Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60

Geçenlerde Genç Medyum Handan'ın Celsesi'ni naklederken Sâdi Hoşses'ten iki şankı vermiştik... Şimdi nakledeceğimiz Celse'nin Medyum'u da, İdârecisi de, güfteleri besteleyen Sâdi Hoşses de, görüştükleri Varlıklar'ın diyârına göçmüş bulunuyor... Hepsini hayırla yâdeder, rahmet dileriz. Şimdi o iki şarkının güftelerinin verildiği, bizim de katıldığımız, hattâ kâğıda geçmesinde katkıda bulunduğumuz, bu yüzden bir sûreti de bizde olan Celse'yi sunuyoruz.... Tabii ki, ilk gelen Varlık, peygamber olan Hazret-i İshak değil, Mevlevî Hazret-i İshak... Peygamberler, Melekler Celseler'e gelmez. Onları çağıramazsınız.

Varlık1 : Hazret-i İshak
Varlık2 : Yunus Emre
Varlık3 : Ahmet Râsim
Varlık4: Neyzen Tevfik
Medyum: Esat Ozan
Celse İdârecisi: Ferhan Erkey
Târih: 4 Ekim 1966
Usûl : Manyetik-Hipnotik Karma
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Varlık1- ...... Merhaba.... Hazret-i İshak...
İdâreci- Merhaba, aziz dostum... Hürmet ve sevgiyle selâmlıyoruz.
V1- ... Şimdi buna 18 pas vererek iyice derinleştireceksin...Bu akşam size, bâzılarını
"olduğu gibi yaşıyorum" zannedeceksiniz burada... Onun için de bunu 18 pas ile
derinleştirin.
İ- Pas??? Peki, başüstüne.
V1- İki... Biri dâima yanında dursun... Dâima kollarıyla ayaklarını çok sık olarak ovsun.
O derinlikteyken deverân-ı demi iyice dikkatten uzaklaştırmayın!
İ- Hayhay, efendim.
V1- Üç... Hepiniz elinize kâğıtla kalemleri alın... Belki çok şey yazmak zorunda kalacaksınız...
Dört... Evvelâ kendilerine verilenler yavaşça ezberletilecekler... Daha sonra size kendisi
onlar gibi okuyacak... Tamam mı?
İ- Tamam, efendim.
V- Ben tabii Hazret-i İshak... Ve ben son âna kadar kendinle olacağım... ve onu gitmeden
evvel gene sizinle hangi Kat'ta olursa olsun, görüşeceğim. Kat'ın artık şeyi yok Burada...
Ve benden ayrılacaksınız son anda...
İ- Evet, efendim...
V1- Evvelden olduğu gibi... Daha diğer Katlar'daki Varlıklar'dan değil...
İ- Evet, efendim.
V1- Bu akşam öyle... Evvelâ derinleştirin... Bir kişiyi, iyicene ama, dikkatinden kaçırmayacak
şekilde yanında tutun...
İ- Evet, efendim.
V1- Dâima kendisini sormadan, hiç... çok kötü hâdise olabilir... Uykusuna tesir etmeden
kollarını ve bacaklarını iyicene ovsun öyle... Ve yazmak için hazır olun!
İ- Teşekkür ederim, efendim.
V1- Herkes bilmeli nerede olduğunu.

Medyum- ..... Çok karışıyor.... Yeşillik ışıklandı.... Yeşile doğru gidiyorum... Yeşil çekiyor
gene.... Her yer yeşil... Her yer yeşilli... Bu yeşil, gönül nefesinde olan yeşillik... Bu yeşil
gönül rahmeti olan bir yeşil... Bu yeşil gönlün yeşili...

..... Göründü.... çok.... Ben galiba hep burada şekil değiştireceğim.... Böyle görünüyor...

Varlık2- ... Merhaba!... Sohbet-i Cân , Cân-ı Sohbet Olanlar, merhaba!...

İ- Merhaba.
V- Gönül gözlerinizle bakın... Yeşil öyle görünür... Sizin gördüğünüz yeşil, bu yeşilin
ancak gölgesidir... Öyle bakıyorsunuz...
M- Şimdi bana ezberletecek bir şey... ben söyliyecekmişim...
(mırıldanarak ezberler) ....

Şüphe ile bakma dostum!
Gönüldedir benim postum
Yâr olmaktır sana kastım,
Yunus diye görününce

Sanma senden ayrıdayım,
Yüce HAK'tan gayrıdayım
Dostu dosta çağrıdayım
Yunus diye görününce

Kul olmayı murâd eyle
Tövbe edip feryâd eyle
Şu garibi gel yâd eyle,
Yunus diye görününce!

V- ... İçinizde beni görür gibi olan var... Hem de bir... iki... belki daha fazla... Öyle
hissedenler gözünü kapatıp Uyuyan'a doğru baksınlar. Ama kapalı gözle baksınlar,
açık gözle değil... Çünkü onu kapattığınız zaman, gönül gözünüz açılır da, ondan...

Duyan var mı?... Kim duyuyor?... korku gene... Dinle öyle ise... Zâten çok tutmıyacağız.
Dinle!... Ben şimdi bu söyliyeceğimi aynen gönlüne yaz... Belki o senin kurtuluş beratın
olur... Dinle!...

Gönül ile sohbet eden
Hakk'a giden yolu bulur
Dünya ile ülfet eden,
Nefse uyup, helâk olur.

Şehvet gözü olma sakın,
Malı cana bulma yakın
İbret gözü sende, bakın!
Gelen gider, hep kaybolur

İhtiras, kin gönül pası
Gurur onun alçalması
Aşktır kâlbinin mayası
Kudretini HAK'tan alır

Anladık mı bunu?... Gönlümüzce gönüllere bu kadar gönülden verebildik.

Şimdi diyorlar ki, "Bunlar var." ... Varsa, bulun... Nerededir? Bulun, getirin... Deyin ki,
"Bunlar var
(kitaplarda)"... Ama bulamazsınız!.. İnkârdasınız!.. Sakın inkârda olmayın!..
Yoksa, biraz sonraki bâzı yerlerde çok zâlimâne hücûma uğrarsınız... Çünkü çokları
bunun için hazırlanmışlardır Burada.... Bu akşam... sizin huzurunuzda... Ona göre,
aklınızdan inkârı geçirmeyin! Başka şeyler de geçirmeyin... Olmaz!...

Bakın, beni andığınız zaman mezarıma konan o kupkuru taş gibi gönülleriniz boş olmasın. kalktılar... Bunak varlıklar!..

Onu demek istemedim... Helbet toprak olacağız... Olduk biz zâten toprak... Toprak
olmamız lâzım ki, yeşerelim... Yoksa, toprak olmazsak nasıl yeşeririz?.. ALLAH'ın rahmeti
ancak bizim toprağımızla birleşince yeşil meydana geliyor... Onun için toprak olduk biz...
Yalnız bizi size taş anlatmamalı!..

Bunu düşünün!.. Mânânın derinliğine inin... Bulun!.. Olur mu, efendim?... Ömer Hayyam
Hazretleri'nin dediği taş başka, bu taş başka...

Güle güle!...

Daha önce de bir Yunus Emre Celsesi vardı. Nedense Yunus Emre'nin hayâtını vermemişiz. Herhâlde herkes biliyor diye... Ama olmaz, bilse de hatırlatmakta yarar var. Yine İslâm Ansiklopedisi'nden alıyoruz... Bu arada, yukarıdaki resim ressam Abdullah Tomruk tarafından Rûhî İlham'la ve Medyum Beyhan'ın yardımıyla tuvale geçmiştir.

Hayâtı efsâneleşmiş olan Yûnus Eskişehir'in Sivrihisar ilçesine bağlı Sarıköy’de yaşayan, çiftçilikle geçinen fakir bir kişidir. Bir kıtlık döneminde buğday almak üzere Karahöyük’e gider, bir süre Hacı Bektâş-ı Velî’nin yanında kalır, geri döneceği sırada buğday yerine Hacı Bektaş ona “nefes” vermeyi teklif eder, fakat Yûnus Hacı Bektâş-ı Velî’nin “nefes”ini kabul etmeyen Yûnus’un “Ehl ü iyâl var, nefes karın doyurmaz, bana buğday gerek” diye ısrar edince kendisine dilediği kadar buğday verilerek gönderilir. Köyüne yaklaştığı esnâda gafletinin farkına varan Yûnus, buğdayın bir gün tükenip nefesin ise tükenmeyeceğini düşünerek tekrar tekkeye döner ve nasip ister. Durum Hacı Bektâş-ı Velî’ye arzedilince o, “Bundan sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın” der ve onu Ankara’nın Nallıhan ilçesindeki Tapduk Emre’ye gönderir. Yûnus da Tapduk Emre’nin yanına varıp durumu ona anlatır; Tapduk Emre halinin kendisine mâlûm olduğunu, hizmet edip emek vermesi hâlinde nasibini alacağını söyler. Yûnus kırk yıl boyunca erenler meydanına Hizmet eder. Bir gün şeyhi sorar:: "Ormanda hiç mi eğri odun yoktur ki, sen hep dergâha düzgün odun getirirsin?" Yunus da, "Senin dergâhına odunun bile eğrisi yakışmaz" diye cevap verir.

Rum Erenleri'nin Tapduk Emre’nin Tekkesi'nde büyük bir meclis kurdukları bir gün mecliste Yûnus Emre ile birlikte Yûnus-ı Gûyende denilen başka bir Yûnus daha bulunmaktadır. Tapduk Emre cezbeye gelince Gûyende’ye, “Yûnus, söyle!” der, fakat Gûyende işitmez. Tapduk bu sözü üç defa tekrarladığı halde Yûnus-ı Gûyende yine işitmez. Bu defa Yûnus Emre’ye dönüp, “Yûnus, vakit geldi, o hazinenin kilidini açtık, nasibini aldın, Hünkâr'ın nefesi yetişti, sen söyle!” der. Gönlü açılan, gözlerinden perde kalkan Yûnus “şevk denizine düşüp” inci ve mücevher değerinde sözler söylemeye başlar. bir rivâyette Yûnus Emre’nin Tapduk Emre’nin kızıyla evlendiği, pîrinin nefesinin bereketiyle şâir olduğu belirtilir. Kırk yıl hizmetten sonra Yûnus, “Ben bu yolculuktan bir şey anlayamadım, muhtemelen sülûkü tamamlayamayacağım” diyerek tekkeden ayrılmış, fakat yolda rastladığı erenler ve onlarla yaşadığı olağan üstü hâllerle gafletten uyanıp geri dönmüş ve Tapduk’un ayaklarına kapanarak kendini bağışlatmıştır. Süleyman Şeyhî de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Yûnus hakkında, “İlâhî menzillerin hangisine çıktımsa, bu Türkmen kocasının izini önümde buldum, onu geçemedim” dediğini nakletmiştir... Gene Yûnus Emre ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî arasında geçtiği aktarılagelen kıssada, Yûnus bir gün karşılaştığı Mevlânâ’ya, “Mesnevî’yi sen mi yazdın?” diye sormuş. Mesnevî 6 cilttir. Mevlânâ “evet” deyince Yûnus, “Uzun yazmışsın. Ben olsam,

‘Et ü kemik büründüm
Yûnus diye göründüm’

derdim” karşılığını vermiştir... Diğer bir halk rivâyetine göre Yûnus 3000 şiir söylemiş, daha sonra Molla Kasım adlı bir zâhid bunları şeriata aykırı bularak 1000 tânesini yakmış, 1000 tânesini suya atmış, kalan 1000 şiiri okurken,

“Derviş Yûnus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir”

beytine rastlayınca pişman olup, tövbe etmiş ve Yûnus’un velîliğine inanmıştır.

Bayezit Kütüphanesi'nde bulunan bir belgede Yûnus Emre’nin 1240 yılında, Bâbâîler isyanının patlak verdiği ve Anadolu Selçuklu Devleti'nin Kösedağ Savaşı’nda Moğollar'a mağlup olarak çöküş dönemine girdiği Anadolu târihinin en karışık dönemlerinden birinde dünyaya gelmiştir. 80 yıl yaşadığı ve 1320'de vefat ettiği kaydedilmektedir. Şiirlerine 1400'lerde vefat eden Bursalı Âşık Yunus'un yazdıkları da karışmıştır. Âşık Yunus adı bizim Celseler'de de geçer. İsmâil Hakkı Bursevî, Yûnus’un diye “Çıktım erik dalına ...” diye başlayan şathiyesini şerhettiği şiir aslında Bursalı Âşık Yunus'a âittir. Yukarıda bahsini ettiğimiz Celse'de kendisinin olmadığını imâ etmiştir. Kendisine "ümmî", yâni "okur-yazar olmayan" denmesine rağmen, şiirlerinde kafiye zoruyla giren Farsça ve Arapça kelimelere, tasavvufi kelimelere ve din bilgisinin getirdiği söz ve terkiblere pek sık rastlanır. Mevlana’nın tesiriyle Divan-ı Kebir’den ve İran’ın en büyük şairi Sâdi’den tercüme yapacak kadar Farsça bilmekteydi. Yunus, Kur'an'ı anlayacak kadar Arapça'ya da vâkıftı. Belki bu dilleri bilmiyordu ama, bunları sohbet meclislerinde öğrenmişti. Kur'an ve hadis kültürünü iyi bildiği anlaşılan Yunus, Peygamberler Târihi'ni de çok iyi bilmektedir. Yunus, Hind-İran, Yunan-Roma mitolojisinden Kuran-ı Kerim’deki peygamberlerin kıssalarından, hususiyetlerinden, Leyla ile Mecnun, Ferhad ile Şirin gibi klâsik edebiyata geçmiş aşıklardan bahsetmesi, onun tüm bunlara vâkıf olduğunu göstermektedir.

Yunus'un yaşadığı yıllar, Anadolu Türklüğü'nün Moğol akın ve yağmalarıyla, iç kavga ve çekişmelerle, siyasî otorite zayıflığıyla, dahası kıtlık ve kuraklıklarla perişan olduğu yıllardır. XIII. Yüzyıl'ın ikinci yarısı, sâdece siyâsî çekişmelerin değil, çeşitli mezhep ve inançların, bâtınî ve mutezile görüşlerin de yoğun bir şekilde yayılmaya başladığı bir zamandır. Böyle bir ortamda, Hacı Bektaş-ı Velî, Ahî Evrân gibi ilim ve irfan önderleriyle birlikte Yûnus Emre, Allah sevgisini, aşk ve güzel ahlâkla ilgili düşüncelerini, İslâm tasavvufunu işleyerek yüceltmiştir. Yûnus, bâzı şiirlerinde, ilden ile yürüyüp dost sorduğunu, Urum’da, Şam’da kendisi gibi bir garip bulamadığını, âşık olup gurbet ilinde Mecnûn gibi gezdiğini; Kayseri, Tebriz, Sivas, Maraş, Bağdat, Nahcivan, Şiraz şehirlerini ve bütün Yukarı illeri (Azerbaycan’ı) dolaştıktan sonra Rum’da, yâni eski Roma İmparatorluğu diyârında, yani Anadolu’da bir müddet kışlayıp, baharda sılaya döndüğünü söylemektedir. Yûnus’un seyahatlerinin sebepleri, bunların ne şekilde gerçekleştiği tam olarak bilinmese de, tarikatlar döneminde seyahat, sûfîlerin hayâtında nefis terbiyesinin önemli bir unsuru idi.

Yunus'un 2. mezarında iki dostumuz

"Dîvân- ı Âşık Yunus Emre" adı altında Yunus şiirlerinin topluca, basılı olarak ilk sunuluşu 1885, 1902, 1909 yıllarındadır. En eski kaynaklar Yûnus Emre'nin mezarının Sivrihisar yakınlarındaki Sarıköy’de olduğu belirtmektir. Sarıköy’deki mezar Ankara-Eskişehir demir yolu hattının yapılması esnasında 6 Mayıs 1946 tarihinde açılmış, kabirdeki bakiyeler geçici mezara nakledilmiştir. Kafatası üzerinde yapılan incelemeler sonucu iskeletin 6 asırdan önceye ve 80 yaşında ölmüş bir adama âit bulunduğunu söylenmiştir. Mezar geniş bir bahçe içine alınmış, medhal kapısına Yunus Emre'nin bir mısrasındaki "sevelim sevilelim" sözü merkatın altındaki çeşmeye ise "Hakdan inen şerbeti içtik elhamdülillah" mısrası işlenmiş 1970’te yeni yapılan bir anıtmezara taşınırken kemiklerinin konduğu tabutta 20 binden fazla bir halk kitlesi tarafından kucaklanarak yeni merkatine götürülmüştür.

Yunus'un 3. Mezarı

Bitti mi?... Bitmedi... Daha Ömer Hayyam var sırada... Siz Spiritualist olmak kolay mı sanıyorsunuz?.. Terlemeden hiç başarı elde edilmez de, Spiritualizm'de her tarafınız bir başka terler.

Ömer Hayyam 1039-1048 yılları arasında, Horasan eyaletinin merkezi Nîşâbur’da doğdu. Öğrenimini ve hayatının büyük bir kısmını orada ve Semerkant’ta geçirdi. Sözlükte "hayyâm" kelimesi “çadır yapımcısı” anlamına gelmekle birlikte, onun İran’da yerleşmiş Arap asıllı Hayyâmî kabilesine mensup olabileceği de düşünülmektedir. Kendisine büyük ilgi gösteren Selçuklu sultanlarının, Vezir Nizâmülmülk’ün saraylarında görev yapmaktan hoşlanmadı ve bilimsel araştırmalara adanmış sâkin bir hayâtı seçerek zaman zaman Semerkant, Buhara, Belh ve İsfahan gibi bilim ve sanat merkezlerinde dolaşmayı tercih etti. Semerkant’ta iken Ebû Tâhir isminde yüksek makam sâhibi bir memurun himâyesine girdi. Nîşâbur’da 1123-1132 yılları arasında 85 yaşlarında öldüğü tahmin edilmektedir.

İbn Sînâ ekolüne mensup bir âlim-filozof olduğu kabul edilen Ömer Hayyâm Cebir, Geometri, Astronomi, Fizik ve Tıp'la ilgilenmiş, Müzik'le uğraşmış, ayrıca adını ölümsüzleştiren Rubâîlerini kaleme almıştır. Hayyâm’ın genelde Matematiğin ve özelde Analitik Geometri'nin gelişimi üzerindeki etkisi çok büyüktür. Çalışmaları Şerefeddin et-Tûsî’ye (ölümü 1213]) kadar İslâm matematiğinde, üçüncü dereceden denklemlerin çözümünde geometrik yaklaşımı benimseyen Descartes’a (ölümü 1650) kadar Batı matematiğinde aşılamamıştır. Onun bilhassa Sayılar Kuramı Öklid’in Beşinci Postülat'ı ve Cebir alanında yoğunlaşmıştır. Elementler’e dâir yaptığı bir yorum olan kitâbi, Öklîdis’te işlemler sırasında irrasyonel sayıların da rasyonel sayılar gibi kullanılabileceğini ilk defa o kanıtlamıştır. Bu eser ayrıca Öklid dışı geometrilerin kurulmasına öncülük etmiştir.

Hayyâm’ın felsefî yönü ağır basan pek çok rubâîsinde insanın yokluktan gelip yokluğa gittiği ve bu sebeple içinde bulunulan ânın iyi değerlendirilmesi gerektiği düşüncesi hâkimdir. Hayyâm varlığı bir muamma olarak görmekte ve bu muammayı çözmeye çalışmanın boşuna olduğunu söylemektedir.

