- Medyum'un ilk gece yükselmemesinin sebebi nedir?
Varlık- Sende mi, ötekinde mi?
(Öteki İdâreci Ali Bey)
İ- Ötekinde.
V- Siz istiyorsunuz ki, her şey hemen olup bitsin!... Olmadı, çünkü tam mânâsıyla o
havaya giremiyordu. Derinleşmemişti. sonra yanlış bir yol tâkip ettiniz.
İ- Doğru... Hattâ biraz da tehlikeli idi.
V- Evet... Tabii ki yükselemezdi.
İ- Gördüğü sembolleri açıklıyacak mısınız? İki boğa gördü. Birisi büyüdü, diğeri küçüldü.
V- ....
(güler) ... Evet. Bu kendisi ile ilgili bir şey... Söyliyeyim... KÜÇÜLEN BOĞA KENDİSİ...
İ- Büyüyeni?
V- BÜYÜYENİ İSE, ONUN KARŞISINDAKİ MÂNİALAR... O, bu mânialar altında eziliyordu.
Onun için gözyaşı döktü. Bunlar da gözü, korkuları.... Bir şey daha var... Bunu sana da
söyliyemem... Bir seziş...
İ- İstikbâle dâir mi?
V- Evet.
İ- Kendisine âit mi?
V- Hayır... Kurcalama!
İ- Bu semboller kendi şuuraltı mı yarattı, yoksa Üst Plân işi mi?
V- Evet.... Ve farkındaysan oradan ayrılmak istemedi. Kurtarmak çabası içinde idi.
Bu çaba, kendisi için gösterdiği çaba... Kurtulmak istiyordu...
İ- Çok güzel, Üstâdım.
V- Fakat siz hemen oradan ayrıldınız.
İ- Teşekkür ederim. Nur içinde yatınız.

İşte böyle... Hem bir başka Medyum'a gelen Varlığı, bu Medyum'a gelen Üstâdımız ile incelemiş, şüphelerimizi aydınlığa kavuşturmuş olduk, hem de bu Medyum'un gördüğü İmaj'ın neyi sembolize ettiğini anlamış olduk... "Kaçan Yıklız"ı sormaması, İdâreci'nin bir eksiği idi.

****


Geri Varlık Hans tekrar dünyâya gelmeyi istiyordu ya, bu Celse'de onun üzerinde konuşmuş.... Bakalım neler demiş? ...Bu Celse iki Medyum'lu... Bir başka Celse'de Hans'ın "Uyut!.. Uyut!" diye ısrar ettiği Medyum Tuğrul'u da uyutmuşuz... Bu onun ilk yükselişi olacak... Hans'la 1973 Eylülü'nden sonra uzun bir süre görüşmemiştik. Sitem ediyor.

Varlık1: Hans
Varlık2: Pâkize
Medyum1: Ümit
Medyum2: Tuğrul
Celse İdârecisi: Ruhi Selman
Târih: 21 Nisan 1974
Usûl: Hipnoz yoluyla rûhî infisâl

Medyum1- ..... "Merhaba" diyor...
İdâreci- Merhaba. ALLAH râzı olsun geldiği için. Bir arzusu var mı?
M1- ... Yokmuş... Daha sık görüşmemizi istiyor...
İ- Peki. Artık ayrılık devresi bitti... Bu arada neler yaptığını anlatabilir mi?
Varlık1- Artık Alfabe'yi kendim okumaya başladım... A'yı, B'yi öğrettiler,
ama öğrenilecek o kadar çok şey var ki!.. Ama bir şeyler öğrenmek çok iyi...
İ- Öğrettikleri ne hakkında?
V1- Neler yapmam gerektiğini öğretiyorlar... Ben tekrar gelmek istemiştim
Dünyâ'ya... Ona hazırlık gibi bir şey...
İ- Hans hayâtı ile...
M1- "... hiç bir ilgim kalmadı." diyor.. "Bir sayfa daha çevirdiler, bomboş...
Şimdi oraya yazacağım" diyor... "Ben belirli şeyler istiyorum Dünyâ'ya gelmek
için... Onların olması için çalışıyorlar... 'Hayır' dedikleri olmadı hiç! " diyor...
"Hayâtı benim görmemi istiyorlar. Ama yakında doğacağım... Bunda yanıldığımı
zannetmiyorum."
İ- Hayırlısı... İnşaallah en uygun ortamda gelirsiniz.
V1- En hayırlısı benim istediğim ortam oluyor... Daha sonra bakıyorsunuz ki,
benim için en iyisi o değil... Ondan sora değiştiriliyor, başa dönüyorsun...
İ- Çok güzel... Peki, size yardım edenler hakkında bilgi verir misiniz?
V1- Tabii... Tıpkı sizin benimle görüştüğünüz gibi... Ümit hissediyor...
"Çok, çok Yukarıdalar herhâlde" diyor...
İ- Bu görüşmelerin Medyum'a da faydalı olması için, yükselmesine yadımcı
olur musunuz?
M1- ... "Bu benim de işime gelir" diyor..."Çünkü o ne kadar rahatlarsa,
ben de o kadar huzur duyarım...

Burada durup 2-3 hususu açıklayalım.... Varlığın Öbür Âlem'de bir şeyler öğrendiği doğru. Aslında öğrenme Bu Âlemde de, O Âlem'de de kesilmeksizin devam ediyor... Öğrendiklerini Alfabe'ye benzetmesi çok güzel... ve daha işin başlangıcında olduğunu idrak etmiş olması da Tekâmülü açısından önemli... Aslında Tuğrul'a gelen Pâkize de, Selâh'a gelen Ali de ve Ümit'e gelen Hans da Geri ama Tehlikeli değil... Zarar veriyorlar, doğru. Ama Julio gibi intihara teşvik etmiyorlar. İkinci husus, Varlığın anlattığı "dünyâya geliş ortamı"... İdâreci "Çok güzel" demiş ama, bilemeyiz ki!... Kulağa hoş geliyor... İstediğin memlekette, istediğin âilede, istediğin tipte biri olarak Dünyâ'ya gelmek fenâ mı?.. Ama öyle olmuyor... İhtiyaçlarına uygun bir ortamda Dünyâ'ya geliyorsun ama, geldiğinde ihtiyâcının ne olduğunu dahi bilmiyorsun. Çabalaya çabalaya bulacaksın... Sonra sen ortamı değiştiriyorsun, yâhut sen istemeden de değişiyor... Meselâ hapse düşüyorsun.... İşte buna Varlık "Başa dönüyorsun" demiş... Doğrudur. Yeniden kendine bir hayat kurmaya çalışıyorsun. Bu değişiklik iflâs da olabilir, işgâl de, hastalık da... Bilemezsin... Filmin sonunu bilsen heyecânı kalmaz. Hayat da öyle...

Üçüncü husus, İdâreci Varlığa " Yükselmesine yadımcı olur musunuz? " diyor. Aslında kastettiği "Bırak ta geçelim"dir. Onu kırmamak için öyle söylüyor. Yoksa Varlığın Medyum'un yükselmesini sağlayacak bir kudreti yok... Dördüncü husus, bu Varlığın Karanlık'tan kurtulmasına yardım edenler elbette ondan daha Yüksekte'dirler. Ama ne kadar Yüksek, bilemeyiz. Medyum bunu ne kadar hissedebilir, onu da bilemeyiz. Hani rahmetli Yahya Kemâl "Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan" diye târif etmiş ya... İşte o gidilen âlem bizim için meçhul... Bilinmeyenlerle dolu... Ancak kırıntılar hâlinde bilgi ediniyoruz.

İdâreci- Peki. Başka söylemek istediğiniz var mı?
Medyum1- "Oradaki yaşamın modeli var... Onun içine giriyoruz. Sonra bunlar film
şeridiymiş gibi, bunları gözden geçiriyorsun. Hatâları düzeltiyorsun" diyor.
İ- Sizinle aynı seviyede olan Varlıklar'la ilişkileriniz nedir?
Varlık1- Tıpkı Dünyâ'ya benziyor... Öyle şeyler var ki, birden fazla Varlığı ilgilendiriyor.
Ama herkesin kendine çizilmiş yolu var. bunun dışında. Bu yolda yalnız yürümek
zorundayız.
İ- Evvelce sizi etkilemezlerdi de...
V1- Etki eden yoktu... Ben kendimdim.
İ- Bu itîrafımız çok iyi... Şimdi Tuğrul, "Uyumam gerekli olacak mı?" diyor.
V1- ... Bir Pâkize var, hatırlıyor musunuz?.. O da birilerine yardımcı olacak.
M1- .... "Biraz mecbûren devam ediyorsun" diyor... "Birine elini uzatmışsın,
elini tutmuş. Onu bırakamazsın artık bataklıkta."
İ- Biliyorum.
V1- Ben kendisine yardımcı olabilirim yükselmesi için.
İ- Peki. Şimdi bir şey sorayım: Mânevî konularla ilgilendiğimiz için, bu arkadaşların
bâzı kurallara uyması gerekiyor. Abdest, vs. gibi... İnançlarımıza uygun hareket
etmemiz gerekiyor.
V1- Aslında sizin söyledikleriniz kişiyi mânevî yönden güçlü kılmıyor. Bir çok insan
için şöyle diyebiliriz: GEREK, AMA YETERLİ DEĞİL!.. Tersi de olabilir. Güçlü ise,
uymasa da başarılı olabilir.
İ- Medyum'un hazırlıklı geldiği oldu mu?
V1- Olmadı ama, olsaydı da yararı olmazdı. Çünkü inanıyordu benimle görüşeceğine...

Başka bir-iki Celse'de daha bu abdest konusu geçmişti. Nasıl insan câmiye, mezarlığa abdestli giderse, biz bu toplantılara da abdestli gelinmesini, çünkü Mânevî Âlem'le İrtibat kurduğumuzu söylüyorduk. Varlık bunu çok güzel açıklamış "GEREK, AMA YETERLİ DEĞİL!.. diyerek...Haklı!.. Hacı Bektaş ne demiş:

"Şeriat katında tene arısu degse, teni arıdur ve hem cenabatı giderür.
Kim ârıflar katında ne ten arı olur ve ne cenabatı gider."
- "Pes imdi, adam gerek kim suya yaraya, su gerek kim badasta yaraya
ve abdast gerek kim namaza yaraya ve namaz gerek kim Çalab'a yaraya!.."
- "Vay sana içünde kibr-ü hasad, buhul, adavat, tama, öyke ve gaybat,
kahkaha ve maskaralık, bunlardan maada nice dürlü şeytan fiili olsa,
suyla yunub nice arınasın?.. İmdi şöyle bil, arınamazsın!.."

Kısacası, Şeriat'a göre su teni temizler. Ama içinde kibir, haset, huyunda tamah, öfke, gıybet, haytalık, maskaralık, türlü Şeytanlık varsa, o su seni nasıl temizlesin ki?... Temizlemez!.. Arınamazsın!... Abdestli değilsin ama, Neyzen gibi niyetin iyi, o daha makbûl!..

Celse'ye dönersek, İkinci Medyum Tuğrul, Birinci Medyum Ümit'in yanındaki koltukta uyutulur.

İdâreci- Şimdi arkadaşımıza yönelin...
(Tuğrul'a hitâben) Derin bir uykuda olduğunuzu hissediyor musunuz?
Medyum2- .... Galiba...
(Pek derin değil)
Medyum1- Ben aşağıya iniyorum. Bekliyeceğim.
İ- Tuğrul, Ruh ve Beden münasebetlerin gevşiyor... Yükseliyorsun. Ümit'in
elinden tutuyorsun.
M1- .... Buluştuk...
İ- Ümit'le buluştuğunu hissediyor musun?
M2-... Bilmiyorum... Daha hissetmiyorum...
İ- Yükselmeye başlayınca haber ver.
M2- Şimdi burada Ümit'e bir şey sormak istiyorum: Bu yükselme bir İmaj mıdır?
Yoksa bir duygu mu alacaksın?
M1- .... "Duyacak" diyor... "Genellikle ilk uyuyuşta yükselip yükselmediğini
farketmez insan" diyor... "Göğsünde boşluk falan hissetmiyor mu?"
M2- ....Çarpıntı gibi bir şey...
V1- .... Böyle midesinden yukarı boşalmış gibi...
M2- ... Şimdi hissettim... Benim aklıma genellikle Zodiak geliyor... Bir de
şöyle bir düşünce var şu anda... Şimdi bu yükselmeyi... (kendimizi aldatmıyalım) ...
hani insan bir iyilik yapınca, kendine yapmış oluyor... Acaba ben bu yükselmeyi
başkasına yardım olsun diye mi istiyorum?.. Yoksa ona iyilik yaparak kendimi
daha iyileştirmek için mi istiyorum?... Yâni, bunda bir bencillik mi var?
İ- Bencillik olsa bile, bir gâye gerçeklemiş olmayacak mı?
M2- Tabii...
İ- Peki, size bir faydası olmasa da, gene yardım eder miydiniz?
M2- Evet.
İ- Ama TANRI hiç kimsenin gayretini karşılıksız bırakmaz... Onun için siz de
faydalanacaksınız.
M2- Bakın, bu aklıma gelmemişti...
... Şimdi sanki Ümit'le çok çok yakınmışız gibi bir his var... Tabii yakınım,
eli var... Yâni, Ruhlar'ın birleşmesi gibi... Elini her zaman tutarım, ama
bu derece bir yakınlık olmuyordu herhâlde... Sanki elden bütün vücuda
yayılan bir şeymiş gibi bir his var...
İ- Bu hisse bütün dikkatinizi verin... Arttığını hissedeceksiniz...
M2- ... Evet... Şu anda aklıma bir şey daha geliyor... Sanki birisi, "Senin
Zodiak'la görüşmen şart değil. Sana en çok muhtaç olan kişi ile görüşmelisin"
falan gibi bir his var... "Bırak, Yukarı'dan daha iyi bilirler" gibi bir his var...
İ- Öyleyse kafanızı boşaltın. Zodiak'ı bırakın... Belki Ümit'in yanında birini
hissedeceksiniz.
M2- .... Şimdi Ümit sanki yerde serili beyaz bir postun üzerinde oturmuş gibi...
Üzerinde kot pantalon, sarı, kısa kollu gömleği, sakalı da var... Başını yana eğmiş,
bakıyor... Net olarak aldığım şey bu, şu anda...
.... Silindi gözümden şimdi... Şu anda hiç bir şey yok...
İ- Dostumuzun söyliyeceği var mı?
M2- .... "Var" diyor...
M1- ... "Onun ağzından konuşayım" diyor...
V1- Ben seni sevmek için değil, birisine yardım için çağırdım.
M1- .... "Hissettiği şeylerin kesin olarak gelip gelmediğine emin değil," diyor...
M2- Evet.
M1- ... "Ben mi düşünüyorum, yoksa o mu veriyor, diye korkuyor" diyor...
M2- Evet, haklısın.
M1- ... "Bundan korkma, ben veriyorum," diyor.
M2- Bu çok iyi oldu. Evet, ben alıp almadığımı çok merak ederek konuşuyordum.
... Bir şey daha sorabilir miyim?... Ümit'in yanında beyazlar giymiş birisi var mı?
M1- Evet, vardı.
M2- Başında şöyle Mevlevîler'in giydiği...
M1- Evet, evet.
M2- Bunu aldım, fakat gözümden bir anda silindi.

