Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62

Hep deriz ya, "Aman, 'Mevlâna geldi' diye sizi kandırırlar. Her gelen o değildir. Aman dikkatli olun" ... Ama gerçekten geldiği kişiler de var. Bunlardan bir Medyum Esat Ozan, diğeri Neclâ Çarpan... Neclâ Hanım'ınki her seferinde o olmayabilir, ama bir Celse'de İrtibat'ı onaylanmıştı. Aşağıdaki Celse, Hazret-i Mevlâna'nın kendi üslûbuyla, kendi tavrıyla ve kendi haşmetli seviyesiyle teşrif ettiği Celse'dir. Orada bulunmaktan, bu kaydı almaktan ve Celse zaptının bir nüshasına sâhip olmaktan duyduğum mutluluk sonsuzdur.

Varlık1 : Mevlevî Hazret-i İshak
Varlık2:Yunus Emre
Varlık3 Hazret-i Mevlâna
Medyum: Esat Ozan
Celse İdârecisi: Ferhan Erkey
Tarih : 14 Ocak 1965
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum- .... Karanlığı geçtim.... Morlaştı... Geçiyorum... Aydınlanıyor...
Varlık- ... Merhaba!... Ben HAZRET-İ İSHAK...
İdâreci- Merhaba. Hoş geldiniz Meclisimize... TANRI râzı olsun.
V- Hoş bulduk.
İ- İrşatlarınızı bekliyoruz. Yalnız Medyum daha yüksek sesle naklederse...
M- Evet.
İ- Müsaadenizle bu akşamki hâdiselerin bir değerlendirmesini yapmanızı
rica edeceğim.
V- Evvelâ ben sorayım mı?... Evvelâ İnkâr'ı târif edin.
Sâime Ozan- Bir şeyin yok olduğuna inanmak.
V- O netice... Ben Ruh'taki târifini istiyorum... Ne oluyor da, böyle oluyor?
SO- İç âleminin gözü kulağı olmayan insanlar...
V- Evet, öyle de... Yalnız daha bir târif,,, Ben târif edeyim:

İNKÂR, KARARSIZLIĞIN MANTIK SÜZGECİNDEKİ TOTUSUDUR, efendim...
RUHUNU BU TORTU İLE BESLEYENLER, KAPKARANLIK BİR DEHLİZE
GÖMÜLÜRLER... GÖRSELER DAHİ, İNANMAZLAR, efendim.
İ- Nihâyet bu da bir TANRI vergisi değil midir?
V- HER ŞEY OLDUĞU GİBİ...
İ- Ne yazık ki TANRI bu güzel hasletleri bu kişilerden mahrum etmiş.
Bunun da bir hikmeti var.
V- Evet... İşte bu kadar düşüneceksin.
İ- Sâime Hanım diyor ki,"Senelerden sonra Rehber'i ile karşılaşmasından
memnun mu, değil mi?"
V- Biz hep vuslattayız ama, hicrânı da duyuyorduk. Şimdi tabii doğrudan
doğruya vuslata gömüldük, efendim... Evet.. Böyle konuşmak lâzım... Durun,
bakın sizi...

Yükseltin, efendim... Şimdi sizi herkesin istediği biriyle görüştüreceğim.
YUNUS EMRE ile... Çıkarın!... Azıcık derinleştirin uuykusunu!...
Yalnız çok kısa olacak bu... Ben sizin için çıkartıyorum Medyum'u...
Varlık2- .... Merhaba cânı-ı Sohbet, Sohbet-i Cân Olanlar!.. MERHABA!..
İ- Merhaba, efendim. TANRI râzı olsun. İrşatlarınızı bekliyoruz, Üstâdım.
V2- Bir tek şey söyliyeyim: AKIL AYIK OLACAK, GÖNÜL SARHOŞ!... Kâfi!..
Anlaştık mı?
İ- Anlaştık.
M-

AKIL AYIK, GÖNÜL SARHOŞ,
O ZAMAN OLUR, İNSAN BİR HOŞ!..

SO- İki şâir karşılaştılar.
V2- Ben şâir değilim ki... Biz gönülde sır olup, sırrı çözmeye çalışan
dervişleriz, efendim... Anlatabildim mi acaba?
BİZ KENDİMİZDE KAYBOLUP TANRI'YI BULANLARDANIZ... BİZ HAKİKATİ
GÖRMEK İÇİN KÖR OLMAYI İSTEYENLERDENİZ, efendim...

YUNUS DER Kİ, DİNLER GÖNÜL
ALLAH DİYE İNLER GÖNÜL!...

Halbuki bu akşam çok çabuk oldu böyle... hemen beklemeden geldi...
Buna ne denir, biliyor musunuz?

HÛU DEYİP GİRDİ HUZÛRA
BİR ŞEYLER SÖYLEMEK İÇİN HÂZIRA!..

Orhan Bey- Taptuk Emre ile münâsebetinizden bahseder misiniz?

V2- Tekrar olacak ama

TAPTUK'LA BARAK
BİTMEZ Kİ SAYARAK!...

OB- "Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm" pek hoşuma giden sözünüzdür.
V2- Bunu başka türlü söyliyebilir misiniz?
İ- Hayır... Sizden rica ediyoruz.
V2- Bir şeyler vereyim ama

HER GÜN GAMLA DOLMAK İÇİN
AŞKTA YANIP SOLMAK İÇİN

Şimdi cevap veriyorum ...
ENEL HAK'TA OLMAK İÇİN
YUNUS DİYE GÖRÜNDÜK BİZ!..

Oldu mu efendim?.. Biliyor musunuz ENEL HAK ne?..
OB- Ben HAKK'ım...
V2- Yani, ne demek o?
OB- Ben ALLAH'ım..
V2- Hâşâ!.. Hâşâ!.. Şu demek... Mecbûrum böyle konuşmaya...
TANRI KUL'DA, KUL TANRI'DA demek... "Ben HAKK'ım" DEMEK DEĞİL BU...
"BEN YOKUM, O VAR" DEMEK!... Anlatabildim mi? "BEN YOKUM, O VAR" DEMEK
ENEL HAK!... YÂNİ, BÜTÜN HAKİKATİN O'NDA OLDUĞUNU BİLMEK DEMEK...
Anlatabildim mi efendim?
İ- Evet, efendim.
SO- Medyum olabilir miyim?
V2- İNANDIĞINIZ KADAR, efendim.
(Âniden ayrılır) ....
M- Ben çok yüksekteyim... Yalnız biraz... Çok az bir zaman... Ohh!....
HAZRET-İ MEVLÂNA....
Varlık3- Gönülden geldim teşriflerinize...
İ- TANRI râzı olsun...
V3- Çok az ama... çok kısa ama... huzûrunuzda SEMÂ kesildik, efendim.
OB- Ben de içimden geçiriyordum.
V3- Çok iyi!.. Tabii gelmemin bir sebebi vardı. İşte o sebebi, gönlünüzde
haz olmak için.... Buyurun, efendim... Yalnız ben çok duramam. Bir başka
sefere daha uzun konuşuruz, efendim.
M- Çok parlak!... Söyliyeyim... Hazret-i Mevlâna'nın elini öptüm... Hazret-i
Şems.... Sultan Veled... Ondan sonra Yunus Emre geldi şimdi huzûra...
Duyuyor musunuz?.. NEY!... Elini öptüm... Kalkamıyorum Mevllâna'nın dizlerinden...
V3- Evet, efendim. Sorun... Niye sormuyorsunuz?
M- Çok uzaktan dalga dalga ALLAHU EKBER sesi geliyor...
İ- Sizi dinliyouz, efendim.
V3- Hayır, bekliyorum... Bir şey soracaktınız.
İ- Evet, efendim... Dîvânınızın bir yerinde "Ey ALLAH'ı isteyenler!.. Siz
ALLAH'sınız. İstemeye hâcet yok. Sizsiniz. Bir şey kaybetmediniz. Ne
arıyorsunuz? Sizden başka kimse yoktur. Nereye gidiyorsunuz? Evde
oturunuz. Kapı kapı dolaşmayınız. Zirâ siz hem ev, hem evsâhibisiniz"
buyuruyorsunuz... Bunu tefsir eder misiniz?
V3- "Ey gönül yoldaşları!.. Niçin avuçlarınız göğe çevirip ALLAH'ı orada
arıyorsunuz?.. Gönlünüzün kapılarını açsana" demek, efendim... Neresi
şüpheli kaldı?..
İ- "Siz hem ev, hem evsâhibisiniz."
V3- İyi ya!.. Öyle değil mi?.. "Gönlünüzün kapısını açsana" diyorm. Gönül
sizde, başka yerde mi?
İ- Hayır.
V3- Eee?.. Diğer bir ifâde şeklini söyliyeyim: "TANRI'DAN KELÂMLA BİR
ŞEY İSTEMEYİN!.. TANRI SİZİN İÇİNİZDE... O'NUNLA GÖNÜL LİSÂNİYLA
KONUŞUN!" demek istedim. İki... Bir daha söyliyeyim mi?
İ- Lûtfen.
V3- NİÇİN KENDİNİZİ TANRI'DAN AYIRIYORSUNUZ?.. Niye zıt kelimeler
kullanıyorsunuz?.. SİZ TANRI'SINIZ... ŞÖYLE Kİ, KÜL'DE DEĞİL; CÜZ'DE
TANRI'SINIZ... NE ZAMAN KÜL'E GARK OLACAKSINIZ, O ZAMAN MÜDDETİNİZ
BİTECEK... ÖYLEYSE KENDİNİZDEN İSTER GİBİ O'NDAN İSTEYİN!..
Ne yapın yâni?.. Gene İçinizde Olan'dan isteyin. "DIŞTA ARAMAYIN TANRI'YI"
demek istedim.

Burada duralım, akıl karışıklığı, kırışıklığı varsa, ütüleyip düzeltelim... Yunus Emre, ENEL HAK ifâdesini açıklarken, Orhan bey'in "Ben ALLAH'ım" tercümesini reddederek öyle olmadığını söyledi. Ama Hazret-i Mevlâna Dîvân-ı Kebir adlı eserinde "Siz ALLAH'sınız" demiş... Tabii kitabı tercüme eden ve İdâreci aynı kelimeyi kullandılarsa... Bu tam bir çelişki değil mi?..

Tabii ki değil.. İikisi aynı anlamda kullanılmamış. Orhan Bey'in kastettiği Kâinat'ı, bütün Mükevvenat'ı, bütün âlemleri yaratan ALLAH... Siz O musunuz?.. Elbette ki, değilsiniz. Ama sizi yaratan, sizinle ilgilenen ALLAH, yâni sizin ALLAH'ınız sizin içinizde. O dışarda değil!.. Siz KÜL'de, BÜTÜN'de o Kâinat'ı Yaratan ALLAH değilsiniz ama, ALLAH'ın size üflediği Ruh'ta O'nun bütün özelliklerinin cüz'i , küçücük tecellileri var. Siz Merhametlisiniz, İlim sâhibi olabilirsiniz, bütün o kudretler sizde yansır. Ve siz CÜZ'de, yâni bedeninizde ALLAH'ın bir halifesisiniz. "Ben Kendime bir halife yaratacağım" dememiş miydi ALLAH? (Bakara Sûresi, 30. Âyet) İşte siz osunuz. Ama halife gibi davranmak gerek... KÜL olmak mümkün mü?.. Ancak O'nda yok olarak!... Bunu da Yunus Emre söylemiş: "BEN YOKUM, O VAR" diyerek!..

Aslında Hazret-i Mevlâna Dîvân-ı Kebir'de hep ALLAH'a yalvarır, kendi kulluğunu, O'na duyduğu sevgiyi dile getirir. İşte bir örnek:

• "Allahım! Bitmez, tükenmez cömertliginle bana hesapsız mülkler versen,
ne kadar gizli hazinelerin varsa onları önüme koysan,
ben candan secde ederek vüzümü yerlere korum da derim ki:
'"Ey Allahım! Benim için senin aşkın bütün bunların hepsinden
daha degerlidir.' "

Yâni, yukardaki ifâdeyi bir çoşku ânında, kendinden geçtiğinde söylemiş... Yine Dîvan'dan şu beyti de Yunus Emre'yi tasdik eder:

- "Ey zavallı insan! Senin varlıgın HAKK'ın varlıgı önünde yoktur.
Yoktan ibarettir! Sen var gibi görünen bir yoksun.
îşte bu hakîkati anlarsan şaşılıktan kurtulursun."

İdâreci- "Bir de "ALLAH insanı Kendi Sûretinde yarattı" sözü var.
Varlık3- SÛRET-SÎRET meselesi bu... "Sûret" deyince hep bunu madde ile ölçmeyin.
Maddenin verdiği şekle nisbet etmeyin. "ALLAH İNSANI KENDİ AŞKI İLE YOĞURUP
YARATTI" demek o... Anlatabildim mi? .. Yoksa ŞEKİL demek değil!.. YOK ŞEKİL
ZÂTEN!.. ŞEKİL DENEN ŞEY ZÂTEN NİSBÎDİR...