Rubâilerinden hareketle Hayyâm’ın şaraba düşkün, sarhoş bir kişi olduğu yolunda bir düşünce geliştirmek istenmişse de şâirlerin, özellikle de sûfî eğilimli olanların kullandıkları içkiyle ilgili kelimelerin genelde sembolik anlam taşıdığı bilinen bir husustur. Nitekim klâsik Türk edebiyatında şaraba karşı tavrı ve aynı zamanda dindarlığı ile bilinen birçok şâir Hayyâm’ı sûfî bağlamında ele alıp, onu bir aşk şâiri olarak görür, şiirlerinde çokça kullandığı şarap ve şarapla ilgili kavramlara tasavvufî anlamlar yükler. Hayyam şarap içerdi, ama aşk sarhoşluğundan başka sarhoşluk yaşamazdı. Hayyâm’ı melâmîmeşrep, kalendermeşrep bir şâir diye kabul edip şiirlerini buna göre yorumlamak gerekir.

Ömer Hayyâm'ın meşhur oluş hikâyesi de enteresandır.... Asırlar boyunca İran'da bile unutulmuş; ne adından, ne rubâilerinden bahsedilmiştir. 1800'lü yıllarda Farsça bilen Edward Fitzgeerald adında bir İngiliz, bir kütüphânede İngilizler'in sömürgelerinin birinden yürüttüğü "Rubâiyat" adlı Farsça bir kitap bulur. Okudukça hayranlığı atar. Ve rubâileri "İngilizce Rubâiler" şeklinde tercüme eder. Kitabı yayınlanır ve büyük ilgi görür. İranlılar neden sonra olaydan haberdar olur ve Hayyâm'ı yeniden tanırlar. Fitzgerald'ın şâirliği için de İngilizler, "Eğer bu kadar Ömer Hayyam olmasaydı, Shekespear'dan daha meşhur bir şâir olurdu" derler. Ne diyelim?.. Nur olsun!... Hayyâm'ı tanımayı ona borçluyuz.

Ne üzüyor, beni biliyor musunuz?,, Yunus da, Hayyâm da hem şâir, hem de bilgili, âlim kişiler... Hele Hayyâm'ın dönemine göre bilmediği yok. Hem matematikçi, hem doktor, hem mühendis, hem astronom,,, Şimdi bizleri idâre edenlere bakıyorum da, hepsini toplayıp bir çuvala koysan, bir Hayyâm etmez. Hele dindar geçinenleri topunu bir odaya koysan, sıksan, bir Yunus çıkmaz!... Medeniyet bu mu?... Geriye gitmişiz, yâhu!...

Neyse, devam edelim... Daha çok işimiz var.

Medyum- ..... Yorgunluğumu giderecek bir yere giriyor gibiyim... Rahatladım... Çok rahatladım....
Varlık3-..... Biliyor musunuz efendim, nevâ ile gönlün ihtizazı, aşkın terennümüdür.
Anlaşıldı mı?... Nevâ ile gönlün ihtizazı, aşkın terennümüdür. Öyle olunca, gönüllerinizdeki
ihtizaz aşkı ifâde eder, efendim... Bunun için en müsait vakit akşamdır. Tabiat karanlık
örtüsü ile bütün güzellikleri bir büyü gibi sardığı zaman, masamızın başında daha çok
gönüllerimize gömülebilmek için, önümüzdeki haram zannedilen şeyden yudum yudum
alır, nevâyı Ruhlarımızla içer, ve bir âlem içinde yüzer, giderdik... Her semtini severdik
İstanbul'un... Bîvefâların yurdu Vefâ'yı, Boğaz'ı, tamburu, bir kaç sesi... Biz de okurduk...
Hem okurduk, hem de duyduklarımızı ses hâline getirebilirdik.

Beni tanımadınız, değil mi efendim, daha?... Beni var mı tanıyan içinizde, görüp te?...
O çatık gibi duruyormuşum hep... Halbuki için gülerdi benim... Bunu anlıyanlar zâten
sohbetimizde hep bizlen berâberdiler...

Beni dinliyor musunuz hâlâ?.. Benden kalan nevâları?... Derinliğine
Ruhunuzla inip, sonra tekrar Ruhunuzun engininde kayboluyor musunuz?...
Duyabiliyor musunuz beni?... Ben ki en şen kelimelerle yalnız hicrânı ifâde
etmek istemiştim. Çünki his âlemini tatmin edecek hiç bir şey bulmamıştım Orada...
Ne müşfik bir bakış, ne titreyen bir varlık benim Ruhumun enginliklerine inmedi... Gelip
geçici hisler beni sarstı. Fakat tekrar düzeltemedi. Ben böyle bir hayâtın cereyânı içinde
geçtim, gittim...

Toprağımı da sarhoş etmek istediler.Halbuki benim gönlümdekiyle toprak
sarhoştu zâten... Ne lûzum vardı buna?.. Değil mi, efendim?..

Ben size bir şey vermiştim... Çok eskiden... Onu bestelediniz mi?

İdâreci- Efendim, arkadaşımıza bunu geçen gün vermiştik. Fakat elinden diğer bir arkadaşımız,
hangisi... kim aldıysa, bilmiyorum... "Biz yazar, veririz," demiş. Kim aldı arkadaşlar, Sâdi
Bey'in elinden?
V3- Acaba size... Tabii bizim... benim idâre edilmem Burada başka türlü... Bir şey vermek
isterim ama... Anlıyabilir misiniz?... Bir şey vermek isterim ama, onu yaşatabilir misiniz?
Bilmiyorum, efendim... Bir şey vereyim size... Bunu hicaz yapın.
İ- Hicaz? ??
V3- Dokuz-sekiz yapın.
İ- Dokuz-sekiz???
V3- Yalnız .... Söylüyorum...
İ- Yüksek sesle, efendim.
V3- Vereceğim tabii de, Uyuyan'a vermem lâzım ki birazını... verebileyim size... İstiyorum ki,
kendim okuduğum gibi okuyabil
sin Medyum. Bu Uyuyan öyle seslendirebilsin onu...
İ- Lûtfedin, efendim.

Tak takıştır gülleri, her yer gülsitân görünsün
Gel de meclise güzel, gönle dilsitân görünsün
Gonca dehansın, cansın, cânânsın, selvi revânsın
Gel de meclise güzel, gönle dilsitân görünsün.

Beğendiniz mi?
İ- Güzel Üstâdım, fakat bilmediğimiz kelimeler olması dolayısiyle...
V3- Bunu bilen var, söylesin o.
İ- .... Şimdi tam yazılmamış... Efendim, yazdınız mı?

Ne demişti Hazret-i İshak?... "Hepiniz elinize kâğıtla kalemleri alın... Belki çok şey yazmak zorunda kalacaksınız... yazmak için hazır olun!" ... Avradakiler hazır değillermiş... Neyse, durum düzelecek. Ama biz kelimeleri verelim ki, Celse'nin gidişi daha iyi anlaşılsın.

NEVÂ , "Ses, makam, ahenk, nağme, Türk musikîsinde bir makam adı, Şark musikîsinde bir makam, refah, mutluluk, kuvvet, zenginlik, güç, servet, bir yerden bir yere nakletmek" gibi mânâları var. Celse'de "nağme" anlamında kullanılmış.
İHTİZAZ, "Titreşme, titreşim, salınım, haz duymak, ferahlamak" demek. Celse'de "titreşim, haz duyma" anlamında kullanımış.
SİTAN , "(-istan) mekân adı yapmağa yarayan ek. (mesela: Gül-sitan / Gül-istan, Gül bahçesi, Güllük)... alan, alıcı. Can-sitan : Can alan" demek.
DİL , burada "gönül. kâlp" anlamında. Celse'de "gönül bahçesi" anlamı da vermiş olabilir, DİSSİTAN, "gönül çelici, kâlp çalıcı" anlamı da olabilir.
DEHAN , 'fern' ydkdjhsuç
REVAN , 'widen, yürüyen. su gibi akıp giden, Ruh, can, giden, akıcı" demektir.
SEYR-İ SÜLÛK , Yunus Emre kısmında geçen bu tâbir, "tasavvuf yolculuğu veya mânevî yolculuk"anlamına gelir. Kişinin olgunlaşmasına, Tekâmül etmesine işârettir.
YÂD ETMEK , "anmak, hatırlamak" demektir.
ÜLFET ETMEK , "tanışmak, görüşüp konuşmak, dostluk etmek, sohbet etmek, yakınlaşmak" demektir. Şiirde "dünya ile fazla ilgilenen" anlamında geçmiş.
HELÂK OLMAK , "yok olmak, ölmek, yorulmak, bitkin duruma gelmek, perişân olmak" demektir.

Varlık3- Ben bir daha okuyayayım, efendim.
İdâreci- Bir daha okunuyor... Dikkat edin!

V3-

Tak takıştır gülleri, her yer gülsitân görünsün
Gel de meclise güzel, gönle dilsitân görünsün
Gonca dehansın, cansın, cânânsın, selvi revânsın
Gel de meclise güzel, gönle dilsitân görünsün.

İ- Tamam mı, Sâdi Bey?
Sâdi Hoşses- Tamam!... ALLAH râzı olsun... ALLAH bize de ilham verir, inşaallah.
V3- Hicaz...
İ- Hicaz olacak.
V3- Dokuz-sekiz...
İ- Muhterem Üstâdım, bundan evvel de bahsetmiştiniz, beste olarak verecektiniz.
V3- Onu da vereceğiz ama, bu besteyi anlayan, o işâretleri bilen
(lâzım) o zaman....
Uyuyan'ın yanına oturacak,.. Bu mırıldanınca... tabii bu mırıldanmada
yanlışlar olabilir... O çekecek. Sonra düzeltecek... Olur mu?
İ- Hayhay.
V3- Öyle olur... Şimdi ben bu kadar konuşacağım.
İ- ALLAH râzı olsun.
V3- Şimdi bu akşam sizi mükâfatlandırdılar, efendim, burada... Çünkü hep başka başka şeyler
veriyorlar. herkesin kendine göre... ve bu gecenin en uzun zamânını Tevfik Efendi'ye
ayırdılar. Şimdi siz onun huzûruna gidiyorsunuz... Kelimeyi iyi bilin: HUZÛRUNA... Biraz
onlan daha fazla, uzunca kalacaksınız bu akşam... İyi, değil mi?...Vâridâtlar veriyorlar size.
İ- Çok şükür.
V3- Daha da verecekler.
Yalnız Tevfik Efendi'yi iyi bilenler iyicene dinlesin... Hem kendi sesiyle konuşur gibi
olacak o... hem de Dünyâ'dayken vermediklerinin, içinde kalanların en şeylerini
verecek size.
İ- ALLAH râzı olsun.

Medyum Ahmet Râsim merhumdan ayrılır... Ayrılır da, biz Ahmet Râsim Üstâdımız'ı tanımadan devam edemeyiz...

Ahmet Râsim (1864-1932) Darüşşafaka mezunudur. yâni, gariban bir yetimdir. Tanınmış bestekâr Osman Nihat Akın’ın dedesidir.

Ahmet Râsim 1864’te İstanbul'da Fatih'in Sarıgüzel mahallesinde dünyaya geldi. Babası Menteşeoğulları'ndan Kıbrıslı Bahaeddin Efendi, annesi Nevbahar Hanım’dır. Babası kendisi doğmadan evvel ailesini terk ettiği için Nevbahar Hanım onu tek başına yetiştirdi. 1875 yılında başladığı Darüşşafaka'da edebiyatla tanıştı. Bu okulda bestekâr Mehmet Zekai Dede’den müzik dersleri de aldı. Kendi çabasıyla Fransızca öğrendi. Eğitimini 1883 yılında birincilikle bitirdi.

Okulu bitirdikten sonra diğer Darüşşafaka mezunları gibi Posta ve Telgraf Nezareti'nde memur oldu. Bu kurumda kısa bir süre kâtiplik yaptı. Memuriyet hayatının ilk aylarında Sadberk Hanım ile evlendi; 1902’de eşinin ölümüne kadar süren bu evlilikten dört oğlu, iki kızı oldu.

Memuriyet hayatını benimsemeyen ve hayatını yazar olarak kazanmak isteyen Ahmet Râsim’in ilk yazısı Ahmet Mithat Efendi’nin Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlandı. Bu, “Yolcu” başlıklı bir tercüme yazı idi. Ardından dönemin ünlü gazetecisi Baba Tâhir vasıtasıyla Ceride-i Havadis’te fenni konularla ilgili yazı ve tercümeler yayımlamaya başladı. Bir süre Mekteb-i Behrami adlı okulda ve Komonto Musevî okulunda öğretmenlik yaptı. Ahmet Mithat’tan gördüğü teşvik sayesinde 1885’ten sonra kendisini tamâmen gazeteciliğe verdi.

Yayın hayatına 1891’de başlayan Servet-i Fünun dergisinde fen konularındaki yazılarının yanında, tefrik halinde romanlarını da çıkarma imkânı buldu. Leyal-i Izdırap, Meşak-ı Hayat ve Afife burada yayınlandı. Ancak Servet-i Fünun yazarlarının genel edebi çizgisini benimsemedi. O, Ahmet Cevdet Paşa ve Ahmet Mithat Efendi’nin doğu ve batı edebiyatının olumlu yanlarını sentez haline getirmeyi amaçlayan edebi anlayışını benimsemişti.

1908’de Hüseyin Rahmi ile birlikte 37 sayı süren “Boşboğaz ile Güllâbi” adlı bir mizah gazetesi çıkaran Ahmet Rasim, gazeteciliği Malumat, Sabah, Sebat, Güneş, Maarif, Resimli Gazete, Mecmuai Ebüzziya, Türk Yurdu, Yeni Mecmua, Dosyalı Ay, İkdam, Boşboğaz, Basiret, Tasvir-i Efkar, Vakit, Akşam, Cumhuriyet gazete ve dergilerindeki yazılarıyla sürdürdü Bunun yanında Gülşen, Sebât, Hamiyyet, Şafak, Servet, Tanîn, Envâr-ı Zekâ, Maarif, Resimli Gazete, Hazine-i Fünûn, Mektep, Pul, Fen ve Edep, İrtika, Surâ-yı Ümmet, Donanma, Resimli Kitap, Musavver, Muhit gibi dergilere gerçek adıyla, "Hanımlara Mahsus" yazılar, Muallim Naci etkisinde yazdığı Malûmât’ta ise “Leyla Feride" adını kullanarak yazılar göndermistir.

1898'de Alman İmparatoru II. Wilhelm'in Suriye gezisi sırasında Malûmat gazetesi tarafından Suriye'ye, 1916'da da Sabah gazetesince harp muhabiri olarak Romanya cephesine gönderildi.

Bu arada okullar için yazdığı Târih, Dil Bilgisi, imlâ ve Aritmetik gibi çeşitli konulardaki eserlerini kitap hâlinde bastırdı. Menâkıb-ı İslâm adlı kitabı dolayısıyla II. Abdülhamit'ten Mecîdî nişanı aldı. Şiir, hikâye ve roman alanlarında eserler verdiyse de, onu günümüze ulaştıran "Şehir Mektupları", "Eşkâl-i Zaman", "Cidd-ü Mizah", "Gülüp Ağladıklarım" gibi inceleme, araştırma ve gözleme dayanan yazıları oldu.

Müzik alanında da eserler veren sanatçı, besteleri de kendisine âit olan pek çok şarkı sözü yazdı. Yakın dostu müzisyen Tatyos Efendi’nin bestelediği uşşak makamındaki “Bu akşam gün batarken gel/ Sakın geç kalma, erken gel” dizeleri ile başlayan güftesi günümüze kadar gelen eserlerindendir.

1927'de Cumhurbaşkanı Mustafa Kemâl’in referansıyla İstanbul milletvekili oldu ve TBMM'nin üçüncü ve dördüncü dönemlerinde milletvekilliği yaptı. Ancak sağlık sorunları yüzünden meclis oturumlarına bile katılmadı. 1932'de Heybeliada'daki evinde hayatını yitirdi, Heybeliada’daki Abbaspaşa Mezarlığı’na gömüldü. ALLAH gani gani rahmet eylesin.

İstanbul Fatih Karagümrük'te 1938-1939 öğretim yılında kurulan Karagümrük Ortaokulu'nun adı 1965-1966'da Ahmet Rasim Ortaokulu olarak değiştirilmiştir. Okul 1988-1989'dan itibaren Ahmet Râsim Lisesi adını almıştır

Romanları:
İlk Sevgi (1890)
Bir Sefilenin Evrak-ı Metrukesi (1891)
Güzel Eleni (1891)
Mesakk-ı Hayat (1891)
Leyâl-i Izdırap (1891)
Mehalik-i Hayat (1891)
Endişe-i Hayat (1891)
Meyl-i Dil (1891)
Tecârib-i Hayat (1891)
Afife (1892)
Mektep Arkadaşım (1893)
Tecrübesiz Aşk (1893)
Numune-i Hayâl (1893)
Bîçâre Genç (1894)
Gam-ı Hicran (1896)
Sevda-yı Sermedî (1895)
Asker Oglu (1897)
Nâkâm (1897)
Ülfet (ikinci basılışı "Hamamcı Ülfet" adıyladır) (1898)
Belki Ben Aldanıyorum (1909)
İki Güzel Günahkâr (1922)
İki Günahsız Sevda (1923)

Hâtıraları:
Gecelerim (Daha sonra "Ömr-i Edebî III"’te yer almıstır) (1894)
Eski Maceralardan Fuhş-i Atik, 2 cilt (1922)
Muharrir, Şair, Edip (1924)
Falaka (1927)

Mensur Şiirleri:
O Çehre (1893)
Kitabe-i Gam, 3 cilt (1897)

Fıkralar ve Makaleleri:
Külliyat-ı Say ü Tahrir: Makalât ve Musahabat, 2 cilt (1909)
Külliyat-ı Say ü Tahrir: Menakıb-ı İslâm, 2 cilt (1909-10)
Şehir Mektupları, 4 cilt (1912-1913)
Tarih ve Muharrir (1913)
Cidd ü Mizah (1920)
Eşkâl-i Zaman (1918)
Gülüp Ağladıklarım (1924)
Muharrir Bu Ya (1926)

Tarihle İlgili Kitapları:
Arapların Terakkiyat-ı Medeniyesi, 2 cilt (1888)
Tarih-i Muhtasar-ı Beser (1887)
Eski Romalılar 3 cilt (1887-1889)
Terakkiyat-ı İlmiye ve Medeniye (1887)
Resimli ve Haritalı Osmanlı Târihi, 4 cilt (1910-1912)
İki Hatırat, Üç Şahsiyet (1916)
İstibdattan Hakimiyet-i Milliyeye, 2 ciyt (1924)

Tercümeleri::
Edebiyat-ı Garbiyeden Bir Nebze (1886)
Cümel-i Hikemiye-i Ecnebiye (1886)
Cizvit Târihi (1887)
Ezhâr-ı Târihiye (1887)
Ürani (1891)
İki Damla Gözyaşı (1894)
Mathilde Laroche (1894)
La Dame aux Camelias (1895)
Karpat Dağlarında (1896)
Mızıkacı Yanko ve Kamyonka (1899)
Neşide-i Ruh (1899)
Ohlan Karısı (1900)
Kaptan Jipson (1902)
Madam Hardiber (1903)
Asya Kumsallarında (1904)

Okul Kitapları:
Yeni Usul Sarf-ı Farisî (1888)
Küçük Târih-i İslâm (1889)
Küçük Târih-i Osmanî, 2 cilt (1889)
Yeni Usul Muallim-i Sarf, 3 cilt (1889)
Osmanlı Târihi (1890)
Hesâb-ı Tedricî (1890)
İmlâ-yı Osmanî (1890)
Müptedi (Sadece adı biliniyor)
Hesap Kitabı, 2 cilt (1893)
Sarf-ı İptidaî (1894)
Küçük Hıfzıssıhha (1894)
Amelî ve Nazarî Tâlim-i Lisân-ı Osmanî (1895)
Elifba (1903)
Elifba'dan Sonra (1903)
Yeni Usul Muhtasar Sarf-ı Türkî (1907)
Resimli Küçük Târih-i Osmanî (1913)
Yeni Sarf Dersleri II (1924)
Doğru Usul-ı Kıraat III (1927)

Diğer Eserleri:
Romanya Mektupları (1917)
Matbuat Târihi'ne Medhal: İlk Büyük Muharrirlerden Şinâsi (1927)
Bedâyi-i Keşfiyat ve İhtiraat-ı Beşeriyeden Fonograf (1885)
Elektrikiyet-i Sâkine (1885)
Cümel-i Hikemiye-i Osmaniye (1886)
Elektrik (1887)
Teşekkül-i Cihan Hakkında Fikr-i İcmalî (1887)
Garaib-i Âdat-ı Akvam (1887)
Hazine-i Mekâtip yahut Mükemmel Münşeat (1889)
Ömr-i Edebî, 4 cilt (1897-1900)
Hanım (1910)

Var mi şimdi böyle velûd, böyle üretken edebiyatçılarımız?.. Kaç tâne sayabilirsiniz?.. Onlar üretmedikçe, bizler okumadıkça nasıl fikri yapımız gelişecek?..