Akllar karışmasın diye burada duralım... İki Medyum belirli bir yükseklikte buluştu. Birinci Varlık Hans işi idâreye çalışıyor, yâni İkinci Medyum'a İmaj verip duruyor. Önce "Zodiak'ı bırak, benimle görüş" mesajı iletti. Sonra İmaj vermeye başladı. Ümit'i beyaz posta oturmuş gördü. O silindi, Ümit'in yanında bir Mevlevî gördü. O da silindi... Bakın, şimdi ne geliyor?

Medyum1- ... "Peki, bira aldın mı?" diyor... Bira içmeye çağırdı seni.
Medyum2- Hayır. Onu hiç almadım.
M1- ... "Peki" diyor, "devam edelim."
M2- Şimdi şu anda söylemek istediğinizi kesin olarak bilemiyorum. Bu daha
sonraki günlerde kesinleşecek. Burda şimdi ne söylesem inandıramıyacağım
gibi geliyor...
Varlık1-
(Medyum2'nin ağzından) Galiba Medyum da heyecanlı...
Hem de oldukça heyecanlı gibi...
M2- Bu heyecan nereden geliyor, bunu pek bilmiyorum.
İ- İlk defa irtibat kurmasından herhalde...
Varlık1- Olabilir.
İ- Benim bir ricam var. Kendinizi ona iyice târif ettiriniz.
M1- ... "Aynı göremiyecek ama" diyor...
V1- Başka bir şey yapalım... Ümit'e bir şey yazdırayım, Tuğrul onu söylesin.
M2- Olur.
M1- Ama bu Tuğrul'un görüştüğüne inanmasını temin edecek mi?
M2- Farketmez.. Sonra da benimkini yaparız.
İ- Seninki nedir?
M2- Ben adamı târif etmek istiyorum. Ümit'in oturduğu yerde, ayakta duran,
beyaz, hattâ aşırı beyaz bıyıklı... belki mâvi gözlü... Böyle iyi bir suratlı bir
adam... Üzerinde mevlevî elbisesine benzer bir elbise... ayaklarına kadar...
başında, ona göre sağda oluyor, yatık bir şapka mı, külâh mı, bilmiyorum...
Sanki Ümit'ten bir adım ileride duruyor.
M1- Bu benim tanımım olmayacak... Hans'la alâkası yok bunun.
M2- Evet, olabilir... Bunu tahmin ettim.
Varlık2- Yâni, ben Hans değilim şu anda.
M2- Bu da çok iyi oldu... Şimdi ben Hans'ı aynı zamanda algılamaya çalışıyordum.
Onu da sanki asker elbisesi gibi... böyle elinde bir torba oluyor askerlerin...
Asker elbisesinin ilk düğmesi açılmış, şapkası yok...
M1- Kendini zorlama bir şey almak için.
İ- Ümit, siz bu Varlığı fark ediyor muydunuz?
M1- "Mevlevî kıyâfetli olarak belirlenmiyor... beyaz elbise zâten geleneksel bir
görünüş... Normal yâni, bunu vermiş olmam," diyor... Yalnız kendisi asker görme
çabasındaydı, ona 'Zorlama' diyorum."
M2- Ben "Hans" deyince, eski İmajı hatırladım.

Gene burada durup , açıklığa kavuşturalım... Öbür Âlem'de her şey bir İmaj... Çünkü mekân yok... Varlıklar kendilerini nasıl hissediyorlarsa, öyle görünüyorlar. Bâzen de göründüklerinin dışında bir İmaj veriyorlar. Hans bir asker ama, Yüksek bir Varlık gibi görünmek istediğinden Medyumlar'ın ikisine de "beyaz elbiseli" bir İmaj vermiş, kendisi öyle olmasa da... İkinci Medyum bunu Mevlevî elbisesine benzetmiş. Yüksek bir Varlık'la görüşme arzusundan dolayı...

İşte böyle tahliller yapmazsanız, Ruhî İrtibatlar'ın içinden çıkamazsınız. Hele ki, "Uzaylılar'la, Melekler'le görüşüyorum" falan iddiasında iseniz, görüştüğünüzün her dediğini didik didik etmelisiniz, hakikati bulmak için...

Bir hususu daha ekleyelim: Her ne kadar Medyum2 daha önce uyumuş, kendisi ile İmaj ve Ekminezi çalışmaları yapılmış ise de, hatırladığım kadarıyla bunlar bir yıl önce olmuştu. Tekrar çalışmaya başladığında sanırım bu ilk uyuması ve ilk yükselmesi idi... Aradan yarım asır geçmiş, ancak bu kadar hatırlayabildim.

Medyum1- Hans bir sene geride kaldı.
İdâreci- Yâni, yanınızda gördüğünüz o hüviyetten sıyrılmış durumda.
Veya sıyrılmak üzere.
Medyum2- .... Şimdi bilhassa saçları sarışın böyle... dalgalı saçlar... O yâni,
gözümde şu anda güleç bir insan... Ben de ilk girişte, ilk önce Ümit'i algıladım.
Ondan sonra "mevlevî" dediğim şahsı... Ondan sonra sol tarafımda bunların dekoru
diyebileceğim beyazlık... Açık bir mâvi gök... Daha başka sanki... Hani biri sanki
burada efekt gibi...
İ- Bilgi versin bize...
M2- ... "Bu çalışma zor olabilir. Fakat yarıda kalmıyacağına eminim... "Bu senin
içinde iyi olacak," diyor... "Bilhassa senin için... Sen sanki kendinde bir tükenmişlik
var gibi görüyorsun. Aslında senin kabahatin değil."
İ- Serbestçe konuşun.
M2-... "Pek senin söylemek istemediğin şeyler var gibi" diyor... "Fakat sen bunu
kendinde göreceksin," diyor... Bir şey aldı... Bunu söylemek istemiyorum şimdi...
"Aslında senin de çekindiğin buydu. Sendeki iç çekişmeler çok," diyor... "Bunu
sen de biliyorsun. Bâzı şeyler senin elinde değil, "diyor... "Ne kadar konuşursan
konuş, hepsini bir güne sığdaramazsın. Bir daha uyuman gerekir, bir daha" diyor,
"Bir daha uyuman gerekir... Benim sana söyliyeceklerim bitti."
İ- Peki. ALLAH râzı olsun.
Varlık1- Sizden de...
İ- Evet. Çok teşekkür ederim. Şimdi Ümit vâsıtası ile görüşelim.
M1- "Evet, bugünlük yeter" diyor... Kendisi indirecek aşağıya.
İ- Peki. Şimdi her ikisi de iniyor aşağıya.
M1- "Ümit'i uyandırma" diyor.
M2- ... Ümit beni bırakmak istemiyormuş gibi... Böyle bir şey var mı?
M!- ... "Berâber geliyoruz" diyor... "Ona tekrar buluşacağımızı söyle" diyor.
M2- ... Oynatamıyorum parmaklarımı...
M1- .... "Dene" diyor...
İ- Ruh ve Beden münasebetlerin birleşti... Tamam!.. Şimdi Tuğrul'u uyandırıyorum.
M2- Devam etmek gerçekten yararlı olacak mı?
M1- Bir insana yardım etmek mutluluk veriyorsa, ve insan mutlu olmaya dâima
muhtaçsa...
M2- evet.
M1- ... "Her seferinde biraz daha mutluluk duyacak. Aslında görüşmekten çekinmedin
hiç bir zaman... ve zamanın gelmesini bekledin," diyor... "Yalnız çok şüphecisin,"
diyor... Ruh'la bedenin ayrılmadığından düşüncelerin benden gelip gelmediğinden...

(şüphedesin) ... "Bunları kesin olarak belirtmek istiyorsun" diyor...
"Aslında bu ayırma,
(uyuma) sayısı arttukça belirecek" diyor. ..
"Kelime almak, direksiyon kullanmak gibi refleks hâline gelecek" diyor...
İ- Söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?
M1- .... "Arayı soğutmayın" diyor...
İ- Peki, dostum. ALLAH râzı olsun. Müsadenizle ayrılalım... Temâsı kesin ve aşağı doğru inin.

Ohh, çok şükür Celse bitti. İçinde fazla bir "tebliğ" yok... Ama bir Medyum nasıl yetiştirilir, onunla ilgili bir çalışma gördünüz. Bu daha başlangıç... Hemen Üstün Varlıklar ile görüşecek sanmayın. Daha ne safhalardan geçecek, bir bilseniz... En önemlisi kendisinin inanması ve içindeki şüpheleri atması... Yalnız o şüphelein bir nev'i koruyucu olduğunu, gelen Varlığa hemen inanmadığını da belirtelim.

****


Medyum Zekiye'yi tanıyorsunuz... Bu onun İlk Yükselme denemesi... Yukarıda naklettiğimiz Celse'den çok önceki bir çalışma... Medyum uyutulur, derinleştirilir. Ruh ve Beden münasebetleri gevşetildikten sonra yükseltilmeye başlar... Aldığı ilk İmaj'a dikkat... Parlak bir yıldız gördüğünü söyler...


Medyum: Zekiye
İdâreci: Ali Döken
Târih: 30 Kasım 1967
Usûl: Hipnoz yoluyla rûhî infisâl

Medyum- ..... Kaçıyor!... Yetişemiyorum...
İdâreci- Kovala sen de.
M- Yetişemem ki ben...
İ- Nasıl yetişemezsin?
M- Hıhı hım!...
İ- Senin sür'atin ondan fazladır. Muktedirsin buna... O kadar sür'atli yükselmeye
mutedirsin ki!...
M- ....
- (güler) .... Yakalayamadık işte!.. Kaçtı!.. Kayboldu...
İ- Siz yükselmeye devam edin.
M- Kayboldu!..
İ- Zâten bizim yıldızla işimiz yok. Başka şeyler göreceğiz. Yükselmeye devam edin lûtfen.
M- .... Çıkamıyorum... Ağırlık var... Basınç... Hissetmiyor musunuz siz?..
İ- Bilâkis!... Ben kendimi çok hafif hissediyorum. Bak şimdi sen de hafifleyeceksin.
Sen de kendini çok hafif hissedeceksin. O kadar hafif hissedeceksin ki, âdeta rüzgâr
gibi... Ne kadar hafifiz şu anda, bak!... Yükseliyoruz. Sür'atiniz son derece arttı.
M- ... Biz yükselmek isterken bir İTEN VAR... BİR AĞIRLIK...
İ- Efendim?
M- Biz yükselmek isterken itiyor ağırlık.
İ- ???
M- .... Dümdüz...
İ- Renklerden bir şey görmüyor musun?... Aydınlık mı, Karanlık mı?
M- ... Kırmızı...
İ- Kırmızı ne?
M- ... Hıhım...
(Gene güler) ....
İ- Yüksel bakalım, biraz daha... Şu kırmızılığı falan geç.
M- ... Deminki yıldız da kırmızıydı...
İ- Hadi bakalım, hayırlı olsun... Onun da bir mânâsı vardır elbet. Boşuna değil.
M- ...
(gülerek) Hiç kırmızı yıldız olur mu?
İ- Olur tabii.
M- ....
(Gene güler) ...
İ- Sür'atle ve sâkin olarak yükseliyorsun.
M- Çok.........?....
(teypten anlaşılmıyor) ....
İ- Hayır.
M- .....
(Gene gülerek ) ..... Boğa...
İ- Boğa gördün... Peki, târif et.
M- .... Boynuzları çok uzun yalnız... Hayret yâni... Hiç boğa öyle olur mu?..
İ- Uzak mı, yakın mı?
M- Hı?
İ- Sana uzak mı, yakın mı?
M- ... Yakın...
İ- Ne yapıyor?
M- .... İki tâne...
İ- Ne yapıyorlar?
M- ... Döğüşüyorlar...
İ- İyi... Seyret bakalım.
M- ... Çok korkunç!... Boynuzları bilhassa... İki metre var... İki metre var...
İ- Boynuzları???
M- Hıhı... Hem de nasıl!..
İ- Sen onun mânâsını bize izah edebilir misin?
M- Neyin?
İ- O gördüklerinin.
M- .....

Medyum nerden bilsin, yâhu?... İdâreci'nin şaşkınlığı işte... Bizim şimdiki yorumumuz Kırmızı yıldız iyiye alâmet... Üstün bir Varlık olabilir... Peşinde koşup yakalayamaması henüz daha yeni olmasından... Alışması lâzım... İri, koskocaman boynuzlu boğalar tehlikeli Varlıklar'ın olabileceğine işâret... Hiç değilse birisinin... Döğüşmeleri ise iyi ve kötünün mücâdelesi... Medyum'un iç âleminde de olabilir, Ruhlar Âlemi'nde karşılaşacağı Varlıklar arasında da... Hepsi ileride anlaşlacaktır.

İdâreci- Yalnız onlar hakkında biraz bilgi verebilir misin?.. Kendi hislerine dayanarak...
Medyum- Neyi?
İ- Hissettiklerini anlatabilir misin?
M- ... Gözleri çok korkunç!... Çok pis bir bakış!... Öff!... Baykuş bakışına benziyor...
Ama boynuzları çok beyaz... Sedef gibi... Sedef mi?
İ- İkisi de aynı renkte mi?
M- Boğalar mı?
İ- Evet.
M- ... Siyahla kahverengi karışık...
İ- Hangisi daha galip geliyor döğüşte?
M- Uzun boynuzlusu...
İ- Yâni siyâhı mı, kahverenklisi mi?
M- İkisi de karışık... Karışık
(renkli) ...
İ- Hiç birbirinden ayırt edemiyor musun?
M- İşte birinin boynuzları uzun...
İ- O boynuzları uzun olan galip geliyor, öyle mi?
M- Bilmem... Yükleniyor... Zavallı öteki... Çok küçük öteki... Ne oluyor, biliyor musun?
'güler) ...
İ- Ne oluyor?
M- Biri büyüdükçe biri küçülüyor... Böyle küçülüyor, küçülüyor, küçülüyor.... kalıyor...
(Gene güler) ....
İ- Peki. Oradan ayrılıyoruz... yükselmeye devam ediyoruz.
M- ... Küçüğü kurtarsak ta, öyle...
İ- Dönüşte kurtaralım.
M- ,,,Ağlıyor ama...
İ- Dönüşte kurtaralım.
M-.... Ağlıyor... Siz boğa ağlar gördünüz mü?
İ- - Ağlar tabii. Ağlamaz mı?... O can değil mi?
M- ...
(güler) Zannetmem...
İ- Ama biz insanlar ağlamaz biliriz.
M- ... Zavallı!...
(çok üzülür) ....
İ- Gâyet sâkin ve rahatsın... Sâkin olarak yükselmeye devam ediyoruz.