Evet, efendim.. Yok, var var... İki sual var.
Sâime Ozan- Biz sormadan siz söyleyin.
V3- Yok, olmaz!... Sorun.... sor, sor... "Konya'ya geldik"... Evet, tamamla.
SO- Konya'ya geldik. O kadar arzu ettik ki, Biz gittiğimiz zaman her şeyimiz hazır olur.
Bizi Hazret çekiyor. Fakat her şey aksi çıktı.
V3- Cevap vereyim mi?... SEVİLENİN CEFÂSI, SEVENE SEFÂ GELMELİDİR, efendim.
SO- Sefâ geldi de, diğer arkadaşların yanında... Elektrikler sönük...
V3- Kabii elektrikler sönük ama, gönül dönük değil... Onun için üzmeyin,
efendim, kendinizi... Evet, bir tâne sual daha var.
Orhan Bey- Sizin İranlı olduğunuzu iddia ederler. Hangi millettensiniz?
V3- Hangi milliyet?... Ben Mevlâna'yım, o kadar!.. Ne milliyeti?... Benim
milliyetim olur mu?.. İcâb ettiği yerde, icâb ettiği şekilde göründüm, efendim.
Ama BEN SİZDENİM...

Sorsanıza ya, Hazret-i Şems'in mezarı nerede, filân...
SO- Yaa!...
İdâreci- O mu geldi aklınıza?
SO- Evet.
V3- Yaa!... Vah vah!... GÖNÜLLERDE, efendm.
OB- Yunus Emre'nin mezarı nerdedir?
V3- Ona da aynı cevâbı vereyim ama.. gene GÖNÜLLERDE diyeceğim ama...
bunu kendisinden sorun, efendim.
Medyum- .... Yunus Emre, Mevlâna'dan azıcık geride... oldukça geride görünüyor...
Burası öyle yeşillendi ki!.. Hep yeşil zâten... Yunus'un orası da yeşil... Fakat burası
daha parlak yeşil... Fakat hep tekbir sesi geliyor buradan... ALLAHÜ EKBER...
ALLAHU EKBER... ALLAHU EKBER... ses geliyor... "ALLAHÜ EKBER" diyor... Bunlar
gönüllerden fışkırıyormuş burada...
İ- Müsaadenizle anlıyamadığım iki nokta var, sorayım. Bâzı Muhteremler'e Temas
ettiğimiz zaman, bize "abdest alıp gelmemiz" söylendi. Abdest almak, Dünyâ
hayâtında din bakımından bir Şekil'dir. Halbuki o anda içimizde bir Hıristiyan
olabilir. Binâenaleyh, bu kadar Tekâmül etmiş bir Muhterem, hâlâ Dünya hayâtına
âit olan şekilleri istemesinin sebeb-i hikmeti nedir?
V3- O Şekil'den Mânâ'ya kaydırmak için, efendim... Çünkü o şekilde gelirse, bir
şeyler Ruhuna işlemeye başlayacak. Böyle... nasıl anlatayım?... böyle Buraya âit
bir şeyler duymaya başlayacak.

Bunu kim size söyledi, bilmiyorum, yalnız şu muhakkak olan bir şey var ki,
hele bu Topluluklarınız'a çok biçimsiz şekilde gelenler var... Onun için böyle
söylenmiş olabilir, çok kuvvetli
(ihtimâl) olarak...

İ- Tekâmül etmiş bir Ruh olacak...
V3- Haaa... Şimdi bana söylediler... Bu, bir defa söylenmiş, öyle bırakılmış zâten o...
Ama ÖYLE GELMEK, DAHA ÇOK DÜŞÜNCE VE DUYGULARI DAHA PARLAKLIĞA
GÖTÜRÜYORMUŞ ta, şöylece o tavsiye edilmiş... Ama fenâ da değil o... ŞEKİL
DEĞİL DE, ŞEKLİN ARKASINDAKİNİ GÖRMEK İÇİN daha çok... Yâni bu
münâsebetlerimizle "daha iyi olur, daha fenâ olur" diye değil!.. Topluluğunuz'u biraz
daha tertemiz insanlardan seçmek için bu, tedbir olarak söylenmiş... Yunus Emre
söylemiş bunu...

Burada duralım ve daha önce verdiğimiz açıklamayı bir kere daha verelim. Hem de Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nden... Hazret-i Mevlâna'nın çağdaşıdır... On kere versek, bıkmayız.

- "Pes imdi, şöyle bilmek gerek: Kem kendüyi arıtmayan, ayrukları arıtamaz."
- "Şeriat katında tene arısu degse, teni arıdur ve hem cenâbâtı giderür.
Kim ârıflar katında ne ten arı olur ve ne cenâbâtı gider."
- "Pes imdi, adam gerek kim suya yaraya, su gerek kim badasta yaraya
ve abdast gerek kim namaza yaraya ve namaz gerek kim Çalab'a yaraya!.."
- "Vay sana içünde kibr-ü hasad, buhul, adavet, tama, öyke ve gaybat,
kahkaha ve maskaralık, bunlardan maada nice dürlü şeytan fiili olsa,
suyla yunub nice arınasın?.. İmdi şöyle bil, arınamazsın!.."

Şeriat'a göre, yâni dinin şeklî kurallarına göre vücuduna su değse, abdest alsan, vücudunu temizler, cünupluktan kurtulursun. Ama Tarikat anlayışına göre, yâni şeklin ardındaki mânâyı arayan gözle bakarsan; ne vücudunu temizlemiş olursun, ne de cünüplüğün gider. Çünkü sen abdest alıp suyla vücudunu temizlemeye çalışırken; aklını, zihni, gönlünü kibirden, hasetten, cimrilikten, düşmanlıktan, tamahtan, öfkeden, kıskançlıktan, gıybetten, iftirâdan, maskaralıktan, soytarılıktan, şiddetten, saygısızlıktan, sevgisizlikten, tembellikten, kaytarıcılıktan, hırsızlıktan, huysuzluktan kurtarmadıkça; o su seni TANRI huzûrunda nasıl temizlesin?... Önce adam gerek o suya lâyık olsun... Kullandığın su, abdestte lâyık olsun, temiz olsun... Abdest gerek namaza lâyık olsun... Namaz gerek ALLAH'ın takdirine lâyık olsun!..

İşte DİN'de her bir ŞEKİL ardında böyle MÂNÂLAR gizlidir... Hazret-i Mevlâna da, "O abdest talebi, o inasın ŞEKİL'den MÂNÂ'ya kaydırmak için yapılmış" demiş... Haklı!..

Medyum- "Ne yapayım?" diyor Yunus... İzin aldı Mevlâna'dan... söylüyor şimdi...
"Ne yapayım?" diyor Yunus... "Karşımda" diyor, "öyle oturuyor, öyle konuşuyor,
aklından öyle şeyler geçiriyor ki, iş kötü!" diyor...
"Ne yapacaktım?... 'zahmete sokayım da,' dedim, belki bu zahmete katlanamaz da
gelmez... veyâhut korkar ... Onun için."
İ- Özür dilerim, fikri bağdaştıramamıştım.
V3- Yoo, hayır. Şekli yine bir yana atın siz... Çünkü BEDEN TEMİZLİĞİ DEĞİL,
RUH TEMİZLİĞİ!..
İ- İkinci sualım: İnsanların Bekâ'ya intikâli ânında, nâşını gömerken hocanın vermiş
olduğu bir Talkın vardır. Bu Talkın'da hoca mevtânın annesinin adını anar.
Bu doğru mu, değil mi?
V3- Bu âdet benim zamânımda da vardı... Ben şunu şöyle bağlıyayım... O kadar
bağlıyabileceğim. Çünkü yok.. başka bir şey söyliyemem... Ben de söyliyemem
yâni... ÖYLE ANILMASI LÂZIM... Çünkü dâima insan, sıcaklık bakımından ana
kâlbinin eseridir de, ondan, efendim... Anlatabildim mi?..
Aklınıza geleni söyleyin, istiyorsanız... "Babası şey miydi?" filân da... Öyle şey
düşünmeyiz biz.. Öyle şey olmaz.
İ- Ama bugünün anlayışıyla babası olmayanlara âittir o tâbir.
V3- ....
(Babası) belli değil , filân. Hayır, hayır!
İ- Daha doğrusu belli olmayanlara âit... Din, cemiyeti o kadar kötü kabul ediyor ki...
V3- Evlâda ana sâhiptir, karnında taşıyan...
İ- Ama babanın kanını taşıyor.
(Bu doğru değil. Çoğu kan testinde ananın
kan grubu çıkıyor. benim de öyle. Siz de kontrol edin.)
V3- Ama işte mâder...
İ- Gene "baba çocuğu" denir.
V3- Niye deşiyorsun? .. Hangisi kat'i söylenebilir öyleyse?
İ- Her ikisinin de söylenmesi lâzım.
V3- "Lâzım" değil, hangisi kat'i söylenebilir?...
İ- .....
V3-Hangisi kat'i söylenebilir?
İ- Anne.
V3- "Ahmet, Mehmet'in oğludur" demek mi daha kat'i, "Ahmet, Ayşe Hanım'ın
oğludur" demek mi daha kat'i?
İ- Ama burada bir itham oluyor.
V3- Hayır!.. Bunun şeyle münâsebeti yok, mezardaki şeyle... Ben... Siz mevzuyu
genişlettiniz de, cevap veriyorum şimdi...
İ- Cemiyette benim babam için bir darbedir.
V3- Ben size diyorum işte... Bunun bir rolü yok... Öyle gelmiş, öyle gider.
Anlatıyorum vaziyeti.
İ- Her ikisi de söylense, ne olur?
V3- Olur. Hiç söylenmese de olur. Hadi açayım öyleyse...Söylüyor da, ne oluyor?
Hangi imam ses almış?.. Onu öyle bil işte... Mâdem istiyorsun, söyledim...
Öyle bil. Âdet, âdet!... HİÇ BİR ZAMAN ÂDETLER ESÂSA GİREMEZ!... Söylemek
istemedimdi. Senin dediğin ŞEKİL bu işte...
İ- Ben de bunu istiyordum. teşekkür ederim.
V3- Yalnız ben şimdik huzurdan ayrılacağım. Yunus'u veriyorum. O da duramıyacak..
Hazret-i İshak'ı verecek. Onunla da azıcık konuşun.
İ- Bir emriniz varsa, lûtfedin.
V3- Bu akşam işte geldim. Beni gönülden istediler, geldim... Geleceğim, hep
geleceğim... Çünkü sizin Medyumunuz bizim çok eski âşinâmız... Hattâ onunla
neyi hâllettik, biliyor musunuz?.. Asıl onları sorun bana.
İ- Lûtfedin.
V3- Meselâ... ama bunu söylemiştir ya, Medyum... Neyse... Tabii "Uyurken
söylemiş" diyeceğim. Çünkü esas uyanık hâli şimdi Medyum'un... Şimdi, efendim,
onlara bir sır vermiştik. Demişlerdi ki, "ALLAH'IN RAHMETİ'NİN HUDUDU NE
KADARDIR?" diye bir sual soruldu.

CEVAP: "Bunu, niçin Kıyâmet Günü var? .. niçin günahlar, sevaplar tartılacak?..
O günü idrak edin, o zaman cevâbını kendiniz vereceksiniz," dedik. Burada
durdular. Onu şimdi vereyim size. Çok iyidir o... ve çok rahat bulacaksınız.

ALLAH'IN RAHMETİ O KADAR GENİŞTİR Kİ, O TARTI GÜNÜ'NÜN OLMASININ
SEBEBİ AF İÇİNDİR, AF!... ALLAH SİZİN DURUMUNUZU BİLMİYOR MU?.. Ne kadar
günahkârsınız, ne kadar sevâbınız var, biliyor... NİÇİN TARTTIRIYOR?.. Tartı,
tabii anladığınız mânâda tartı değil ya, neyse... Niye?.. AF ETMEK İÇİN!..
RAHMETİNİN HUDUTSUZU OLDUĞUNU İSPAT ETMEK İÇİN, O KIYÂMET GÜNÜ
ÂYETLE GEÇMİŞTİR...

İ- Benim için bir şey söyler misiniz?
V3- Metih mi edeyim?
İ- Hayır. Beni bana anlatınız. noksanlarımı...
V3- Ben, seni sana değil; sen, seni sana anlatacaksın!.. Anlatabildim mi?
KENDİNİ, KENDİNE ANLAT!.. Eğer kendin, kendini huzurda buluyorsan,
Tekâmül'desin, efendim.
İ- Çok şükür. Noksanım yok mu?
V3- Hepimizin noksanı vardır. Zamanla kendi noksanını kendin idrak edeceksin.
Tashih edip yürüyeceksin. KİMSENİN NOKSANINI YÜZÜNE KARŞI SÖYLEMEK
BÜYÜK HATÂDIR!.. Anlıyacaksın. Zâten anlarsın. Sana anlattırırlar, noksanını.
Şimdi bunu deşme... Evet, efendim... Güle güle!..
İ- TANRI râzı olsun.