Neyse... Ne diyorduk, Medyum Ahmet Râsim merhumdan ayrılır, Tevfik Efendi'nin, yâni Neyzen Tevfik'in yanına ulaşır. Ona "Tevfik Efendi" diye hitap etmeleri, Mertebe'sinin ne kadar Yüksek olduğunu anlatmak içindir.

Varlık 4- ..... Oh!.... İyi!.... Bu akşam tam demimdeyim ben... Oturmuşum böyle posta...
Dosta hitâb etmek için...

Şimdi, evvelâ soralım: Bana bir diyeceğiniz var mı, paşalar?... Tabii biz hatunlara da
"paşa" derdik sağlığımızda... Çünkü herkesi paşa görürdük... Herkesi paşa görürdük ki,
bir hizmet erinin zevkine erelim... Tevâzu oydu zâten...

Yok mu?... "Niye içerdiniz?" falan diyecek?... "Orda çekiyor musun o azâbı?... İçtiniz de
haramları?" falan... Sanki biliyor benim haram içtiğimi... görmüş pezevenk!... öyle, diyor...
"Haram içtiniz mi?"... İşe bak!... Sanki kendi helâl içiyor!..

Haram'la helâl'i ayırd edebilmek için TANRI kudreti olmalı, onun gönlünde!.. Sonra
haramdı-helâldi, küfürdü-değildi filân diye hüküm verilmez!... "Gümbürtülü İmân" denir
buna!.. Sûret-Sîret Meselesi'ni iyi bilmeli!.. Değil mi, efendim?... Bilen var mı?... Sûret ne,
Sîret ne?...... Yok mu?.... Ohoo!..

İ- Sâdi Bey konuşmak istiyorlar.
V4- Haa!... Bizim Sâdi!... İyi, iyi... O biraz yakın otursun da, ben onu bir benzeteyim!...
Şimdi isteyeceklerim var benim.
İ- Gelin, Sâdi Bey...
V4- Onunla anlaşacağım ben... Ne kadar gazel söylerse, o kadar kıt'a söyliyeceğim.
Yarış!... Şimdi şey... Söyle bakalım, Sûret-Sîret'i...
Sâdi Hoşses- Dış görünüş, İç görünüş...
V4- Tamam... Bunun hakkında hüküm verilir mi?.. Sîret hakkında... Verilmez!... Kimin
gönlünde ne olduğu bilinmez!... Okta mı, bokta mı; nerdeyse, belli değil!.. Buna verir
(hükmü)... Kim verir?... O sarıklılar!...

Burada mutlaka durmamız gerek... Tevfik Efendi; o bizim dış görünüşüyle sarhoş, ayyaş, pis kokan, derbeder, serseri diye değerlendirdiğimiz, (aslında biz değil, sarıklılar ve öyle görenlerin değerlendirdiği) Neyzen Tevfik değil; huzuruna çıkılan bir Muhterem Zat... Konuşmalarından bunu anlıyacaksınız. Biz Neyzen'i başka bir Celse Açıklaması'nda anlattık. Burada tekrarlamıyacağız. Ama o kısmı bir daha mutlaka okuyun.

Peki, o zaman o küplerle içtiği şaraplar, rakılar, çektiği afyonlar nereye gitti?... İçtiği haram ise mutlaka azâbını çekmiştir. Ama öyle Cehennem'in dibinden seslenen biri gibi görünmüyor. Ne oldu o zaman?... İçtiği Tevfik efendi özelliğini ortaya çıkarmaya yaramışsa, haram değilmiş... İçtiği onu kötü bir insan yapmamışsa, haram değilmiş, diye düşünürüm... Bektâşiler "Ehline helâl, nâehline haram" derler ki, doğrudur. Rahmetli Ömer Hayyâm da:

Câiz ki şarap, Cennet'e gittin mi içersin,
Cennet şu gönüldür, bunu bil, imdi içersin!

demiş... "Cennet'te şarap hem var, hem makbûl, hem de vaad ediliyor... O zaman, sen gönlünle içersen, niye şimdi haram olsun?" diyor... Aman sakın, bunları yazdık diye hemen koşup şişe şişe şarapları, rakıları alıp içmeye başlamayın!... Biz Gönül açan, muhabbeti, sevgiyi, saygıyı artıran, sohbeti koyulaştıran, derinleştiren demlenmeden bahsediyoruz; kafa çekmekten, sonra binip arabaya, sağa-sola trip atmaktan değil!... O yüzden Alevîler "içki" demezler, " dolu" derler, "dem" derler ki, pek yerindedir.

Tevfik Efendi'nin "sarıklılar" dediği "din adamı" diye geçinen, ama dinin aslını-esâsını bilmeyen kişilerdir... Buna bir misâl vermek isterim....

Bir gün Hacı Bayram-ı Veli Türbesi'ne ziyârete gitmiştim. Namaz vakti idi. Câminin minâresindeki hoparlörden bangır bangır ezan sesi!... Artık hiç bir müezzin minâreye çıkmıyor. Açıyor aşağıdan teypi, veya alıyor eline mikrofonu, kuruyor bağdaşı, aşağıda, câminin içinden ezan okuyor... Bangır, bangır... Ama nasıl!.. İnsanı rahatsız eden, neredeyse küfrettirecek bir yüksek tonda ses gürültüsü!.. İğrenç, cızırtılı, elektronik bir ses!.. En ufak bir ulvî yanı yok!..

Orada görevli bir kişiye dedim ki, "Şu hoparlörü biraz kıstıramaz mısınız?" ... Her gün beş vakit namaz kılan, dolayısiyle Kur'an okuyan, dolayısiyle oKitâb'ın içinde olanı bilmesi gereken bu din görevlisi, küstah bir edâyla, "Ne oldu? Rahatsız mı oldun?" dedi. Ben de ona Lokman Sûresi 19. Âyet'i hatırlatıverdim: "Sesini kıs!.. Seslerin en çirkini eşek anırtısıdır. (Ona benzemesin!)" Adam birden afalladı. Bildiği, fakat üzerinde hiç düşünmediği, hep papağan gibi tekrarladığı bu âyet ile sarsıldı... Sonradan hoparlörü kıstı mı, bilinmez. Ama doğrusu, Yaşar Nüri Öztürk'ün hatırlattığı gibi, Peygamber zamânındaki tesbittir, Müslümanlar'ı ibâdete çağrı, "insan sesi"ile yapılır, "hoparlör cızırtısı" ile değil!.. Müezzinler üşenmeyip minâreye tırmanacak ve mikrofonsuz, hoparlörsüz ezan okuyacaktır. Olması gereken budur... İçki âyetleri de böyle değerlendirilmeli, yorumlanmalıdır. Hele sûrete bakarak hüküm vermek, hele hele şimdiden insanları Cehennem'e yollamak kimsenin haddi değildir. ALLAH bile bu işi, kişi Âhıret'e gitmeden yapmaz.

Bu kıssayı anlattık diye, bütün din adamları, bütün imamlar, bütün müezzinler câhil, kötü demiyoruz, yanlış anlaşılmasın!.. Aşağıda Neyzen Tevfik Üstâdımız da onlara çatacak, ama yine tekrarlıyalım, o da DİN'i şehvetine, DİN'i menfatine, DİN'i politikaya âlet edenlerle; üç kitap okudu diye kendini din allâmesi sanan, sürekli sayısı 200'ü bulmuş televizyon kanallarının, radyo istasyonlarının bir çoğunda ahkâm kesenlere çatıyor. Hakiki din adamlarına, dindarlara asla sözümüz yok!... O yüzden ÖRNEK DİN ADAMLARI'nı sayfalarımızda verdik.

Diyoruz ki, onları örnek alalım. İnsanları dış görünüşlerine göre değil, gönüllerine göre değerlendirmeye çalışalım. Sâdece gördüğümüz davranışlarına göre değil; görmediğimiz ama sezdiğimiz hâllerine göre hep iyi hüküm verelim. Biz "iyi" diyelim de, bırakalım o "kötü" olsun!.. Ama tabii bu "kendimizi kollamıyalım" demek değil... Geçenlerde televizyonda bir kadın anlatıyordu. Adamın biri "Bana yardım eder misin?" demiş. O da yardım etmeye gitmiş, tenha bir yere gelince, adam kadına tecâvüz etmiş... Böyle bir durumda kadının "gitme"si söz konusu olunca, "ben gelemem, siz başka birinden yardım isteyin" demesi gerekirdi... İyilik iyi de, başa dert olmamalı... Köpeğe kemiği uzaktan atmalı ki, sizi ısırmasın!..

Nerden nereye geldik?. .. Tevfik Efendi, Sâdi Hoşses ile konuşuyordu.

Varlık4- Şimdi, bak Sâdi, beni dinle!... Şimdi ben sana kıt'ayı yapıştıracağım.
Ben pek kıt'a söylemek istemiyorum ama... Bu herif çok yoruluyor... Şu var ya...
Abuziddin herif
( Medyum) ...
Ama vereceğim ben şimdi... Ama her kıt'aya bir gazel isterim... Yalnız benim aldığım
bir ihzaz var burada... Bunu ben Uyuyan'ın şuurundan alıyorum bu ihzâzı... Yâni, deştim
onun şuurunu, benim burada sevdiğim bir şey var... :bir şey vardı böyle... Sonra işte...
"Vallahi güzel, sen benim Allah'ım olurdun".... filân filân... Onu!... Yalnız daha evvel kıt'ayı
vereyim de, sen kapıları aç...

Vereyim mi?... Yalnız ağır vereceğim... Bu herif... Kafası bunun bu akşam şey... kadeh gibi
dolmuş... Taşmasa bâri!.. İyi, çatlağı yok ta sızmıyor...

Sen sûrete bakmakla hüküm verme sakın!
Gel sîreti gör, HAKK'ı temâşa ediyor,
Hep Neyzen'i sarhoş görüyosan, ne çıkar?
Meyhânede bak, Kâbe'yi inşâ ediyor!

SH- Efendim, ikinci beyti rica etsem?
V4- Vereyim, vereyim... Bir daha vereyim.

Sen sûrete bakmakla hüküm verme sakın!
Gel sîreti gör, HAKK'ı temâşa ediyor,
Hep Neyzen'i sarhoş görüyosan, ne çıkar?
Meyhânede bak, Kâbe'yi inşâ ediyor!

SH- Nefis!..
V4- Oldu mu?... Sâdi!.. Hadi, şimdi bir nefis de senden...
Vereceğim, Sâdi... Bir de hani şu sarıklı pezevenkler var ya; bir de onlara göre vereceğim.
Sen... yalnız sen... Çünkü takıldım o pezevenklere yine...
Hadi!.. Çok bağırmana da lûzum yok, Sâdi... Ben duyayım, yeter... Söyle!... Herkes
duyamaz Sâdi, güzel sesi... Bizim gibi pejmürdeler duyar. Küfürle imânı meczeden
gönüller duyar... Söyle de, ben de ikinciyi yazmaya başlıyayım... Bakalım, ne bok
yiyeceğim gene...

(Sâdi Hoşses musikî âleti olmadan "Sabret gönül bir gün olur bu hasret biter" mâhur gazelini okur. )

Hicran açmıştır sinede yara
Zavallı gönlümün neş'esi kara
Taif'in zûlmeti yol vermez yâra
Bahtım kara, gül kara, sümbül kara
Sabret gönül, bir gün olur bu hasret biter
Çekilen acılar gün olur, geçer!

Bir gül için bülbül giymiş karalar
Sînem üzre göz göz olmuş yaralar
Bu dert beni iflah etmez paralar
Benim derdim dermanın bilen yok
Sabret gönül birgün olur bu hasret biter
Çekilen acılar canım gün olur geçer

V4- ..... Yâni şimdi diyorsun ki, aklından, "Hadi, bakalım." ... Değil mi?.. "Hadi, bakalım
(sıra sende)" diyorsun, değil mi?.. İçine bâzı (küfürlü) kelimeler katarsam, ayıp olmaz,
değil mi?.. Olur mu?.. Olur mu?
İ- Olmaz, Üstâdım.
V4- Nasılsa beni görmüyorsun, n'olacak?... Bok atamazsın ki yüzüme!..

Şimdi imamın kafasıyla âşığın kafasını karşılaştıran bir şiir vereyim size... Bu akşam coştum.
Bakayım, verebilecek miyiz bunu da?.. Fakat bu oğlan iyi alıyor, ha!.. Şimdi...
İ- Alıştı artık almaya.
V4- Tabii... Seni görünce... tabii, numûne!.. Mecbur tabii, değil mi efendim?

Aşk neş'esidir bizdeki hâl, anla imam!..
Bir köhne kamış sanma bu ney, sûr gibidir!...
Meyhânede küfrün yeri olmaz, bunu bil!
İdrâkine bak, .ötteki bâsur gibidir!...

SH- Efendim, yazamadık yine.
V4- Ağır söyliyeyim...

Aşk neş'esidir... bizdeki hâl..., anla imam!.. Sarıklı .ezevenkler yâni...
Bir köhne kamış... sanma bu ney..., sûr gibidir!...

Sûr'u biliyor musunuz?... Anlatın, anlatın... İsrâfil'i üfleyeceği var, ya!... Biliyorsunuz...
O kamışı üfler, insanlar kamışla üfler... Oldu mu ikisi?... Üçüncüyü vereyim:

Meyhânede küfrün... yeri olmaz... bunu bil!
İdrâkine bak... .ötteki bâsur gibidir!...

Oldu mu Sâdi, bu da?
SH- Oldu, efendim... Benim bir müşgülüm vardı. Ona cevap şey ettiniz. Bir nasihatte
bulunmuşlardı da, akşam üzeri, ona cevap lûtfettiniz.
V4- Bâsur mu?
SH- Eh... Onlardan, aşağı yukarı...
V4- Yâni delikli...
SH- Sohbetinizden...
V4- Söyliyeyim... "Oraya... bok atarlar" dedi... "Gitme" dediler, di mi, sana?..
SH- Hah! Aşağı yukarı... Efendim, bir âyeten bahsettiler de,.. Âyetteki mânâya göre
şöyle buyurdular: Diyor ki Cenâb-ı Hak, "Onlar senden Ruh'u sorarlar. Ruh Cenâb-ı Hakk'ın
emrindedir. Ona kimse tasarruf edemez" diye bir âyet okudular. "Onun için," dediler,
"bu şeyde..."
V4- Kimse kimseyi tasarruf etmiyor ki!..
SH- Evet, efendim.
V4- İşte biz bu... böyle gelip, konuşup gidiyoruz.
SH- ALLAH râzı olsun.
V4- Öyle mi dediler?... Yaz bir tâne daha!.. Onlar her şeyi biliyor, di mi?
SH- Evet, "biliyor" sanıyor.
V4- Dinle, yaz!... Yaz, yaz!.... Yaz, yaz!...

Sendeki bu akıldır Şeytan'la zinâ eden,
Onun için fikrine piç damgası vurulur!
Her şeyi inkâr etmek ilim ise, a teres!...... A teres!..
Senin gibi münevver ta .ötünden kurulur!

Bunu da git, onlara oku!
SH- Peki, efendim. Teşekkür ederim.
V4- Senin gibi münevver ta .ötünden kurulur... "Şey" demedik te, "kurulur" dedik...
Tabii kurulmak için anahtar sokmak lâzım, filân... Ama şimdikilere maymuncuk ta kâfi...
O imamlar önden iki mısra nasihat verir, sonra da iki mısra kendi anlatır... Der ki:

İmâna çamur atma,
Sakın küfre de batma!
Akşam olunca herif,
Oğlansız sakın yatma1

Şimdi diyeceksiniz ki, bu kadar da olmaz!... Olmaz değil, olur!... Olmaması gerekir ama, hem de "tarikat" denilen fuhuş mekânlarında, "şeyh" denilen sapıklarla olur. Her zaman vardı da, hep saklanmaya çalışılırdı. Ensar Vakfı'nın İmam-Hatip Mezunları Derneği'nin kaçak yurdunda kalan 9-10 yaşlarında 45 çocuğa tecâvüz eden 54 yaşındaki Muharrem Büyüktürk (TÜRK adını da taşımaktan men edilmeli!") 591 yıl hapse mahkûm oldu.

Sahte Mehdi Adnan Hoca ve Kedicikleri

Yâsin Karataş Hoca

Dellenen Müridler

Menzil Tarikatı

Uşşaki Tarikatının Sapık Şeyhi Fatih Nurullah - Nursuz Pezevenk

Erkeklere, Kadınlara Çükünü Emdiren Sahte Şeyh Uğur Korunmaz

Tarikatlar Cinsel İstismar Yuvası

Zırcâhil Şeyh Bozuntusu Ali Kalkancı

Müslim Gündüz de Aczimendi tarikatı şeyhi... Kendisinden yardım isteyen kadınlara, "Ben nikâhsız sizinle konuşamam" deyip iki çırpıda bir imam nikâhı kıyıp kadınları altına almasıyla meşhur... İşte bunlardan, bunlar gibi câhil imam ve müezzinlerden bahsediyor Neyzen Tevfik...

Varlık4- Evet.... Hadi, biraz da siz konuşun bakalım.
İdâreci- Efendim, Sâdi bey söyleyecek şimdi.
V4- Biliyorum, işte... Ben de onun için... Söyliyecek, ama dedik işte ya, hani o
"Vallahi güzel, sen benim Allah'ım olursun"... Onu... Onu...
İ- Üstâdım, işte burada var. Üstâdım, buyurun.
Hulki Bey- "Vakt-i cehâlette gelseydim Vallahi güzel, sen benim Allah'ım olurdun."
Ama baş tarafını ben de hatırlıyamıyorum.
Sâdi Hoşses- Birinci mısraını... Bunu Hâfız Burhan okurdu ama.
V4- Dur, vereyim onu da, bir dakika... Vereyim, vereyim.

Evvelce tevhidi bilmemiş olsaydı gönlüm,
Vallahi güzel, sen benim Allah'ım olurdun.

SH- Böylesini duymamıştım, ama çok güzel bu.
V4- Böyle... Böyle... Sen böyle oku bunu... "Hüda'yı" olmaz o... Böyle değil de, biz
"öyle olsun" dedik... Bize göre öyle...

Gazelin aslı şöyle:

Evvelâ Hüda'yı tanımamış olsa idim
Vallahi güzel, sen benim Allah'ım olurdun
Gamlı gamsız Cümle âlem zevk ü sefada
Bir ben miyim mahzun yarabbi, yarabbi, yarabbi!...

Ama ne yapmış Tevfik Efendi, baş kısmını düzeltmiş...