İdâreci yükseltme meraklısı... Halbuki burada Medyum'un hissiyâtına uygun davranması gerekirdi. O küçük boğanın kurtulmasına yardım etmeliydi. Nasıl, bilmem... Ama etmeliydi... Bu döğüş Medyum'un iç dünyâsında ise, kurtulması gereken bir yanı demektir... Eğer Ruhlar Âlemi'nde ise, acaba ilerde ortaya çıkacak olan Obsedörü'ne mi acıyordu?... Pis bakışlar hangi boğaya âit?.. Bedef boynuzluya pek uygun düşmüyor ama, ona âit gibi... Küçüğe âit ise, İyi Varlık Kötü Varlığı tepeliyor demektir. Eğer pis bakışlı iri boğa Kötü Varlık ise, tepelenen küçük boğa da Medyum ise, durum vahim demektir. Belki de Medyum onun için o kadar üzüldü... Velhâsılı, ne kadar karışık iş, görüyor musunuz?

İdâreci- Sür'atle yükselmeye devam ediyoruz.
Medyum-
(gülerek) ... Eteğinize yapıştım...
İ- İster eteğime yapış, ister elime. Farketmez ki... Maksat yükselmek...
M- .... ?....
(anlaşılmıyor) ... Tutuyor...
İ- Hayır... Maddeyle alâkan kesilmiş durumda.
M- ..... .....
İ- Şu anda istediğin var mı senin?.. Yorgun musun?
M- ... Ağırlık var...
İ- Başka???
M- ...........?......
(anlaşılmıyor) .... Ağırlık...
İ- İstersen geri dönelim. Fazla sıkıldıysan.
M- Dönelim.
İ- Peki. Şimdi geri dönüyoruz ve iniyoruz....

İşte böyle... Her uyuyan da hemen Medyumluk kesbedip Varlıklar'la İrtibata geçemiyor. Uzun derinleştirme, İmaj, Ekminezi çalışmaları yapmak lâzım. Medyum'un her şeyden önce Rûhen kendisini güçlü hissetmesi gerek. Eğer Ruhî bir rahatszlığı varsa, önce onun giderilmesi şart. Yoksa dert üstüne dert biner.

****


Medyum Zekiye ile bir sonraki çalışma.... Medyum yükselirken gene ilk yükselmesindeki yıldızı görür. Bu sefer bir LOŞLUK'ta onunla Temas kurar.

Varlık:: Ali Ermiş
Medyum: Zekiye
Celse İdârecisi: Ruhi Selman
Târih: 7 Aralık 1967
Usûl: Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Hâzirûn : Cenap
Özelliğ:: İlk İrtibat, Tedâvi

Medyum : ..............
Varlık - ..... Ne istiyorsunuz?
İdâreci- Medyumumuz'un Hâmi Ruhu'yla görüşmek istiyoruz.
V- .........
İ- Medyumumuz'un Hâmi veya Rehber Ruhu'yla görüşmek istiyoruz.
M- .... "Görüşüp te yapacaksınız?" diyor...
İ- Kendisi için yardım isteyeceğiz.
V- ..... O veya bu... Fark eder mi?
İ- Etmez, tabii. Ama...
V- Hâmi Ruhu olmuş, başkası olmuş...
İ- Siz yardım eder misiniz?
V- Gelirse elimden...
İ- Nur olunuz, efendim. ALLAH râzı olsun.

Medyum Zekiye'nin sıkıntısı büyüktü. O zamanlar Türkiye'de pek bilinmeyen, tedâvisi olmayan ve nâdir rastlanan göz rahatsızlığı keratokonus'dan muzdaripti. Bu rahatsızlık, herkeste bombeli olan korneanın hastada konik, sivri olmasından dolayı idi. Numaralı gözlükle düzelmiyor, çalışma durumunda olan Zekiye yapacağı işi göremiyordu. O zamanlar dostları olan bir Alman doktor sâyesinde Almanya'ya gitmiş, orada bir ay kalmış, sert lens vermişler ama bir türlü rahat edememişti. Camlar gözüne batıyor, ızdırap veriyordu. Hâliyle bu durum onun sinirlerini bozuyor, depresyona sürüklüyordu. O târihte Türkiye'de belki lens uygulaması bile yoktu. Şimdi maşallah, herkes aksesuar diye bile lens takıyor.. .. Celse târihinde bilmediğimiz bir de Obsesyon'u vardı. Kısacası, derdi çoktu. Celse "Bir câre bulabilir miyiz?" düşüncesiyle yapılmıştı.

İdâreci- Muhterem Efendim, isminizi niye vermiyorsunuz? İsim mühim değil tabii.
Fakat size hitap edeceğimiz bir isim bulunsun elimizde.
Medyum- ....... "Benim iki ismim var" diyor...
İ- Evet, lûtfetsin.
M- ... "Biri" diyor, "kendimi bulmadan evvelki ismim, "diyor...
İ- Neymiş o, efendim? lûtfetsin.
Varlık- ... ALİ...
İ- Ali. Lâkabı?
M- .... "İkincisi" diyor, "kendime geldiğim zaman, kendimi bulduğum zaman ... "
İ- O ne?
M- ..... "Ermiş" derlermiş...
İ- Öyle mi?
M- Hıhı.... "halk"....
İ- Hangi devirde yaşamış?
M- .... "Abdülmecid devrinde yaşadım" diyor...
İ- Evet???
M-.... Şeyde otururmuş.... Siirt'te...
İ- Bu iki isminiz bir hayâtınıza mı âit?
M- .... Bir hayâtına âitmiş...
İ- Bir hayâtının iki devri?
M- ... Bir hayâtının iki ayrı devri.
İ- Siirt'te nerede otururlarmış?
M- ... "kendi ufak" diyor, "şeyim vardı" diyor.... Toprağı varmış... Çiftlik gibi...
İ- Ne ile meşgûl olurmuş?
M- ... Hayvancılıkla...
İ- Neden kendisine "Ermiş" demişler acaba?
M- .... Son zamanlarda çok iyilik yapmış...
İ- Mükâfatını görmüş mü Öbür Âlem'de?
M- ... Görmüş... "Eğer iyilik yapmasaydım," diyor, "Burda olmazdım" diyor.
İ- Memnun mu?
M- Memnun...
İ- Evet...
M- ... Ondan evvel çok kötü bir hayat yaşıyormuş...
İ- Evet... Peki. Medyumumuz'dan bir ricam var. Rahat mı kendileri?
V- Rahat, fakat sinirleri çok zayıf...
İ- Çok mu zayıf?
V- Evet.
İ- Biz de işte onun izâlesi için uğraşıyoruz, efendim. Onun tedâvisiyle meşgûlüz.
Bize bir nasihatiniz var mı bu hususta?
V- SIK UYUTMAMANIZ LÂZIM...
İ- Evet, biliyorum. Fakat kendisinin ızdırâbı dolaysiyle buna mecbur kaldım. Meselâ,
bugünkü uyutmamız onun için faydalı olmadı mı?
V- BİRDEN FAYDALI OLAMAZ... Çünkü çok kötü bir durumda gözleri. BİRAZ DA KENDİ
YAPIYOR...
İ- Nasıl yapıyor? Lûtfediniz.
V- Kendi yapıyor.
İ- Nasıl yapıyor?
V- İNANMIYOR...
i- Neye inanmıyor?
V- HİÇ BİR ŞEYE!..
İ- Meselâ?
V- Geçeceğine...
İ- Geçeceğine inanmıyor.
V- ŞÜKRETMİYOR... ŞÜKRETMESİNİ BİLMİYOR!
İ- Evet, bunun farkındayım.
V- Hiç şükretmiyor... Ben de böyleydim bir zamanlar...
İ- Evet. Maalesef mânevî ve dinî şeyleri biraz zayıf, efendim. Son zamanlarda çektiği
ızdıraplardan dolayı da, ne bileyim ben, "şükretmesini unuttu" diyebilirim.
V- Ona da hak vermek lâzım... Çok çekiyor...
İ- Veriyorum tabii... Muhterem Efendim, yardımlarınızla inşaallah bir şey yapabilecek
miyiz kendisine? Bir faydamız olacak mı?
V- ALLAH'ın izniyle...
İ- ALLAH(ın izniyle tabii.
V- ALLAH yardım ederse olur, yoksa olmaz.
İ- İnşaallah, efendim.
V- .... Yer etmiş...
İ- Ne yer etmiş, efendim?
V- Yaralar...
İ- Yaralar... Geçmeyecek mi?
V- Bir müddet için kapanır, tekrar açılır...
İ- Manyetik tedâvimizin bir faydası olacak mı?
V- Bir müddet için... TAMÂMEN GEÇİREMEZSİNİZ...
İ- Yaraları mı geçiremem, yoksa gözdeki bozukluğu mu?
V- Yaraları da...
İ- Gözdeki bozukluk?
V- O ZÂTEN GEÇMEZ ŞEKLİ BOZUK...
İ- Evet... Hiç bir şekilde faydamız olamaz mı, efendim?
V- YALNIZ İŞTE BİRAZ ACISI DİNER...
İ- Ben de öyle düşünmüştüm, fakat...
V- Belki de daha işte...
İ- Anlayamadım, son cümleyi.
V- YENİ YARALARIN AÇILMASINA ENGEL OLABİLİRSİNİZ... ESKİLERE FAYDA ETMEZ...
FAKAT YENİ AÇILMASINI ÖNLEYEBİLİRSİNİZ.
İ- Evet... ve rahatça lenslerini kullanmasını temin edebilir miyim? Gözde tahnriş
yaratmadan ve ızdırap duymadan kullanmasını temin edebilir miyim?
V- YARATMAMASINA İMKÂN YOK... ÇOK TAKIYOR... Daha doğrusu, çok takmıyor, öyle
icâb ediyor . O da batma yapıyor.
İ- Evet. Muhterem Efendim, biliyorum, çok şey istiyorum, ama uykusunu son derece
derinleştirip, son derece derin manyetik bir uykuya sokabilirsem, hücrelere manyetik
tesir ederek şeklî bozukluğu hiç değilse azaltamaz mıyım?
İV ...
(güler) ... Sen çok derin bir uykuda bir insanın şeklini değiştirebilir misin?
İ- Değiştirme değil...
V- Meselâ boyu uzun olanı, kısaltabilir missin?
İ- O kadar büyük şey değil, efendim.
V- Peki, ne yapabilirsin bir şekil üzerine? Bana söyle.
İ- Şimdi özür dilerim, ben okuduklarımın kurbanıyım.
V- GÖZÜ DOĞUŞTAN...
İ- Tamam!
V- Doğuştan olduğuna göre, bir eli küçültebilir misin?... Küçültemezsin. Yâhut ta
parmaklarının şeklini değiştirebilir misin?
İ- Hayır.
V- Hayır. Onu öyle yaratılmış, değil mi?... Bu da öyle...
İ- Haklısınız.
V- Sonradan olma bir şey değil. Olsa belki... Fakat doğuştan...
İ- Evet. Benim soruş sebebim miyopluğu, hipermetropluğu düzeltebiliyorlar.
V- Tamam. O sonradan olma. Fakat doğuştan olan bir şey kat'iyyen!... Buna kudretin
yetmez!
İ- Kudret bende değil zâten.
V- Hayır! Ne senin, ne de başkasının.

İdâreci, Medyum'un ızdırâbına çâre arıyor. Göz korneası tahriş oluyor, yara içinde... Bunun acısını uykuda geçiriyor, ancak uyanıkken Medyum uzakta, bir şey yapamıyor... "Acaba manyetik paslarla o yaraları tedâvi edebilir miyim? sorusuna "Tamâmen geçmez" cevâbını alıyor. Korneanın sivriliğini manyetik paslarla giderebilir miyim?" sualine "doğuştan" cevâbı geliyor, Değişmez... Paslarla değişmez. Ameliyatla kornea nakli olabilir... ki, Medyum bir kaç yıl sonra Göz Bankası'nda peşpeşe iki gözünden de kornea nakli ile rahatladı.

Varlık "ŞÜKRETME" üzerinde duruyor... Şimdi diyeceksiniz ki, "Gözleri böyle berbat durumda olan birisi nasıl şükretsin?" ... "Beterin beteri var" diyerek şükredecek!... Ya tümden KÖR olsaydı?.. Ya gözlerinin bozukluğuna ilâveten eli-ayağı tutmasaydı?... Ya, maddî imkânları fazla değildi ama, sokakta kalmış olsaydı?.. Her şeye rağmen şükretmek şart... KUR'AN bunu bize sık sık hatırlatır, ve defâatle "Şüphesiz Rabbin, insanlara karşı lütuf sahibidir; Fakat İnsanların çoğu şükretmez" der. (Bakara Sûresi, 243. Âyet, Yusuf 38, Neml 73, Mumin 61) Eksikleri görüp lûtufları unuturlar. Bizim "DUA VE ŞÜKÜR" başlıklı bir Celsemiz var. Belki bir gün veririz... Varlık da hem şükretmeyi, hem de inanmayı dile getirmiş.

Bizim dönemimizde buna "manyetik pas", yâni "temaslı veya temassız sıvazlama" deniyordu. Sonradan "bioenerji" denmeye başlandı. Hattâ "pozitif enerji, negatif enerji"ler çıktı. "Elektrik alanlar-alamayanlar" belirdi. Varlıklar'ın tesirine bile "enerji" demeye başlandı... Biz açıkta kaldık...

Bu arada Varlığın tehlikeli biri olmadığı, hatta Geri bir Varlık olmadığı Medyum'un ona karşı tavrından ve kendisinin konuşmasından anlaşılıyor. Gerçekten de bize ilerde çok faydalı olmuş, hattâ bir Medyum'u tehlikeden kurtarmıştır.

İdâreci- Yaraların üstüne gideyim ben öyleyse.
Varlık- Evet. Yapacağın tek iyilik budur.
İ- Peki. ne şekilde bir çalışma tavsiye edersiniz?
V- ......
İ- Biliyorum, kendi usûllerim pek ibtidai... Ne şekilde geliştirebilirim onları?
V- .... EVVELÂ ŞÜKRETMESİNİ ÖĞRET!...
İ- Mâneviyâtını kuvvetlendireyim.
V- ŞÜKRETME......
(Diğerleri) ondan sonra...
İ- Her şeyden önce onu temin edeyim.
V- Onu temin et bir... İkincisi SİNİRLERİ ÇOK ZAYIF...
V- Ne şekilde kuvvetlendirelim, efendim? Meselâ bugünkü çalışma şeklini nasıl
buldunuz?
V- İyi....