Burada durup artık biraz açıklama yapmak, bir de az bilinen kelimeleri vermek gerek... Önce kelimeler... Başka yerlerde de verdik ama tekrarlıyalım:
SÛRET , "görünüş, biçim, yazı veya resim kopyası, nüsha, yol, tarz, resim, fotoğraf, yüz, çehre, surat, İslam felsefesinde varlığın görünen yanı, beş duyu ile algılanan yönü" demektir.
SÎRET , "bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı, karakteri, kişiliği, davranışı, bir kimsenin mânevî durumu, tabiatı hâl ve gidiş, hâl tercümesi, Hz. Muhammed'in hâl tercümesi, nefs, bir kahramanın ya da kavmin efsânesi" demektir. Genelde ve Celse'de "dış görünüş- iç durum" anlamında kullanılır. SÛRET, ŞEKİL, SÎRET, MÂNÂ yönü demektir.
NİSBET , "münâsebet, yakınlık, bağlılık, ilişki, ölçü" demektir.
NİSBÎ , "göreli, göreceli" demektir.
BADASTA , "abdest" demektir.
BUHUL , "cimrilik" demektir.
ADÂVET , "düşmanlık" demektir.
GIYBET , "dedikodu" demektir.
MÂDER , Farsça "anne" demektir.
METH , "övgü, övme" demektir. Celse'de "metih" diye geçmiş.

Talkın'ın ne olduğunu Ölüm ve Sonrası sayfamızda uzun uzun anlattık. Âdettir, ama güzel bir âdettir. Bizce Arapça olması şart değildir.

Kıyâmet'le ilgili pek çok âyet var. Biz bir tânesini buraya alacağız:

- "Sana, ne zaman kopacak diye Kıyâmet vaktini soruyorlar.
De ki; onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır.
Onu tam vaktinde koparacak olan O'ndan başkası değildir.
Onun ağırlığına göklerde ve yerde dayanacak bir kimse yoktur.
O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun
gibi sana soruyorlar. De ki, onun bilgisi Allah katındadır.
Fakat insanların çoğu bunu bilmezler."

(Araf Sûresi , 187. Âyet)

Varlık2- Buyurun. Ben Yunus Emre...
Birisi- Bizim okulda birisi var. Bu işe inanmıyor. Lûtfen onun adını verer misiniz?
V2- Haa, o olmaz burada. O FAL olur.
Orhan Bey- Mezarınız nerede?
V2- Çok tatlı akan, çok tatlı bir su sesi olan yerin yanındayım ben, efendim.
OB- Sarıköy'de mi?
V2- İşte nerede varsa o su, neredeyse, oradayım. Evet, oradayım...

Şimdi efendim, inanmak, inanmamak hiç bir şey ifâde etmez. Herkes
gönlü alabildiği kadar inanır. Onun için bu Toplantılar'a gelir. Onun o andaki
kâlp vaziyeti anlaşılır ve onu inandırmak için başka şeyler yapılır... Ne olur
meselâ?.. Annesinin adı Zehra'ymış.. Ne olur? Ayşe'ymiş... Ne olur?...
Fatma'ymış... Ne olur?... Bu değil ki mesele...

OB- Şiirlerinizden bir tâne okur musunuz?
V2- Onları bilemem efendim, ben... Bıraktıklarımı bilemem, size... Bendeki
bütün Dünyâ'ya âit ihsaslar silindi... Ben ancak gücümün yettiği kadar verebilirim.
OB- Lûtfedin.
V2- E, verdik çok... Veririz gene... Hazırlayın... Bu böyle âni yapmayın bunu...
Yalnız bunların hepsi bulunsun, efendim. Olmaz mı?
İ- TANRI râzı olsun.
v1- ... Hazret-i İshak... Oldu mu gönülleriniz?
İ- Çok şükür, paslarımız biraz silinmiş oldu.
V1- Nedir o pas?... Kim cevap verir?
İ- Egoizmadır.
V1- Anlamadım o kelimeyi... Ben, diyorum, bilme o kelimeyi... Gönül pası
nedir?
İ- Bencillik.
V1- Neyse... Onu da anlamadım ya... Ben yalnız anladığımı söyliyeyim.
"Pes" dediğiniz ne?... Onu neyle sileceksiniz?
İ- İhtiraslarımız... İbâdet etmeyip te gönülde tortulaşmış kirler.
V1- ŞEKİL ibâdeti değil, değil mi efendim?.. Haset, kin... Değil mi, efendim? ..
Bunlar hep pas...
İ- Evet.
V1- BU PASI YALNIZ TANRI NÛRU SİLER!.. Bu nûru da, gönlünü TANRI Işığı
ile dolduranlar ancak içinde taşıyabilir.
İ- Evet.
V1- Bak, şimdi söyliyeyim mi ne geçiyor?...Söyliyeyim mi inandırmak için?..
ne geçiyor?.. Hadi, sorun bakalım. Hastalıktan sorun.
Bir Hanım- Şeref Bey'in geçirdiği rahatsızlık kâlple mi ilgilidir?_
V1- HER ŞEY KÂLPLE İLGİLİDİR, efendim. Ama her şeyi kötüye doğru
götürmeyin, sakın. Yolunuz çizilmiştir, efendim. Kimse ne koparabilir,
ne uzatabilir. Hiç üzmeyin canınızı.

Artık çok geç oldu... Güle güle, efendim... ÖLÜLERİNİZİ İYİ ANDIĞINIZ
NİSBETTE ONLAR DÂİMA HUZÛRA DOĞRU YÜKSELİRLER, efendim.
Güle güle!...

Celse'nin bundan sonra kısmında iki Varlık daha var ama, bu derin sohbetten farklı bir Ortam yaratacağı için onları başka zaman aktarırız.

Dikkatinizi çekmiştir, Hazret-i İshak'ın "Gönül Pası" üzerine söyledikleri Hacı Bektaş'ın açıklamalarına denk düştü, değil mi?... Zâten hepsi birbirine, sonra da Hazret-i Muhammed'e ve KUR'AN'a bağlanır.

- "ALLAH sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz,
ancak kâlplerinize ve amellerinize bakar."
HADİS

- "Göklerde ve yerde olanları bilir,
gizlediklerinizi ve açıkladıklarınızı da bilir
ve Allah kalplerin derinliklerinde olanı da bilmektedir."

(Tegâbun Sûresi , 4. Âyet)

****


Sözümüzü tuttuk. Hazret-i Mevlâna'dan bir Celse verdik. İlerde daha da veririz inşaallah... Şimdi aynı Medyum'dan bir başka Celse... o da çok besleyici... Tabii Ruh'u...

Varlık1 : Mevlevî Hazret-i İshak
Varlık2. Hacı Bayrâm-ı Velî
Varlık3 Ahmet Râsim
Varlık4: Yunus Emre
Varlık5: Âşık Yunus
Varlık6: Geri Varlık
Medyum: Esat
Tarih : 12 Ocak 1965
Usûl : Hipnoz yoluyla rûhî infisâl
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar

Medyum- ..... Bir ses.... "Sonra, sonra" diyor....
Varlık1- HAZRET-İ İSHAK...
İdâreci- Hoş geldiler. TANRI râzı olsun Üstâdımız'dan.
V1- Hoş bulduk... Sizlerden de...
İ- Emir ve irşatlarınızı bekliyoruz. Lûtfedin.
V1- Şimdik... Biraz aşağı indiriyorum kendisini... Ondan sonra yukarı çıkarıp ,
daha yukarı çıkaracağım... Sonra bende karar kılınacak ve bitecek, efendim.
İ- Yalnız Medyum daha yüksek sesle konuşsun.
V1- Evet... Şimdi Aşağıdaki Makam'ın sâhibi var. HAZRET-İ BAYRAM...
Ona gönderiyorum... O...
M- .... Düşüyorum!... Düşüyorum ben.... Ohh!... İşte.... Neş'e var gene...
Bayram.... "Getireceğim" diyor şimdi.... Getiriyormuş... Gelmek istemiyormuş...
"Ama" diyor, "ben şimdi söylerim." ... "Geçen sefer oldu" demiş... Yalnız, "Gelecek" diyor Bayram...
Varlık 3- Hoş geldik, efendim.

Burada bir yanlış anlama olmasın... Doğrusunu ALLAH bilir ama, Hazret-i İshak'ın "Aşağıdaki Makam" dediği yer, gelen Üçüncü Varlığın bulunduğu Makam... Hacı Bayram Hazretleri'nin bulunduğu değil... Hacı Bayram, o Makam'ın sâhibi, belki yöneticisi... Bakalım, gelen Varlık kimmiş?

İdâreci- Hoş geldiniz.
V3- Kusura bakmayın, efendim.Levha-yı hazinimle gözünüzün zevkini bozmak
istemedim de, ondan efendim... Ben AHMET RÂSİM, efendim.
İ- Muhterem Üstâdım, geçen Celse bize bir şarkı güftesi verdiniz. Fakat
kelimeleri tam olarak dizemediğinizi bildirdiniz.
V3- Hatırlıyamam efendim, şimdi onu.
İ- Müsaade ederseniz, ben okuyayım.
V3- Evet. yorulmazsanız, buyurun.
İ-

MEHTAP ERİYOR İNAN BAKIŞINDA
BİR TATLI HAZ VAR GİBİ GÖNLE AKIŞINDA
KÂFİR ALDATTIN,
NE MÂNÂ VAR O ÇİÇEK TAKIŞINDA

Burada kafiyeler tutmadı, Üstâdım. Gerçi "düzeltebilirsiniz" dediniz ama,
bu bizim selâhiyetimiz dâhilinde değil. Mümkünse siz düzeltin. Lûtfedin.
V3- Bunu siz yapın, efendim.
İ- Lûtfediniz, efendim. Hattâ biz bunun bestesini de rica edecektik sizden.
V3- Çok müşgül, efendim... Dünyâ'daki hüznün gönlümüze işleyen melâlini
silemedik, efendim... O dursun da... Bir iz var bende, silemiyorum... mümkünse,
yormazsam sizi, ondan konuşalım, efendim.

Bu gibi durumlara başka Celseler'de de rastladık. Varlık bir şiir verir, Medyum alamadğından, iyi nakledemediğinden vezni düşük, kafiyesi bozuk olur. Bâzısını biz düzeltiriz, bâzısını da ya kendileri, ya da vazifelendirdikleri daha Alt Seviye'den bir Varlık düzeltir. Ahmet Râsim merhum daha önce verdiğimiz bir Celse'de gene bir güfte vermiş, Sâdi Hoşses bunu bestelemiş ve okumuştu. o sayfada Ahmet Râsim hakkında bilgi de vermiştik.

İdâreci- Buyurunuz.
V3- Evvelâ, bir şey öğrenmek istiyorum sizden... Bir semt-i Vefa vardı
İstanbulumuz'da, var mı?... Var mı gene?
İ- Evet, var.
V3- İşte o Vefa, bendenizin kâlb-i perişânını bir akşam hüznüne boğan, işte
o Vefâ'dır, efendim. Orada gün doğarken, benim kâlbimde gurup oluyordu,
efendim.
İ- Nedir bu, efendim?
Medyum- ... Neşeleniyor gene...
V3- Evet... Gene bir şey mi istiyorsunuz?.. Geçen seferki gibi mi olsun?
İ- Geçen seferkini düzeltmiyecek misiniz?
V3- Onu yaparız da... Şimdik Vefa var... Yalnız huzûrunuzu çok fazla meşgûl
etmiyeceğim, efendim. BENİM DURUMUM DOLAYISİYLE, ÇOK FAZLA MEŞGÛL OLMAM
LÂZIM KENDİMLE...
İ- Buyurunuz.
V3-

BÎVEFÂSIN SEVGİLİM, VEfA'LI OLDUĞUN HÂLDE,
PÜRHANDESİN, NEŞVEDÂRSIN, CEFÂLI OLDUĞUN HÂLDE

Şimdi burası bana uyacak gibi... Meşrebime uygun, efendim. Söylüyorum
üçüncüyü.

ÇEK TE ARTIK, DEF-İ GAM ET, ŞÖYLE MAHMÛR OL BİRAZ
GEL DE MECLİS NEŞ'ELENSİN, SEFÂLI OLDUĞUN HÂLDE

Huzûrunuzdan müsadenizi istiyeceğim.
İ- Öbür şiiri de tamamlıyacak mısınız? .. Rica ediyorum.
V3- Okur musunuz?
İ-

MEHTAP ERİYOR İNAN BAKIŞINDA

Bir tatlı haz var gibi gönle ...
V3-
BİR TATLI HAZ VAR, GÖNLE AKIŞINDA

İ- Kâfir aldat...
KÂFİR, ALDATTIN BENİ, SÖYLE NEDEN?
MÂNÂ ÇIKIYOR GÖĞSÜNE ÇİÇEK TAKIŞINDA

İ- Değişti. (ve düzeldi)
V3- Beni tanıyan mı var, efendim??... Beni tanıyan mı var?
İ- Evet, Rûşen Kam Bey tanıyor.
V3- Öyleyse nemli bakışların benim kâlb-i perişânımda,, gönl-ü virânemde açtığı
derin rahleleri çok iyi bilirler.

Bir şey söyliyeyim huzûrunuzda... Sakın ağlatmayın!.., Ağlattığınız kadar gözyaşına
boğulacaksınız... Çok ağlattım... ağladım, ama ağlatmak daha fazla idi. Hem de
beni kanatların alan zevcime çok ağlattım... Onun ızdırâbını hâlâ çekiyorum, efendim.

Bilemezsini bu ne derindir!... Karşılaşanlar bilir... En yakınınızın gözlerinde iki
damla yaş ve siz onların ızdırâbını içemeden bir kadehten, zevk almak için
hânenizi terkediyorsunuz. İşte bu... Güle güle, efendim.

İ- Nur içinde yatın. TANRI râzı olsun.