Varlık4- Peki... Başka bir şey söyle.
Sâdi Hoşses- Peki, efendim... Efendim, siz nevâyı çok severdiniz.
V4- Tabii... Nâyın sesi nevâda... Söylemeyin.
SH- Bizim Rahmetli Fehmi Tokay'ın bir nevâ
(makamında) bir şarkısı vardır.
müsaade derseniz, bunu okuyayım size.
V4- Hayhay.
SH-

Sonbahar oldu deyip yazla kışa
Ağlarım gizlice son ayrılışa
Avutur hâtıralar hasretimi
Ağlarım gizlice son ayrılışa

V4- Şimdi hatunlardan biri diyor ki aklından, "Aklımdan bir sual geçirsem, 'Doğru mu,
yanlış mı?' diye sana sorsam, cevap verir misin?" diyor... Yanlış be!... O geçirdiğin şey
aklından!... Öyle şey aklından geçer mi? Gönülden geçer be!.. Amma iş haa!...

Hadi konuşalım azıcık... Çünkü yorgun... anlaşılıyor... Çünkü daha sizinle Hazret görüşecek,
onun için... Bizi ortaya saldılar... Biz döndük gidiyoruz yerimize... Hadi, sorun bakalım,
ne soracaksınız? Hadi!..

İ- Var mı efendim, Üstâd'dan sormak isteyen?
V4- Nasılsa bu akşam bir kaç mısra bok yedik...
İdâreci- Ali Bey görüşecekler, Üstâdım.
Ali Bey- İki haftadır haram içmediğinize, helâl içtiğiniz şeklinde bir serzenişte, bir setimde
bulunuyorsunuz. Mâlûm-u âliniz bir hafta evvel bu hususta bir sual sormuştum.
Belki kelimeleri yanlış kullanmakla sizleri gücendirmiş oldum. Yâni yasak... "Kur'an-ı
Kerim'de yasak edildi" derken belki...
V4- Siz değil... siz değil...
AB- Değil, efendim?
V4- Biri vardı burada... Hayır, hayır... Biri vardı burada... İmam kılıklı... Namaz kılmasını
bilmiyordu. O sordu bana... "Haram içtiniz" dedi... Kimdi o?
İ- Bilmiyorum, efendim.
V4- Söylesene, Uyutan!... Hani biri geldi, imam kılıklı... Hani namaz kılmasını bilmez,
"Sen namaz kılmıyordun" dedi... "Rakı içiyordun" dedi.
İ- Haa, İsâ mıydı, neydi...
V4- Ha!.. İşte o... O...
İ- İsâ... İsâ...
V4- İşte o... O... Sen değil, sen değil...
AB- Sitem buyurdunuz da, efendim, çok üzüldüm...
V4- Hayır, hayır!... Sitemde bulunmadım. Kimseye sitemde bulunmam.
İ- Yalnız bir şey var, Üstâdım.
V4- İmân!... İmam diyor ki bana, "Namaz kılmadın. Rakı içiyordun. Cehennem'desin"
diyor... Yâni, görmüş gibi konuşuyor bizi... filân falan...
İ- Yalnız bir şey vardı, Üstâdım.
V- Siz haramla helâlin ne demek olduğunu bilenlerdensiniz. Siz hiç haram
içmiyor musunuz?
İ- Gönülden haram... "Gönülden haramdı ama, dudaktan değildi" dediniz, geçen
toplantımızda.
V4- Ben mi dedim?
İ- Evet... Gönülden haramdı ama, dudaktan değildi... Bunun mânâsını lûtfen
açıklar mısınız?
V4- Anlamadın mı?
İ- Ben anladım ama, bir de sizden dinleyelim, efendim. Çünkü... gönülden haram
değildi, bu münâkaşa mevzuu oldu.
V4- Canım dudaktan haram olsa, helâl olsa, ne olacak?... O et parçası...
İ- Tamam... Peki, gönülden haram???
V4- Söyliyeyim, söyliyeyim... Daha deşelim... Bende öyle bir gönül vardı ki, haramı aldı,
helâl yaptı... Anladın mı?... Var mı diyeceğin?
İ- Yok.
V4- Sıkıysa
(olsun)!...
İ- Şimdi iş değişti.
V4- Gönlüme göre haramdı ama, aldığını...
İ- ... helâl etti.
V4- Ne demek, biliyor musun, bu?... Gönlümün aydınlığını o karartmadı hiç!.. Onunla
benim gönlüm sarhoş olmadı, benim gönlümle o sarhoş oldu... Benim sarhoşluğum da
ondandı zâten. Yoksa o içtiğim şeyden değil!.. O boktan değil...

Yapabiliyor mu bir gönül haramı helâl?.. o zaman anlıyalım o gönülü...

İ- Evet... Muhterem Üstâdım, birâderiniz hakkında biraz bilgi verecek misiniz? Kendisine
bir şey söylemek ister misiniz?
( Bakteriyolog Ahmet Şefik Kolaylı 1886-1976)
V4- .... Bu yazdırdıkların var ya...
İ- Evet?
V4- Oku ona.
İ- Hayhay, efendim.
V4- Yalnız bu yazdırdıklarımı bu Uyuyan'a da vermeniz lâzım.
İ- Tabii, efendim. Yarın veririm.
V4- İşte nasılsa... verin.
İ- Tabii, efendim. Kendilerine de dinleteyim... Birâderinize başka bir diyeceğiniz var mı?
V4- Olur mu?... Yalnız bana... Yâni, anlaştık mı o
(arkadaşla?) gerçi kimseyi gücendirmek
istemem... Haydi.... ... Oo!... Biri geldi şimdi.
İ- Ali Bey.
V4- Anlaştık mı?_
AB- Evet, efendim. ALLAH râzı olsun.
V4- Siz hiç içki içmediniz mi?
AB- Çook.
V4- Eee?... Siz de söyler misiniz içki içince?
AB- Efendim, biz zât-ı âlinizi gücendirdik diye...
V4- Böyle deve deveyle sırt sırta dövüşmez, yâhu!.. Nasıl söylerim ben sana, filân neydi,
falan neydi diye?
AB- ALLAH ömrünüzü artırsın, efendim.
V4- Ben bunu ağzına koymayan eşşeklere söylüyorum. Meselâ... Gene ona hitâb
ediyorum... İçtik... Sen de içtin, ben de içtim.... Bu bizim imânımızı sarsıyor mu?
İ- Hayır.
AB- Bilâkis, kuvvetlendiriyor.
V4- Bak, sana bir anahtar vereyim. Anahtar vereyim sana... Sen "İmânım gidecek "
diye korkuyor musun?
AB- Hayır.
V4- "Küfre sapacağım" diye korkuyor musun?
AB- Hiç bir zaman!
V4- İç be!... O imân var ,ya!...
AB- Hattâ içtiğim zaman daha kuvvetleniyor, efendim.
V4- İmân var ya, imân!... Bir kadeh içince gitti imân!... Pezevengin imânı zâten eğreti...
G.t tıkacı gibi bir şey... Fırlayıp gidiyor bir osurukta!...
AB- Samimi söylüyorum, sarsılmıyor, efendim. Daha kuvvetleniyor.
V4- İmân böyle içkiyle, miçkiyle sarsılır mı, be!..
AB- Sarsılmaz.
V4- İmân, Kâinat sarsılsa, yine sarsılmaz!.. Böyle imân lâzım... Yoksa imamın imâni iki rekat
kılmasa sarsılır... İçki içse, sarsılır. Pezevenk, oğlancılık eder, sarsılmaz ama!... Ne hikmetse!..
Böyle deyyuzlar!... Câmi pezevengi hepsi!.. Kıble düşmanı nâmussuzlar!.. Secde kâfiri!
Kıble düşmanı!... Cübbe düşkünü!... Sarık kaçkını!...

Vallahi, durmadan edemiyeceğim, yanlış anlaşılmasın diye... Biz gene dinsiz-imansız imamlardan, Fethullahcılar'dan, soruları çalıp askere-polise-yargıya müritlerini sokan imamlardan, karıya-kıza-oğlana sarkan, "Cennet'e gideceksiniz" diye çükünü yalatıp tecâvüz eden, veya IŞİD'ciler gibi sâdece Müslümanlar'ı , hem de "Allahuekber" nidaâlarıyla öldüren şeyh bozuntularından, sahte imamlardan, hattâ Ali Kalkancı, Adnan Oktar gibi uyduruk Seyyitler'den bahsediyoruz. Gerçek din adamlarına elbette ki sözümüz yok, saygımız çok. Onlardan misâller de verdik sayfalarımız da... HÜSÂMEDDİN ÇELEBİ, HACI BAYRAM-I VELÎ, , SEYYİT NESİMÎ, Hz. ALİ, BİLÂL-İ HABEŞÎ , YUNUS EMRE, Tapduk Emre, Molla Akşemseddin , VELED İZBUDAK , AHMED HAMDİ AKSEKİ , , MOLLA AKŞEMSEDDİN, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Üdebâlî, , İBNİ KEMÂL , ŞEYH MOLLA VEFA ve daha niceleri...

Ama densiz hacılara-hocalara böyle çatan bir tek Neyzen Tevfik değil ki!... Bakın, rahmetli Feylezof Rıza Tevfik nasıl hitap etmiş onlara:

Bana sual sorma, cevap müşküldür,
Her sırrı ben sana açamam hocam.
Hakkın hazinesi darı değildir,
Cami avlusunda saçamam hocam.

Kayd-i âhiretle düşmem mihnete,
Ben burda memurum şimdi hizmete,
Hayvan otlatırken gidip cennete,
Sana hülle donu biçemem hocam.

Miracı anlatma, eşek değilim,
Bildiğin kadar da melek değilim,
Günahkâr insanım, ördek değilim,
Bu ağır gövdeyle uçamam hocam.

Halka korku verme velvele salıp,
Dünya ve Âhiret bu köhne kalıp,
Ben softa değilim cübbemi alıp,
İmâret imâret göçemem hocam.

Ölümden ürker mi tez ölen kimse?
Çoktan mazhar oldum ben hak nefese,
Bu demi sürerken ecel gelirse,
İşimi bırakıp kaçamam hocam.

Şarabı men etme, o değil hüner,
Aşıkım bâdesiz pek başım döner,
Gönlümde muhabbet ateşi söner,
Özrüm var, sade su içemem hocam.

Nâr-ı cehennemi önüme serme,
Günâhımı döküp kaygular verme,
Kitap'ta yerini bana gösterme,
Ben pek o yazıyı seçemem hocam.

Feylesof Rıza'yım dinsiz anlama,
Dini ben öğrettim kendi babama,
Her ipte oynadım, cambazım amma,
Sırat Köprüsü'nü geçemem hocam.

Sâdi Hoşses- Hocam, bunun iyisi yok mu acaba içlerinde?
Varlık4- Var!... Olmaz olur mu?... Onlar dâima sarıklı gezmez....
(iyi olmayanlar) Vara yoğa sarık!...
Baka kalırsınız, o kadar!... Cübbeyi sırtına, sarığı
(başına) ... dolaşır ortada... Gözü kafeste
(câmideki kafesin arkasındaki kadınlarda) nâmussuzun!.. Allah-u ekber ondan sonra...
İ- Fikret Bey bir şey sormak istiyor, efendim.
V4- Şimdi tamam!... Edebin donu yırtıldı, çıkıyor!...
Fikret Bey- İmamlara neden bu kadar kızıyorsunuz, efendim?.. Yâni, yaşantınızda her
hangi bir şeyiniz, geçmişiniz... imamlardan...
V4- Hayır!... Ne geçirmişim var, ne geçmişim... Beni dinle... İmamlara neden kızıyorum,
biliyor musun?
FB- Neden?
V4- ... Durun da, birinizin kafasından bir şey... ama çok ayıp!.. Olmaz, söylenmez o!...
Gel, sana söyliyeyim yavaşça...
FB- Yavaşça kulağıma.
V4- Gel, gel... Yaklaş iyicene Uyuyan'a... Eğil, eğil...
( kulağına fısıldar) .....
Hadi, otur yerine!... Tamam mı?
İ- Tamam...
V4- Var mı başka?
İ- Ziya Bey görüşüyorlar.
Ziya Bey- Bir el yazısı notlarınız varmış, kayıp... O aranıyor, efendim. Acaba lûtfeder misiniz,
nerede olduğunu?
V4- Yâhu, ben bütün ömrümce kendimi kaybettim, bulamadım. Onları nereden bulayım?
Sor kardeşime!.. Bir de bir herif var... Çok para âşıklısı bir yazar vardı... Benden aldı
şeyleri de, para da vermedi. Ona sor bir de... Kimse o?... Bilemem şimdi.
ZB- Teşekkür ederim.
V4- Anladın mı onu, kim olduğunu?
ZB- Bir muharrirdi.
V4- Çok para
(kazandı) benden... Bana vermedi.
Çok kazandı benim sâyemde... Yakışıklı da değildi ki, ödesin borcunu... Evet, başka?
Sâdi Hoşses- Efendim "Hiç" adında bir kitabınız vardı... Onu da mı o yazmıştır? O mu
neşretmişti acaba?
V4- Ahh!... İşte ben ne zaman en çok ALLAH'a yaklaştım, biliyor musun?
SH- Evet?
V4- Hiç olduğumu anladığım zaman!... Hiç!... Baktım üstüme, hiçim!.. Yalnız gönlüme
baktığım zaman hiç değildim... Ama tabii, Mutlak Gönül karşısında gene hiçtim... Hiç!...
Bu üç harf neler ifâde eder?... Hiç!... N'olmuş?..
İ- "Varlık'la Yokluğu" diyor, bir arkadaşımız.
V4- Çok zayııf kalır o... Sâdi anladı bu hiç'in neyi ifâde ettiğini... En büyük şey, kendini
tevâzuda hiç yapmaktır!... Hadi gene bağlıyayım: İnsan gururdayken piçtir de, tevâzuda
hiçtir... Onun için gururlu olmayın!..
İ- Melek Hiç Hanım hakkında bir bilginiz var mı, Üstâdım?
V4- Evet... Aydınlıkta olan... ben bilmiyorum da, alıyorum şimdi başka yerden...
Aydınlık'ta olan bir Varlık... O da Burada çok iyi bir Kat'ta... Görüşmek mi istiyorsunuz?
İ- Mümkünse, Üstâdım.
V4- O zaman bu Uyuyan'ı, Yukarı'da, çok Yukarı'da konuşurken, onlardan ricâ edin...
Sizi Melek Hiç Hanım'la görüştürsün.
İ- ALLAH râzı olsun. Peki.
V4- Olur mu?
İ- Başüstüne, efendim.

Üstâd'ın "Aydınlık bir Varlık" dediği Melek Hiç Hanım'ı tanıyalım. Aslında Celse'den 2 yıl önce Âhıret'e intikâl etmiş... 1893'de doğmuş. Özel hocalardan ders almış. Oğlunun yanına , Konya'ya gelmiş. Mevlâna'ya yakın olmuş. Romanlar, şiirler yazmış. 16 şiiri Amir Ateş, Fehmi Tokay ve Sadi Hoşses tarafından bestelenmiş. 6 Ocak 1964'de Konya'da vefat etmiş ve Mevlâna Türbesi'nin karşısındaki Üçler Mezarlığı'na defnedilmiş. Bestelenen şiirlerinden bâzıları:

"Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın" ve Hikâyesi

Melek Hiç Güfteleri - 14 Eser

Varlık4- Şimdi, biliyorsunuz, burası... Selâmlık-Haremliğe çevirmişsiniz... Yok mu başka
soracak
(bilhassa kadınlardan)?.. Ben şimdi söyliyeyim mi?... Ne oldu?... Bir şey mi var?
İdâreci- Atatürk hakkında bir arkadaşımız sual soracakmış, efendim.
V4- Sorsun, bakalım.
İ- Sor bakalım Alaattin Bey.
Alaattin Bey- Atatürk hakkında bir şey söylerler mi acaba? Hislerini, hissettiklerini
söylerler mi?
V4- O paşaydı. Etrâfındakiler gibi aşağı değildi... Paşa demek, "eli öpülecek olan"
demektir. O paşaydı. Ama yaşayanların gözleri onun rütbesini göremedi. O, rütbesi
çok yüksekte olan bir paşaydı. Yaşayanlar bu rütbeyi hiç göremediler. Ve göremeden
gitti... Anlatabildim mi?... Paşa, bir şey ifâde etmez... Rütbesiz paşa olmalı. .

Evet, efendim... Evet? ... Bak şimdi... Hatunun biri diyor ki, "Ha söyliyeyim... Ha söyliyeyim..."
sağa döndü olmadı, sola döndü olmadı. Bir bacağı yoruldu, oraya attı, olmadı. Öbür
tarafa attı, olmadı. Başını kaşıdı, olmadı. Bilmem ne oldu, olmadı!... Sorsana, yâhu!...
İ- Şimdi Hikmet Hanım diyorlar ki, "İstemiş olduğunuz gazeli çözdük. Sâdi Bey
okuyacak, arzu ederseniz." Okusunlar mı?
V4- Nasıl okumaz, be!... Yalnız şöyle... Şimdi onu verin şeye, Sâdi'ye.
İ- Verilmiş, efendim.
V4- Şimdi bu konuşmayı bitirip, en son onu okutacağım. O zevkle ben de döneceğim
ibâdete, olur mu?.. Şimdi yalnız sorsun bakim, o... Sağda bir hanım var... sağda...
İ- Sağda bir hanım???
V4- Kalk, kalk!...
İ- Kim var orada?... Sağda bir hanım... Nedret Hanım soruyorlar.
Nedret Hanım- Efendim, sizinle ilk defa bir şeyde... İlk buraya geldiğim zaman söz vermiştiniz.
Tahlil yapmıştınız. Bir karakter tahlili yapmıştınız. O arada bana, "Son zamanlarda çiçek
açmayan çiçekleri sevmeye başladın, vazgeç!" dediniz. Acaba, ben onu kendime göre
bir şey yaptım ama, doğru mu hallettim?
V4- Demedim ki şimdi aklından geçireni, "doğru mu, yanlış mı?" ... Dedik ya!...
İ- "Yanlış" dedi.
(Öyle bir şey demedi)
NH-- Bir çok mânâya gelir de...
V4- Sen ne anladın, söylesene.
NH- Ama ben... çok hususi bir şey kendim için.
V4- Mahrem... Yâni ben mahremiyete girebiliyorum.
NH- Siz benim aklımdan alabilirsiniz tabii.
V4- Valla bende akıl yok ki, senin aklından alayım... Yâhut çevirelim... Bende akıl çok,
n'apim kimsenin aklını alıp ta?.. Ben kendi aklımı kullanmadım ki...
NH- Bana akıl verin o halde.
V4- Yoo... Sizin aklınız var da... Ben kendi aklımı kullanmadım. Şimdi de senin aklını
alıp, nasıl ziyân edeyim yâni?... Canım, sorun sorunuzu, ha!...
NH- Yâni, bununla ne demek istediniz?.. Onu...
V4- Ne bileyim ben?... O andaki kafa keyfime bağlı bu... Söylemişim işte... Sen öyleymişsin
de, adın da öyle...
(Nedret : "az bulunur , benzeri az" demek) Ben sana bir kelime
daha söyliyeyim ki, senin için bütün zafer sebattadır.... Şimdi otur yerine...
İ- Otur da, sağa-sola dönme.
V4- Ne o, sıkışmış gibi öyle?.. Oldu mu? Oldu mu?.. Anladın mı mânâyı?
NH- Anladım, efendim. Teşekkür ederim.
Handan Hanım- Ferhan Bey, benim bir sualim var.
İ- Rüyâ mı soracaksın, nedir?
HH- Hayır.
İ- Nedir?
V4- Oğlum, bu çocuğu
(Medyum'u) geberteceksiniz. N'olmuş?.. N'olmuş?
İ- Çok şahsîye giriyor sualler.
V4- Neymiş? Neymiş?... Söyle, bakayım.
İ- Üstâdım, şim işi şahsîye...
V4- Hayır. Yok canım!... Sebep neymiş?
İ- Yarın bir yere gidecekmiş de, neticesi ne olacakmış?

İdâreci burada haklı... Umumî Sohbet yerine Şahsî Sualler çoğu zaman engelenir veya ertelenir. İdâreci önlemeye çalışıyor, ama Varlık da sorulsun istiyor. Bakalım, ne olacak?