Medyum'un göz yaralarının iyileştirilmesi fizikî bir tedâvi... Bir de Ruhî tedâvi gerekiyor tabii, sinirlerinin yatışması, depresyondan sıyrılması için... O yüzden Medyum o gün uyutulduktan sonra önce sâkinleştirici Telkinler verilmiş, kötü hâtıralardan kurtulması, onları unutması Telkin edilmiş, sonra sâkin bir müzik dinletilmişti... Doğru yapmışız.

İdâreci- Hep bu şekilde mi gideyim, dinlendirerek?
Varlık- Evet. ... ONUN SİNİRLERİNE TESİR EDEN BİR ŞEY VAR...
İ- Evet?
V- Çok tesir ediyor ve yıpratıyor.
İ- Nasıl bir şey?
V- .......
İ- Lûtfediniz, efendim.
V- Göründüğü gibi değil... İÇİNE ATIYOR... İçine atmalar yıpratıyor sinirlerini.
İ- Evet?
V- Herşeyden evvel UNUTMASINI BİLSİN!
İ- Evet. Ekminezi çalışmaları yaparak bu hâdiseleri bulup çıkartıp silmek, hiç değilse
biraz olsun bir fayda temin edemez miyim?
V- ESKİLERİ ÜZERİNDE DEĞİL... HER GÜN OLANLAR ÜZERİNDE DURUYOR... YENİ GELENLER
TESİR EDİYOR... Eskilerini bırakıyor zâten... EN UFACIK BİR ŞEY SİNİRLERİNE TAHRIP EDİYOR!
İ- Muhterem Efendim, Bunun üstünde hiç bir şey yapılamaz, tahmin ediyorum. Yâni
ancak Telkin'den gidebiliriz, değil mi?.. Bu bir karakterdir, huydur.
V- KALBİ DE YORULUYOR... Siniri yoruyor. Başka bir şey değil.
İ- Ne tavsiye edersiniz, efendim? Ne şekilde bir çalışmayla bu "içine atma" dan
vazgeçirelim?
V- Her şeye boş vermesi lâzım. Başta gözü olmak üzere...
İ- Ama nasıl temin edelim bunu?
V- .... Okulu düşünüyor.... Okuyup ne olacak?.. SIHHATİNDEN MÜHİM Mİ?... Uyanınca
sor bakalım.
İ- Öyle mi düşünüyor?
V- Üzülüyor... Mühim tutmuyor da, üzülüyor... "Niye yapamadım?... Niye geri kalıyorum?"
diyor... Ve sınıftaki başarısızlığı onun üzerinde sinirlerine tesir ediyor... ÇOK KIRICI...
Herkesi kırıyor...
İ- Okulda mı?
V- Evet... Herkesi!... Ama darılmıyorlar ona...
İ- Evet, bunu farkettim.
V- Darılmıyorlar... Ve BİR ARKADAŞI VAR...
İ- Kim efendim?
V- OKULDAN...
İ- Ben tanıyor muyum?
V- Tanıyorsun... Onu çok kırmış... Kız, "Aldırmıyayım" diyor ama, gene de içinde bir
kırıklık var.
İ- Herhalde kim olduğunu çıkartırım sonra.
V- Bir şey daha var.
İ- Evet???
V- BUNUN İNANCININ KUVVETLENMESİ İÇİN, BUNUN İSTANBUL'DAYKEN BİR TÜRBEYE
GİTMESİNİ SÖYLEMİŞLERDİ. GİTMEDİ...
İ- Hangi türbe, efendim? Eyüp Sultan mı?
V- Hayır... Gözü için..
İ- Evet... Onu götürelim.
V- Gitmedi... ONA GİTMESİ LÂZIM... Bu bir... İkincisi uyandığı zaman iki gün evvel
gördüğü rüyâyı sor... Bunlan ilgili... hem çok ilgili... Onun tesiri altında.
İ- Evet. Sorayım, efendim.
V- Belki tam hatırlamıyacak ama...
İ- Uykuda hatırlamaz mı?
V- Hatırlar... Fakat uyutmadan sor. Konuşarak...
İ- Peki, efendim. O türbeye gitsin.
İ- Götürelim, efendim.

Şimdi burada "Türbelere bez bağlamanın reklâmını mı yapıyorsun?" diyebilirsiniz ama, iş öyle değil... Türbe ziyâreti, mezar ziyâreti, daha önce anlattık, iki sebepten dolayı yapılır. Birincisi insana ölümü, Öbür Dünyâ'yı hatırlatması... İkincisi o mezarda yatanı daha iyi hissetmek, belki Rûhen İrtibat kurmak içindir... Medyum'a hangi türbeyi, hangi Muhterem Varlığı gözleri için ziyâret etmesini tavsiye ettiler, bilmiyorum, şimdi hatırlamıyorum ama, oraya gidip ALLAH'a dua edince, yatana rahmet dileyince iyileşeceğine inanırsa, bunun onun için çok büyük bir mânevî destek olur... Onun için Varlık "Gitsin!" demiş, onun için biz de götürdük... Yoksa türbeye bez bağlamak için falan değil!..

Medyum'un rüyâsına gelince, bilmediği bir türbe görmüş... Demek ki rüyâsında da o türbeye gitmesi hatırlatılmış...

Varlık- Hiç değişse şükretmesi, mâneviyâtının kuvvetlenmesi için bu lâzım.
İdâreci- Evet. Peki, Muhterem Üsâdım, bu kadar mı söyleyeceğiniz?
V- Evet.
İ- Bir istirhamım daha olacak. Acaba Medyumumuz bu çalışmalarla hakikaten kuvvetli
bir Medyum olabilecek mi?
V- Dediğim gibi...
İ- Tabii, tedricen...
V- Hayır, SİNİRLERİ KUVVETLENİRSE...
İ- Evet.
V- YOKSA ÇOK KÖTÜ OLUR... Çok zayıf... Hiç tahmin edemiyeceğin kadar... Sana şunu
söyliyeyim ki, doktorla da iyileşmez bunun sinirleri.
İ- Biliyorum, efendim.
V- Para etmez hiç biri!
İ- Biliyorum. O bkımdan zâten bu çeşit tedâviye almak lûzumunu hissettik, efendim.
V- Ve bak, şunu da söyliyeyim: Belki kendi farkında değil, fakat uyurken de sıkıntılı
bir uykusu var bunun... Normal uykuda...
İ- Bunu farkettim, efendim. Yalnız bugün rahattı biraz.
V- Hayır, normal uykudan bahsediyorum.
İ- Geceki uykularından?.. Tamam.
V- Ve sıçrayarak... sıçramaları, sıkıntıları var. KENDİ FARKINDA DEĞİL!... ÇOK FENÂ!..
İ- Muhterem Üstâdım, ihya ettiniz bizleri. Yalnız bir nokta kaldı. Lûtfeder misiniz?
V- Sorun.
İ- Bunca güzel bilgilerinize rağmen, bunca yardımınıza rağmen,, neden Medyumumuz
orasını Aydınlık değil de Loş gördü?
V- Alışık değil.
İ- Ondan mı?
V- Evet. Alışık değil. seçemiyor.
İ- ??? Evet.
V- SEÇME KAABİLİYETİ YOK.. ZÂTEN BEN DE PEK YÜKSEK'TE DEĞİLİM.... KARARINCA...
İ- Bize göre gene...
V- Son zamanlarımdakini buluyorum. Yoksa ilk zamanlardaki değil...
İ- Bize göre gene çok Yüksek'tesiniz.
V- O zaman çok Aşağıda'ydım....... ? ....
(anlaşılmıyor) ....
İ- Evet.
V- Neyse...
İ- ALLAH bizi de Mertebenize ulaştırsın, efendim. Müsaadenizle ayrılalım. ALLAH razı olsun.
İ- Dediklerimi unutma!
V- Unutmıyacağım, efendim. Tekrar tekrar dinleyeceğim.
V- Hem senin için faydalı olur, hem onun için çok iyi olur.
İ- ALLAH râzı olsun... Bir dua edelim.

Demek ki Ermiş dostumuz Vasat bir Varlık imiş... Vasat ama ne kadar yararlı olduğunu gördünüz. Değme babayiğit psikiyatristlerin yapamıyacağı bir tahlil yaptı. İdâreci'ye çok yardım oldu. İdâreci Telkin'le geceleri rahat uyumasını, sıçramamasını, güzel rüyâlar görmesini, gündüzleri sinirlerine hâkim olmasını, etrâfını kırmamasını, gözlerindeki yaraların ızdırap vermemesini, yaraların kısa zamanda iyileşmesini sağlamaya çalıştı. Bunlar yararlı oldu. Ancak ilerde Medyum'un zayıf durumundan yararlanarak onu Obsede eden bir Varlık ortaya çıktı. Bir de onunla uğraştık... Belki ilerde ondan da bölümler veririz.... O kadar çok "verilecek" var ki!.. Bu yazdıklarımızda da o kadar çok düzeltilecek yazım hatâları var ki!..

****


Bu sefer değerli öğrenci Medyumumuz Olcay'ın ilk yükselişini vereceğiz.... Kendisiyle 1968-1970 yılları arasında tam 34 çalışma yapmışız. Çok değerli bilgiler almışız. Onları da kısmet olursa veririz. Bir tânesini verdik zâten, "KADIN" Celsesi.... Şimdi bakalım Olcay'ın ilk yükselişi nasıl cereyan etmiş... Kendisini 4 gün önce uyutmuş, derinleştirmiş, bir takım hazırlıklar yapmıştık.

Varlık: Henüz ismini vermeyen Varlık
Medyum: Olcay
Târih: 21 Şubat 1968
Usûl: Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Özelliğ:: İlk Yükseliş, İlk İrtibat

Medyum- .......... Bir kasaba üzerinde yükseliyorum.... Altımda bir câmi var.... Şimdi
minâresini görüyorum... Yükseldikçe evler ve insanlar küçülüyor... Ancak câmi gittikçe
büyüyor...

.... Karşıma Hazret-i Mevlâna'nın resmi geldi...

İdâreci- Evet... Gördüklerinizi ve hissettiklerinizi anlatarak yükseliniz. Gâyet rahat ve
sâkin olarak yükseliyorsunuz.
M- .... Üstümde bir Karanlık Tabaka var...
İ- Yükselmenize devam ediniz.
M- ...... Şimdi bir Beyazlık'tayım... Karşımda bir kapı var... Kapıda ihtiyar birisi durmakta...
Bana, "Sen burada ne arıyorsun? " diyor...
İ- "Muhteremler'le görüşmeye geldim," de.
M- .... Görüşemezmişim... Öyle diyor... "Sen küçüksün" diyor...
İ- Olsun... Sen rica et... Müsaade etsinler.
M- .... Evet... Şimdi beni bir odaya getirdi... Etrâfıma bir kalabalık toplandı...
İ- Odanın rengi nasıl?
M- Bu odanın içi gibi...
(Yâni loş)
İ- Evet... Muhteremler'e selâm ver... Hepsinin ellerini öp.
M- Benimle alay ediyorlar... "Küçük" diyorlar... Beni buraya getiren ihtiyar gitti.
Galiba o bekçiymiş... Zâten elinde de sopa gibi bir şey vardı.
İ- Evet?
M- .... Biri bana, "Niye buraya geldin?" diyor...
İ- "Sizlerden bir şeyler öğrenmek, faydalanmak için geldim," de.
M- .... "Öğrenip te ne yapacaksınız?" diyor...
İ- Tekâmül etmeye çalışacağız.
M- ... "Eğer maksadınız bir tecessüs ise, İşte gördünüz...Gidin artık!.. Yok, eğer bir
şeyler öğrenmek istiyorsanız, sorun, "diyor...
İ- Ne mevzuda soralım, efendim?
Varlık- Hangi mevzuda hazırlandınızsa, ondan sorun!

Artık burada duralım. Söylenmesi gereken çok şey var... Medyum yükselmeye başladıktan sonra hemen bir İmaj algılıyor... Küçük bir kasaba... bir câmi... Ancak kasaba ve insanlar küçüldükçe câmi büyüyor... Demek ki ilerde karşılaşacaklarımızın onunla ilgisi var... Sonra Medyum Mevlâna'nın resmini görüyor. Sanırım, onunla İrtibat kurma arzusu var. Medyumluğa niyetlenenlerde böyle arzular hep olur. Medyum Tuğrul da Nâzım Hikmet'le görüşme arzusunda değil miydi?.. Resmin başka bir mânâsı da olabilir. Burada önemli olan husus, Medyum, kendisini Mevlâna diye yutturmaya kalkan bir Geri Varlık'la karşılaşmıyor... Karanlık Tabaka'yı rahatlıkla geçiyor. Beyazlık'ta, sonradan dergâh olduğunu anladığımız bir binânın kapısına geliyor.

Burada İmajlar'ın Medyum'un Şuur ve Şuuraltı'nın tesirleriyle meydana geldiğini söylersek, belki Rûhî İrtibatlar'a inanmayanların eline bir koz vermiş olacağız ama, gerçek bu... Zâten bir Muhterem Üstat, bu konuda "Her İrtibat'ta mutlaka Şuur'un etkisi vardır. Aksi takdirde bu iş şuursuz olur" demişti... Önemli olan Şuur'dan ve Şuuraltı'ndan gelen ile Varlık'tan gelen bilgileri ayırt edebilmektir... Medyum'un şuuraltında böyle bir arzu var... İmaj'a yansımış...

Sonra onu sıgaya çekiyorlar. "Niye geldin? Ne arıyorsun?" gibi sorularla hem onu, hem bizi sıkıştırıyorlar. Ardından "Maksadınız bir tecessüs ise, İşte gördünüz...Gidin artık!" ikazı geliyor. Bu Spiritualizm çalışmalarında çok önemlidir. Sırf merak için bu işe kalkışanlar hüsrana uğrar. Menfaat için girişenlerin başı dertten kurtulmaz.

Medyum'un girdiği odanın loşluğu İdâreci'nin gözlerini dört açmasına sebep olmuştu. "Acaba Karanlık bir yerde miyiz?" diye, ama eskiden dergâhların pek iyi aydınlatılamadığı düşünülünce, o endişenin yersiz olduğu ortaya çıkar.

İdâreci- Öyleyse Üstâdım, müsaade ederseniz, bir sualim var.
Varlık- Müsaade sizin... Sorması sizden, cevaplandırması bizden... Zâten ALLAH da
Kitab'ında ne diyor? "Biz, bize açılan elleri boş çevirmeyiz." Gerçi biz,, O'nun
kadar olamayız ama, gene de O'na çok yakın bir Kat'tayız. Size istediğiniz kadar,
hattâ çok daha fazlasını verebiliriz. Gene de bizim verdiğimiz sizin dünyânızdaki en çok
verenden, en cömertinizden daha fazladır."