Üstat düzeltti ama yine aceleye geldi. 1, 2 ve 3. mısralar 11'er hece... 4. mısra 14 hece oldu, gene tutmadı. Onu da biz düzeltelim:

MÂNÂ ÇIKIYOR ÇİÇEK TAKIŞINDA

İkinci husus Ahmet Râsim dostumuz zevcesini ağlattığı için hâlâ ızdırap çektiğini bildiriyor, DURUMUM DOLAYISİYLE, ÇOK FAZLA MEŞGÛL OLMAM LÂZIM KENDİMLE" diyor. Geri bir Varlık değil... Ama Dünyâ'da yaptıklarının, cezâsını diyelim, çekiyor... Neyzen Tevfik de bir Celse'de şöyle demişti:

- Biz azaptayız daha.. İyice kurtulamadık. İşte okuyun, olur mu?..
bizim gibiler için dâima okuyun.

O da Geri bir Varlık değildi. İçkiden fazla çektiğini sanmam ama, Dünyâ'daki hatâlarından dolayı azap çektiğini, zamanla kurtulduğunu biliyoruz. O Celse'yi de verdik... Yaylız burada ekleyelim, Ahmet Râzim dostumuz karısını ağlattığı için böyle çekiyor. Ya karısını, kızını, sevgilisini, , ya da hiç ilgisi olmadığı hâlde asıldığı kadını döven, yaralayan, öldürenler acaba nasıl zekiyor Öbür Âlem'de?... Bir düşünün!

Yeri gelmişken az bilinen kelimeleri ve deyimleri de verelim.
LEVHÂ-YI HAZÎN , "üzüntü veren, kederlendiren levha, resim" demektir. Yâni Varlığın görüntüsü...
HÜZÜN, "üzüntü, keder, gam" demektir.
MELÂL , "can sıkıntısı, dert, keder, usanç" demektir.
GURUP , "Güneş'in batması, batış, Ay, Güneş, yıldız ve benzeri gök cisimlerinin ufkun altına inmesi" demektir.
VEFÂ , "sevgiyi sürdürme, sevgi bağlılığı, sözünde durma, dostluğu sürdürme, sözünde duran, dostluğu sürdüren" demektir. BÎVEFÂ , "vefâsız, sözünder durmayan, sevgi bağını sürdürmeyen" anlamındadır. Üstat çok güzel bir bağlantı kurmuş, "Sen Vefâlı'sın, Vefâ semtinde oturuyorsun ama, Vefâsız'sın" demiş... "Orada gün doğarken, benim kâlbimde Güneş batıyordu" ifâdesi de nefis...
PÜRHANDE , "neş'e dolu, çok gülme ve sevinç dolu, sevinçli, neşeli" demektir.
NEŞVEDÂR , "keyifli, neşeli" demektir.
CEFÂ , "eziyet, zulüm, çile, büyük sıkıntı "demektir.
DEF-İ GAM ETMEK , "gamı, kederi terketmek" demektir. Bunun için "ÇEK KAFAYI" diyor
MAHMUR , "sarhoşluğun sebep olduğu sersemlik içinde olan, uykudan sonra üzerinde sersemlik, ağırlık bulunan (kişi), uyku basmış, ağırlaşmış, yarı baygın göz., süzgün, dalgın bakışlı (göz)" demektir.
SEFÂ , "gönül rahatlığı, rahatlık, kaygısız ve sakin olma, eğlence, zevk, neşe" demektir. Üstat VEFA, CEFA ve SEFA kelimelerine birbirine çok güzel bağlamış. Nur olsun!..
MEŞREP , "yaradılış, huy, karakter, mizaç, davranış biçimi" demektir.

Medyum- ... Yükseliyorum ben... Çok aydınlandı... Bakamıyorum... Yeşil gene...
Korkunç bir yeşil... Bakamıyorum hiç!.. Oradayım...
Varlık4- Merhaba sohbet-i Cân, Cân-ı Sohbet Olanlar, merhaba!..
İdâreci- Merhaba, efendim.
V4- Yunus Emre, efendim.
İ- TANRI râzı olsun. Hoş geldiler.
V4- Sormak isterim... Bundan evvel verdiklerimi buldunuz mu, benim
bıraktıklarımda?... Bulan var mı?... Zâten bilmiyorum ki ne bıraktım size...
Onlar benden çoktan silindi. Aldattım mı, aldandım mı, bilmiyorum ki, işte...
İ- Vermiş olduğunuz şiirleri arkadaşlara yaydım. Dîvânınıza baktım, bulamadım.
Benzetmeler oluyor. Fakat aslını bulan çıkmadı.
V4- Nasıl benzetme meselâ?
İ- Meselâ şey üzerinde durdular.

GAM BAĞINDA ÖTEN BÜLBÜL
GÜLÜ DEĞİL, HÂRI İSTER.

İ- Aşta cefâ bulan gönül
V4- Hayır!..
AŞKTA SEFÂ BULAN GÖNÜL

İ-
CEFÂ VEREN YÂRI İSER...
V4- Evet.
İ-
GÖZDE YAŞTIR GARİPTE CAN

Mânâda aşk, dinde imân
V4-
MÂNÂDA AŞK, DİLDE İMÂN

İ-
YANMAKTAN HAZ DUYAN İNSAN
CENNET'TE DE NÂRI İSTER...

İ- "Bu şiir var" diye iddia edildi.
V4- Dîvânımda mı?
İ- Ben baktım, yoktu.
V4- Hiç bir yerde yoktur, efendim. Hayır, hiç bir yerde bulamazlar.
İ- Bulan da getirmedi.
V4- Yok ki!... Bilemem ki o zaman ne söyledim.
İ- Evet.
V4- Ben bir şey konuşmak istiyorum.
İ- Buyurunuz.
V4- ŞEKİL'le MÂNÂ arasındaki münâsebeti kim izah edebilir, efendim?..
Bunu soruyorum diye, kendimi bir yerde zannediyorum, sanmayın!
Asla gurur yok Sohbetimiz'de!.. Cân var, cân!..
İ- Müsaade ederseniz, Medyum'u arkadaşlara bağlıyorum.
V4- Hoş olur.
Behiç Bey- Mânâya ulaşmak için muhtelif zuhûrata verilen isimler olarak
kymetlendirmek istiyorum.
V4- Yâni, Tekâmül'e hangisi götürür? MÂNÂ mı, ŞEKİL mi?
BB- MÂNÂ, efendim. ŞEKİL vâsıta oluyor.
V4- Tabii... Şu halde buradan bir yere atlıyacağım. Yalnız ben, efendim,
faydalanıyorum konuşurken... ŞERİAT ŞEKİL Mİ, MÂNÂ MI?..
BB- ŞEKİL'dir, efendim.
V4- Şu halde TEKÂMÜL'e mâni mi, değil mi?
BB- Dereceye göre değişir... Üçüncü derecede olanlara mâni teşkil eder,
fakat birinci derecede olanlara asıldır.
V4- AMA ŞEKİL ASIL OLDUĞU ANDA DA, MÂNÂNIN DEĞERİ YOK MU?
BB- Mânânın değeri asıldır onda da.
V4- Şu hâlde YALNIZ ŞEKLE KAPILIRSA, Bütün ümidini ŞEKL'e bağlarsa,
MÂNÂ ortadan kalkar. neticede ortaya kim çıkar, biliyor musunuz?
İMAM!... doğru mu?
BB- Evet, efendim.
V4- Niye böyle konuştum, biraz sonra açacağım. yalnız düşünuyorum da,
biri var şimdi yanımda benim... Onun da ismini söyliyeyim. ÂŞIK YUNUS o da...
Bir başka Yunus... Çok Yunus var bizim Kat'ımızda... Bu da Âşık Yunus...
O diyor ki... "Hazret," dedi bana... "Konuş ta, sonra ben bunlara bir okuyayım,
bak ne olacak?" ... Kabul eder misiniz Âşık Yunus'un okuyacağını sonradan?
İ- Çok teşekkür ederiz.
M- Yunus.... Yunus....
V4- Şimdi buradan alıyorum MEZHEB'e... MEZHEP ne?... ŞEKİL mi, MÂNÂ mı?
BB- ŞEKİL...
V4- ŞEKİL olduğuna göre, gene TEKÂMÜL için ne yapıyor?
BB- Vâsıta oluyor.
V4- Olamıyor ama pek...MÂNÂ kadar vâsıta olamıyor... Şu halde MEZHEP de
ikinci dereceye düştü. EĞER MEZHEB'e sarılırsa, ne çıkar?... HOCA!.. Eğer sese
bayılırsa, MÜEZZİN... Tembelliğe bayılırsa MESCİT çıkar... Ama eğer DERVİŞ
gibi MÂNÂ'ya bayılsaydı, GÖNÜL çıkacaktı o zaman... Bu çıkmadığı için, ne
durumdasınız acaba?.. İyi misiniz, kötü mü?
BB- Pek iyi sayılmayız, Üstâdım.
V4- ŞEKİL, ŞEKİL, ŞEKİL!... Bizim zamânımızda da öyle idi. Hep ŞEKİL!.. Ve
b.ütün kıymetinizi ŞEKİL'den alırsınız... Beş vakit mi kılıyor?... TAMAM!..
Cennet'in kapıları ardına kadar açık!..

Burada mutlaka durmamız lâzım, çünkü şimdiye kadar olanları okuyanlar bizi zındıklıkla, dınsızlıkle, imânsızlıkla suçlayabilirler. Hiç öyle değiliz!

ŞERİAT, dinî sözlüklerde "Kur'an'daki ayetlere, Hz. Muhammed'in sözlerine dayanan İslam Kanunu, İslam Hukuku, Allah tarafından peygamberleri vasıtasıyla bildirilen hükümlerin hepsini kapsayan ilâhi kanun" diye verilir. Bir yoruma göre de "itikat (inanç), ahlâk ve amelle ilgili bütün hükümleri kapsadığı için dinle eş anlamlıdır. O yüzden ŞERİAT'ın kendisine karşı çıkılır mı, hiç?.. Çıkılmaz!.. Bir zamanlar ortalıkta "Kahrolsun ŞERİAT!" diye bağıranlar vardı. Bunlar "İSLÂM kahrılsun" dediklerinin farkında değillerdi!..

İslâm Ansiklopedisi "İslâm’a ait dinî, ahlâkî ve hukukî hükümler bütünü anlamında bir terim" diye bir târif yapmış ve Mahmut Aydın şöyle bir açıklama getirmiş:

- "Şeriat ve Din arasında bir ayırımın yapılmadığı Hindu geleneğinde, dinî hukuku
ifade etmek için DHARMA ve VYAVAHARA terimleri kullanılır. “Kanun, hakikat, öğreti,
sâlih amel” gibi anlamlara gelen DHARMA kavramı hem dinin, hem de hukukun temelidir.
Hindu geleneğinde DHARMA, içinde Evren'in ideâl, ahlâkî ve ezelî düzeninden ortaya
çıkan spesifik kuralların yer aldığı doğal bir "yasalar sistemi"dir."

"YAHUDİ ŞERİATI için HALAKHA (gidilecek yol) terimi kullanılmaktadır. Bu terim
Tevrat (Tora) Yasaları, sonraki dönemlerin ürünü olan Talmud ve Rabbânî Yasalar'la
Yahudi gelenek ve görenekleri dâhil bütün "Yahudi dinî hukuk külliyatı'nı ifade eder.
İbn Meymûn’un "Mişna Tora" ve Yosef Karo’nun "Şulhan Aruh" adlı hukukî eserleri
buna dâhildir. "

"Hıristiyanlık’ta. ŞERİAT / hukuk terimi kanonik İnciller arasında târihî açıdan ilk İncil
olan Markos’ta geçmez; Matta’da 8, Luka’da ise 10 yerde kullanılır. Bu İnciller’de ŞERİAT
teriminin genellikle Ahd-i Atîk’in ilk 5 kitabı olan Tevrat’ı ifade ettiği görülür
İnciller’de yer alan ŞERİAT ve peygamberler ifâdesiyle genel olarak Ahd-i Atîk
kastedilmiştir."

"Îsâ sonrası dönemde Pavlus’un Şam yolunda geçirdiği vizyon sonucu Mesîh tarafından
milletler (gentileler) havârisi olarak tayin edildiğini ileri sürmesine kadar, ne Hz. Îsâ için,
ne de onun havârileri için MÛSÂ ŞERİATI sorun teşkil etmiştir. ÎSÂ, ŞERİAT'i benimseyip
emir ve yasaklarına uymuş, taraftarlarını da uymaya çağırmıştır. :
“ŞERİAT'ı, yâhut Peygamberler'i yıkmak için geldiğimi sanmayın! Ben yıkmaya değil,
tamamlamaya geldim” demiştir. (Matta, 5/17). Hıristiyanlığı yeniden şekillendiren Pavlus
ŞERİAT'ı, Yunanca NOMOS kelimesiyle ifade etmiş, bu terimle 'Tanrı tarafından Sînâ’da
Mûsâ’ya verilen ilâhî emir ve yasaklar"ı kastetmiştir. Pavlus, NOMOS terimiyle Sînâ’da
Mûsâ’ya verilen ŞERİAT'ı kastetmekle, onun sâdece Yahudiler'i alâkadar ettiğini, Yahudi
olmayanların (gentileler) ondan istisna kılındığını imâ etmiştir. Pavlus’un MÛSÂ ŞERİATI'yla
ilgili olumsuz tutumunun bir sebebi de, ŞERİAT'ın İnsanoğlu'nu boyunduruğu altına alıp,
tutsak hâline getirdiğine inanmasıdır. Çünkü ŞERİAT'tan önce sorumluluk ve cezaî
müeyyide yoktu. ŞERİAT, sâdece günâhın tanınıp bilinmesini ve onun Dünyâ'da daha da
artmasını sağlamakla kalmamış, İnsanoğlu'na sorumluluk duygusu yükleyerek, onu
köleleştirmiştir." (Romalılar’a Mektup, 7/9-10).