Varlık4- Haa!... Sorma!... Yandın sen!... Demek... bir yere mi gidiyorsun, iki yere mi?.. Veya...
Handan Hanım- bir yere gideceğim.
V4- Numara yapma!...
HH- Bir yere gideceğim.
V4- N'olacak?
HH- Bir iş mevzuu vardı da, onun için.
V4- Haa! Bir iş değil ki... İki iş mevzuu var.
HH- Orda mı?
V4- Hayır. İki iş mevzu-u bahis... Bir iş mevzu-u bahis değil... Yâhut aynı işte iki şey
mevzu-u bahis. Bir şey mevzu-u bahis değil... Öyle mi?... "Evet" deyip te atlatma!
HH- Anlıyamadım.
V4- Bir nev'i plân... Bok plân!.. Hep plân... Ayşe Hanım, Mahmut Bey'le evlendi...
Yoksa Mehmet Bey'le evlenirdi... Plân öyle idi... Dedi ki, doğmadan evvel "bu Ayşe
kulum Mehmet kulumla evlenecek, oniki çocukları olacak" dedi... Plân çizmiş...
Alaattin Bey- Öyle değil mi, Üstâdım?
V4- Senin anladığın mânâ değil, tabii... Sana o akılla irâdeyi bokuna verdiler, değil mi?..
"Al da bunu kullan, istediğin gibi" diye...
AB- "Plâni tatbik et" diye verdiler.
V4- Haa, ettin sen de plâni tatbik... Sizin "plânınızı tatbik etmek" demek, sidikle kara
imza etmek gibi bir şey...
AB- O halde nedir, Üstâdım?
V4- Evvelâ imân, ondan sonra plân... Hiç bir şeye körkütük bağlanmak yok! Görerek
bağlanacaksınız. İmân dahi görmektir. Ama gönül gözüyle görmektir. Çünkü o sizin
gözünüz... Şu dışta göz var ya, hani... herkeste vardır.
İ- Budak deliği...
V4- Şey gibi o göz zâten... Hiç bir şeyin doğrusunu görmez... Öyle görür işte o...
Yâni, bir mârifeti vardır.... Gözler artık edepsizleşti... Yoldan bir kadın geçti mi,
soyuyor.... Peki, sonra?... Hırsız gözler var... soyuyor...
İ- Üstâdım, bu sizin sözleriniz, bundan evvelki konuşmalarınızı teyit etmedi.
V4- Aptal!... Anladın da... Ne teyit etmedi?... Anladın mı şimdi?... Ne yumurtluyorsun?...
Öyle konuşacağım tabii. Şimdi açarım bunun ters tarafını, oturursun kazığa...
İ- Hiç oturmam. Çünkü sözünüzü hemen yapıştırırım.
V4- Benim sözümle, değil mi?
İ- Hemen, aynen!... Tak diye!...
V4- Pezevenk!... Kendi sözünü yapıştırsana!.. Niye benim kaşığımla bok yiyorsun, yâni?
Avuçla!.. Deyyus!... Pekâlâ, şaka... Biz ahbabız.
İ- Tabii, tabii. Üstâdım, ALLAH râzı olsun.
V4- Hadi, doğrusunu söyliyeyim mi size?.. Bir yol var önünüzde... Bu yolu ancak gönlünüz
aydınlatır.
İ- Tamam!
V4- Sizin bir elinizden aklınız, bir elinizden irâdeniz tutmuş, götürüyor. N'olur, onları
itimad edilecek hâle sokun... İşte size verilen vazife bu... Hadi, güle güle...
İ- ALLAH râzı olsun, efendim. Bir dua edelim.
V4- Tamam mı?
İ- Yalnız Sâdi Bey, okuyacaksın.
V4- Tabii, tabii. Daha tanışma bitti. Şimdi ben... Dur, oturuyorum, Sâdi, şu posta da...
Alayım elime kadehi de... sen başla... Hadi Sâdi'cim, sen şu gönlümü benim hoş et de,
ben gene şu konuşma günahlarımdan sıyrılıp ta, kendimi bulayım.
Sâdi Hoşses- Emredersiniz ama, bir şey ricâ edeyiim, en son.
V4- Buyurun.
SH- Benim bir daha geleceğim, ne zaman geleceğim belli değil. Ben o kadar buradan
hüsranla ayrılıyorum ki... Hele sizin bulunduğunuz Meclis'ten ayrılmak çok zor geliyor
bana ama...
V4- Biz senleyiz, Sâdi be!... Ne korkuyorsun?.. Yolda de senle gideriz, nereye gidiyorsan.
SH- ALLAH râzı olsun.
V4- Benim mezarımı biliyor musun sen?
SH- Biliyorum, efendim.
V4- İstanbul'a gidince ziyâret edip, bir Fâtiha oku... Olmaz mı?
SH- Başüstüne, emredersiniz.
V4- Bunu oku... Çünkü benim mezarıma çok az kişi, ya da hiç kimse gitmiyor, Sâdi...
O benim etrâfımda dolaşanlar var ya...
SH- Evet, efendim???
V4- Hep öldükten sonra dürzü olduğunu anladım. Gelmiyor kimse!.. Gel, oku Mezarıma...
Bir de çok pis... Biraz düzelt bâri...
SH- Emredensiniz. Memnuniyetle, efendim.
V4- Bakmıyorlar.
SH- Peki, efendim. vazife telâkki ederim.
V4- Evet, söyle şimdi. Ne zaman geleceğini söyle... Ne zaman?
SH- İnşaallah Cuma günü... O tarafta bir yerde namazımı kılar, ondan sonra size gelirim.
V4- Haa... Mezara oku, Sâdi... Gönlümü... Çok muhtaç... KUR'AN'a muhtaç... Oku!...

Burada duralım... Neyzen Tevfik unutulmaktan şikâyet ediyor... O da biliyor mezarda sâdece kemikleri var. Ama birileri mezarını ziyâret etti mi, onu daha iyi hissediyorlar. O da gelenleri daha iyi algılıyor... O yüzden ziyâret edilmesini, okunmasını istiyor. Mezara okumayı nasıl hissediyor?.. Kişi mezarda Neyzen'i daha çok duyduğu için okuduğu Neyzen'e daha çok yansıyor... Kendi okuyamaz mı?.. Okur... Ama birileri tarafından hatırlanıp, okunarak ona dua edilmesi elbette Ruhunu daha çok hoşnut ediyor... Mezarın temiz, bakımlı olması da kemiklere değil, Neyzen'e gösterilen ilginin tezâhürü... Onun için istiyor.

Sâdi Hoşses- Haa, onu diyecektim, mâdem ki orada oturuyorsunuz postunuza,
ALLAH rahatlık versin.
Varlık4- Bak Sâdi, çok kızgın bir şey kabul et... bir kap... Kıpkırmızı olmuş içindeki
ateşten...
SH- Evet???
V4- Kıpkırmızı ama!... Bunun üzerine su damlatırsan, ne olur?.. Yâni, suyu bulabilir misin?
SH- Hayır.
V4- İşte senin gönlüne günahlar böyle çarpmalı... ve sende böyle bir gönül varsa, dâima
ALLAH'lasın. Anlatabildim mi?
İdâreci- Şahâne bir şey!
SH- Anlattınız ama...
V4- Aması ne?
İ- ALLAH nasip eylerse...
SH- "İnşaallah" diyeceğim, başka bir şey demiyeceğim.
V4- Olur, olur... İnsan kendinin bu hâle geldiğini bilemez zâten.
İ- Evet.
V4- Ama işte böyle gönül lâzım... Günahlar çarpıp gidecek... O haram denen şey,
helâl olacak... Ama içindeki ateş dâima en kuvvetliye doğru gidecek... Bu da tabii
yalnız ALLAH'a karşı olan aşk... Böyle gönül olduktan sonra, boş ver be, Sâdi!..
O gönlün sâhibi bu kadar mukaddes bir gönlü koyacak bir yer bulur... Hadi, şimdi
bakalım, öyle okuyun.

SH-

Evvelâ Hüda'yı tanımamış olsa idim
Vallahi güzel, sen benim Allah'ım olurdun
Gamlı gamsız Cümle âlem zevk ü sefada
Bir ben miyim mahsun yarabbi, yarabbi, yarabbi!...

V4- "Nur ol!" diyim de, uysun.
SH- Vârolun
V4- Şimdi siz Fâtiha'da, ben yolda... Güle güle!..
İ- ALLAH râzı olsun, efendim.
Varlık1- ....... Her Varlık kendine göre konuştu mu sizinle?
İ- Çok şükür, efendim. ALLAH râzı olsun, sâyenizde.
V1- Biri diğerine, diğeri öbürsüne uymadı, değil mi hiç?
İ- Evet, efendim.
V1- Şimdi beni dinleyin... Demin... Bu toplantılara inananları getirin., Siz inandırmakla
vazifelendirilmediniz. Burada ışık serpmek için toplanıyorsunuz. Hangi gönüle bu ışık
sıçrarsa, kazanç o... Onun için bâzı yanlış yollar tâkip ediyorsunuz. İnandırmaya, ispat
etmeye siz vazifeli değilsiniz. Onunla vazifeli olanlar, vazifelerini yaparlar...
Anlatabildim mi bunu?..

Şimdi öbür toplantınız çok Yukarı vasatta olacak. O da böyle vâridâtlarla olacak.
Dergâh'a gideceğiz. Savtî Dede'ye gideceğiz. Oradan Hazret-i Mevlâna'nın huzurunda
kaybolacağız... Olur mu?
İ- ALLAH râzı olsun.
V1- Şimdi çok yoruldu bu... Şimdi güle güle... Yalnız bunu çabuk uyandırmaya bakın...
En derin vaziyette... ve oldukça da bütün âzâları rahat durumda değil... Uyandırın.
İ- Başüstüne!...

İşte böyle... İki buçuk saat süren Celse ve Sohbet Medyum'un uyandırılmasıyla son buldu. Neyzen'in kendisi için verdiği şiir önce ziyaret edilen mezarında, taşına göz kalemiyle yazıldı. Daha sonra, sanırım Ferhan Bey tarafından daha büyük bir taşa yazılıp kondu. Üstâd'ı her aklımıza geldiğinde duayla andık. Tabii öteki dostlarımızı da... ALLAH cümlesine gani gani rahmet eylesin.

****


Aynı Medyum'dan muhteşem bir Celse daha... Medyum, uyutulur, derinleştirilir ve yükseltilir... Bakalım, ilk karşılaştığı Varlık kim?

Varlık1: Hacı Bayram-ı Velî
Varlık2 : Mevlevî Hazret-i İshak
Varlık3 : Yunus Emre
Varlık4: Savtî dede
Varlık5: Hazret-i Mevlâna
Varlık6: Neyzen Tevfik
Varlık7: Câhit Sıtkı Tarancı
Varlık8- Geri Varlık- Fransız Kadın
Medyum: Esat
Târih: 7 Aralık 1965
Usûl : Manyetik-Hipnotik Karma
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum- .... HAZRET-İ BAYRAM'ın elini öptüm.... Çıkıyorum... Şimdi çekiliyorum!...
Çok sür'atli!...
Varlık2- Merhaba!...
(HAZRET-İ İSHAK)
İdâreci- Merhaba, aziz Üstâdım. TANRI râzı olsun. İrşatlarınızı bekliyoruz.
Lûtfedin, efendim.
V2- Ben gene az konuşacağım da, Dergâh'a gideceğiz. Daha sonra ne olacağını
Söyliyemem.
İ- Şimdi Muhterem Üstâdım, Mukaddes Hanım sizinle Temas etmek arzusundadır.
V2- O değil yalnız, üç kişi daha.
İ- Onlar içeride, yalnız.
V2- Getirin, getirin...
İ- Gelsinler mi, efendim?
V2- Evet, getirin... Onları biraz alıştırın... Bu Medyum uyuduğu zaman meydana
gelen... nasıl anlatayım?... vaziyette bunlar nefes alabilsinler... Bu gözünü
kapıyor, onlar da kapıyor...
İ- Üstâdım, üçü de geldiler huzûrunuza.
V3- Otursunlar. Dışarı çıkarmayın hiç!...
İ- Oturun bakalım. Celse'yi tâkip edeceksiniz.

Böyle ağır havalı Celseler'de hassas kişiler kendinden geçer... İdâreci'nin dışarı çıkardığı üç Hanım Medyum da bir önceki Celse'de kendiliklerinden uyumuşlar, Celse'nin aksamasına yol açmışlardı. İdâreci de bu sefer onları içerdeki odaya göndermişti. Medyum Mukaddes Hanım'la birlikte dört kişi oluyordu. İdâreci'nin o Medyumlar'ı uyuttuğu zaman bu konuda Telkin vermesi gerekiyordu. Herhalde sonradan verilmiştir.

Medyum- Yürüyorum şimdi... Aaa!... Uğramam lâzımmış...
Gene o yeşil yerdeyim şimdi... Hani o yemyeşil var ya...
İdâreci- Evet.
M- Yeşilliğin haz verdiği yerdeyim... Evet... Elini öptüm... "Konuşmıyacağım"
diyor... "ben bu akşam." ... "Başkaları konuşacak" diyor... YUNUS EMRE...

TANRI TEKDİR, TEKDE İNAN,
BİZCE BUDUR, BİL Kİ İMÂN!...

dedi.... Şimdi birden Dergâh'ın yolundayım yine... Şimdi Mezarlığın kenarından
geçiyorum... İçinden değil de, kenarından... Hiç HAZRET-İ İSHAK görünmüyor
bu gelişlerde... Ben de korkmuyorum... Ne olacak sanki?... Ama herhâlde
korkmadığımın bir sebebi, bir şey var... Böyle beni muhafaza ediyor gibi...
Ona güveniyorum... Görünmeyen bir şey!..

Geldim... Giriyorum... SAVTÎ DEDE'nin huzûrundayız, efendim... Savtî Dede mi?...
Bu ne?.. İki görüyorum ben... Elini öptüm Savtî Dede'nin... Savtî Dede benden
başkasına bakıyor gibi böyle... Sanki bir kalabalık yerdeymişik te... Diyor ki,
Savtî Dede, "Bir cemaatte verdik ama, bu cemaatte de ola!" diyor. Vermişler
ama... İşte... burada da vereceklermiş... Ne ise o...

Diyor ki Savtî Dede, "Vahdet'i vereyim" diyor. "Verdim ama, anlaşılamadı. Şimdi
vereyim" diyor... "Yalnız" diyor, "biz bunu verdik, bir daha veriyoruz," diyor...
İ- Evet.
M- .. ."Yalnız" diyor, "çok ağır verecek bu."
İ- Müsaade ederseniz, Medyumumuz daha yüksek sesle konuşursa, arkadaşlar
daha iyi tâkip ederler, Muhterem Üstâdım.
Varlık4-

ÂŞIK....

Bunu belki bilen de olur, ya... ne ise...
(ÂŞIK) GÖRÜNÜRSÜN BANA HEP, SENDEKİ BENDE
BEN SENDE İKEN SEN, BENİ BUL, BENDEKİ SENDE!..

Biraz kapalı gibi görünüyor gibi ama, biz bunu bu şekilde bir cemaatte verdik.
Bir cemaatte veriyoruz.
M- ... "Yalnız" diyor Savtî Dede, "bunu tekrar anlatalım efendim de, sonra
konuşacağız. Çünkü daha başka yere gideceğiz şimdi. Yalnız bunu anlamak
bu gideceğimiz yeri aydınlatacak. Orada mânâyı daha iyi anlayabileceğiz," diyor" ...
Efendim, bunu bir ehli anlatsın," dediler.
İ- Kim anlatmak istiyor, efendim?
M- "Bu hakikat... Bunu tamâmen derinliğine inerek izah istiyoruz," diyor
Savtî Dede.
İ-Kim konuşmak istiyor, efendim?... Mehmet Bey izah verecek.
V4-Ben okuyacağım, daha faydalı olacak...

ÂŞIK GÖRÜNÜRSÜN BANA HEP, SENDEKİ BENDE...

Mehmet Bey- Âşıkta görünen bütün mâneviyatta olduğu gibi yine O'dur.

V4-

BEN SENDE İKEN SEN, BENİ BUL, SENDEKİ BENDE ...

MB- ALLAH, şüphe yok ki, tecelliyatı ile insandadır. ALLAH'ı bir insanın
kendinden gayrı yerde, dışarda araması beyhûdedir. Binâenaleyh, İnsanoğlu
kendisini bulduğu zaman, kendisinde ALLAH'ı bulmuş , fakat yine ALLAH'ı
ALLAH ile bulmuş olduğu agâh olur.
V4- Anladınız mı efendim, bunu?.. İzah gönüllere ışık damlası gibi dökülmeli,
efendim... ki, aydınlansın.
İ- Başka anlattıracak mısınız?
V4- Kâfi. Kâfi, anlaşıldı. Çok güzel anlaşıldı.
İ- Buyurunuz, efendim. Sizi dinliyoruz.
M,
(İçini çeker) Hiiih!... Üff!... Benim nereye gittiğimi şu anda buradan biri anlamış...
Benim nereye gideceğimi buradan biri anlıyor... HAZRET-İ MEVLÂNA geliyor!...
Huzûrundayız, efendim.
İ- Oturuşlara dikkat!..
M- ... Savtî Dede'nin yanında yürüyorum... Biliyorsunuz, bakamıyorum ben ...
hep söylemiştim... Güneş, gölge burada... Güneş'in gölge olduğu yer...
Yine oradayım... Huzurda... İşte Hazret-i Mevlâna... İşte gönüllerin Şems'i...
İşte Sultan Veled... İşte Hüsamettin Çelebi... ve gönül olan Babası... konuşamam
fazla...

Mevlâna diyor ki, "İlk tanıdığınız düşman, kendiniz olmalısınız kendinize...
Ve ilk düşmanlığı ondan bekleyin... Eğer o düşmanı mağlûp ederseniz,
kendinizle kendiniz dost olursunuz. O zaman herkesi dost bilir, herkes isize
dost olur. Ne mutlu böyle dostluğa!.."

İ-Ne mutlu!
M-... Şimdi yalnız Mevlâna görünür ... ve beni tutan Savtî Dede görünür...
Ama nasıl görünür?... Görünür mü, ben mi aldanıyorum, bilmem... Yalnız
ben, kendi gönlümde yaşadığımı hissediyorum Burada, o kadar...

"Gönüller beni duyuyor" diyor Hazret-i Mevlâna... "Bir seste duyuyor...
hele biri çok duyuyor.".... "Konuşacağım," diyor Hazret-i Mevlâna...

Varlık5- Hadi, konuşalım... Yalnız sualsiz cevapsız konuşalım... Herkes
gönlündekini versin ortaya... Çünkü siz gönlünüzde O'sunuz... Ne kadar
gönülseniz, o kadar O'sunuz...

M-"Onun için, herkes gönlündekini döksün ortaya, konuşalım," diyor....
Şu nedir, bu nedir, o nedir değil!... Siz nesiniz, onu anlayalım. Bakalım,
ne oldunuz bugüne kadar?.. Ne olmak istediniz de, yolun neresindesiniz?..
"Yalnız hepinize bir sır vereyim," diyor...
V5- Bu anda da çok huzursuzsunuz.. Hayâtınız da huzursuzluk içinde... Bunun
ilk sebebini biliyor musunuz?... Söyliyelim... Dikkat edin, fiilleriniz fikirlerinize
hep tuzak kuruyor da, ondan!.. Düşman fiillerinize fikirleriniz!..
(Düşman)
birbirlerine!:.. Ancak onlarrın.... onlar birbirlerini ne zaman kucaklarsa, o zaman
huzurdasınız... bunu unutmayın!...

Konuşun... Anlatın kendinizi... Öyle anlatın ki, biz sizin gönlünüzün aynasında
sizin gönül berraklığınızı görebilelim. Paslı ise eğer, pasını silebilelim... Gölge
düşürmeyin içinize!...