Burada mutlaka durup, "Bu Varlık acaba yüksekten mi atıyor?" diye düşünmemiz gerek... Yeni bir Medyum,... İlk yükselişi... Hemen böyle Üstün bir Varlık'la, hattâ Üstün Varlıklar Topluluğu ile İrtibat'a geçebilir mi?... İdâreci'nin ne kadar tereddüt içinde kaldığını tahmin edemezsiniz. Her Celse'de olduğu gibi elinde hazırlamış olduğu bir kaç soru vardı. En zorunu sordu. KADER konusu... Öyle ki, soruyu Medyum'un anlayıp nakletmesi için iki kere tekrarlaması gerekti. Ancak Varlık öyle güzel, öyle güzel anlattı ki, karşısında toparlanmak ihtiyâcını hissettik.

KADER bahsine burada girmeyeceğiz. Gerekirse, ilerde veririz. Biz burada Medyum'un İlk Yükselişini, İlk İrtibatını anlatıyoruz.

İdâreci- Muhterem Üstâdım, çok güzel izah buyurdunuz. Eğer müsaade ederseniz,
bu tatlı sohbete en kısa zamanda devam edelim.
Varlık- Zâten çok bile kaldınız.
İ- Peki, efendim. Ayrılmadan evvel bize isminizi lûtfeder misiniz?
V- Maddiyatla o kadar fazla meşgûl olmayın. İsimlerin Burada bir önemi yok.
İ- İ- Biliyorum, Üstâdım. Ancak elimizde size hitap edecek bir isim bulunsun, istiyoruz.
V- Bunu biz ilerde, istediğimiz zaman vereceğiz.
İ- İlerde görüşmemiz mümkün olacak, değil efendim?
V- Bu, sizin bizi ne kadar kuvvetle istemenize bağlı...
İ- Çok güzel! Müsaadenizle ayrılalım, efendim.
V- Evet.
İ- Öyleyse lûtfen Medyumumuz'un aşağıya inmesine yardım ediniz...
Mehterem'in müsaadesini isteyiniz ve Temâsı kesiniz... Dua edelim.
Medyum ..... Evet....
İ- Şimdi sür'atle aşağı doğru ininiz.
M- .... Şimdi gene o resmi gördüm... Bana "Güle güle" dedi...
İ- ALLAH râzı olsun.

Bu Muhterem Varlık adını çok sonra verdi.... Celselerini de fırsat buldukça yayınlayacağız.

****


Medyum Olcay'ın ikinci yükselişinde çok önemli bir kaç husus var. Siz de farkedeceksiniz.

Bu Celse'yi dostlarımızdan birinin evinde yapmıştık. Yolda o eve giderken bir evvelki Celse üzerinde sohbet ediyorduk. Yanımızdaki Necdet adındaki arkadaş yarı şaka, yarı ciddi Medyum'a, "Yâhu, bu sözler senin günlük konuşmanı andırıyor. Senin üslûbun bu" dedi... İşte bu bir tek cümle Medyum'un aklını alt üst etti.

Evet vardık. Dostlarla hoşbeşten sonra Celse hazırlıklarına başladık. Medyum hiç uyumaya istekli görünmüyordu. Nihâyet, Celse İdârecisi'ni bir kenara çekerek, " Bak," dedi, "ben böyle bir işe girdim ama, etrafımı aldatmak istemem" dedi, "Eğer bunları ben söylüyorum da, millet te Ruh söylüyor sanıyorsa, ben yokum!" dedi. Bu düşünce pek çok Medyum'da vardır. Hattâ sırf bu yüzden çalışmayı bırakanlar olur. Bu yüzden Medyumlar'la rastgele konuşmamak gerekir... Celse İdârecisi uzun konuşmalarla Medyum'a işin öyle olmadığını anlatmaya çalıştı. Sonunda Medyum uyumaya râzı oldu. Uyudu, yükseltildi.

Varlık:: Henüz ismini vermeyen Varlık
Medyum: Olcay
Celse İdârecisi: Ruhi Selman
Târih: 24 Şubat 1968
Usûl: Hipnoz yoluyla rûhî infisâl

Medyum- ..... Kasabanın ordayım.... Yine Bembeyaz ve câmi...
İdâreci- Teferruatıyla anlat.
M- .... Fakat şimdi eski câmi değil... Cemaatin namaz kıldığı yerde şimdi TÜRBE var...
Fakat minâre duruyor... Türbe var... Türbe dört köşesinden dört tâne direk... İçerisi
boş... Çok Beyaz!...
İ- Sür'atle yükseliyorsun... Gördüklerini anlatmaya devam etb
M- ..... Yükseldim biraz... Fakat sağa sola doğru gidiyorum... Yukarı çıkamıyorum...

Niye çıkamıyor?... Niye sağa sola yalpalıyor?.. Necdet arkadaşımız aklını karıştırdığı için... İdâreci'nin bütün gayretlerine rağmen, tüm şüphelerinden kurtulamadığı için!... Yapmayın böyle!.. Medyumlar süjedir. Yâni, laboratuvardaki nesne gibidir. Onu araştırma faaliyetinin tartışma kısmına dâhil etmemek gerekir. O incelenendir, inceleyen değil!.. Sırf bu şüpheler yüzünden Medyum Karanlık Tabaka'da takılacak.

İdâreci- Sür'atle çıkıyorsun. Sür'atle!... Dikine yükseliyorsun.
Vasatını dâima bize bildir. Etrâfındaki rengi bilhassa bize bildir.
M- .... Şimdi renk yok... Yukarısı Silyah...
İ- Sür'atle geçeceksin Siyah Tabaka'yı... Geçen seferki gibi kolaylıkla ve rahat olarak...
Çok kısa zamanda geçeceksin. Rahat olarak...
M- ....... Siyah Tabaka'dan bırakmak istemiyorlar...
İ- Geç!... Sür'atle geç!... Hiç bir şey yapamazlar, korkma!:.. Kendine güven!... ...
Geçtin, değil mi?
M- ... Evet...
İ- Sür'atle yükseliyorsun!... Kimdi o bırakmıyanlar?
M- Bilmiyorum... Çok acâip mahlûklar...
İ- Evet... Şimdi rahatsın... Devam et... Gördüklerini anlat.
M- .... Yine Mevlâna'nın...
İ- ... resmi mi geldi?
M- Evet. ALLAH râzı olsun. Târif et tabloyu bize.
M- ... Yere bağdaş kurmuş... Kollarını bileklerinden tutmuş... ve kol yenlerinin içine
geçirmiş... Onlar gözükmüyor. Sakallı... Beyaz sakalı var...
İ- Evet... Yüzündeki ifâdeyi hiç bir zaman unutmıyacaksın! O simâyı hiç bir zaman
unutmıyacaksın!...
M- .... Tam seçemiyorum şimdi...
İ- Peki. Yükselmene devam et.... Tablo mu, yoksa hakiki bir şahıs mı?
M- Bilmiyorum... Hiç hareket etmiyor.. Bir şey söylemiyor...
İ- Peki. Yükselmene devam et. Sür'atin iyice arttı.
M- ....
(gülerek) "Hoş geldin, Küçük" dedi...
İ- Hoş bulduk, efendim. ALLAH râzı olsun. Çok şükür, gene görüştük.... Bir dua edelim...
Kiminle karşılaştınız?
M- Kapıdakiyle... "Seni bekliyorlar içerde" dedi.
İ- Peki. ALLAH râzı olsun. Elini öpünüz. İçeri giriniz. Anlatın gördüklerinizi...
M- .... "Hoş geldin" dediler bana...
İ- Hoş bulduk, efendim. ALLAH râzı olsun. Çok şükür, yine görüştük.... Bir dua daha
edelim... Ben ve bütün arkadaşlarım size ve bütün Ruhlar Âlemi'ne dua ettik. ALLAH
kabul etsin.
M- .........
İ- ???? Rahat mısınız?
M- Evet.
İ- Bize bir emirleri var mı, ilk önce?
M- .... Diyorlar ki, "Onlar şimdi araya girmesinler! " diyor, "Biz seninle konuşuyoruz."
İ- Peki, efendim.

Medyum'la yaptıkları bu konuşmada herhalde onu rahatlattılar, endişelerini giderdiler. Sonra bize döndüler. İşte en önemli, ibret alınacak kısım bu!..

Medyum- .... Diyorlar ki, "Böyle seni Buraya gönderiyorlar. Bizi dinliyorlar.
Bizden aldıklarıyla, tatmin oluyorlar...FAKAT ALDIKLARI YA TEYPTE KALIYOR,
YA KÂĞIT ÜZERİNDE KALIYOR!.. NİYE BUNLARI KENDİLERİNE DÜSTUR EDİP,
HAYATLARINA YENİ BİR YÖN VERMİYORLAR?"
İ- Maalesef öyle oluyor, Üstâdım Bütün gayretlerimize rağmen, kâğıttakileri kafamıza
geçiremiyoruz... Bu hususta bize bir tavsiyeniz var mı/
Varlık- VERDİĞİMİZ FİKİRLER ÜZERİNDE KONUŞUN!.. HEP BU TOPLULUKTA BUNUN
MÜNÂKAŞASINI YAPIN!.. VE KENDİ TARAFLARINIZIN BUNLARA UYUP UYMADIĞINI
KENDİ KENDİNİZE İTÎRAF EDİN!.. UYMADIĞI TAKDİRDE, UYDURMAYA ÇALIŞIN!..
İ- Evet.. ALLAH nasip edese, bundan sonra zâten bu çeşit çalışmalarımızın yanında
münâkaşa ve münâzara toplantılarımızda olacak. Vermiş olduğunuz tebliğler o toplantılarda
dinlenecek. Arkadaşlar konferanslar hazırlayıp getirecekler. Bu şekilde bir sohbet
havası içinde fikirlerinizi kendimize mâletmeye çalışacağız inşaallah.
V-- Bu topluluktan, hep berâber bir araya geldiğimiz zaman ulvî fikirler ve hislerle az-çok
doluyorsunuz, FAKAT BU NİYE BURADA KALIYOR?... Meselâ, GÜNDELİK HAYÂTINIZDA
NİÇİN BİZİM VERDİĞİMİZ FİKİRLERE RİÂYET ETMİYORSUNUZ?.. NİYE UNUTUYORSUNUZ?..
İ- Üstâdım, ne de olsa maddeye bağlıyız... Nefsimiz var. Ondan kurtulamıyoruz. Ne
kadar uğraşsak ta... Kendimizi uğraşıyor zannediyoruz ama...
V- UĞRAŞMIYORSUNUZ!..
İ- Doğru.
V- İşi kolay tarafından alıyorsunuz.
İ- Doğru.

Var mı buna bir diyecek?...

Eğer alınan Tebliğler'e, İrşadlar'a uymuş olsalardı, Spiritualistler Dünyâ'nın en iyi insanları olurlardı. Maalesef ortalıkta Spiritualist diye dolaşanlar en üçkâğıtçıları, en hilekârları, en utanmazları!... İşte biz onun için oturduk bilgisayarın başına, defâlarca yazmış olduğumuz Celseler'i bir kere daha yazmaya başladık. Üşenmeden!... Niye defâlarca?... Yukardaki Tebliğ alındı, teype kaydedildi. Teypten dura-kalka kâğıda geçti. Sonra daktilo edildi. Sonra arkadaşlara dağıtılmak üzere teksir kâğıdına tekrar yazıldı, basıldı, bir de şimdi yazılıyor...

Bu arada, DÜSTUR, "genel kural, umumî kaide, kanun, nizam" demektir.
İRŞAD , "doğru yolu gösterme, uyarma, aklî, ve kâlbî, muknî ve te'sirli eserler veya sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu, gerçeğe erme yolunu gösterme" demektir.
MUHAKEME , "yargılama, akla vurma, bir sorunu çözmek için çıkar yol arama" demektir. Aşağıda gelecek.

Varlık- Bunun bir tek çâresi vardır.
İdâreci- Lûtfedin, efendim.
V- VERDİĞİMİZ FİKİRLERİN, VERDİĞİMİZ DÜSTÜRLARIN HER ZAMAN İÇİN KAFANIZDA
MUHAKEMESİNİ YAPACAKSINIZ...
İ- Evet.
İ- AKLINDAN BİR AN OLSUN ÇIKMAMALI!... Bizden istiyorsunuz, veriyoruz.
Aradan ufak bir müddet geçince, başka bir şey istiyorsunuz. BU OLMAZ!.. VERDİĞİMİZİ
KENDİNİZE MÂLETMEDEN, YENİSİNİ VERDİĞİMİZ ZAMAN KIYMETİ YOK!..

Şu şekilde: Siz bir kitap alıyorsunuz... Kitap için bir çok şeyler yazılmış... ve değerli bir
kitap olduğu herkesce mâlûm... Alıyorsunuz. Üç sayfasını okuyorsunuz. Ertesi gün, belki
okumak için, kitaplığınıza koyuyorsunuz. Fakat ertesi gün gidiyorsunuz, yine böyle değeri
herkesce bilinen başka bir kitap alıyorsunuz. Onun üç sayfasını okuyorsunuz. Onu da
kitaplığa kaldırıyorsunuz. Diğer ertesi gün başka bir kitap, başka bir kitap, başka bir kitap...
Bu kitapların kütüphânenizde durmaktan başka ne faydası var size?.. Hiç!..

İ- Evet. Şimdi Üstâdım, çok güzel bir misâl verdiniz. Aldığımız kitaplar belki kütüphânemizde
duruyor ama, biz bakmasak bile, bizden sonrakiler onları çekip okuyabilecekler. Eğer
biz verdiğiniz tebliğleri, yâni her Tebliği hazmetmeden bir sonrakini almazsak, ilerliyemeyiz
zannediyorum.
V- Gâyet tabii... Zâten demek istediğimiz de o... VERDİĞİMİZ TEBLİĞİ İLK EVVELÂ BÜTÜN
RUHUNUZA EMDİRİN!... DIŞARDA ARTIK KALMASIN!..
İ- Evet.
V- Yâni o kitabı baştan sonuna kadar bütün hâfızanıza, benliğinize aktarın. ARTIK O
KİTABA BİR DAHA BAKMAK LÛZUMUNU HİSSETMİYECEKSİNİZ... ONDAN SONRA
BAŞKA BİR KİTAP SİZİN İÇİN FAYDALI OLUR.
İ- Evet... Ancak öyle Tebliğler alınıyor ki, Üstâdım, bunlar aradan seneler geçtikten sonra
anlaşılabiliyor neler kastedildiği... Ve her dinleyişte, her okuyuşta başka bir mânâ
çıkıyor. Bir evvelki mânâ onun yanında çok basit kalıyor. Bu bakımdan bir Tebliği tam
mânâsıyla Ruh'a mâletmek ilk başlarda imkânsız bence.
M- Biz zâten mâledenler olmasa, bunu vermeye devam etmeyiz. İçinizde var bunu
mâledenler kendine... Medyumunuz yeni olması dolaysiyle bunları şimdilik vermek
istemiyorduk. Fakat sizin ısrarırınız üzerine verdik.
(KADER sorusunu kastediyor)
VE BUNLAR SÂDECE ORADA BULUNANLARIN, BULUNMASI İCÂBEDENLERİN AKILLARINDA
KALACAK. DOLAYISİYLE BUNDAN SONRAKİ CELSELERİMİZ'DEKİ BİLGİLERLE ONLARI MUKAYESE
EDEMİYECEKSİNİZ. O ÇOK AĞIR GELECEK... BUNDAN SONRAKİ CELSELER DAHA BASİT OLACAK...