Böylece hemen her dinden ŞERİAT'e nasıl bakıldığını gördük. Bir de ŞERİAT gibi uygulanan TÖRE var ki, yanlış olarak "töre" zannedilenler yüzünden ne büyük ızdıraplar çekildiğini de hemen her gün televizyondan seyrediyor, gazetelerden okuyoruz. Adam kendinden boşanan karısını öldürmeyi TÖRE sayıyor. Halbuki ne TÜRK TÖRESİ'nde, ne İSLÂM ŞERİATI'nda böyle bir hüküm var. Tam tersine, daha dün okudum:

- "Kadınları ya güzellikle tutun, ya da güzellikle bırakın.
Fakat haklarını ihlâl edip, zarar vermek için
onları (istemedikleri hâlde yanınızda) tutmayın.
Kim böyle yaparsa artık o, kendi nefsine zûlmetmiş olur.
Allah'ın âyetlerini oyun (konusu) edinmeyin.
Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah herşeyi bilendir."

(Bakara Sûresi , 231. Âyet)

-Kadınları boşadığınızda birbirleriyle -mâruf (bilinen meşru biçimde) anlaştıkları takdirde-
onlara, kendilerini kocalarına nikâhlamalarına engel çıkarmayın.
İşte, içinizde Allah'a ve Âhiret Günü'ne iman edenlere bununla (böyle) öğüt verilir.
Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Allah, bilir de, siz bilmezsiniz."

(Bakara Sûresi , 232. Âyet)

Neymiş?... Seni istemeyen kadını zorla tutmaya çalışmıyacakmışsın. GÜZELLİKLE bırakacakmışsın.... Başkası ile evlenmesine karışmıyacakmışsın!.. Duydun mu Hoca Efendi?... Bunu sık sık câmide tekrarlasana!..

Bu arada belirtelim, biz ŞERİAT için Pavlus gibi "insanı köleleştiriyor" diye düşünmüyoruz. "ŞEKİL olarak kaldığı sürece yorgunluktan, açlıktan başka bir işe yaramıyor, üstelik insanı TAASSUB'a sevkediyor, TEKÂMÜL'e engel oluyor" diyoruz... "TAASSUP ne?" diye sorarrsanız, "aşırı ve anlamsız bağlılık, bağnazlık, yobazlık" derim.

Tâlip Türcan ŞERİAT'ın kelime anlamından giderek nefis bir açıklama yapmış.

-"Sözlükte 'bir yöne doğru açılarak uzayıp gitmek, açık olmak; açık hâle getirmek'
anlamlarındaki şer‘ kökünden türeyen ŞERİAT (çoğulu şerâi‘) ve şir‘at kelimeleri
'insanların ya da hayvanların su içtiği, açıkta olan ve kesilmeyen akarsu; bu suya giden
yollar' mânalarına gelmektedir... Zamanla “açık ve doğru kurallar, yerleşik davranış biçimi
(âdet-töre)” ve -YAHUDİ ŞERİATI, HIRİSTİYAN ŞERİATI tamlamalarında olduğu gibi-
“bir semâvî dine dayanan hükümler bütünü” anlamlarında kullanılan bu kelimelerin
İslâm kaynaklarında kazandığı anlamı hakkında farklı yaklaşım ve açıklamalar vardır.
Kur’ân-ı Kerîm’de biri ŞERİAT olmak üzere şer‘ kökünden türemiş isim ve fiiller beş
yerde geçer. 'şurraan' kelimesi 'su yüzüne çıkarak, akın akın' demektir.
Bunun dışındakiler 'bireysel ve toplumsal hayâtı düzenleyici din esaslı kurallar' veya
'bu nitelikte kural koymak' mânasında kullanılmıştır."

Çok uzattık ama, istediğimiz noktaya geldik... "Suya götüren yol" ifâdesi, "bir hayâtî ihtiyâcı karşılayan" demektir. 'Bireysel ve toplumsal hayâtı düzenleyici kurallar' ise açık, o da hayâtî önem tayıyor. Zâten DİN de bunun için var. Onun için bunlar "dinî kurallar"...
Bu açıklamalar ŞERİAT'ın MÂNÂ yönü... Eğer NAMAZ, ORUÇ, HAC, ZEKÂT ferdi ve toplumu hayâtî ihtiyaçları karşılamaya sevketmiyorsa, huzurlu bir fert ve toplum yaratmıyorsa, boşa sarfedilmiş emek demektir. ŞERİAT, MÂNÂ yönünü kaybetmiş, ŞEKİL'den ibâret kalmış demektir. Bostandaki korkuluk gibi!.. ŞEKL'i insan, ama RUH'u yok!..

İşte Yunus Emre Üstat bunu anlatıyor!.. İMAM, HOCA, MÜEZZİN, MESCİT, ŞEYH, ŞIH, MEZHEP, TARİKAT insanları bu yöne sevkedemiyorsa; tam tersine, IŞİD gibi, EL KAİDE gibi, TALİBAN gibi, BOKO HARAM gibi silahlı eşkiyalar yaratıyorsa, bunlar da en çok mâsum Müslümanlar'ı sözümona DİN uğruna öldürüyorsa, BU İSLÂM'IN ŞERİATI DEĞİL, ŞEYTAN'IN ŞERİATI'DIR!.. hele BOKO HARAM... Terim "BATI HARAM" demek... Sözümona Hıristiyan Batı Dünyâsı'na benzememeyi savunuyorlar. Ama paraları, silâhları Emperyalist Hıristiyan Batı'dan geliyor, onlar da Doğu'nun Müslümanları'na kurşun sıkıyorlar!...

MEZHEB'e gelince, sözlük "anlayış, görüş. öğreti, bir dinin görüş, yorum ve anlayış ayrılıkları sebebiyle ortaya çıkan kollarından her biri" anlamını veriyor. HİZİP te aynı kökten... O da "bölük, kısım, bir topluluk, bir örgüt içinde inanç ve düşünce bakımından ayrılık gösteren yan tutmaya yönelik küçük topluluk, klik" demek... Yâni içinde "bölücülük" hissi de var. İslâm Ansiklopedisi'nde İlyas Üzüm şöyle yazmış:

- "Sözlükte 'gitmek' anlamındaki ZEHÂB kökünden hem masdar, hem de
'gidecek yer ve yol' mânâsında mekân ismi olan MEZHEB kelimesi, terim olarak
'dinin aslî veya fer‘î hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm
çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin ortaya koyduğu görüşlerin tamamı
veya belirledikleri sistem' diye tanımlanabilir.

Tanımda yer alan aslî hükümler dinin inanç esaslarını,
fer‘î hükümler ise ibâdetler ile insanlar arası münâsebetleri hedef almaktadır.
İmân esaslarını konu edinen MEZHEPLER itikadî, diğerleri de fıkhî MEZHEPLER
diye isimlendirilmiştir. Muhammed Ebû Zehre gibi bazı çağdaş MEZHEPLER TÂRİHİ
müellifleri, fıkıh MEZHEPLER'inin dışındaki grupları siyasî (Şîa, Hâricîler) ve i‘tikadî
(Mu‘tezile, Eş‘ariyye, Mâtürîdiyye vb.) olmak üzere taksime tâbi tutmuşsa da, siyasî
MEZHEPLER'in, sonraları kendilerine has itikadî ve fıkhî görüşleri de oluştuğundan
sözü edilen taksimi esas almak isabetli görünmemektedir."

MEZHEPLER siyâsîleşmiş, ha?... Bunu bizden daha iyi kim bilecek?.. Yıllardır Afganistan'da Irak'ta, Suriye'de, İran'da bunu yaşamıyor muyuz?.. Yavuz Sultan selim'in Şah İsmâil'le savaşmasının bir sebebi de MEZHEP değil miydi?.. Hazret-i Ali'nin şehâdeti MEZHEP yüzünden değil miydi/ Öldüren HÂRİCÎ MEZHEBİ'ndendi. Ne görüyoruz altında?... Bölünme... Hizip... Klikleşme... Kendininkinden başka MEZHEB mensubunu düşman sayma!...

Halbuki MEZHEP İMAMLARI "dinin esas hükümlerinin delillerini bulma ve bunları yorumlama"dan başka bir şey yapmamışlardı. Onlar birbirlerine düşman değildi. Meselâ İmam Eİbu Hanife; Şiîler'in ve bizim Alevîler'in imam bildiği İmam Zeyd bin Ali, Muhammed el-Bâkır, Abdullah bin Hasan bin Hasan, Ca‘fer es-Sâdık da dahil, Peygamber torunlarıyla ve birçok âlimle görüşerek onlarla bilgi ve fikir alışverişinde bulunmuştur. Yâni onun zamanında Sünnîlik-Alevîlik diye bir ayırım yoktu. Türkler, Orta Asya'dan Ahmed Yesevî Hazretleri'nin halifelerinin eğitiminden geçmiş Aleviler olarak gelmişler, yerleşik hayâta geçenler Sünnileşmiş, göçebe olanlar Alevi kalmıştır. Yürükler, Türkmenler hep Âlevî'dir.

Behiç Bey'in "Birinci, Üçüncü" diye sınıflandırdığı, Tarikatlar'daki, özellikle Bektâşilik ve Alevîlik'te dile getirilen DÖRT KAPI'dır. ŞERİAT, TARİKAT, MÂRİFET, HAKİKAT diye sıralanır... Bunu da HACI BEKTÂŞ-I VELÎ HAZRETLERİ'nden verelim. Yavaş ve dikkatli okursanız, anlarsınız.

- "Hak taâla, adamı dört güruh kıldı. Dört dürlü taatları vardur ve dört dürlü
arzuları vardur ve dört dürlü halları vardur."

"Evvel güruh âbudlardur. Bunlar ŞERİAT kavmidur. ŞERİAT KAPUSU ulu kapıdur.
Pes imdi!.. Gey sakınmak gerek! Çalab taâlanın buyurduğın cehd eyleyüb dutmak gerek!"
"Amma abıdlarun taatları namaz kılmakdur ve oruç dutmaktur ve zakat virmekdür
ve hacca varmakdur, gusul eylemekdur, dünyayı terk idüp ahıratı sevmekdür."
"(Amma bunlar) kavmu avamdur ve halları biri birin incitmekdür. Kibir ve hased ve
buğuz ve buhul ve adavat bunlarda hemen bakıdur."

"İkinci güruh zâhıdlardur, bunlar TARİKAT kavmudur. Taatları dün-ü gün
Tanrı'ya zikr itmekdür, Bismillahirrahmanirrahim'i cümle işde yâd kılmakdur.
Hâlleri ilm-i ledündendür. Kendi bilülerine hoşnud olmuşlardur. (Ancak) bilmezler
kim kandan geldiler ve kancaru varurlar."

"Üçünci güruh ârıflardur, bunlar MARİFAT kavmudur. Ârif gerekdür kim hem arı
ola ve hem arıdıcı ola."

"Dördüncü güruh muhıblardır, bunlar HAKİKAT kavmudur. Muhıb teslim u rıza içinde
olsa gerek. Muhıblarun taatı münacatdür ve seyirdür ve müşahadadur ve Çalab
Taala'yı bulmakdur. Ve halları biriküp bir olmakdur."

"Kul, Çalap TANRI'ya 40 makamda ulaşur. O 40 makamun 10'u ŞERİAT içindedür,
10'u TARİKAT içindedür, 10'u MARİFAT içindedür ve 10'u HAKİKAT içindedür."

Behiç Bey diyor ki, "şeriat, birinci makamda olana şarttır. Anlasa da, anlamasa da yapmalı, gâyesini araştırmalı, kendisini iyi yapmaya çalışmalıdır. Ama üçüncü Makam'da olan kişi ŞERİAT'ın, yâni o yaptığı ibâdetin ŞEKL'inden MÂNÂ'ya inerek hem kendini arıtmalı, hem de çevresini aydınlatıp arıtmalı," diyor...

Artık Celse'ye dönelim mi?... Bakalım, Âşık Yunus ne diyecek?.. Kabri Bursa – Yıldırım’daki Karamazak Sokak’da marketin hemen yanında yer alan Aşık Yunus (ölümü 1438-9) , bilinen Yunus Emre’den (1240-1321) yaklaşık olarak bir asır sonra yaşayan bir sûfi şâirdir. Yaşadığı dönemde de, sonraki yıllarda da şiirleri biliniyor ve tekkelerde besteyle okunuyordu. Hatta XV. Asır'da istinsah edilen Bursa mecmuasında Aşık Yunus şiirleri, Yunus Emre’nin şiirlerinden ayrı bir başlık altında yer almaktaydı.