M- .... "Konuşun," diyor...
V5- Konuşun... Herkes ne?... Sual, cevap yok!.. herkes konuşacak bu akşam...
Ne olduğunu... Yalnız yalan, riyâ... olduğunuzdan başka türlü konuşmayın...
Gönlünüzü kırmadan biraz açarım sizi... İşin başında dedim ki, "Fiilleriniz
fikirlerinize tuzak kuruyor." dedim. Bu tuzağa düşürmeyin kendinizi... Olduğu
gibi söyleyin... Söyliyebilir misiniz?

Hiç bir zaman kendinizi kendinize anlattığınız gibi burada anlatamazsınız tabii...
Çok... yolu aldığınız zaman Tekâmül'ün o Mertebe'sine geldiğiniz zaman,
günahlarınızı itirâf edeceksiniz... ve bu itirafta duyduğunuz zevk... zevki size
hiç bir şey vermiyecek. O zaman Tekâmül'desiniz... O zaman Tekâmül'desiniz...

Bakın... Bakın... Bakın... Günahlarınızı kendi uydurduğunuz sebepler ile örtmeye
çalışmayın!.. Çünkü bütün sebepler günâhın sıcaklığı önünde erir de, maskesi
düşer... ve ortada siz kalırsınız, efendim.

Yalnız üç kişi var... bir şeyler sormak istiyor.. Üç kişi... Onlara, "Sorun" diyorum.
Yalnız anlamadığınız kelimelerle sormayın. Burada herkesin anlıyacağı durumda
sorun da, öyle cevap verelim... Çünkü o zaman bu Uyuyan'ın şuuraltından o
kelimeleri alalım da, size öyle cevap verelim. Herkes aydınlansın bundan...
Sorun, efendim.... Semâ... Semâ... Semâ nedir?... bilenler söylesin. Semâyı târif
edin.

İ- Semâyı târif edecek var mı, efendim?... O verilmişti zâten... Onun için bilenler
değil.
V5- Başka bir târif vereceğim... Ve gene sizin Savtî Dede bildiğiniz, size o
verdiğini gene okuyacak... Yalnız semâyı târif edin.
İ- "ALLAH'ı zikretmek, zikir ile ulaşmaktır" diyor Mukaddes Hanım...
V5- Ona göre öyle... Başkasına göre?
İ- Başka?.. Mehmet Bey.
MB- Semâ, gönlün aşk burakına binerek ALLAH'a yükselmesidir.
V5- Çok güzel!.. Başka???
Yaşar Bey- "Haz kanatları üzerinde TANRI'ya daha çok yaklaşmak" demektir.
V5- Öyle gibi ama, "TANRI'ya yaklaşmak" ne demek?.. Uzaklaşmak ne demek?..
Var mı öyle bir şey?
İ- Yaşar Bey konuşacaklar, müsaade ederseniz.
YB- İnsanın muhakkak sûrette TANRI'ya yaklaşmasına imkân ve ihtimâl yoktur.
Bütün mevcudiyeti ile oraya yaklaşabilmek için maddî ve mânevî kendi etrâfında
dönmektir semâ... ALLAH'a ulaşamamaktan mütevellit bir aczin ifâdesidir. Bence
bu böyle...
V5- Güzel... SEMÂ; SESTE VECDE GELİP, GÖNLÜN AŞKTA ERİYEREK VUSLATTA
HİCRÂNI DUYUŞUDUR.
YB- Aynı mânâya geliyor.
V5- Başka türlü ifâdesi... Baştan alıverin...
(Celse esnâsında ikinci bir
teyp cihazından çalınan ney bandı bitmişti, "Baştan çalın" diyor.)
Aşkta vuslat... SEMÂ; GÖNÜLDE GÖNÜL OLUP.... Sonra??? AŞKTA VUSLATIN HAZZINI
İÇİP... ne bu duyulanda.... DUYULANLA O'na... O'NU BULABİLMEK...

Burada artık duralım... Hem açıklanacak çok şey var, hem kelimeler... Sondan başlıyalım. Hazret-i Mevlâna, Semâ'nın yeni târiflerini veriyor... Birincisi, SEMÂ; SESTE VECDE GELİP, GÖNLÜN AŞKTA ERİYEREK VUSLATTA HİCRÂNI DUYUŞUDUR. İkincisi, SEMÂ; GÖNÜLDE GÖNÜL OLUP, AŞKTA VUSLATIN HAZZINI İÇİP. DUYULANLA O'NU BULABİLMEKTİR. Teklemeler Medyum'dan... Öyle kolay mı Hazret-i Mevlâna'nın hissettikleri duymak, onun hissiyâtını tam algılayıp kelimelere dökmek... Kelimeler Mevlâna'dan ama his yüklü... Medyum bu hissi Mevlâna kadar duyamadığı için tekliyor...

Mehmet Bey uzun süreler radyo'da dinî sohbetler yapan muhterem bir zattı. Yaşar Bey de tasavvuf ehli bir muhterem kişi idi. Onun için Savtî Dede ve Hazret-i Mevlâna'yla karşılıklı konuşabildiler. Daha fazlasını sizin anlayıp yorumlamanıza bırakıyoruz. İsterseniz, tesbitlerinizi bize yazabilirsiniz.

Hazret-i Şems (1185-1248), Mevlâna'yı (1207-1273) coşturan tasavvuf ehli bir zattır. Bir görünmüş, sonra kaybolmuş, Mevlâna onun mânevî aşkından şiirler döktürmüştür. Bu rûhî yakınlığı homoseksüelliğe bile yoran zibidiler çıkmıştır, Adnan Hoca gibi sapıklar... Halbuki 1244 yılında ilk karşılaştıklarında Mevlâna 30'lu yaşlarda, Şems ise 60 yaşında idi. İkisini birbirine bağlayan İlâhî Aşk'tan, ALLAH AŞKI'ndan başka bir şey değildi.

Sultan Veled (1226-1312), Hazret-i Mevlâna'nın büyük oğlu, Mevlevî Tarikatı'nın kurucusudur. Hüsameddin Çelebi (1225-1284) ise Hazret-i Mevlâna'nın müridi, esnaftan bir kişi olup, Mesnevî'nin yazılmasında Şems gibi Mevlâna'ya ilham kaynağı olmuştur. Medyum'un "Babası" dediği, Hazret-i Mevlânı'nın babası Bahaeddin Veled'dir, (1151-1231) Sultanü'l- Ulemâ diye bilinir, yâni "Âlimlerin Sultanı"...

Az bilinen kelimeler TECELLİYAT , "belirme, görünme, ortaya çıkma, zuhur etme, meydana çıkma, TANRI'nın insanlarda ve doğada görünmesi, alın yazısı, kader, tâlih, TANRI'nın lütfuna erişme" demektir. Celse'de "belirme, görünme" anlamında kullanılmıştır.
BEYHÛDE , "boşuna, nâfile, yararsız, anlamsız, gereksiz, faydasız" demektir.
BURAK , "Hazret-i Muhammed’in Miraç Gecesi’nde üzerine bindiğine inanılan mitolojik hayvanın adı"dır. Kur’an’da böyle bir isim geçmemekle berâber, İslam kaynaklarında böyle bir binitin olduğuna dâir rivâyetler vardır.
MÜTEVELLİT , "meydana gelmiş, ileri gelmiş, doğmuş, dünyaya gelmiş, -den dolayı" demektir.
VECDE GELME , "şarhoş olma, esrime, dinsel, büyüsel ve gizemsel uğraşı alanlarındaki din adamlarının, büyücülerin, dervişlerin, özellikle şamanların TANRI'yla, doğaüstü güçlerle, kutsal nesnelerle özdeşleşmesi; sayrıları sağaltması, büyü yapma, geleceği okuma ve benzeri işler için için gövdesel devinimlerden, kutsal sözlerden, oruçlardan, müzikten ya da uyuşturucu bitki ve ilâçlardan yararlanmak yoluyla içine düştükleri geçici ruhsal durum, trans hâli" demektir.
VUSLAT , "sevgiliye kavuşma, ulaşma, yetişme" demektir.

Medyum- Şimdi Savtî Dede, "Okuyalım" diyor, "onu yine biz... Herkes biliyor ama,
bir daha okuyalım. Yalnız, yine belki bir yer değişebilir , ama ehemmiyeti yok.
çünkü almıyor hep... Okuyalım, efendim:" .... Savtî Dede şimdi kendi okuyor...
Şekildir söz...

Yalnız dedi ki Savtî Dede bir aralık, "Bugün üzerinde çok durduk.
Çünkü bu Vâridât'ımızın Başı da, ondan... Hep onun üzerinde duruyoruz. Bundan
sonra Nây'ı göreceğiz. Nâydan sonra her şeyi yazmaya çalışacağız. Şimdi Semâ'yı
veriyoruz sâdece." ...."Verelim" diyor... Gine çekildim... Savtî Dede huzurda okuyor
şimdi... Ama nasıl huzur, anlamıyorum ki!

Varlık 4-

AŞKTAN ALARAK NURUNU SEN, RUHUMA AKSET
GEL, ZİKR-İ İLÂHÎ İLE GÖNLÜM GİBİ RAKSET
DÖN, VECDE GELİP SEN, DUYARAK NEŞ'EYİ GAMDA
GEL, AŞKTA SEMÂ, CANDAKİ CÂNÂN İLE SOHBET!

M- "Bunu da anlatalım, efendim." ... Yine Savtî Dede söylüyor...
İdâreci- Arkadaşlarımız yazamadığı için.... Yazan var mı?.. Anlatmak isteyen?
V4- Ağır ağır vereyim...
İ- Lûtfen... Ağır veriyorlar, yazınız.
V4-

AŞKTAN ALARAN NURUN SEN.... RUHUMA AKSET...
GEL, ZİKR-İ İLÂHÎ İLE... GÖNLÜM GİBİ RAKSET
DÖN, VECDE GELİP SEN, DUYARAK NEŞ'EYİ GAMDA
GEL, AŞKTA SEMÂ... CANDAKİ CÂNÂN İLE SOHBET...

İ- Yazıldı mı?... Muhterem Üstâdım, Behiç Bey diyorlar ki, "Üçüncü satırda iki
hafta evvel, bugünkünden biraz değişik." ... Müsaade eder misiniz, şimdi
okuyorum..
V4- Durun, ben söyliyeyim onu... Şimdi bu son verdiğimiz en sonu... Şimdi
okuyayım. İkisini de bilin yalnız... Çünkü bu seste...
(teypten gelen ney sesinde)
Öyle de vereyim.

AŞTAN ALARAK NURUNU SEN, RUHUMA AKSET
GEL, ZİKR-İ İLÂHÎ İLE GÖNLÜM GİBİ RAKSET
NÂYIN SESİ HİCRANDAKİ GAM NEŞ'ESİDİR, DİNLE!
GEL, AŞKTA SEMÂ, CANDAKİ CÂNÂN İLE SOHBET

Öyle de o, böyle de o!..
İ- Şimdi biz ikinciyi, yâni bugün verdiğinizi mi alalım?
V4- O... Öbürünü de bilin...
İ- Hayır, bilmek başka da, kitaba koyarken ikinciyi koyacağız, değil mi?
V4- Evet...
M- ..... "Tabii burada" diyor Savtî dede, "bir şey daha söyliyeyim ama, ses
mahşerinde söyliyeyim onu...

Her gamlı nevâ.. Tabii söyledik niye gamım... niye neş'e?.. Niye gamdan neş'e,
niye neş'ede gam?" ... Diyor ki Savtî Dede, "bana şimdi" diyor, "burada biri için
bir şey vereceğiz. O da hep böyle şeyler düşünür." ... ve bana da yakınmış.
Yâni, şöyle yakınmış. Ruh yapısı bakımından... Hep aynıymışık ta...

V4- Vârolmak Sende ALLAH'ım, Yok olmak Sende... Ne güzel, değil mi?...
Hem vârolmak, hem yok olmak Sende... Anladı mı, kim bunun için?...
Kimin için bu?
İ- Anlaşıldı, efendim.
V4- Çok yakınında... Uyuyan'ın çok yakınında...
İ- Teşekkür ederim.
M- "Çünkü" diyor, Hazret-i Mevlâna "Varlık'la Yokluk aynı şey... ....
Seni bulduğum an ALLAH'ım içimde, kaybettim kendimi" diyor Hazret-i Mevlâna...
"böyle düşün!... Sen kendini kaybedip O'nu bulduğun an, O'nda olursun... Ama
tabii çok güç."
İ- Çok güç.
V4- Onun için ilk sen kendinde kendini bulmaya çalış! kendinde kendini bulamazsan,
O'nda kendini bulamazsın! Kendinde de O'nu bulamazsın!.. Kendinde kendini
bulmaya çalış!... Kaybolma sakın, kendi içinde kendin!... Kaybolursun. Öyle
kaybolursun ki, bir gün "vicdan" denilen şey senin gönlüne tuzak kurar ve inkâr
seni alır...

Bunlar çok ağır ifâdeler... Herkes kaldıramaz onların yükünü... Ama bir deneyin, anlamaya çalışın... Anlamaz veya değersiz bulursanız, hemen geçin. Size hitap etmiyordur. Ben de öyle yaparım anlamadığım şeylerde... Anlayacak seviyeye gelene kadar...

Dikkatinizi çekmiştir, Medyum âdeta düşünce radarı gibi... Kafalardan geçenleri alıyor. Bâzen de Varlık'tan alırken tekliyor gene...

Medyum- Evet... Şimdi üç kişi sual sormak istiyormuş, efendim... Savtî Dede söyledi...
"Sorsunlar üçü... Yalnız kelimeleri öyle kullansınlar ki," diyor Savtî Dede, "biz de
Medyum'un şuurundan öyle kelime alıp verdirebilelim ona ki, herkes faydalanabilsin
böyle."
İdâreci- Muhterem Üstâdım, suallere geçmeden evvel, şahsınızdan bir tek ricâda
bulunacağım. Kabul buyururlar mı/
V4- Buyurun, efendim.
İ- ALLAH kısmet ederse, Cumartesi günü tekrar huzûrunuza geleceğim. Bir
emriniz var mı?
V5- Bir tek şey... Benim istediğim gibi gelin. Anlatabildim mi?
İ- ALLAH'ın izni ile...
V5- Gönül olarak gelin bana.
İ- Zâten öyle geliniyor ki, kudüm sesleri işitiyoruz.
V5- Öyle gelin, öyle... Beni de orada gönül bulursunuz o zaman.
İ- Kabul buyurduktan sonra...
V5- Bizim Dergâhımız hep açık, biliyorsunuz.
İ- ALLAH kapatmasın.
V5- Ve yalnız oradan gönüller girer içeri... Pırıl pırıl gönüller girer... Ve bütün
mâbedin içini... mâbedin içi gönül aydınlığıdır... Çünkü oraya pırıl pırıl gönüller
girdi de ondan... Bu aydınlıkta bütün gönüller birbirini görür... ve bir gönlün
aydınlığı diğer gönülde akseder... Onun için zâten o mâbedde gönüller rakseder.

Hazret-i Mevlâna'nın dergâhı - Dıştan

Varlık4- Evet, efendim... Şimdi ben sorayım, kimler soracak.
İdâreci- Lûtfediniz, efendim.
Medyum- Savtî Dede konuşuyor. Yalnız Mevlâna Hazretleri cevap verecekmiş...
Medyum'un solu.
İ- Solunda kim var?
V4- Biliyor, sual soracak kendini.
İ- Behiç Bey'in var, müsaadenizle.
V4- Sorun, sorun.
Behiç Bey- Efendim, Üstâd-ı Muhterem'den iki şey danışmak istiyorum, müsaadenizle.
V4- Yalnız, biraz oraya kapalı gibi yazmışsınız. Açarak söyleyin. Oradaki satırlarda
olduğu gibi değil.
BB- Peki, efendim.
V4- Kendi anladığınız gibi söyleyin.
BB- Birincisi, Resûl-ü Ekrem Efendimiz bir gün mescidde oturmuş cemaat...
V4- Hazret-i Muhammed'den bahsediyor!..
İ- Oturuşlara dikkat!
V4- Evet.
BB- Resûl-ü Ekrem Efendimiz bir mescidde oturup cemaat ile sohbet ederken,
içeriye bir zat girmiş ve Efendimiz'in yanına yaklaşarak, ""Sen ne biçim adamsın?
Ortaya bir din çıkardın, bütün kabileleri birbirine düşürdün, aramıza nifak soktun,"
demiş. Peygamberimiz de, "Çok doğru söylüyorsun" diye cevap verdikten sonra
sohbetine devam etmiş. Biraz sonra başka bir zat mescide girip Efendimiz'in yanına
yaklaşarak, "Sen Cihân'ın nûru, Kâinat'ın güneşi, kâlbimizin bereketi" diyerek
hitap etmiş, Efendimiz ...
Varlık5- .... "Çok doğıru söylüyorsun," demiş.
BB- ... Efendimiz bu zâta da, "Doğru söylüyorsun" diye cevap verdikten sonra
sohbetine devam etmiş. Sohbetin sonuna doğru cemaatte bulunan zevattan biri
Peygamber Efendimiz'e hitap ederek, "Birisi sizi kötüledi, çeşitli kötü hitaplarda
bulundu. Diğer kişi sizi göklere çıkardı, çok güzel hitaplarda bulundu. İkisine de
aynı cevâbı verdiniz. Üzerinde durmadınız. Acaba nedendir? " diye sormuş. Bunun
üzerine Peygamber Efendimiz, "Ben bir aynayım. Herkes bende kendisini görür,"
diye cevap vermiş...

İşte ben bu "Ben bir aynayım, herkes bende kendisini görür" ifâdesi
bizim hepimizin tenevvür etmek istediğimiz mevzudur. Bizi irşat buyurursanız...

V5 - Durun şimdi... Durun şimdi... Biraz, yalnız derine gireceğim ben... Burada
sizin karşınızdakinin gönül aydınlığını görebilmeniz için size bir ışık lâzım. Bu da
sizin kendi gönül aydınlığınızdır. Eğer bu sizin kendi gönül aydınlığınız, kâfi değilse,
karşınızdakini gölgeler içinde kaybolmuş görürsünüz. Çünkü sizin ışığınız o
gölgeleri silmeye kâfi değildir de, ondan... O zaman ya bir tarafını görürsünüz,
ya bir kaç tarafını görebilirsiniz, yâhut kendisini bir bulut arkasındaymış gibi
görürsünüz.

Bu görüşünüz de sizin gönül gözüyle pek alamıyacağı için, hükmünüzde
dâima kendi arzularınıza tâbi olursunuz. Çünkü sizin bir tek... bir çok hisleriniz,
o anda yanlış düşüncelere doğru çekmektedir. Eğer gönül aydınlığınız kâfi de, bunu
onun ışığında, karşınızdakini pırıl pırıl görebiliyorsanız, tabii ki vereceğiniz hüküm
evelkine nazaran çok daha parlak, hakikate en yakın olanıdır.

Eğer bu Uyuyan, uyandığı zaman sizi bir tarafınızdan görebiliyorsa, o tarafınızla
hüküm vermeye kalkacak, iyi göremiyorsa eğer, kendi zannına göre hüküm verecektir.
Bu da dışarda olanlara göre... şöyle ki, siz iyi düşündüğünüzü kabul edin,
dışardakiler sizin gibi düşünmüyorlarsa, tabii ki bir de sizin gibi düşünenler olacak,
bu düşünenlerle düşünmeyenler birbirine girecekler.

Eee, sizin gönlünüzü tam olarak göremediğine göre, diyecek ki," Sen şöylesin, çünkü
bu insanları birbirine düşürdün de, ondan öylesin." Halbuki, eğer hakikati görse idi,
o zaman böyle söylemiyecekti. Bunun aksi olduğu zaman da, haa, evet... dışardakiler
birbirlerine düşmüş ama, hakikati görenlerle görmiyenler var. O ilk olan, hakikati
göstermiş. Onların bir kısmı görmüş, bir kısmı görmemiş. Görmiyenler görenlere
haset duyduğu için birbirine düşürüyorlar. Ondan dolayı tabii ki hakikati gösteren
en üstün mertebede.... Anlatabildim mi, efendim?... Açalım mı daha?