Gerçekten de mukayese edemedik, çünkü Celse'yi kaydetmemiştik. Sonradan aklımızda kalanları yazdık ama, hiç Celse'deki Tebliğ gibi olmadı. Sonraki Celseler daha basit, fakat topluluğumuza daha uygun oldu. Tekâmül'e Giden Yol'da önümüzü aydınlattı.

Burada ne dikkatimi çekti, biliyor musunuz? Biz bu Muhterem Varlık'la ikinci defa görüşüyoruz. Ama kendisi daha önce olanları biliyor. Alınan Tebliğler'in nasıl kıyıda köşede kaldığından haberdâr... Kendisininkiler öyle olmasın diye bizi peşînen uyarıyor!..

Hadi, siz de biz de bundan sonra nakledeceğimiz Tebliğler'deki fikirleri günlük hayâtımızda tatbikata sokalım... Ne demiş bir şâir:

GELDİLER NERDENBERÛ İRŞÂD İÇÜN
İMDİ TADBİKAT GEREK MECLİS İÇÜN!


*****

Şimdi Medyum Güney'in İlk Celsesi mi, hatırlamıyorum, ama İlk Celseler'inden birini vereceğiz. Kendisi ile 1960-1961 yılları arasında 29 celse yapılmıştı.

Varlık: İnci , Simon, XVI. Lui, Bastonlu İhtiyar,
Doktor Osman, Ulubatlı Hasan
Medyum:Güney
Târih: 22 Kasım 1960
Usûl: Hipnoz yoluyla rûhî infisâl

Medyum yükselmeye başladıktan kısa bir süre sonra bir Varlık'la karşılaşır.

Medyum ...... 18 yaşında, uzun saçlı biri... (ağlamaya başlar)
İdâreci- Ne oldu?
M- ..... İNCİ....
(Medyum'un bir yakını)
İ- Kimdir bu?... Üzülmek yok... İnsan sevdiklerin görünce üzülür mü?
M- ..... Gitti... Benden uzaklaşıyor.
İ- Seslenin.
M- ... Uzaklaşıyor... Gidiyor.

Durmak için çok erken oldu ama, önemli bir husus. Ölmüşlerimiz bizim onlar için üzülmemizi istemezler. Hattâ bunun, onların Orada'ki Tekâmül'üne engel olduğunu söyleyenler dahi olmuştur. Varlık Medyum'un üzüldüğünü, ağladığını görünce, daha fazla üzülmesin diye uzaklaşıyor... Elbette insan bir daha göremiyeceği için bir üzüntü, bir eksiklik duyar ama, bunu aşırıya götürmemek lâzımdır. İslâm'da Ölmüş'ün ardından mâtem 3 gündür. Ölmüşler'i hatırladıkça yapılacak şey üzülmek, ağlamak değil; onlar için dua etmektir.

İdâreci- Başka bizimle konuşmak isteyen var mı?
Medyum- Yok... Kimseyi görmüyorum.
İ- Biraz dolaşınız.
M- ...... Bir atlı gördüm... Beyaz bir at... Üstünde zırhlı bir adam var... Başını bile
çevirmedi. Uzaklaştı, gitti.
İ- Başka kimse var mı?
M- .... Görmüyorum hiç bir şey.
İ- Bulunduğunuz yer nasıl?
M- .... İki beyaz bulut... Birinde ben varım... Atlı benim tarafımda, fakat İnci gitti...
Atlıdan başka kimseyi göremiyorum... Boşluk... Aydınlık.... Gün ışığı gibi... Beyaz atlı da
yanımda
(şimdi) ... Konuşmuyor...
İ- Kimmiş bu?
M- ... SİMON...
İ- Bize yardım ederler mi?
M- .... Konuşmuyor.
İ- Bizden istediklei var mı?
Varlık- Hayır.
İ- Tavassut etsinler.
V- Olur.
İ- Ben babamla görüşmek istiyorum.
M- .... "Görüşemezsiniz, götüremem" diyor...
(Başka) Hiç bir şey söylemiyor.

Daha önce de söylemiştik ama, tekrar edelim. RUH ÇAĞRILMAZ... Medyum'un frekansına, yâni Rûhî Tekâmül'üne, mânevî durumuna ve o günkü ruh hâline uygun Ruhlar gelir. Bu dahi izinledir. Yâni, İrtibat onlara tâbidir, bize değil. Ben 50 yıl Ruhiyat ile uğraştım; ne babamla, ne de başka bir yakınımla görüşemedim. Böyle bir talepte de bulunmadığım, işleyişi bildiğim için... Bâzen bir Varlık, bir kaç Medyum'la İrtibat'a geçer, Neyzen Tevfik gibi, çünkü frekansları uyuşur. Bâzen de bir Medyum bir kaç Varlık ile İirtibat kurar veya her transa geçişinde ayrı bir Varlık ile görüşür. Medyum Ali gibi... Bu iş tıpkı radyo alıcısı gibidir. Her yayını, her dalga boyunu alamazsın. Radyonun kapasitesi neyse, onunla iktifa etmek zorundasın. O frekansta yayın var mı, ona bakacaksın... İdâreci o târihte acemi olduğu için ısrara devam edecektir, ama isteği gerçekleşmiyecektir.

İrtibat'ın bundan sonraki kısmında bir İmaj var. Karşılaşılan Varlıklar gerçek mi, bilemeyiz. Ama Medyum'un böyle bir İmaj görmesinin sebebi olması gerekir. Belki ilerde öğreniriz.

İdâreci- Bizi bir başkası ile görüştürsün lûtfen.
Medyum- ... "Seninle konuşmazlar," diyor... Beni bir yere götürüyor... Uzunca bir masa...
Yemek yiyorlar...
İ- Kimler?
M- .... Eski kral masaları gibi... Cübbeli biri var... "Kral" dedi... "Tanıman lâzım," diyor.
... LUİ...
İ- Kaçıncı Lui?
M- ... Onaltı...
İ- Başka kim var?
M- ... Bir sürü adam var... Sakallı... Başında bir taç var... Kırmızı pelerin giymiş... Kemeri
var... Kılıcı sallanıyor... "Burada kimse konuşmaz öyle" diyor... Toplantı gibi bir şey...
İ- Konuşmuyorlar mı?
M- ... Hayır... Kapı arasından bakıyorum.. Atlı da yanımda... Atından indi... İçki içiyorlar
gibi... Üç kişi bardağını masaya vurdu.... Kırdılar!... Masa ikiye bölündü... Kral kılıcını
çekti... Atlı, "Gidelim burdan artık," diyor... Kapıyı kapattı...
İ- Peki. Tanıdıklarımıza götürsün. Lûtfen babamın yanına götürsün sizi. Ricâmızı kabul
ediyor mu?
M- ... Hayır... Yanımdan gene gitti...
İ- Peki... Oralarda dolaşın... Belki Muhterem bir Varlık'la karşılaşırsınız.
M- .... Kimseyi göremiyorum. Yalnız kaldım...
İ- Dolaşın biraz. Şimdi yanınızda dolaşırlar... Tanıdıklarınız olur.
M- .... Ak sakallı bir ihtiyar elinin bastonu ile geçiyor... Çok uzakta ama... KONUŞACAK...
İ- Kimmiş?
M- .... İsim vermiyor... Sonra söyleyecek...
İ- Suallerimize cevap verecek mi?
M-... Hepsine değil...
İ- Benim istikbâlim için bir şey söyliyecek mi?
M- ... İstikbâl söylemiyor...
İ- Yassıada'daki akrabam Kenan Yılmaz'ın âkıbeti ne olacak?
(27 Mayıs İhtilâli sonrası)
M- ... İki sene hapis zindanda...
İ- Şefaat etmezler mi?
M- ... Hayır...
İ- Hâdi Tan Bey için bir şey söylerler mi?
M- .... Söylemiyor...
İ- Rica etsek?... Çok yakınızıdır.
M- ... Küstü.... KIZDI...

Kızar tabii... Böyle istikbâle dâir suallerde ısrar, Varlıklar'ı yalan söylemeye iter. Yalan da onların Tekâmül'ünü yavaşlatır. Ama işte çoğu "Ruh Çağırma" Celseleri böyle cereyan ediyor. "İşim olacak mı?... Kızım evlenecek mi?... Bana para çıkacak mı?.. Babamın hastalığı geçecek mi?" gibi sualler aslında Falcılar'a bile sorulmaz. Ruhlar'a hiç sorulmaz. Sorulursa alınan cevaplar yanlış olur. Bâzen de bilseler bile yanlış cevap verirler. DP Bursa Milletvekili Kenan Yılmaz iki sene hapis yatmadı, Yassıada Duruşmaları sırasında, orada hapiste vefat etti. Hâdi Tan müebbet hapse mahkûm oldu. Sanırım, sonra afla çıktı.

İdâreci- Özür dileriz.
Medyum- ... "Suallerin hepsine değil, dedik" diyor...
İ- Zihnen sual soruyorum. "Neticesi iyi veya kötü" diye cevap versin.
V- ... Saçma şeyler düşünmesin.
İ- İkinci bir sualim var. Lûtfetsinler... Sordum.
M- .... Cevap vermiyor...
İ- Bize, çalışmalarımızda hâmi bir rol oynarlar mı?
M- ... Sâdece başını sallıyor...
İ- Hâmi Ruh'um olurlar mı?
M- ... Varmış...
İ- Kimmiş?
M-... "Çok sual sordunuz" diyor... Söylemiyor...

Bu da başka bir hatâ... Bizim de başlangıçta yaptığımız hatâ... Kim olduğunu, seviyesini tesbit etmeden bir Varlık'tan himâye, yardım falan istemek doğru değildir. Medyum Merâl'in yukardaki İlk Celsesi'nde böyle bir hatâ açıkça görülüyor.

Bu arada TAVASSUT , "vâsıtalık, aracılık etme, ara bulma, aracılık" demektir.
MUKAYESE , "kıyaslama, benzeterek veya karşılaştırarak değerlendirme, karşılaştırma" demektir. Yukarıda geçti.
REKAKET , "kekemelik, pepemelik, kekeleme, dil tutukluğu" demektir. Aşağıda...
BİMARHÂNE , "tımarhâne. akıl hastahanesi" demektir... Aşağıda...

İdâreci- Hastalar için şifâ nasıl olacak?
Varlık- Hangi hastalara?
İ- Birçok... bize yol göstersin.
Medyum- ... "Ben gösteremem," diyor... "Sana bu hususta yardım edemem," diyor...
İ- Tavassut etsin. Kimden rica edeyim?
M- ... Edecek...
İ- Ne şekilde?
M- ... Beni götürecekmiş... Sorun... DOKTOR OSMAN... "O bilir" diyor... İhtiyarca biri...
Saçları kırlaşmış... Kafasının ortasında saçı yok... Yuvarlak çehre... Elmacık kemikleri
hafif çıkık... Sert yüzlü...
İ- Acaba MAZHAR OSMAN mı?
M- ... "Neden bilmiyor?"... "Sorsunlar" diyor...
İ- Akrabalarımın dillerindeki rekaketi nasıl geçirelim?
M- ... ALFABE gibi bir şey verdi elime... Dnu okusunlar... İçinde "Z" , "J" harfleri var...
"Tekrar etsinler" diyor... ....?.....
(banttan anlaşılmıyor) ...- Refet var mı?.. "Onunla meşgûl olurum" diyor.. Hastalığın ismini söylemiyor.
İ- İyi olacak mı?
M- ... Evet... "Çalışmak ister" diyor... "Yaptıklarını anlatsınlar" diyor...
İ- Refet hakkında ne yapabiliriz?
M- ... Söylemiyor... Kaşlarını çattı... "Himâyeme alacağım" diyor... "Çok sual sordunuz."
... Emirleri yok...
İ- Rubi'nin kayınvalidesi felçli... Onun da...
M- Kimse kalmadı... HAVA KARARDI...

Sondan başlıyalım... Havanın Kararması bu görüşülen Varlıklar'ın geri olduğunu gösterir. Ama Medyum korkmadığına, rahatsız olmadığına göre tehlikeli değiller. Tekâmül edebilmek için birilerine yardımcı olmak hevesindeler. Medyum da yeni olduğu için onun önüne çıkıp, bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. İlk o "Atlı, Yemek Masası, Kral, Şövalye" İmajı da Medyum'un ilgisini çekmek içindi. Belki bu Varlıklar hatâ yapmaktan kaçındıkları için, belki de Medyum'un veya İdâreci'nin Hâmi Ruhları'nın müdâhalesiyle yanlış söylemekten, yanlış hareket etmekten uzak duruyorlar.

İdâreci, hemen "Mazhar Osman mı?" diye sormamalıydı... "Bize kendinizden bahseder misiniz biraz?" demeli, böylece Varlık hakkında bilgi edinmeliydi. Hele ki hiç tanımadığı bir Varlığa "Hâmi Ruh'um olur musunuz?" denmez... "Uzmanlığınız nedir? Ona göre soralım" da diyebilirdi.

Gelen Varlık elbette Doktor Mazhar Osman değil. Ama onu araştırmak için bundan iyi fırsat olmaz...

Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman, (1884-1951) , 1904 yılında "Askeri Tıbbiye"yi bitirdi. "Gülhane Askeri Tıbbiye"de Muallim muavinliğine (bugünkü karşılığı Doçent) getirildi. 1908'de Meşrutiyet İlânı'ndan sonra bilgi ve görgüsünü geliştirmek için Almanya’ya gitti. Berlin ve Münih kliniklerinde incelemelerde bulundu. 1911'de ülkeye dönüp Gülhane Hastanesi'nde hoca oldu. Balkan Harbi'ne katıldı. Birinci Dünya Savaşı'nda Fransızlar'a bağlı olan Şişli Hastanesi'ne Devlet'in el koyması sonrasında bu hastanenin Müşâhadehâne Başhekimliği ve Haydarpaşa Hastanesi Sinir Mütahassıslığı yaptı. İşgâl yıllarında Toptaşı ve Zeyneb Kamil Hastaneleri'nin Başhekimliği'nde bulundu.

Mazhar Osman Toptaşı Bimarhânesi'nin başına geçtikten sonra eski sistem tedâvileri değiştirmeyi başarmış, etrafında topladığı genç hekimlere Asabiye ve Akliye Şubesi'nin önemini anlatmaya çalışmış ve bu dalda bir ekol olmuştur. Öğrencilerini Batı ülkelerine göndererek gelişmelerini sağlamıştır. O dönemde İstanbul hastanelerinin tamâmının, Anadolu hastanelerinin ise büyük bir kısmının Asabiye ve Akliye Şubeleri'nin başındakileri yetiştiren kişi olmuştur.