Varlık4 Durun... Gene konuşacağım ama, Âşık Yunus'un dediğini söyliyeyim de...
Ben veriyorum gene, Âşık Yunus'tan... Çünkü Âşık Yunus kendi veremiyor...
Yalnız belki ağır vereceğim biraz. Çünkü... Nerden geldi bu ŞERİAT, MEZHEP?..
Yalnız bunu da bulamaz kimse!.. Olur mu, efendim?.. Yalnız, "Bulurum"
diyenler ki... işte bunlar şüphe gibi geliyor bana... İspat etsinler!... Yazılıyı
getirsinler!.. Olur mu, efendim?.. Getiremiyecekler!.. Hiç içinizi üzmeyin!

Bu, hem nasihat, hem de biraz bizi anlatır da, onun için okuyoruz. Evet... Âşık Yunus veriyor, efendim, bunu...

YIK ŞERİAT YAPISINI,
AŞKA ŞEKİL VEREMEZSİN.
DÖRT MEZHEB'İN KAPISINI
KAPAMAZSAN, GİREMEZSİN!

KÂLBE TUZAK FIKIH, KELÂM,
AŞKTIR EDEN İŞİ TAMAM
GÖNÜL KÂBE, ANLA İMAM!
BU AKILLA GİREMEZSİN!

KUL'DA TANRI, TANRI'DA KUL,
BİR KİTÂBA SIĞMAZ RESÛL
ONDA MÛSA, İSÂ'YI BUL
YOKSA HAKK'I GÖREMEZSİN!

YUNUS DER Kİ.... Tabii Âşık Yunus, ben değilim...

YUNUS DER Kİ, DİNLE BİRAZ
AŞKTA VUSLAT, DİNDE NAMAZ

Bunu hızlı okuyayım bâri, Üçüncüyü... Çok güzel o!..
BEŞ VAKİTLE GÖNÜL KANMAZ
SEFÂSINI SÜREMEZSİN!

Gene yanlış anlaşılmasın diye açıklayarak gidelim. Âşık Yunus, "Yık!" derken, "dini yık! demiyor, "Kafadaki ŞERİAT anlayışını yık" diyor. "Namaz kılıyorum, oruç tutuyorum" diye "Cennet'i yan cebinde sanma" diyor. "Dört Mezheb'in kapısını kapa" derken de, "Mezhepler'i birbirleriyle sürtüştürme. Sen hangisiyle amel ediyorsan, ona bak, diğerleriyle uğraşma" diyor... Zâten son iki mısra ile noktayı koymuş."Sen beş vakit namaz kıldım" diye kasılıp duruyorsun, gönül buna kanmaz, yetmez!.. Her an namaz kılıyor gibi olmazsan, TANRI'ya yakın olmanın sefâsını süremezsin" diyerek NAMAZ'a verdiği önemi gösteriyor... İşte ŞEKİL'den MÂNÂ'ya geçmek böyle olur!..

Varlık4- Tamam mı?... Âşık Yunus, güle güle sana...
Evet, efendim. Devam edelim... Bunu duyan var mı evvelden?
İdâreci- Bilmiyorum... Yokmuş, efendim.
V4- İtîraz eden var mı içindekilere?
V4- .... Yokmuş, efendim... Sizi dinliyoruz, efendim.
V4- Onun için ŞEKL'in arkasındaki MÂNÂ'yı gönül aynasına aksettirmeyince
TEKÂMÜL'ün hazzını hiç bir zaman duyamazsınız, efendim...

Ben zannediyorum ki, biz bu ŞEKİL yüzünden MUHAMMED'i gücendirdik...
Onun rüyâsı, kâbus oldu ümmetlerinde...
HER ŞEY OLDUĞU HÂLDE ONUN GETİRDİĞİNDE, HİÇ BİR ŞEY YOKMUŞ GİBİ
ORTALIK BOMBOŞ!... Öyle mi?
İ- Evet, efendim.
V4- Ne demişler?..

MUHAMMED'DİR GÖNÜLDE HAZ
YUNUS, BUNU KANINLA YAZ!...

Bu kan, gözden akan, yaş gibi görünen kandır... Ve gönül ifâdesini onda
bulur ancak... Ama o yaşın daha derini, içe damlayandır.

Niye hep susuyorsunuz?.. Sorsanıza1..

İ- Huşû içinde sizi dinliyoruz, Üstâdım... Behiç Bey soruyor.
V3- Tabii, efendim. Yalnız bir şey söyliyeyim. Burada çok kişi var, bir çok
şeyler geçiyor
(akıldan) Hep alıyorum. Onların şuurlarına
hitap eder gibi edin, bana değil de... Yâni, kelimeyi anlasınlar onlar.
Behiç Bey- Müsaadenizle, ŞEKİL mevzuuna Ehl-i Tasavvuf'un bu tâbiri
koymalarından maksat, beşerin ŞEKİLLER'le münâsebetini ölçmek maksadına
mâtuftur. Eğer böyle bir ŞEKİL konmamış olsaydı, zâten beşerle Resûl
arasında ve Kudret arasındaki münâsebetlerin ölçüsü olamazdı. Binâenaleyh,
bu ölçüyü tanzim için ŞEKİL ve ESMA dediğimiz şeylerin zuhûru hâlinde...
V4- Ben ŞEKİL deyince ESMÂ'yı kastetmedim... Onu çıkartın! Ayrı bir iş o...
Benim ŞEKİL dediğim namazdaki ŞEKİL... hattâ hocanın yürüyüşündeki ŞEKİL...
Oturuşundaki ŞEKİL... KUR'AN okuyuşundaki ŞEKİL... Hep ŞEKİL!.. Bu..
Yalnız ŞEKİL!..

Meselâ, TEBBET SÛRESİ'ni, kim biliyor MÂNÂ'sını?

İ- Bilen var mı?
V4- MÂNÂSINI, MÂNÂSINI!... Şimdi bunun MÂNÂ'sını çıkarın... Diğer Celsemiz'de
konuşacağız. Bakın, neyle karşılacaksınız!.. Ben esas bu anahtarı vermek için
huzûrunuzdayım.

Burada duralım. Bir şey verildi mi, alınır. Bir şey soruldu mu, cevap verilir. Veremiyorsan, araştırılır... Tebbet Sûresi:

-"Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.
Tebbet yedâ ebî lehebin ve tebb.
Mâ ağnâ ‘anhu mâluhû ve mâ keseb.
Seyaslâ nâran zâte leheb.
Vemraetuhû hammâlete’l-hatab.
Fî cîdihâ hablun min mesed"

Bu da beş âyetlik sûrenin kelime kelime tercümesi

- "Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Ebu Leheb’in elleri kurusun, (yok olsun) zaten yok oldu ya!
Malı da, kazandıkları da kendisine bir yarar sağlamadı. (kurtarmadı)
(O) alevli bir ateşe girecektir.
Karısı da, odun hamalı (ve)
Boynunda bükülmüş bir ip olarak (ateşe girecektir.)"

Peki, siz bundan ne MÂNÂ çıkardınız?.. Yukardaki tercüme lâfzî MÂNÂ'sı... Yâni, kelime anlamı...

Sûfîler derler ki, KUR'AN'ın bir DIŞ MÂNÂSI vardır, bir de İÇ MÂNÂSI... İÇ MÂNÂ'nın yedi derece derin MÂNÂ'sı var. Her derecenin de yedi derin MÂNÂ'sı vardır." Yâni, bu sonsuza kadar uzar gider. Şimdi bu sûrenin İÇ MÂNÂSI üzerinde düşünün bakalım. Ama sonra... Biz celseye devam edelim.

Behiç Bey- Bu ŞEKİLLER daha ziyâde MEZHEPLER'den nâmütenâhi sürette ilerlemiş
şeylerdir. MEZHEPLER'in zuhûru olmasaydı, bir çok mutasavvıfın iddia ettiği gibi,
Din'de TEKÂMÜL olmaz mıydı? .. Yoksa MEZHEPLER'in zuhûru bâzı dinî ihtilâflar
dolayısiyle gerilemeye mi yol açmıştır?
Varlık4- Şimdi evvelâ bir şey söyliyeyim... Derviş huyunda olanlar... yâni
mutasavvıflardan bahsediyorum... MEZHEPLER'e pek kulak asmazlar. Onlar Ruhî
Tekâmül'ün son noktasına varmak için kendilerini hazırlarlar.

Şimdi MEZHEPLER olunca, TEKÂMÜL hem olurdu. hem olmazdı. Ama "olmasaydı
da TEKÂMÜL olamazdı" diye bir şey konuşulamaz. Belki daha güzel TEKÂMÜL
olurdu. Eğer.... Burada bir tek cümle söyliyeyim: ALLAH'A HERKES HAZRET-İ
MUHAMMED'İN İNANDIĞI GİBİ İNANSAYDI, O ZAMAN BAKIN, NASIL TEKÂMÜL
OLUYORDU!.. Ama öyle olmadı... BÜTÜN İNSANLIĞA PEYGAMBERLİĞİNİ BİLDİREN
MUHAMMED'İN (bilmiyorum) ÜMMETLERİ DİĞER İNSAN KİTLELERİNE, BAŞKA
DİNLERDE GÖRÜNÜRLERE NASIL BAKIYORLAR VE NASIL HİTAP EDİYORLAR?...
O HİÇ BİR ZAMAN BÖYLE HİTAP ETMEZDİ... Bunu biliyor muydunuz?

Hazret-i Muhammed, sıkıntılı günlerde Habeşistan'a hicret eden Müslümanlar'a iyi davranan Hıristiyan Habeş Kralı zenci Necâşî Ashame'nin vefâtını haber alında Medine'de onun gıyâbî namazını kıldırmıştır. Hem de "Bugün sizin salih bir kardeşiniz vefat etti. Kalkın onun namazını kılın!" diyerek... Ardından ""Kardeşiniz Necaşî Ashame için Allah'tan mağfiret taleb ettik" buyurmuştur. Bu "kardeş" ifâdesinden ve Necâşî'ye bir "İslâm'a dâvet" mektubu göndermesinden dolayı, hemen bütün İslâm âlimleri onun İslâm'a geldiğini yazmışlardır ama, o Hıristiyan idi, Hıoristiyan kaldı. Peygamberimiz buna rağmen onu "sâlih bir kardeş" saymıştır... Yunus Emre bunu dile getiriyor!..

Daha önce de yazmıştık, Hazret-i Muhammed'den evvel de Müslüman vardı. Meselâ Hazret-i Nuh, "ben Müslimler'den olmakla emrolundum" der. (Yunus Sûresi , 72. Âyet).. Hazret-i İbrahim oğlu İsmâil ile, "Rabbimiz, ikimizi Sana teslim olmuş Müslüman kıl ve soyumuzdan Sana teslim olmuş Müslüman bir ümmet (ver)." diye dua eder. (Bakara Sûresi , 128. Âyet) ... O yüzden Hazret-i Muhammed'e inanarak Müslüman olanlara "İslâm" denir. Rahmetli Atatürk bu kelimeyi "İslâmlar" diyerek çok kullanırdı. Kimin ne olduğunu ALLAH'tan başkası bilemez. Onun için kullar arasında ayırım yapmamak lâzım... Biz davranışı değerlendiririz, kişiyi değil.

Varlık4- BÜTÜN İNSANLARI ALLAH'IN KULU VE AYNI DİNDE GÖREBİLME KUDRETİNİ
HİSSETTİĞİNİZ GÜN, DİN TEKÂMÜL'E GİDECEK tabii... Peygamberimiz böyle görürdü.
Ben de böyle görüyordum. Hazret-i Mevlâna da böyle görüyordu. Ne bileyim ben,
herkes böyle görüyordu. Ama hoca böyle görmez!.. Size bir sır vereyim burada...
Biz benim son devirlerde namaz kılmadığımı biliyor musunuz?
Behiç Bey- Biliyorum, efendim.
V4- Güzel!... Niye kılmıyordum?
BB- Ehl-i tahkik olmuştunuz da, onun için.
V4- ŞEKİL'den kurtarmıştım gönlümü de ondan... ŞEKİL artık benim için bir şey ifâde
etmiyordu. Çünkü biz MESCİD İBÂDETİ değil, GÖNÜL İBÂDETİ yapanlardanız.
Herkes böyle yapacak. Gönül ibâdetini yaptığınız gün Dünyâ'yı MÂBED
göreceksiniz, efendim... Anlaştık mı?
BB- Anlaştık.... Bütün bunlar Tasavvuf Ehli için mâlûm şeyler... Yalnız o kadar
ekalliyette kalıyor ki Ehl-i Tasavvuf!.. Umum nazarında bunlar meçhul olduğu
için ve umum dâima bu ŞEKİL'de kaldığı için bu kargaşa doğuyor.
V4- Niye, biliyor musunuz?... Kendinin kendi yapısındaki TEKÂMÜL müsait
değil ki. MÂNÂ'nın derinliğine inmeye... ŞEKİL kolay!.. ŞEKL'i elde etmek
için bir kuvvet kullanmaya lûzum yok... Fakat MÂNÂ'ya inmek için büyük ceht
sarfetmek zorundasınız. Çünkü hakikati o zaman daha iyi göreceksiniz.

Sonra "DİNDE TEKÂMÜL" DİYE BİR ŞEY KONUŞULAMAZ!.. ÇÜNKÜ DİN SON
NOKTASINDA TEKÂMÜL'Ü BULMUŞTUR... Sonradan gelenler bunu kırparlar...
Bunun Tekâmül'üne mâni olurlar, efendim.