BB- Lûtfedersiniz efendim.
V5- Bundan ne kadar anladınız?

Kendisi de bir tasavvuf ehli olan Behiç Bey ne anladığını söylemeden evvel biz bir kaç cümle edelim... Peygamberler için bu böyle değil miydi?.. Bir hakikati gösteren Peygamber var, bir onun gösterdiğini görenler, bir de görmeyenler... Birbirlerine girmediler mi/... Feylezoflar için de böyle değil mi?... Sanatkârlar, siyâset adamları, iktisatçılar, ilim adamları için de bu böyle... Bir gösteren var, bir görenler, bir de görmeyenler... Spiritualizm'de de öyle... Hattâ futbol maçlarından sonraki tartışmalar da... Gönlü aydınlık olanlar, idrâki açık olanlar, kafayı çalıştıranlar hakikati görür, diğerleri görmez!... Üstat ne güzel anlatmış!.

Behiç Bey- Efendim, ben çok kıymetli eserlerinizden bu mevzuda gücüm yettiği kadar
tenevvür etmeye çalıştım. Bu suali arzetmekten maksadım biraz da Muhterem
Şahsınız'dan bu Heyet'te bulunan arkadaşlar ve hepimiz faydalanalım diye...
V5- Tamam! Onlar için konuştum zâten, daha çok...

Şimdi bu böyle... Onun için dâima o size musallat olan hislerden kendinizi
temizliyerek karşınızdaki hakkında hüküm verin. Hakikati görün. Yoksa kendi
hırsınıza, kininize, kötü arzularınıza kapılıp yanlış istikamette düşünürsünüz.
Bunlardan temizlenmedikçe, doğru düşünmenin, hakikati olduğu gibi görmenin
imkânı yoktur!..

Hazret-i Muhammed'i pırıl pırıl gören, pırıl pırıl olmaktaydı da, ondan...
Görüyordu. Onda kendinden bir şeyler görüyordu. Onun gönlünde kendi
aksinden bir parça görüyordu. Belki hepsini görüyordu... Halbuki öbürsü, kendi
gönül karanlığında...
(gönül) karanlığı ondan hiç bir şey aksettiremiyordu...
Bak, tamâmen tersini söylüyorum... Kendi gönül karanlığına ondan hiç bir şey
aksettiremiyordu.... O zaman tabii ki, bu karanlıkta öteye beriye çarparak, çarptığı
şey hakkında yanlış hükümler verecekti.... Anlatabildim mi, efendim?.. Bir diğer şekli...

Evet... İkinci sualinizi sorun.

Behiç Bey- İkinci arzedeceğim husus şudur. Daha ziyâde kendim de öğrenmek
maksadıyla arzediyorum. İMÂMET nedir?.. Nasıl başladı?.. Kimin zamânında ve
ne şekilde değişmiştir?

Bu mukaddimeyi şu bakımdan arzediyorum: Peygamber Efendimiz Hazretleri'nden
sonra İmâmet hizmetinde Hazret-i Ebubekir, Ömer ve Osman bulunmuşlardır.
Durum böyle iken neden Hazret-i Ali'den başlamak sûretiyle Oniki İmam'dan bahs
olunmuştur? .. Hazret-i Ali'de başlayıp Onikinci İmam Mehdî'de bitmiştir? .. Bu
hususta bizleri aydınlatmak lûtfunda bulunmanızı rica ediyorum.

V5- Şimdi... Şimdi... Ben bu Uyuyan'a hiç ömründe duymadığı iki tâne kelime
vereceğim, bu sualin cevâbı olarak... Niçin Hazret-i Ali'de ve karşılık olarak...
Yalnız bu verdiğim iki kelimeyi burada iyi bilen var. O size izah edecek. Ben
anahtarı veriyorum.... Yalnız biraz bekleyin, alamaz birdenbire bu iki kelimeyi...
TE... VEL... LÂ.... TE...BER... RÂ.... Bunu izah etsinler. Alacaksınız cevâbı siz...
İ- Bunu bilen var mı, efendim?
BB- Tahmin ederim ki, Mehmet Beyefendi izah edecektir.
V4- Bunu İdâre Eden!
İ- Evet, efendim?
V4- Bu, üçüncü devrenin tam hududundadır... Ufak bir kayma ile bir müddet
uyandıramazsınız... Dâima kontrolde tutun! Çünkü zâten bu Makam'a daha başka
türlü ... "gelinemez" demiyorum da... işte orası sır, söylenemez.
İ- Peki, efendim... Buyurunuz Mehmet Bey.
Mehmet Bey-
(TEVELLÂ) "bir varlığa yakın olmak" demek... O varlığa "muhabbetle,
mârifetle yakın olmak" demektir. Zâten biraz evvelki temas ettiğimiz mevzuda da
insanlar ALLAH'tan ayrılmamıştırlar ki, ALLAH'a kavuşsunlar. İnsanların ALLAH'a olan
uzaklığı, irfan uzaklığı, mârifet uzaklığıdır.
V5- MÂNÂ uzaklığıdır.
MB- Mânâ uzaklığıdır.. Gaflet adasında, gaflet dağı vardır. Bu gaflet dağını
kaldırabilmek ancak mârifet nûruna sarılmakla mümkündür. Binâenaleyh, TEVELLÂ ve
TEBERRÂ da muhabbete istinat eden bir mevcudiyettir. TEVELLÂ , "RESULULLAH'ı
sevenleri sevmek" , TEBERRÂ , "RESULULLAH'ı sevmeyenlerden gönlü perhizkâr tutmak,
yâni onları sevmemek"tur. Bu, İslâmiyet'te şeydir... yâni Müslümanlar'da bir esastır.
RESULULLAH'ı ve EHL-İ BEYT'i sevenleri sevmek, sevmiyenleri sevmemek...
V5- Yalnız EHL-İ BEYT'i biraz açar mısınız?... Çünkü Hazret-i Ali'ye geleceğiz de,
onun için.
MB- Resûl-ü Ekrem'in iki Hilâfet'i vardır. Biri Hilâfet-i Zâhire'si... Biri Hilâfet-i Bâtına'sı...
Hilâfet-i Bâtına'sı, Resulullah'ın irfânını tevârus edenlerdir. Hiç şüphe yok ki,
Hazret-i Ali bunların başında gelir. "Ene Medinetü’l ilmi ve Ali’yyün Bâbüha"dan
kastedilen mânâ da bu olsa gerek.
V5- Anladın mı niye Hazret-i Ali'den başlıyor?... Oldu mu?..
BB- Muhterem Üstâdım, anladım. teşekkür ederim. ALLAH râzı olsun.

Derin Bilgili Behiç Bey, gene Derin Bilgili Mehmet Bey'in açıklamasını anladı ama, bakalım biz anladık mı?.. Her ikisi de Sünnî olan bu muhterem zatlar, Alevîler'in çok üzerinde durduğu Ali, Ehl-i Beyt ve İmâmet'ten bahsediyorlar... Alevîlik propogandası mı yapıyorlar?.. Hayır!... Biz Alevîlik propogandası mı yapıyoruz?.. Hayır!.. Sâdece gerçekleri naklediyoruz. Ve her zaman dediğimiz gibi, Alevîlik te, Sünnîlik te esasta aynıdır. Aslında ortada sürtüşecek, kavga edecek bir şey yoktur. Geçmişte Hacı Bektaş'la Mevlâna Celâleddin etmemişlerdi.

Aslında bu bölümdeki Sohbet'i anlatmak için ayrı bir site açmak, bir kitap yazmak gerekir ama, mümkün olduğu kadar kısa tutacağız. Ve bu açıklamamızdan Alevî kardeşlerimizin çok memnun olacağını biliyoruz. Ama, hep söyleriz, burada da söyledik, aslında gerçek Sünnî'nin gerçek Alevî'den farkı yoktur. Çünkü gerçek Müslüman hep öyle düşünür. Mehmet Bey Diyanet'ten idi. Ama görüyorsunuz, bir Alevî gibi konuştu. Hem de çoğu Alevî'den daha derin bilgi sâhibi idi EHL-İ BEYT ve İMÂMET hakkında...

Sondan başlayarak gidelim... Hilâfet-i Zâhire, "Görünen Hilâfet" demektir. Hilâfet-i Bâtına ise "Görünmeyen Hilâfet" yâni İMÂMET'tir. İMAM, aslında "Müslümanlar'ın dinî lideri" demektir. Meselâ bizim Şeyh Şamil diye bildiğimiz zâta Çeçenler, Avarlar "İMAM ŞÂMİL" derler. Hem dinî, hem siyâsî lider idi.

Peygamberimizden sonra ilk DÖRT HALİFE hem dinî, hem siyâsî lider idiler. Ama ondan sonra Hilâfet Emeviler 'e ve babadan oğlu geçince, sâdece siyâsî hüviyeti kaldı, sıradan bir hükümdarlık oldu. Halbuki İMÂMET öyle değil... İlk Üç halife başta iken bile Hazret-i Ali İMAM'dı. Yâni, Hazret-i Muhammed'in irfan bakımından vârisi o idi. İlk Üç Halife'ye de kâtiplik, danışmanlık yapmış, gerektiğinde onların ikaz etmiştir. Ondan sonra İMAMÊT, Hazret-i Ali'nin oğulları ve torunları vâsıtasıyla sürmüş, İran Şiileri ve bizim Alevîler için Onikinci İmam Mehdî'de son bulmuştur. "Ene Medinetü’l ilmi ve Ali’yyün Bâbüha" hadisi, "Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır" demektir ve İMÂMET'e işârettir. Ancak başka Müslümanlar başka silsileler tâkip ederek bu İMAMET'i dallar hâlinde sürdürmüşlerdir. Meselâ Oniki İmam silsilesi Hazret-i Hüseyin'in soyundan inerken, Hazret-i Hasan'ın soyundan Beş İmamlı bir İMÂMET daha vardır. ZEYDÎLİK vardır.... Biz hepsine iyi gözle bakarız. Çünkü Orta Asya Türkleri Hazret-i Ali'nin 17 oğlunun soyundan gelenler, yâni EHL-İ BEYT vâsıtasıyla Müslüman olmuşlardır. Ahmed Yesevî Hazretleri, Hazret-i Ali'nin Muhammed adlı oğlunun soyundandır. Hacı Bektâş-ı Velî'yi o görevlendirmiştir Anadolu'da... Sonradan Anadolu'ya gelen Asya Türkleri'nin Alevîliği de o imamlara ve Ahmed Yesevî'ye dayanır.

Ohoo, daha Celse'nin bitmesine çok var... Üstelik te yine bilinen kelimeler çıkmış... Daha önce verdik, ama şimdi tekrar yazmak lâzım... Beni ne kadar uğraştırıyorsunuz, görüyor musunuz?... TENEVVÜR , "aydınlanma, aydınlatma" demektir.
MUKADDİME , " önsöz, başlangıç, evvel gelen, öne geçen, her şeyin evveli" demektir.
MUHABBET , "dostça konuşma, sevgi, yârenlik" demektir. Celse'de "büyük sevgi" anlamında kullanılmış.
İSTİNAT , "dayanma, yaslanma, güvenme, kuvvet alma, bir şeyi kanıt sayma" demektir.
İRFAN , "gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş, gerçeği blme, anlama, sezme gerçeğe varış, kavrama gücü, kültür" demektir.
MAZHAR , aşağıda gelecek, "sâhip olma, nâil olma, şereflenme, onurlanma, bir şeyin ortaya çıktığı, göründüğü yer veya kimse, bir iyiliğe erişmiş, erişen kimse" demektir.
MÜSAMAHA , "hoşgörü, tolerans, affedicilik, görmezlikten gelme, göz yumma" demektir.

Behiç Bey- Ben de aşağı yukarı buna yakın tefsir etmeme rağmen, kendi bildiklerime
göre Hazret-i Ebubekir, Ömer ve Osman da Peygamber Efendimiz'in irşatlarına
mazhar olmuş...
Varlık5- Tamam, tamam.
BB- ... ve tasavvuf ilminde Hazret-i Ebubekir'in irşatları ile öteden beri devam eden
ilm-i irfan mevcuttur.
V5- Tamam.
BB- Bu bakımdan halk arasında İMÂMET'in yalnız Hazret-i Ali'den başlamış olması,
bâzı yanlış tefsirlere de yol açmakta ve Hazret-i Ebubekir, Ömer ve Osman hakkında
yanlış tefsirlere sebebiyet vermektedir. Bu bakımdan "Ben acaba yanılıyor muyum?"
diye üzerinde durdum.
V5- Şimdi... O hâlde cevap ben vereyim... Biraz evvel EHL-İ BEYT" dediler...
Bâzıları EHL-İ BEYT'ten şöyle anlar: Hazret-i Muhammed... Hazret-i Fatma... Hazret-i
Ali... Hasan ve Hüseyin... Onun için Hazret-i Ali'yi Hazret-i Muhammed'e çok yakın
görürler. İşte böyle gönüllerini buna inandıranlar böyle düşünür. Demin sizin gibi
inandıranlar öyle düşünür.... Fakat bunu... Şöyle diye bağlıyayım ben bunu...
Hazret-i Muhammed'e en iyi şekilde inanmak, gönlünü tam Muhammed aşk ile
doldurabilmek,,, daha evvel... öyle değil de... Onu sevmek, ALLAH'ı sevmekle olur.
İmâmet ne ifâde eder ki?.. Çok şey ifâde eder, ŞEKİL'de... Öyle olur ama, siz
gönlünüzü bağlayın, kâfi değil mi?.. Size sorabilirler: "ALLAH'a nasıl ibâdet ediyorsun?"
Nasıl cevap verirsiniz?... Cevap verin.
BB- Aşk ile ibâdet olur, gönül ile ibâdet olur.
V5- Bunun, bakın, hepsini içine alan bir çevap vereyim size... ALLAH'a nasıl ibâdet
ediyorsun?... Hazret-i Muhammed'in ettiği gibi... Kâfi!.. Her şey bunda... Can da
bunda, Cânân da bunda... İMÂMET de bunda, Hazret-i Ali de bunda. DORT HALİFE
de burada... Hepsi, hepsi bunda!.. Bütün gönüller bunda... Kâfi değil mi?.. Zâten
tutulan bütün ışıklar o değil mi?.. Niye... Niye ben Mevlâna diye size ışık tutmaya
çalıştım?.. Kendimi göstermek için değil; Hazret-i Muhammed'in yolunu aydınlatmak
için!.. Çünkü o yol sizi ALLAH'a götürecekti de, ondan!.. Biz sâdece ışık tutanlarız.
Ama kendimiz o ışıkta kavrulduk. Ne olur, biraz da siz kavrulmaya çalışın.
İdâreci- ALLAH nasip etsin.
V5- Anlaştık mı, efendim?
BB- Üstâdım, çok teşekkür ederim. Fakat tenevvür etmek bakımından arzedeceğim
müsaadenizle.
V5- Tabii, tabii... Konuşacağız. Zâten madde madde gidiyoruz.
BB- Resûl-ü Ekrem Hazretleri'nin irfâniyetini tevârus eden yalnız bu ONİKİ kişi mi
oluyor?... İMÂMET bunlarla bitmiş olduğuna göre...
V5- "Öyle inananlar var" dedik ve bağladık... "Hazret-i Muhammed'in imân ettiği
gibi" dedik... Hepimizin gönlünde onun irfânı vardır. İrfânı olmasaydı, bu irfandan
aşk fışkırır mıydı?.. Tabii var... Bırakın böyle insanı saptırttırabilecek düşünceleri...
Biri öyle inanır, biri böyle inanır... MÂNÂ'ya bakın siz... MÂNÂ ne?...Ne kadar
derinine indiniz onda?

Üstat son derece güzel bir şekilde mevzuyu ALLAH'a ve Hazret-i Muhammed'e bağladı. Bunun üzerine lâf söylenmez ama, bir hususa ek yapalım.EHL-İ BEYT o sayılan beş kişi diye bilinir, çoğu kimse tarafından... Bâzısı buna Oniki İmamı da ekler. Diğer bâzısı bu oniki kişinin evlâtlarını da ekler. Biz deriz ki, BEYT, "ev" demek olduğuna göre, Hazret-i Muhammed'in evi hem kendi hânesi, hem de mescidi olduğuna göre, oraya girmiş olup ta Hazret-i Muhammed'in irfânından yararlanmış herkes ev halkıdır, yâni EHL-İ BEYT'tir. Dünyâ da Hazret-i Muhammed'in gök kubbe altındaki evi değil mi?.. Öyleyse ALLAH'ın bütün yarattıkları EHL-İ BEYT'tir... Bunu farkeden, Yunus Emre gibi

YARATILMIŞI SEVERİM,
YARADAN'DAN ÖTÜRÜ

der!.. İşte TEKÂMÜL böyle basamak basamak ilerler, yükselir... Siz hangi basamaktaysanız, o basamağın idrâkine uygun inanca bağlanırsınız. Beş mi, Oniki mi, daha çok mu tartışması ondan meydana gelir.

Behiç Bey- Efendim, vâki suallere cevap verebilmek için rahatsız ettim.
Varlık5- Niçin sual-cevap?.. Buraya geldiğiniz zaman niçin sual-cevap?.. Sualler insanı
aydınlatmaktan çok, safsataya, inkâra götürür. Böler, böler... Aşkta bölme yok ki!..
Her şey bütün!... Böler... Bölmedi mi?... Bölmedi mi?.. Bölünce ne oldu?... Bölenlerin
başına getirdikleri?... En büyük, erişilmez makamlarda oldukları hâlde... Azap
duydular, azap!.. Ama TEKÂMÜL için bunlar da şart değil miydi?.. Şarttı, tabii...
Her şey TEKÂMÜL için... Bunu hiç unutmayın!..

Sizin anlayışınız ne İMÂMET'ten?... Ne anlıyorsunuz?.. Ben size iyicene hepsini açtım.
Şimdi siz ne anlıyorsunuz, sizi anlıyalım. Siz de bu bilgilerden yok mu?.. İki kelime
olsun, yok mu?... Var, değil mi?

BB- Lûtfettiler, efendim.
V5- Tamam! Demek ki siz de irfan almışsınız. Ve bu gönle irfânı kim verir?...
Biri diyor ki, "Bir sahraya vardım, orda ne mümin var..."
BB- ..."ne Müslüman var.::"
V5- ..." Ne Hıristiyan var, ne bilmemne var.::"
İsmet Bey- İki kelime var orada... Ne mümin var, ne münkir... insanın olmadığı
yerde... İnsan varsa, inkâr vardır. İnkâr varsa, imân vardır. Bunlar biraz çelişkili gibi
geliyor bana.
V5- Size öyle geliyor ama, aşkta bunların ikisi de kaybolur, erir!.. Hiç bir şey kalmaz!
anlatabildim mi size?
İB- Ama bu sonsuzluk oluyor, hiçlik oluyor.
V5- İşte o hiçliği anlayacak kadar anladıktan sonra bunlar çıkar meydana.
İB- Orada kalıyorum...
V5- Siz İNKÂR ile İMÂN'ı nereden ayrı ayrı çıkarıyorsunuz?
İB- İmân olmazsa, inkâr olur mu?
V5- Çok Aşağılar'da öyle... Yukarılar'da???
İB- Ben Oralar'da değilim ki.
V5- İşte o zaman, Oralar'a geldiğiniz zaman bunu kendi kendinize anlıyacaksınız
zâten... Diyor ki... Kim diyor?... Ben mi demişim öyle?...
İdâreci- Ben bir yerde okudum.
V5- Ben size bunu açayım da, anlayın. İNKÂR ile İMÂN yok mu diyorum ben orada?
İB- "Ne mümin var, ne münkir" diyorsunuz.
V5- Tamam! Tabii hiç bir şey yok... Ne var?.. Biraz evvel konuşan beyefendi cevap
versin. Ne var orada?
Mehmet Bey- Bizim aşkımız var.
V- Tamam işte! Oldu mu?.. Biraz durunuz şimdi... Ben sizi buradan bir diğer Hazret ile
Temâs'a geçireceğim.
Medyum- .... Aaa!... YUNUS var... Şimdi Yunus iki mısra söylüyor. Bunu vermiş ama,
"Bir daha vereyim" diyor... Tam bunun yeri de, ondan.
Yaşar Bey- Bendeniz söyliyeyim mi?
V3- Hadi, söyleyin. Verdik zâten... Söyleyin.
YB-

İNKÂR DA BİR, İMÂN DA BİR
SEVEN OLUR AŞKTA KÂFİR
ŞEKL'İ BIRAK, MÂNÂ'YA GİR,
GÖNLE YAZDIK BİZ ÇOK ŞÜKÜR!...