Mazhar Osman Uzman 1924’te başlayıp 1927 yılına kadar süren dönemde Bimarhâne'yi Toptaşı'ndan, imkânları genişlemeye uygun ve o zamanlar şehir dışında olan Bakırköy’de Reşâdiye Kışlası binalarına nakletmiştir. Kurucusu olduğu hastanenin başhekimliğini 1941 yılına kadar sürdürmüştür.

Prof. Dr.Mazhar Osman Uzman 1932 yılında üniversite devriminde Psikiyatri Kliniği Ordinaryüs Profesörü olmuştur. Aynı zamanda 1918 yılından itibâren sürdürdüğü Şişli Fransız Hastanesi'nin Başhekimliği'ne de devam etmiştir.

Mazhar Osman’ın "Tababeti-i Ruhiye" , "Psikiyatri" , "Akıl hastalıkları" , "Sinir hastalıkları" (iki cilt) , "Zatüd-dima-i İstilâi" , "Sıhhat Almanağı" , "Keyif Veren Zehirler" , "Klinik Cephesinden Alkolizma" , "Cinnet-i Meşahir-Maupassant" , “Sıhhî Hikâyeler” , “Konferanslar” , “Lepra ile Mücadele” gibi kitapları ve “Güneş Çarpması ve Donma” gibi tercüme ettiği kitabı, "Esrarla Erken Bunama" konusunda o zamanki adı ile, Cemiyet-i Akvam'ın isteği ile hazırlanmış değerli bir de raporu vardır. Bundan başka başyazarlığını yaptığı “Tababet-i Seriyiye” , “Tababet-i Hâzıra” ve “Sıhhî Sahifeler"de tıp içi ve dışı yazılar yazmıştır.

Ord. Prof.Dr. Mazhar Osman kurucusu olduğu İçki ile Mücadele Cemiyeti'nin 25 sene, Türk Tıp Cemiyeti'nin 7 sene, yine kurucularından olduğu Akıl ve Sinir Hastalıkları Cemiyeti'nin 25 yıldan uzun sürede başkanlığını yapmıştır. Aynı zamanda Sağlık Şûrası üyeliği yapmıştır. ALLAH kendisine gani gani rahmet eylesin.

Celse'ye dönelim... Bakalım, Medyum nelerle karşılaşacak?

İdâreci- Yükselin! Ağır ağır Aydınlığa çıkın.
Medyum- .... YENİ ŞAFAK SÖKÜYOR...
İ- Deminki ihtiyarı görüyor musunuz?
M- Yok ki...ACÂİP MAHLÛKLAR VAR... Yanlarına çağırıyorlar... Rahat... Aydınlık...
İ- Bunların yanına gidin.
M- ... Üç kişi bir masada... Bir iskemle boş... Oturayım mı?
Bunların üçü de ayrı ayrı... Sanki bir tânesi sarıklı...
İ- Kimmiş bu?
M- ... HASAN.... İri kıyım biri...
İ- Ne zaman yaşamış?
M- ... Eski... 1350...
İ- Ne iş yapmış Dünyâ'da?
M-...."Bekle" dedi... Öbür ikisi kalktılar... ÇOK GÜLER YÜZLÜ BİRİ...
İ- Bize yardım edecek mi?
M- ... Emirleri, istekleri neyse, yapacak... Memnun oldu... Ruhlarına Fâtiha okudular...

"Anlatayım, sormasınlar" diyor... Ama BEN YORULDUM. Müsaade istedim. Müsaade etti.

İ- Dinlenin. Sonra bize anlatın.
M- ... Konuşmak istiyor o...
İ- Hâmi Ruh'um olur mu?.. Kimdir?
M- ... Hayır... Sual sordurtmuyor... Bir harbe iştirak etmiş... Bir surlar gösteriyor...
"Bunları ben aldım" diyor... "ULUBATLI" diyor...

... ÇOK YORULDUM... "Gene dinlenin" diyor...

Varlık- Ben bir harpte şehit oldum.
İ- Hangi târih?
V- Salı günü... Şafakla berâber...
M- ... Âbide dikilmiş... Ona bile yanlış yazılmış... "Üç" rakamı "iki" olacakmış...
"Zincirlerini düzeltsinler" diyor, "Sağ taraftan kopuk." ... Ben de görüyorum...
İ- Kime müracaat edelim?
M- ... İçinizde bilen varmış...
İ- Kimmiş?
V- ... Hikmet... İki Rum kalleşlik ettiler..
İ- Kendi sesiyle konuşsa, Medyum yorulmasa, olmaz mı?
M- ... "Şimdi olmaz" diyor...
İ- Başka zaman çağıralım.
M- Evet... HASAN... Lâkabı da DEV'miş...
İ- Fâtih Sultan Mehmed'i görüyor mu?
M- ... Hayır... Aynı yerde değillermiş...

ÇOK YORULDUM! AŞAĞI İNEBİLİR MİYİM?...
İ- ....

Acemi İdâreci bu istetiği ciddiye almıyor bile... Çok yanlış!.. Yorgun bir Medyum zayıflamış demektir. Zayıf bir Medyum da Geri Varlıklar'a yem olur. İdâreci'nin hemen Medyum'u indirip dinlendirmesi, sonra uyandırması gerekirdi. İcâbederse, uyandıktan sonra da bir müddet dinlenmesini sağlamalı, yerinden kalkmasına izin vermemeliydi.

Maksat İdâreci'yi suçlamak değil. Hepimiz böyle hatâlar yapıyoruz. Üzerinde duruşumuzun sebebi, şu anda böyle çalışmalar yapanlar varsa, bizim hatâlarımızdan ders çıkarsınlar. Niyetlenenler varsa, onlar da tecrübeli bir Operatör yanında çıraklık yapmadan çalışmaya başlamasınlar. Sonra kendilerinin de, Medyum'un da, Avradakiler'in de başı derde girer!

İdâneci ve Avradakiler Varlığı "Ulubatlı Hasan" olarak dinliyor. Varlık yaşadığı târih olarak 1350'yi verdi. İstanbul'un Fethi ve Ulubatlı Hasan Kıssası 1453'de... Arada yüz sene fark var. Bir de iki ihtimâl... Kuvvetli ihtimâl, birisi Ulubatlı Hasan kisvesine bürünüyor. Ulubatlı Hasan şehit, Mertebesinin Yüksek olması lâzım. Halbuki bu Varlık karşımıza "yeni şafak sökerken" , yâni "Alacak Karanlık"ta çıktı. ACÂİP MAHLÛKLAR arasında... Yâni, olsa olsa Vasat-Altı bir Varlık... Muhtemelen tehlikeli değil... İkinci zayıf ihtimâl Ulubatlı Hasan şehit değil, Alaca Karanlık'ta bir Varlık ama, bizi imtihan ediyor, kendisini tanıyor muyuz, diye... ve 1350 yanlış târihini bu yüzden veriyor. Bizce Varlık, Ulubatlı Hasan değil, ama iri yapılı DEV lâkaplı külhanbeyi bir Hasan... Yine de bu Ulubatlı Hasan'ı yakından tanımak için iyi bir fırsat... Öyle değil mi, Canlar?

ULUBATLI HASAN (1428-29 Mayıs 1453) Bursa'nın Karacabey kazâsının Ulubat ilçesinden, İstanbul'un fethi sırasında Bizans surlarına ilk sancağı diktiği iddia edilen Osmanlı askeridir.

Ulubatlı Hasan o dönemin kaynaklarında yer almamaktadır. İstanbul'un fethi sırasında bizzat bulunan Bizanslı tarihçi Francis'in orijinal eserinde Ulubatlı Hasan'ın ismi geçmiyorken, daha sonraki tarihlerde Francis'in eserine geniş ilâveler yapan Melissinos'un yazdığı kitapta yer almaktadır. Melissinos, Francis'in eserine yaklaşık dört misli daha ilâve yapmıştır. Bunlardan biri de İstanbul surlarına ilk Türk bayrağını diken Ulubatlı (Lopadionlu) Hasan'dır. Birçok tarihçi ve araştırmacı, Melissinos'un eseri renklendirmek için bu tür hikâyeler uydurduğu ve Ulubatlı Hasan'ın aslında hayâlî bir kişilik olduğu kanaatindedir. Bir diğer dayanak ise, şehrin fethedilişi sırasında o kargaşada surlara bayrağı ilk diken kişinin isminin sağlıklı bir şekilde zikredilmesinin mümkün olmayacağıdır. Gerek Osmanlı kaynaklarında, gerekse İstanbul'un fethi sırasında bulunmuş yabancı tarihçilerin eserlerinde Ulubatlı Hasan'dan bahsedilmemektedir. Melissinos'un ilâveli eserinde hangi kaynaklardan yararlandığı bilinmemektedir. Bu Hıristiyan târihçinin de niye bir Müslüman askere böyle bir pâye verdiği de meçhûldür. Ulubatlı Hasan pek çok roman, çizgi film, dergi ve sinema gibi medyatik öğelerde yer almıştır.

Ancak Ferhan Erkey'in 25 Ağustos 1961 târihli Molla Akşemseddin Celsesi 'nde böyle bir şehidin olduğu şöyle anlatılmıştı:

İdâreci- Muhterem üstâdım, İstanbul'un fethinde ULUBATLIı HASAN sura çıkarken
şehit oldu. Bu şehitlik ânında bizim taraftan üç soysuz Rum'un attığı oklarla
olduğunu söylüyorlar. Arkasından vuruldu, diyorlar. Bu doğru mudur?
Varlık- Eski surun sonundan bir evvelki burcunda, Edirne Kapı'nın sağında, onüç küffarla,
Çesar'ın leşkerini Dâr-ı Cehennem'e gönderdikten sonra, yâ-mâsum okuyla şehit oldu.
İ- Yanlışlıkla şehit oldu...

Yâni, "İki Rum kalleşlik ettiler" ifâdesi buna göre doğru değil.

İdâreci Medyum'u indirip uyandırmadığı için Celse devam ediyor.

Medyum- ... Bir dakika... Beyazlı İhtiyar dâvet ediyor...
Konuşamıyacağım. ÇOK YORGUNUM... Adı SİNAN... LÂKABI YOK... Eski yaşamış... 1400...
İ- Mimar Sinan mı?
M- Hayır.

Bak, şimdi!... Medyum "LÂKABI YOK" diyor, İdâreci hâlâ, hem de "Kendisinden bahseder mi?" falan demeden "Mi'mar Sinan mı?" diye soruyor. Oldu mu şimdi?.. Bize Mimar Sinan'ı anlattıracak.

Mi'mâr Sinan’ın hayâtıyla ilgili en geniş bilgiler, çağdaşı ve yakın dostu olan şâir Sâî Mustafa Çelebi’nin kaleme aldığı Tezkiretü’l-Bünyân’da bulunur. 1586-1587'de kaleme alındığı düşünülen bu tezkire, Mi'mâr Sinan’ın anlattıklarından derlenmiş hayat hikâyesi ve eserlerinin dökümünden oluşmaktadır. Yine Sâî Çelebi tarafından yazılmış olan Tezkiretü’l-Ebniye, benzer içerikte bilgilerle geliştirilmiş olmakla birlikte her iki kaynakta verilen yapılar listesinin birbirini tutmadığı, ancak kısmen birbirini tamamladığı görülür. Ayrıca bizzat Mi'mâr Sinan’ın kaleme aldığı ileri sürülen taslak halinde kalmış üç eser daha vardır. Bunlardan Adsız Risâle olarak bilinen nüsha muhtemelen Mi'mâr Sinan’ın yazmayı düşündüğü biyografisinin fihristi niteliği taşır. Risâle-i Mi‘mâriyye adlı eser ise Adsız Risâle’nin biraz daha geliştirilmiş, fakat yarım bırakılmış şekli olmalıdır. Tuhfetü’l-Mi‘mârîn de bu ikisine benzerlik gösterir ve Risâle-i Mi‘mâriyye’nin geliştirilmiş edisyonu niteliğindedir.

Mi'mâr Sinan’ın Sâî Mustafa Çelebi’ye yazdırdığı kabul edilen ve biyografisini ayrıntılı biçimde veren Tezkiretü’l-Bünyân’da onun ağzından şunlar anlatılmaktadır:

“Bu hakir, Sultan Selim Hân-ı Evvel’in gülistân-ı saltanatının devşirmesi olup,
Kayseriye sancağında ibtidâ oğlan devşirmek ol zamanda vâki olmuştur.”

Yavuz Sultan Selim döneminde yalnız Rumeli’den değil Anadolu’dan da devşirme yapılabileceği konusunda karar alınmıştır. Ayrıca bu sultanın ölümü üzerine bizzat Sinan’ın yazmış olduğu bir şiirde devşirmelik durumu şöyle tekrarlanır:

- “Anın devşirmesiyem ben kemîne
Aceb lûtf eylemiştir bu hazîne.”

Daha sonraki yıllarda Sinan’ın Kayseri’deki akrabalarıyla yazışmaları ve ilişkileri devam ettiğinden, belgelerle de desteklenen Kayseri-Ağırnas kökeni gerçeğe uygundur. Bu verilere göre Sinan’ın Hırvat, Slav, Acem veya Bosna kökenli olmadığı açıktır. Ayrıca çokça tekrarlandığı gibi dönme (mühtedi) değil, devşirmedir. Onun hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olması, âilenin etnik kökenini açıklayabilecek yeterli ipucunu vermemektedir. O dönemdeki Kayseri müslüman Türk, Hıristiyan Türk, hatta Moğol kalıntılarının yayıldığı bir alan olduğundan inanç sistemine dayalı ayırımlarla sağlıklı sonuçlara varmak mümkün değildir. Bu bakımdan onu belirli bir etnik grup, ırk ya da cemaate bağlama çabaları, kuşkusuz Osmanlı mi'mârisini de töhmet altına sokan polemiklere alt yapı hazırlamak anlamına gelmektedir.

Bütün belgelerde rastlanan Sinan adı geçerlidir. Ancak eseri olan Büyükçekmece Köprüsü’ne kazınmış kitâbede “amilehû Yûsuf İbn Abdullah” olarak farklı bir isimle karşılaşılmakta, Dâyezâde’nin Risâle-i Selîmiyye’deki bir derkenarda ise "Sinâneddin Yûsuf" şeklinde farklı bir isimlendirme görülmektedir. Devşirmelerin babaları için genellikle Abdullah adı kullanılır. Baba adının Abdullah, Abdülmennân, Abdülkerim veya Abdurrahman gibi farklılıklarla yazılmış olması doğaldır. Bunlar doğumla birlikte verilmiş özel adlar olmadığından ufak değişiklikler önemsenmemiştir. Etnik köken konusunda kesin bir sonuca varılmış, meselâ onun Ermeni, ya da bir başka kökenden geldiği belgelenmiş olsaydı, Osmanlı toplumsal örgütlenme tarzı hakkında bilinenler değişmeyecek, “Osmanlılaştırma” sürecinin işleyişi yeni bir örnekle bir defa daha doğrulanmış olacaktı.