Burada hemen duralım ve bir itîrazı peşînen önleyelim. Üstat hem "Din son noktasında Tekâmül'ü bulmuştur" diyor, hem de "Bunun Tekâmül'üne mâni olurlar" diyor. "Son noktaya varmış bir şey nasıl daha Tekâmül eder?" diye aklınızdan geçebilir. Birincisi DİN'İN TEKÂMÜL'Ü..... İSLÂM'LA VE KUR'AN'LA SON BULMUŞ... Mâni olunan ise, DİNÎ ANLAYIŞ'TAKİ TEKÂMÜL!... İnsanların DİN'i doğru anlamaları, uyduruk mezhepler, tarikatlar, çük emdiren şeyhler, şıhlar yüzünden önleniyor. İnsanlığa inmiş olan KUR'AN okunmuyor.

"Ben Arapça bilmiyorum" demeyin, TÜRKÇE KUR'AN MEÂLİ bile okunmuyor. Hem de namaz kılan, oruç tutan, hacca giden % 100 "müslüman"lar tarafından okunmuyor. Onlar okumuyor da, okuyan Hıristiyanlar, Yahudiler Müslüman oluyor!..

55 yıl önce verilmiş bu Tebliğ'i okurken, zamânımızdaki SELEFÎLER, VAHABÎLER, ŞİİLER ve SÜNNÎLER'in tutum ve davranışlarını gözönünde bulundurursanız, nasıl bağdaştığını göreceksiniz. Ama bu yeni değil; Bizim ÜÇ İSLÂM BİLGİNİ yazımızı okursanız, orada bin yıl önce bile uyduruk mezheplerden, tarikatlardan şikâyet edildiğini göreceksiniz.

Fırsat bulmuşken şu az bilinen kelimeleri de verelim. Tâ yukarıdan, Yunus Emre'nin şiirinden HÂR , "sıcak, kızgın, yakıcı, merkep, himar, eşek, diken, yarmak." demektir. Celse'de "diken" diye geçiyor.
NÂR , "ateş" demektr,
Behiç Bey'in ağdalı konuşmasından ZUHÛRAT , "gerçekleşeceği düşünülmeyen, hesapta olmayan, umulmadık, olağan dışı olgular" demektir. ZUHUR ise "ortaya çıkma, görünme, belirme, baş gösterme, meydana çıkma" anlamındadır. Celse'de ZUHUR'un çoğulu olarak "ortaya çıkanlar" anlamında geçmiş.

Behiç Bey- MEZHEPLER bu kadar çok olmasaydı, bu kadar ihtilâflar doğmazdı.
Varlık4- Tamam işte, onu anlatıyorum.
BB- Bunun neticesinde doğru yola daha çabuk ulaşılabilirdi.
V4- Tabii.
BB- Bu bakımdan MEZHEPLER'in tecellisinde de bir Hikmet-i İlâhî vardır herhalde
ki, MEZHEPLER tahakkuk etmiştir. Bu Hikmet-i İlâhî nedir?
V4- DERLEYİP TOPLAMAK... Ama buna insan bencilliği, gururu girdiği andan
itibâren neticesi değişir. Bakın, ne olur?.. BİR MEZHEPTEN OLANLAR, ÖBÜR
MEZHEPTEN OLANLARA, KENDİ MEZHEBİNDEYMİŞ GİBİ BAKIYOR MU?
BB- Hayır.
V4- Bakmıyor, değil mi?.. Şu halde BU MEZHEP KURULUNKEN İNSAN RUHUNUN
TEKÂMÜLE GİTME İSTİDÂDI ÖLÇÜLMÜŞTÜR... Bir nev'i imtihandır bu insan
için... ACABA ESAS MÂNÂYA GİRİP TE, BU DÖRT MEZHEB'İN ÜZERİNDE HER ŞEYİ
ANLAYABİLECEK Mİ?.. Siz... Kendini iyice Müslüman görüp, bir MEZHEB'e sıkı
sıkıya sarılmış, diğer MEZHEP'ten olanlara çatık kaşla bakıyorsa, onda hiç bir
zaman RÛHÎ TEKÂMÜL yoktur, efendim... Var mıdır?
BB- Yoktur. Orası gâyet tabii... Yalnız...
V4- Geliyorum, geliyorum... Geliyorum... Şimdi, bir rûhî kâbus başlıyor,
değil mi efendim?.. Şimdi... ŞEKL'i bırakın MEZHEPLER'deki... BİR MEZHEP'TEN
OLMAK, İNSANIN RÛHÎ TEKÂMÜL'ÜNÜ ÖLÇÜYOR... DİĞER MEZHEPLER'E KARŞI
NE DUYUYORSUNUZ?.. HATTÂ DİĞER DİNLER'E KARŞI NELER DUYUYORSUNUZ?..
Bu aradaki farkı görebiliiyor musunuz?... İKİYİ BİR GÖRDÜĞÜNÜZ GİBİ!..
O zaman Tekâmül olmuştur, efendim. Yâni, ÇEŞİTLİ YOLLARIN OLMASI,
TEKÂMÜL'E GİDİŞTİR... Ama bu da Ruhlar'ın Tekâmülü'ne bağlı... Eğer Ruhlar'da
kaabiliyet yoksa, bu Tekâmül'de bir adım bile atamazlar ve atamamışlardır.

Bilmiyorum, sizin zamânızdaki MEZHEPLER'in münâsebetini... Bizde çok kötü idi...
ONUN İÇİN HİÇ BİR MEZHEP'TEN DEĞİLDİK... BANA SORARLARDI, "HANGİ
MEZHEP'TENSİN?" ... "MUHAMMED'İN MEZHEB'İNDEN" DER, GEÇER, GİDERDİK...

BB- Şu hâlde bundan bir netice çıkar kı, Üstâdım, sizin de hayâtınızda,
buyurduğunuz gibi, en son mertebede ŞEKL'i bırakmışsınız. ŞEKİL ŞART, öyle
geliyor.
V4- Hayır!.. ZIT ŞEKİLLER... ZIT ŞEKİLLER RUHU TEKÂMÜL'E GÖTÜRÜR... Gidebilirse
eğer... ŞEKİL'DEN SIYRILIR... AMA GÂYE ŞEKİL DEĞİLDİR, MÂNÂDIR... YÂNİ, O
ŞEKİL'DEYKEN MÂNÂ İNEBİLECEK... Onu anlatmak istiyorum. Yâni, sıkı sıkıya
ŞEKL'e sarılmayacak!.. Zâten ŞEKİL'DEN MÂNÂ'YA İNİLİRSE, TAMAM!..

YOKSA, KUR'AN-I KERİM'i anlamadan bilen... Bu ne, bu?... MÂNÂ mı?..
Hangi MEZHEP'ten olursa olsun, vız gelir tabii!..

Yalnız zıtlıkların Tekâmül'e gidişi MEZHEPLER... Ama gene Ruh'un Tekâmül'ü'ne
bağlı... Bu belki başka dinlerde, MEZHEP farklarıyla Ruhlar daha müsaitse, onlar
belki daha çok Tekâmül'e gitmişlerdir. Onu bilmiyorum ben...

Burayı berraklaştırmak lâzım... Üstât diyor ki, "İSLÂM'da MEZHEPLER, Rûhî Tekâmül farklılıklarınaa uygun şekilde gelişmeyi sağlaması gerekirken, DÖRT MEZHEP dâhil, yanlış anlayış ve uygulamalarla tam tersine, Müslümanlar'ın ilerlemesine engel oldu. Belki başka dinlerdeki, meselâ Hıristiyanlık'taki MEZHEPLER onlarda bir gelişmeye yol açmış olabilir, ben bilmiyorum" diyor... Hıristiyanlık'ta bilhassa Protestan Mezhebi'nin Batılılar'ın MADDÎ gelişimine yol açtığı âşikâr, ama "Rûhî Tekâmül" derseniz, pek öyle görünmüyor. Gene de doğrusunu ALLAH bilir.

Sabri Bey- Mevlâna Hazretleri, "Âşıklar için ne MEZHEP vardır, ne MİLLİYET...
Âşıklar için MEZHEP te, MİLLİYET te TANRI'dır" diyor...
Bu gönüşmeye müvâzi olarak hatırladım bunu...
Varlık4- Tamam işte!... Onu anlatıyorum... Biz ne dedik daha evvel, gönülden
bahsederken?.. "ELİF OKUR KÂİNAT'I" dedik...
BÜTÜN KÂİNAT'I O TANRI KUDRETİNDE GÖREBİLİYOR MUSUNUZ?...
HER ZERREDE O VARLIĞI HİSSEDEBİLİYOR MUSUNUZ?.. O zaman tamamdır, efendim...
O zaman her gönül sizin için AYNA...

Kendinizi bulacaksınız... Bulunca da kendiniz gibi herkese AŞK KAPILARI'nı
ardına kadar açacaktır, efendim... Tamam mı?

İdâreci- Çok güzel!.. Ataman Bey'in suali var.
Ataman Bey- Üstâdım, mükemmeliyet veya Tekâmül için DİN şart mıdır?
V4- Tekâmül için... Biz tabii RÛHÎ TEKÂMÜL'den bahsediyoruz...
DİN deyince ne anlıyorsunuz? .. Oradan başlıyalım...
AB- KUR'AN'da yâhut herhangi bir dinî kitapta yazılmış inançları, daha doğrusu
ŞEKİL alıyorum.
V4- KUR'AN-I KERİM'i okudunuz mu?
AB- Evet. Türkçe'sini ve yabancı dilde yazılanı okudum.
V4- Oradakilerin hepsini iyice anladınız mı?
AB- Hepsini değil.
V4- Yâni, anlamadınız onları.
AB- Bir kısmını...
V4- Şimdi RÛHÎ TEKÂMÜL'E GİTMEK İÇİN DİNİ KALDIRDIK...
HANGİ YOLDAN GİDECEKSİNİZ?
AB- Doğru yoldan, inançla.
V4- DOĞRU YOLU NASIL BULABİLECEKSİNİZ?
AB- Bence okuyan, düşünen bir insan kendi için doğru yolu veya yanlış yolu
ayırt edebilir,
V4- BÜTÜN DÜNYÂ'DAKİ OKUMUŞLARIN HEPSİNİNİ YOLLARI BAŞKA BAŞKA...
HANGİSİ DOĞRU?... Hepsi okumuş... ÖYLE OKUMUŞLAR VAR Kİ, ÖYLE YOL
ÇİZİYORLAR Kİ, BİR CEMİYETİN FELÂKETİNE SEBEP OLUYOR!.. Olmuyor mu?
AB- Oluyor.
V4- Hangi yol???
AB- Bu şahıs için düşünülen.
V4- Şahıs için... cemiyet zâten şahıslardan meydana geliyor.
AB- Orası doğru.
V4- Şimdi bir şey söyliyeceğim: Yâni, DİNİ ORTADAN KALDIRINCA, TANRI DA
KALKIYOR TABİİ...
AB- TANRI'ya inanmak bâzen bir mecburiyet oluyor. Dünyâ'nın kuruluşu
veya Dünyâ'da hayâtın nasıl başladığını başka bir şeye izâfe edemiyoruz.
V4- Yalnız o mu?
AB- Ve bir çok bilmediğimiz ve kontrol edemediğimiz hâdiseleri bir şeye
bağlamak mecburiyetindeyiz.
V4- Ne o?... Neye bağlıyamıyorsunuz?.. Geçen Toplantımız'da... Şimdi İbn-i
Sinâ'dan alacağım... Şöyle bir şey konuşuldu... Şimdi aynı cevâbı sizden de
istiyeceğim... Kusura bakmayın, sakın...
KAR TÂNESİNİN ŞEKLİ MUNTAZAM MI?... GAYRIMUNTAZAM MI?
AB- Muntazamdır.
V4- Muntazamdır, değil mi efendim?.. Gruplar hâlinde, değil mi efendim?
Nasıl teşekkül ediyor o muntazamlık?.. Bunu izah eder misiniz?
AB- Edemem.
V4- "Okumuş" olarak?... Nasıl oluyor, peki?.. Bir oluş var ortada...
AB- Bunu bizden daha kuvvetli bir Varlığa yüklüyoruz.
V4- Yâni, yüklemesek te olacak mı?
AB- Olmuyor.
V4- ŞU HALDE TANRI'YA İNANMAK BİR ŞART... Tamam, bunu söyletmek istedim
size... TANRI'YA İNANINCA DA , BİR TAKIM YOLLARA GİTMENİZ LÂZIM... Değil mi,
eferdim?.... BUNU İNSANIN ZEKÂSI KENDİ BAŞINA BULMAYA KALIRSA, KARIŞIR...
Bakın, ne olur?.. BİR CEMİYETTE KONAN BİR KAİDE, DİĞER CEMİYETTE BAŞKA
TÜRLÜ TEFSİR EDİLİR... Olmaz mı öyle?.. ŞU HÂLDE MÜŞTEREK BİR YOL BULMAYA
İMKÂN YOK... HALBUKİ DİNLER BUNU YAPMAK İSTİYOR...