M- Herkesin sesini alıyorum ben, ona göre...
V5- Anladınız mı?
İ- Anladık, efendim.
V5- İşte bunu demek istedim ben... Bilmiyorum ya, Fakat bunu Yunus da burada
vermiş...
İ- Evet, verdi, efendim.
V5- Şimdi yalnız ben burada bir şey açacağım, bâri gelmişken... Niçin "müslüman"
diyorsunuz? Niçin bilmemne diyorsunuz?... Neye göre bunu söylüyorsunuz?
İ- ŞEKİLLER'e göre.
V5- O versin cevap. Sormadım size!
YB- DÖRT KİTAB'ı göndermiştir.
V5- Bunu neye göre diyorsunuz? "Hıristiyan" diyorsunuz, "Müslüman" diyorsunuz...
YB- Kitaplara göre söylüyorum.
V5- Siz o Kitaplar'ın gördünüz mü hepsini?
YB- Bir kısmını gördüm.
V5- Yâni buna "Hıristiyan" derken, evelâ bunun Kitab'ını okuyup ta mı "Hıristiyan"
dediniz?.. Neye göre "Hıristiyan" dediniz?
YB- Öyle söylediler, öyle kulağımızda kaldı.
V5- Eee?.. Ne yapıyordu onlar?... Hıristiyanlar...
YB- Onlar kiliseye gidiyor.
V5- Tapıyor... Yâni ŞEKL'ine baktınız, değil mi?
YB- Evet, efendim.
V5- İşte MÂNÂ'ya gelince bu ŞEKİL ortadan kalkıyor... Demin dediğimiz durum
meydana gelir, efendim.

Bir tek cümle... Biz bu 50 yıllık Spiritualist ömrümüzde hem bu Dünyâ'da, hem Öbür Âlem'de nice Hıristiyanlar gördük ki En Üst Mertebe'de idi.... ve nice "müslüman" gördük ki, Putperest'ten daha beter paraya tapar, koltuğa tapar, mülke tapar idi. Ne kadar Aşağılar'da...

Varlık5- Eğer siz MÂNÂ'ya tamâmen inerseniz, o zaman Hıristiyan'da, Müslüman'ı,
Müslüman'da Hıristiyan'ı göreceksiniz de, ondan... Eğer Müslüman görünenler de
yalnız ŞEKL'e bağlı kalmış, MÂNÂya inanmamışsa, o da işte Putperest'tir de, ondan!
(ŞERİAT) ŞEKİL'dir ama, MÂNÂ'ya gel! Bu ŞEKL'in çok ötelerindeki MÂNÂ'ya!..

Niçin kiliseye gidiyor, tapıyor?.. Eğer tabii gönlü aydınlıksa... Ondan bahsediyorum.
Neye tapıyor yâni?.. Kendi irâdesinde miydi o?
(Hıristiyan olmak veya olmamak) Değildi!..
Ama MÂNÂ'da ne var?.. Gene O var!.. AŞK var!... Anlatabildim mi, efendim?.. Ona
demek istemişim işte orada...

HERKESİ SEVECEKSİN!... Gönlünün kapılarını ardına kadar açacaksın. Hıristiyan geldiği
zaman yüzüne kapamıyacaksın. O da ALLAH'ın Kulu... Eğer ALLAH'a aşkla bağlı ise...
Hiç kimsenin yüzüne gönül kapını kapamıyacaksın. O zaman aşktasın. Aşkta zerresin...
Bunu hiç unutma!... Oldu mu, efendim?..

Hazret-i Mevlâna böyle düşündüğü, hayatında kimseyi ayırmadığı için, cenâze törenine sâdece müridleri, Müslümanlar değil, herkes katılmıştı... Şöyle anlatılır:

- "Konya Mevlana’nın ölümüyle karalar bağlamış. Selçuklu Sultanlığı’nın
her tarafından cenaze için akın akın insan geliyordu.
Cenâze alayı, Sultan Sarayı'nın bulunduğu Alaeddin tepesini,
cenâzenin kalkacağı câmiye bağlayan ana caddeye çıktığında,
kalabalık inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Türkler, Horasanlılar,
Rumlar, Ermeniler, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler...

Herkes gelmişti. Herkes o zatla kendi meşrebince vedâlaşmak
istiyordu. Hafızlar Kuran, hahamlar Tevrat okuyordu. Hıristiyan
din adamları kendi âyinlerini yapıp Zebur´dan ezgiler okuyorlardı.
Nefirler, neyler, rebablar çalınıyor, mazharlar dövüyor, aşk şiirleri
okunuyordu. Kimi feryat figan ağlıyor, kimi başı açık, yalınayak
semâ ediyordu. Sonunda kalabalığın baskısından yürüyemez oldu
cenâze alayı. Bunun üzerine muhafızlar kılıçlarını sıyırıp kalabalığı
dağıtmaya giriştiler.

Bu sırada, başlarındaki kavuklara uzun sarıklar sarılmış bir avuç ulemâ
arasından yaşlı bir adam fırladı ve çevik bir yürüyüşle Sultan Kapısı'na
çıkan yokuşun başında duran zamânın veziri ve en güçlü adamı
Muineddin Pervâne’nin yanına gitti. Pervâne’nin yanına gidince sakalı
yere değene dek eğilip, üç kez selâm verdikten sonra, soluk soluğa:
“Ey Emirler Pâdişâhı!” dedi. “Din ulularını sana bir sorusu var:
Şeyhlerine cenâze töreni düzenleyen Müslümanlar'ın arasında
Hıristiyanlar'ın, Yahudiler'in ne işleri var?.. Bir İslâm pâdişâhının cenâze
törenine ne hakla katılıyor bu gavurlar?.. Cenâb-ı Allah’ın sevgili kulu
Mevlâna Muhammed Celâleddin’e son görevimizi yerine getirmemiz
için, emir buyurun, defolsun bu adamlar!”

Pervâne, başını öne eğerek: “Haklısın, fakih!” dedi. Sonra Yahudi ve
Hırıstiyan din önderlerini yanına çağırıp, dindaşlarını alıp buradan
gitmelerini söyledi.

“Ey, gönlü yüce Hünkârım!” dedi Peder Stefani, “Güneş nasıl ışığıyla
tüm dünyayı aydınlatırsa, Mevlâna da Hakikat ışığıyla tüm Dünyâ'yı
aydınlattı. Güneş herkesindir. ‘Yetmişiki milletin sırrını benden öğrenin’
diyen o değil miydi? Biz dindaşlarımıza çekip gitmelerini söylesek
bile bizi dinlemezler...”

Yahudiler’in önderi Hayaffa da gözyaşlarını yeniyle silerek: “Mevlâna
ekmekti” dedi. “Ekmekten kaçan aç görülmüş müdür?”

Muineddin Pervâne’ye kollarını açmak düşmüştü. Başka ne gelirdi ki
elinden?.. Hiçbir güç bu kalabalıkta Gavur'u Müslümanlar'dan ayıramazdı.
Zâten Celâleddin için 'hepsi bir' değil miydi?*

Gel, ne olursan ol, gel!
İster Tanrıtanımaz ol, ister Ateşetapar!
İster bin kez tövbeni bozmuş ol!
Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir.
Gel, ne olursan ol, yine gel!"

Varlık5- Yine Medyum'un sol ilerisinden... Biraz ilerisinden.
Timuçin Bey- Muhterem Üstâdım, Benimki sual değil. Aydınlatmak bakımından
Behiç Bey'in sorduğu birinci soru ile alâkalı olacaktır. Hazret-i Muhammed'e gelen
iki kişi hakkında tarafınızdan yaılan izâh ile bir hakikat olduğu kanısına vardık.
En başta ben...
V5- Şimdi bakın... deminki sualde esas izâha muhtaç bir tek kelime vardı.

(geçmedi) Onu ben hepinizin anlayışına bıraktım. MÜSAMAHA... Peygamberler müsamahanın
içinde olanlardır. Tamâmen müsamahadırlar. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne söylerlerse
söylesin
ler, olduğu gibi karşılarlar . Çünkü Takdir böyledir. Biraz evvelki misâlde Hazret-i
Muhammed vardı. Eğer üçüncü bir şahıs çıksa da, Hazret-i Muhammed'e daha
ağır şekilde hakaret etseydi, yine Hazret-i Muhammed onu da haklı bulacaktı.
Çünkü müsamaha göstermesi lâzım.

O biliyordu ki, bütün bunlar ALLAH'tandır. Küllî İrâde böyle istiyor. O da Küllî
İrâde'nin içindedir. Öyle olacaktı....

Her şey izâfî... Madde de izâfi, sen de, bende, o da... Biz de O Âlem'de iken izâfîydik...
Neredeyim şim di ben yani?... Türbe'de mi?..
Gönüllerde, evet... Ama neredeyim?... Niye geldim, ne yaptım, niye gittim?... Sen
zannediyor musun ki ben şimdi bu Uyuyan'la berâberim?.. Hayır!... BEN ŞİMDİ BU
UYUYAN'DAKİ O'YUM!.. Öyle konuşmakla da vazifeliyim, ışık tutmak için biraz
sizlere... Ama ben ne idim, niye geldim, niye öyle göründüm. Niye Hazret-i Mevlâna
oldum da, niye başka bir şey olmadım?.. Niye öbürsü Kuyumcu idi de, niye Çelebi
oldu?..
(Selâhaddîn-i Zerkub) Bunları izah edemezsiniz... Evet, efendim.

İ- Evet, efendim. bırakacağız. Çok ve çok yoruldu.
İ- Var mı hanımlardan sual sormak isteyen?
V5- Var, var... Medyum'un sağında.
İ- Neclâ Çarpan Hanım konuşuyorlar.
Neclâ Çarpan-

"Gönüller mekânımız
Açsınlar gönül kapılarını
Biz her gönülde yaşayan
Ve yaşatan murâdız"

demiştiniz.
V5- Aynı şeyi verdim burada, bir kere daha.
NÇ- Onun için heyecanlandım da.
V5- Hattâ buna bir şey daha bağlıyayım... Hattâ sizin gönlünüze girmek isteyenler
çoksa, icâb ettiği zaman gönül kapılarınızı kırıp fırlatın!.. Açık olsun baştan başa!..
Evet, efendim.
İ- Behiç Bey'in...
V5- Yalnız ondan sonra...
İ- Kesiyoruz. Peki, efendim.
Behiç Bey- Kur'an-ı Kerim'in bütün sûrelerini, âyetleri Besmele ile okumaya
başlammızın, her işimize besmele ile başlamamızın büyük hikmeti oluşu hakkında
lûtfederseniz, memnun olurum.
V5- Bunun cevâbını ben bir gün burada Besmele'nin mânâsını başka türlü vererek
verdim. Bir daha vereyim... Besmele'nin tam karşılığı... Tabii sizin bildikleriniz
tamâmen inandığınız gibi... Yalnız bir de bunun gönül anlayışı var... Şöyleki...
Besmele'nin tam karşılığı... gönle göre... "BENİ BENDE YARATIP, BANA RAHMET
KAYNAĞI OLAN ALLAH İLE" ....

Mâdem ki her şey O'ndan, her şey O'nunla, her şey O'na... Tabii hep O'nu
anacaksınız... Bütün hikmet bu kadarcıkta...
(Muhterem Varlık âniden ayrılır.)
M- ... Yavaş yavaş iniyorum buradan... Biraz rahatladım... Savtû Dede'nin
hücresindeyim şimdi... Bakıyor Savtî Dede... Çok yorgunum... Eİlini öptüm
Savtî Dede'nin.
İ- TANRI râzı olsun.
Varlık4- Fâtiha...
İ- Okuyalım, efendim.
V4- Herkese Fâtiha... Günahkârlar'a da Fâtiha... Onlar daha çok Fâtiha'ya muhtaç...

M- ...."Herkes" diyor Savtî Dede, "buradakilere okur ama, öyleleri var ki, okuyacak
bir tek insan yok... Onlara da Fâtiha."
İ- ALLAH kabul etsin.
M- .... Aaa!... Kapıdayım şimdi birden... Yalnız Dergâh-ı Uşşak'ın altında yine bir
yanı var... Gene ben harfleri anlamıyorum ama,... "Garipler" diyor... Ne demekse!...
Garipler... Garip... Garib'in mânâsı ne imiş, biliyor musunuz?.. Hazret-i İshak...
Şimdi o söylüyor... Ne garip?.. Ne demek garip?.. Diyor ki, "Bak, bir şey söyliyeyim,"
diyor Hazret-i İshak, "Şunu açın bakalım, azıcık... "ALLAH'ta mâlûm olup, başkalarına
meçhul olan"a ne denir?
İ- Garip.
M- .... Geliyorum... Bu sefer mezarlıktan geçiyorum yine... Girdik o mezarlığa...
Mezarlığa girdik... Haa!... Deminki Fâtiha'lı konuşmanın sebebi var... Bâzı mezar
taşlarında "Fâtiha" yok!.. soluk... Bir isim, o kadar...Bu şey demekmiş... Hazret-i
İshak veriyor... "İşte bunların kimseleri yok"diyor... "Sen" diyor Hazret-i İshak,
"bu mezar taşlarına böyle bakıyorsun, ama İNSAN YAŞARKEN DE," diyor,"KENDİ
MEZAR TAŞINA ÇARPAR. Dikkatli ol!... HEM DE KENDİNİN MEZAR TAŞINA ÇARPAR!"
İ- Doğru!... REİNKARNASYON...
M- "Dikkat! Dikkat!" diyor Hazret-i İshak... Gidiyorum... "Bakın" diyor, "Mezarlıkta
ağlamayın," diyor Hazret-i İshak. "Mezarlıkta duyulan teessür, bâzen o toprağın
altındakiler için azap olur. Dikkatli olun" diyor... "Hakkınız yok" diyor, "gidenlere
azap vermeye. Onlar müddetlerin doldurdular, gittiler." ... "Dâima yalnız siz" diyor,
"doğru yoldan gitmeye bakın, o gideceğiniz yere. Yolu sapıtmayın!"

... Hazret-i İshak'ın makamına geldik şimdi... Bitti hepsi bunların... Hiç bir şey
görmüyorum... Şimdi yalnız... bir şeyler alıyor gibiyim... Hazret dedi ki, "Artık
çok yoruldun." ... "Hiç sen" dedi, "benim elimi öpmüyorsun." ..."Aman!" dedim...
"Olsun" diyor Hazret-i İshak... Güle güle...
İ- ALLAH râzı olsun. Bir daha dua edelim, efendim.
M- ..... İniyorum aşağıya....
Varlık3-

ŞUNU DİNLE GÖNÜLDAŞIM
GÖNÜLDEDİR BENİM AŞIM
BUNUN İÇİN DERTLİ BAŞIM
YUNUS GİBİ GARİP GEZER

SANMA BENİ CENNET'TEYİM
NE KEMİKTE, NE ETTEYİM
YUNUS OLA NİYETTEYİM
SEN DE BÖYLE OL, KARDAŞIM

Onun da elini öptüm, iniyorum...
İ- Evet, şimdi sür'atle ininiz.
M- ... Hazret-i İshak... "Onu da idâre ediyorum" diyor... Neyi idâre ediyorsa...
Varlık6-

SANMA BENİ KÖR KANDİLİM
SANA BÖYLE GELİR HÂLİM

diyor NEYZEN.... İniyorum...
Varlık7-

BAKMA "GARİP" DİYE TOPRAĞIMA,
BİR AVUÇ TA OLSA
BEN BURADA İKİ BAHAR YİTİRDİM
GÖZYAŞI MEZAR TAŞIMDAN SİLİNMEYE
VE YARINLARDAN
NE BEKLİYEBİLİRİM Kİ!
BIRAK BENİ ARTIK
MEVSİMLER ÖTESİ YOLLARIMDA
AĞIR AĞIR GİDEYİM KADERİME...

Güle güle, efendim.
İ- TANRI râzı olsun.
M- .... Karanlığa girdim...
(Geri Varlığa hitâben) ... Siktir lan, pezevenk!...
İ- Sür'atle ininiz! Sâkin ve rahat olarak sür'atle ininiz.
M- Uyutamazsın! Bi bok yiyemezsin sen, eşşoğlueşşek!..
İ- Sür'atle ininiz.
M- Sıkı mı?... Hadi, uyutsana!... FRANSIZ KALTAĞI!... Hadi, uyutsana!... Doğur piçi...
sonra başına musallat ol!.. İnek!... Hadi, uyutsana!... Ne güzel de uyutuyor, ayol!...
Haa!... Tabii ya!... Sen ayrı ayrı isimde, iki ayrı yerde, ayrı ayrı görün... Değil mi,
düdük?..
(ayrılır)....

İniyorum aşağıya... iniyorum.

Çok şükür bitti... Medyum dinlendirildikten sonra uyandırıldı... Son kısım belki anlaşılamamıştır. Medyum inerken Karanlık Tabaka'da Mukaddes Hanım'ın Obsedör'ü Fransız Kadın'la karşılaştı. Bu Varlık Mukaddes Hanım'a Marie Antionette olarak görünüp, onu bilmediği Fransızca ile konuşturmaktaydı. Celseler'de oturduğu yerde onu durup dururken uyutmaktaydı. Medyum'un Geri Varlığa kızmasınnın, hattâ küfretmesinin sebebi bu... Çünkü konuşmak istediğinde belirli günlerde randevu verilip Varlığın istediği kadar kounşmasına müsaade ediliyordu. Yaptğı yanlıştı. Diğer göründüğü tip te herhalde Napolyon hüviyeti idi. Gördüğünüz gibi Medyum, yorgun olsa da, başka bir Medyum'a yardım etti.

Biz Reinkarnasyon konusunu açıklarken "Üç şekilde tesbit edilir" demiştik. Bunlardan biri Âhıret'e intikâl etmiş Varlıklar'ın yaptığı açıklamalar idi. Celse'de "İNSAN YAŞARKEN DE KENDİ MEZAR TAŞINA ÇARPAR" ifâdesi bunlardan biridir.

Bu Celse Sohbeti ve Tebliğler çok ağır... Hazmetmesi zor... Tekrar tekrar okumak, düşünmek, kitap karıştırmak, tekrar düşünmek gerektirir. Sizden onu bekliyoruz.

Ruhi Selman

selman@journalist.com


  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
    - İBN-İ SİNÂ CELSESİ
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - ZIRVA RA-KA TEBLİĞLERİ
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
    - KASYOPYA CELSELERİ'NDE ATMASYON, KITIRASYONLAR
    - RA "TEBLİĞ"LERİ
    - HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
    - VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
    - HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
    - ÜSTAT KUTHUMİ'DEN SAHTE İNCİLER
    - ARKTURUSLULAR'DAN ZIRVA MESAJLAR
    - ATLANTİS'İN KRAL RÂHİBİ THOTH'UN IVIR-ZIVIR MESAJLARI
    - BAŞMELEK METATRON ÜFÜRMELERİ