Âdet olduğu üzere devşirilen çocuk bir ön eğitimden geçmek üzere köklü Osmanlı âilelerinden birinin yanına verilir, bu beraberlik sırasında İslâm dini kadar Türkçe’yi de öğrenmesi sağlanırdı. İlginçtir ki Sinan’ın bir âile yanına verildiğini gösteren hiçbir kayıt yoktur. Ayrıca daha erken yaşlarda şiir yazdığı açıktır. Bir başka deyişle onun konuştuğu dil baştan beri Türkçe idi. Karaman bölgesinde Türkçe konuşan Ortodoks kitlenin büyük bir kısmı Kayseri ve çevresinde yaşamaktaydı. Bunların Türkleşmiş Bizanslılar oldukları yolunda iki görüş vardır. Sinan’ın çocukluk arkadaşları ve akrabaları arasında rastlanan İnci, Kumru, Suna, Kaya, Karaç, Budak, Yahşi, Bahadır, Gülistan ve Tanrıverdi gibi isimler birkaç yönden dikkat çekicidir. Öncelikle bu isimlerin İslâmî olmadığı çok açıktır. Öte yandan bunlar arasında Niko, Yani, Kirkor, Ohannes gibi isimlere rastlanmamaktadır. Sinan’ın öteden beri bölgede yerleşik Ortodoks-Türk âilelerinden birinin çocuğu olması akla en yatkın ihtimâl gibi görünmektedir. Pek çok örnekte olduğu gibi sonuçta Hıristiyan bir âilenin çocuğu olan Sinan’ın Osmanlı kültüründe yıkanmış bir Mmüslüman tasarımcı olarak bütüne katılabilmesi için yeterince kaabiliyetli olduğu farkedilmiş, böyle bir çocuğun köyündeki kaderine terkedilmesi yerine, onu Osmanlı seçkinlerine dâhil etmek üzere gerekli işlem başlatılmıştı. Çocukluğundan beri Türkçe konuşulan bir âile çevresinde büyümüş olan Sinan daha çok Karamanlı cemaatine yakın veya mensuptu.

Hangi tarihte devşirildiği bilinmemekle birlikte, İstanbul’a geldiğinde 22 yaşında olduğu ileri sürülür. Bu bakımdan onun 1491 yılından önce doğduğu kabul edilir. Sinan’ın hayranlık uyandıran büyük yapılarla süslü İstanbul’un en canlı noktasında, Sultan'ın Sarayı'na ve Ayasofya Câmii’ne yakın bir yerde Atmeydanı’na bakan bir okulda eğitimine başladığı anlaşılmaktadır. Bu eğitiminin de ne kadar sürdüğü belli değildir. Bu sırada kendi isteğiyle neccârlık sanatına eğilim gösterdiğini, bizzat kendisi belirtir. Yavuz Sultan Selim döneminde orduyla birlikte Çaldıran’da bulunduğuna dâir bilgiler şüphelidir. Kendisinin, "bir süre Pâdişâh'ın hizmetinde Arap ve Acem diyârlarını gezip dolaştıktan sonra yine İstanbul’a döndüğü" yolundaki ifâdeleri, böyle bir kanaate yol açmıştır. Ancak Mısır seferine katıldığı ve mi'mârî çevreyi tanıdığı, Selçuklu ve Safevî dönemi yapıları kadar antik yapılar ve Mısır piramitlerinin onu çok etkilediği, mi'mârî-şehir ilişkileri konusunda zengin bir birikim kazanmış olduğu açıktır.
(NECCÂR , "dülger, doğramacı, marangoz" demektir.)

Kesin şekilde katıldığını belirttiği ilk iki sefer, Kanûnî Sultan Süleyman’ın Belgrad (1521) ve Rodos (1522) seferleridir. Bu seferlere yeniçeri piyâdeleri arasında katılmış, hizmetleri karşılığında atlı sekbanlar arasına girmiştir. Hemen ardından Mohaç Savaşı’nda bulunmuş ve acemi oğlanları yayabaşılığı görevi kendisine verilmiştir. Daha sonra kapıkulu yayabaşı olmuş ve zemberekçibaşılığına tâyin edilmiştir. 1532’de Alaman ve 1534’te Irakeyn seferlerinde gösterdiği başarıları ile dikkat çekmiş, kendi ifâdesine göre bu sonuncu sefer sırasında Lutfi Paşa’nın emriyle Tatvan’da üç kadırga yapmış ve bu gemileri top, tüfek gibi silâhlarla donatıp, idâresini üstlenerek Safevî birliklerinin durumu hakkında bilgi toplamıştır. Ardından yine kendi anlatımına göre haseki olarak Pulya / Korfu seferine iştirak etmiş (1537), hemen sonra 1538’deki Boğdan seferi sırasında Prut nehri üzerinde bir köprü kurularak ordunun karşı yakaya geçirilmesi istendiğinde, Lutfi Paşa’nın tavsiyesi üzerine bu iş kendisine havâle edilmiştir. 48 yaşında olduğu bir sırada, su üzerinde uyguladığı ahşap inşaat teknolojisindeki ustalığını gözler önüne seren Sinan’ın 13 günde yaptığı köprü, âdeta efsâne olmuştur. Bu inşaatın ardından köprüyü korumak için bir kule yapılması teklifine karşı çıkmış, hatta bu sebeple Lutfi Paşa ile tartışmış, bundan dolayı başına bir iş geleceği hususunda endişe içine dahi düşmüştür. Fakat umduğunun aksine, Lutfi Paşa onu takdir etmiş, “Acem Alisi” adıyla tanınan mi'mârbaşının ölümünden sonra (1537), Sinan’ı bu göreve getirmiştir. Kendisi de "birçok seferde Pâdişâh'ın yakınında bulunup hizmet ettiğini, çeşitli rütbeler aldığını, fakat asıl amacının mi'mârlık olduğunu" belirtir.

Bundan sonraki yıllara âit belgelerde imza ve mührüne rastlanmaktadır. İmzâsı “el-fakir Sinan sermi‘mârân-ı hâssa” ifâdesini taşırken elips biçimli mührünün ortasında, “el-fakirü’l-hakir Sinan”, çevresinde ise “bende-i miskîn kemîne derd-mend-i ser-mi‘mârân-ı hâssa-müstmend” ifadesi kazınmıştır. Kısacası ölümüne kadar “reîs-i mi‘mârân” olarak kalmıştır.
(SEKBAN, burada "eyâlet paşaları ve sancak beylerine bağlı olarak görev yapan bir asker sınıfı" demektir. YAYABAŞI , "yeniçeri ocağının yaya ortaları, yâni birliklerinin komutanlarına verilen san'dır. Sonra bir Acemi Oğlanlar Birliği komutanı olmuş, Sonra bir Kapıkulu Birliği komutanı olmuş. KAPIKULU , "Osmanlı devleti'nin dâimi ve maaşlı ordusunu teşkil eden yaya ve atlı askerlerin bütününe verilen ad"dır. ZEMBEREKÇİBAŞI , "yeniçerilerin zemberek kullanan ortalarından birinin komutanı" demektir. ZEMBEREK ise, "hayvan sırtında taşınabilen küçük top, veya çelikten yapılmış ok, veya pirinçten yapılmış ok" demektir. HASEKİ , "hükümdarların hizmetine tahsis edilmiş şahıs ve zümrelere verilen ad"dır.)

Mi'mârbaşılık görevini 48 yaşında üstlenen Sinan, mesleğinde kaydettiği aşamaları üç ayrı yapıyla somutlaştırarak tanımlar: “Çıraklık eserim” dediği Şehzâde Câmii ile (1548) ilk büyük sultan câmisini tamamlamıştır. Kanûnî Sultan Süleyman ölen şehzâdesi adına bir külliye yaptırmak istemiş, bu inşaat o sırada 54 yaşında bulunan Sinan’a verilmiştir. Bu yapının tamamlanmasından birkaç yıl sonra, Sultan'ın adıyla yeni bir câmi ve külliyenin inşâsına başlamış ve 7 yıl içinde İstanbul’un ve bütün imparatorluğun en görkemli yapılarından biri tamamlanmıştır (1557).
(Yalnız hatırlatalım, Pâdişahlar, Hanım Sultanlar, Şehzâdeler, Vezirler, Paşalar câmi, çeşme, hamam, külliye gibi eserleri KENDİ ceplerinden yaptırırlardı. Öyle Devlet hazinesinden olmadık yerlere cemaatsiz câmi yaptırıp övünmek, sevâba girdiğini sanmak onların harcı değildi.)

Süleymaniye’yi “kalfalık eserim” diye nitelendiren ustanın Sultan II. Selim adına, bu defa Edirne’de inşâ ettiği câmi Sinan’ın en büyük eseri olarak gösterilir. Bu yapı tamamlandığında 83 yaşındaydı ve yaşlılığından dolayı artık “Koca” lakabıyla anılıyordu. 1584 yılında hacca giden Sinan kendi yerine Mehmed Subaşı adıyla tanınan mi'mârı vekil olarak bırakır. Hac dönüşünde ve 100 yaşı civarında olduğu hâlde görevini büyük bir coşkuyla sürdürerek, 1588'de vefat eder. Yakın arkadaşı Sâî Mustafa Çelebi, bu dünyadaki yol arkadaşlığının son bulduğunu görerek onun mezar kitâbesini şu satırlarla bitirir:

“Geçti bu demde cihandan pîr-i mi‘mârân Sinân.”

Bugün Süleymaniye Külliyesi’nin bir köşesindeki küçük toprak parçasında yatmakta olan Sinan’ın hayat süreci ve ortaya koyduğu mi'mârî, etnik kökeni, yâni Ermeni asıllı üzerine açılan tartışmaları anlamsız kılmaktadır. Onun başarısı, doğduğu köy ya da mensubu olduğu âileden çok belirli bir uygarlıkla bütünleşen sanatçının başarısından başka bir şey değildir. Târihsiz olan vakfiyesine göre hanımı Mihrî kendisi hayattayken ölmüş, ayrıca oğlu Mehmed Bey şehid olmuştur. Vakfiyede iki kızının ve iki torununun adına rastlanır. Vakfiyesinde 28 ev, 38 dükkân, arâziler, ev yerleri, bahçe, kayıkhâne, su yolu, değirmen gibi mal varlığı zikredilir. Nakit miktarı ise 300.000 akçedir.

Osmanlı Mi'mârîsi'nde Sinan Okulu... Sinan’ın hayâtı boyunca inşâ ettiği eserlerin sayısı tartışmalıdır. Döneme âit kaynakların karşılaştırılmasıyla 452 yapıdan oluşan bir liste belirlenirken, bâzı el kitapları ve ansiklopedilerde 350 civarında eser yaptığı yazılıdır. Mi'mârın yüzyıla yakın yaşadığı bilinir. Buna rağmen kaynakların verdiği yapı sayısı düşündürücüdür. Ülkenin genişliği ve ulaşımın at sırtında yapıldığı göz önüne alınırsa, Başmi'mârın her eseri bizzat inşâ etmediği, ayrıntılarla tek tek uğraşmadığı, bâzı yapıların sâdece plânlarını çizdiği, projeyi gözden geçirdiği, yardımcıları vâsıtasıyla inşaat süreçlerini denetlediği düşünülebilir. Bu durumun getirdiği bir başka sonuç da, yapıların kâğıt üzerine çizilmiş projelere göre inşâ edildiğidir. Klâsik dönem Osmanlı Mi'mârisi'ndeki üslûp bütünlüğünün geniş bir coğrafyaya yayılmış olması, üslûbu tek merkezin belirlediğini ortaya koymaktadır. Şu hâlde her yere koşuşturan bir Sinan yerine, birbirinden uzak yapı alanlarına ulaşan ustalar, kalfalar ve plânlardan söz etmek akla yatkın bir Osmanlı çözümü olarak gözükmektedir.

Sinan’ın Osmanlı câmi kütlesine eklediği en önemli unsurlardan biri de, yan cephelere yerleştirdiği revaklardır. Tek veya iki katlı olarak nârin sütunlarla desteklenmiş çıkıntılı ahşap örtüleriyle göze çarpan yarı açık mekânlar cepheyi hareketlendirmekte, ibâdet yapılarına sivil mi'mârînin çağrışımlarını yüklemektedir. Süleymaniye ve Edirne Selimiye’de ayrılmış bir parça olarak cephelere eklenen bu unsur, daha sonra Sinan’ın öğrencileri tarafından devralınarak Sultan Ahmed Câmii ve Eminönü Yenicâmi’deki uygulamalarıyla devam etmiştir. Selçuklu câmilerinin yatay geliştirilmiş kütleleri, Beylikler devrinden başlayarak bir yükseliş göstermiş, Sinan yapılarında bu hareket dengesini bulmuş, İstanbul’daki sultan câmilerinde olduğu gibi yapı kütlesi bir eşkenar üçgenle örtüşebilen oranlarla tesbit edilmiştir. Yükseliş Sinan’dan sonra devam etmiş, fakat piramidal dengenin yukarıya doğru zorlanışı klâsik çağdaki uyumu yok etmiştir.

V. da Osa adlı yazarın "Sinan: The Turkish Michelangelo" başlıklı romanı (New York 1982) büyük ustanın dünya ölçeğinde yeterince tanınmış olduğunu göstermektedir.
(Bu yazı Selçuk Mülâyim'in İslâm Ansıklopedisi'ndeki makalesinden alınmıştır. Kendisine şükran borçluyuz.)

Celse'yi unuttuk sanmayın. Devam ediyoruz. Hatırlıyacaksınız, Sinan adlı Varlık'la görüşülüyordu.

İdâreci- Görüşmek için kendisini nasıl isteyelim?
Medyum- Benlen... Vazifeli olmazsa, gelecek. Salı günü akşamı. "Ben sana görünürüm,"
diyor.
İ- Bir Fâtiha okuyalım... Ruhları şâd olsun.
M- Bana, "SENİNLEYİM" diyor... Elini öptüm... "Yoluna devam et" diyor...
İ- O hâlde dünyevî işleriniz iyi.
M- ... "Biri kötü, onu atsınlar," diyor... "Bu şahsı size söylesin, Aklınızda kalsın. Unutmayın."
İ- Evet, söyledi.... Şimdi aşağıya iniyoruz. İnerken hissettikleriniz söyler misiniz?
M- ... Mâvilik... KARANLIK... İki kaya parçası gibi oyuktan geçtim...

Celse burada sona eriyor... Gelenler acaba gerçekten o kişiler miydi?... Bilinmez...

Ruhi Selman

selman@journalist.com


  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
    - İBN-İ SİNÂ CELSESİ
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - MEKTUPLAR