Yalnız ben hatâ ediyorum, DİNLER DEĞİL, DİN!.. ÇÜNKÜ BÜTÜN DİNLER, TEK DİNDİR ZÂTEN!..
Yalnız bunu ifâde edenler şey yapıyor. Yalnız bu... Sizden bir şey aldım şimdi...
Size "TANRI" denince, anlatılabilir bir şey gibi inandırmaya kalkmışlar... Şunu kabul edin ki,
TANRI... Gene onu kullanayım mı?... bir tâbir var hani... kullanayım... İDRÂKİN
DIŞINDADIR, efendim... İDRAK EDEMEZSİNİZ!..

"Her zerrede var" diyor, eğer KUR'AN-I KERİM'i okumuşsanız... HER ZERREDE
OLDUĞUNA GÖRE, BÜTÜN KÂİNAT'I DA TÂ SONSUZLUĞA KADAR KAPLAYAN
BİR KUDRET!.. Değil mi, efendim?.. Sakın onu bir başka ŞEKİL gibi tasavvura
kalkmayın!.. O zaman aldanırsınız işte... Hâdiselerin... ne bileyim ben... her şeyin,
her şeyin sebebi... Fakat insan hiç bir zaman kendini kuvvetli hissedemez. Bundan
dolayı da muhtaçtır himâyeye... Siz "kuvvetliyim" diyebilir misiniz?
AB- Hayır.
V4- Yâni, "Ben kuvvetliyim, hiç bir şeye inanmasam da olur" diyebilir misiniz?
Yâhut denebilir mi?.. Eğer denirse, ben diyeceğim ki," O zaman üç saat sonra
ne olacağını, başınıza ne geleceğini izah edin," diyeceğim. Kimse izah edemiyecek tabii.
AB- O hâlde TANRI'nın insanların korkusundan doğduğunu da izah edemez miyiz?
V4- Hayır!.. Şimdi hayır.. Olmadı gene... "YOK" kabul edin bir an... Gene ben
günâha girmiyeyim ama... YOK kabul ediyorum... Size YOK... Şu hâlde NİÇİN
VARSINIZ?.. Onu izah edin... O YOK... FAKAT SİZ NİYE VARSINIZ?.. Onu izah edin.
AB- İzah edemem.
V4- Şu hâlde, izah edemeyince... bu ki çok basit bir mesele... Bunu izah
edemeyince, TANRI'nın yokluğunu izah edebilmek çok daha imkânsız gibi
görünür... Öyle mi, efendim?
AB- Evet.
V4- O zaman insanın acz içinde olduğu meydana çıkar, efendim...
Evet, söyleyin.
İ- Teşekkür ettiler.

Hem DİN'e, hem belki de ALLAH'a inanmıyan birine Üstâd'ın açıklaması ne kadar güzel, değil mi?.. Aslında Ruhlar'ın da bizim de görevimiz insanları inandırmak, bir şeyler ispat etmek değil. Ama soru gelince, cevap vermeden de olmuyor.

Gene fırsat bulmuşken az bilinen kelimeleri verelim. MÂTUF , "bir yöne eğilmiş, yöneltilmiş, âit olan " demektir.
BİNÂENALEYH , "bundan dolayı, bundan ötürü, bunun için, bunun üzerine" demektir.
ESMÂ ,"Adlar, isimler, kulaklar, işitmeler" demektir. Celse'de ESMA-İ HÜSNA'nın yâni "ALLAH'ın Güzel İsimleri" tamlamasının kısaltılmışı olarak geçiyor. ER RAHMAN, ER RAHİM (Esirgeyen, Bağışlayan diye veriliyor) bunlardandır. KUR'AN'da 99 tânesi geçer ama ALLAH'ın isimleri sonsuzdur.
TEBBET , Arapça "Kurusun!" demektir. Sûrenin içinde de geçer.
MÜKEMMELİYET , "mükemmellik" demektir. MÜKEMMEL ise, "eksiksiz, kusursuz, tam, yetkin, şâhâne" anlamındadır. TEKÂMÜL eden, MÜKEMMEL olur,yâni KEMÂL'e erer.
MUNTAZAM , "düzenli, düzgün, derli toplu" demektir. Kar tânesi bildiğiniz gibi 6 köşelidir. Ama her bir kar tânesi farklıdır. Dünya yaratıldığından beri yere aynı şekilde olan iki kar tânesi bile düşmemiştir.

İdâreci- Sabri Bey konuşuyor.
Sabri Bey- DİN müessesi beşeriyet arasında bir nifak manzarası gösteriyor. Her
birisi diğerini kötülüyor ve binnetice yaklaştırıcı değil, ayırıcı bir hüviyet gösteriyor.
Bu hususta tenvir edilmeyi isterim.
V4- Şimdi bizzat bunu gösteren DİN mi, bunu temsil edenler mi?
SB- Bittabii mümessilleri oluyor ama... nihâyet DİN üzerine temerküz ediyor.
V4- Şimdi ben bir şey soracağım. Aynı fikir üzerinde... Hazret-i MÛSÂ'nın,
Hazret-i İSÂ'nın ve aynı mesele üzerinde Hazret-i MUHAMMED'in ne düşündüğünü
hiç araştırdını mı, efendim?
SB- Hayır.
V4- YALNIZ KELİMELER YERLERİNİ DEĞİŞTİRİR!.. HEP AYNI MÂNÂDIR... BU MÂNÂYI
BOZAN ONDAN SONRA GELEN TEFSİRCİLER'dir, efendim. Yoksa bunlar HEPSİ
AYNI YOLU GÖSTERİR!... Gâyet basit gösterdiği yollar... "ŞUNU YAPMAYIN" der,
"BUNU YAPIN" der... Yalnız çok az fark var, ama neticede gene aynı yöne gider,
efendim... Cemiyetin bünyesinden dolayı olabilir...

Burada lâfa girmek ve bir site önermek istiyorum... Adam uğraşmış, KUR'AN'da 130 kadar YAP-YAPMA emri bulmuş, DİN'İN ESASLARI'nı ... Hepsi basit, ama gerekli... Hiç te imam-hoca takımının ağzından duymazsınız. Bir bakın... Ama üşenmeden bir kaç sayfa bakın... TEK DİN Üstelik TEVRAT ve İNCİL'den benzer âyetleri de eklemiş. Üstâd'ın dediklerini tasdik ediyor.

Varlık4- DİN MÜESSESİ değil de, bunu yapan, bu DİN'in içinde olup ta,
kendini bir şey zannedenlerin ifâdelerindedir... İSLÂM DİNİ, HAZRET-İ
MUHAMMED'İN İSLÂM DİNİDİR... HAZRET-İ İSÂ'DA BİR BAŞKA ŞEKİL'DEDİR,
AMA
(ŞİMDİKİ) HIRİSTİYANLIK DEĞİLDİR. HAZRET-İ MÛSÂ'DA BİR BAŞKA
ŞEKİL'DİR... Ama... İnsanların ızdırapları karşısında bâzı değişik hareketler olur
ama, hiç bir zaman insan düşüncesine aykırı bir istikamette değildir, efendim.
Buyurun, söyleyin... Anlaşamadığımız nokta olduğu zaman hemen...
SB- Mensuplarında tezâhür ve netice itibâriyle bu suali tevcih ettim.
V4- İşte bakın, sözümün başına geldik... Bu da MÂNÂ'ya inilmediği, TEKÂMÜL'den
ters dönmekten oluyor, efendim. Yoksa öyle olsa, MÂNÂ'ya inilse, hakikatle
karşı karşıya kalınsa, hiç bir zaman öyle olmayacak, bilâkis; bütün DİNLER birbiriyle
kucaklaşacak, efendim. Olamıyor bu...çünkü... Niye olamıyor?.. O zaman hocanın
kıymeti kalmıyacak artık... Hocanın bütün kıymeti, bir öbür tarafa "KÂFİR"
demesinde... Başka bir değeri yok!
İ- Teşekkür ettiler.

Burada belirtelim: Bizim sayfalarımızda görmüşsünüzdür, bir Hıristiyan falan diye ayırmadan bütün Varlıklar'la görüştük, hattâ bir Kızılderili Prenses'imiz bile var.

Esas önemlisi, hiç kimse değil, ama Mustafa kemâl Atatürk şu son söylenenin farkında ve şöyle demiş... Son iki cümleye dikkat!

-"Biz TÜRK'üz!.. Her mânâsıyla TÜRK'üz!., İşte o kadar!.. Bize İYİ MÜSLÜMAN olmak yeter!.. "

- "ALLAH'a şükürler olsun, hepimiz MÜSLÜMAN'ız!.. Hepimiz İNANMIŞ kişileriz!.." (16.3.23)

- "DİN vardır ve LÂZIMDIR!.. Temeli çok sağlam bir dinimiz var... Malzeme iyi,
fakat binâ asırlardır ihmâle uğramış!.."

- "DİN LÛZUMLU BİR MÜESSESEDİR!.. DİNSİZ MİLLETLERİN DEVÂMINA İMKÂN YOKTUR!..

TÜRK MİLLETİ DAHA DİNDAR OLMALIDIR!.. Yâni bütün sâdeliği ile DİNDAR olmalıdır...
DİNİME, bizzat HAKİKATE NASIL İNANIYORSAM, BUNA DA ÖYLE İNANIYORUM!.."

- "ALLAH'ın emrettiği şey, KADIN ve ERKEK, berâber olarak İLİM ve KÜLTÜR
edinmeleridir!.. KADIN ve ERKEK bu İLİM ve KÜLTÜR'ü aramak ve nerede bulursa
oraya , gitmek ve onunla dolu olmak zorundadır!.. "

- "BİZDE RUHBANLIK YOKTUR!.. Hepimiz müsâviyiz ve dinimizin ahkâmını mütesâviyen
öğrenmeye mecburuz!.. Her fert dinini, diyânetini, imânını öğrenmek için bir yere
muhtaçtır ve orası da MEKTEP'tir!.."

İSLÂM'da gerçekten Ruhbanlık yoktur, yâni bir DİN ADAMLARI SINIFI yoktur. Eskiden namazı câmiye gelenler içinde en yaşlı, en bilgili olan kıldırırdı. sesi güzel olan da ezan okurdu. İMAMLIK, HOCALIK, MÜEZZİNLİK sonradan çıkmıştır. O yüzden Atatürk diyor ki, "Hocaya gerek yok, hepimiz dinimizi kendimiz öğrenecek, kendimiz uygulıyacağız. Bu öğretim de mektepte yapılacak." Ama İMAM-HATİP okullarında değil!.. Doğru-dürüst DİN DERSLERİ ile... İlkokul birinci sınıftan başlayarak lise sona kadar... Şu yukarda naklettiğimiz DİNİN ESASLARI'nı öğrenecek şekilde...

Sonra rahmetli Atatürk "ALLAH'ın emrettiği şey" diyerek KUR'AN bilgisini ortaya koyuyor. Ve Peygamberimiz'in "İlim öğrenmek, kadın-erkek her Müslüman'a farzdır" hadisi ile "İlim Çin'de de olsa, gidip alınız" hadisine işâret ediyor!.. Böylece imam-hacı-hoca-şeyh-şıh takımının üstün ve farklı sayılmasının önleneceğini söylüyor!.. Ne büyük insandı!.. Onu dinsiz sananlar, onun kadar bile dindar değiller!..

İdâreci- Başka soru?
Varlık4- Var.
İ- Kim var?
V4- Yalnız çekinmeyin, sorun... Ben çok güceniyorum böyle çekinenlere...
İstemiyorum da ortaya koymak... Peki... Anlaşamadığımız bir yer var mı,
efendim?
İ- Yok, efendim.
V4- O da yok... Şimdi ben ayrılmak zorundayım... Hazret-i İshak'a bırakıyorum
sizi... Onunla konuşun... Yalnız çok yormayın şeyi...
İ- Çok teşekkür ederiz. ALLAH râzı olsun.
V4- ALLAH hepinizi imânla aydınlaksın, efendim. Güle güle...

Varlık1- Evet... Buyurun, bakalım... Benim şimdi... (Hazret-i İshak)
İ- Şimdi de sizi dinleyelim. Lûtfeder misiniz?
V1- Evet, konuşalım... Bu akşam hep Şahsî Sualleriniz'e cevap vereyim ben...
Olur mu?
İ- Herkes râzı.
V1- Herkes istiyor, onun için zâten... Yalnız FAL'dan işi çıkararak soracağız.
Çok Şahsî Sualleriniz'i sormayın bu akşam.
İ- Müsaadenizle bir sualim var.
V1- Buyurun, efendim. Buyurun.
İ- "NEFSİNİ BİLEN RABB'İNİ BİLİR.
V1- Tamam işte!...
İ- Bunu biraz açar mısınız?
V1- Evet... KENDİNDE KENDİNİ YARATAN, TANRI'YA ULAŞIR... Tamam mı ,
efendim?... Yalnız , bir şey var. Sakın böyle bâzıları gibi "Yok, şu kadar
türlü nefis vardır.. Yok, her nefis şu kadar kısma ayrılır..." filân, filân...
"Yok, nefs-i emmâre vardır" filân... Hiç böyle şeylere bakmayın siz... Kendinize
bakın, kâfi!.. İnanmayın böyle şeylere... Bunlar işte hep herkesin düşündüğü
gibi, kendine göre bir takım iş...
İ- Bâzı arkadaşlarımız kendi yakınlarıyla görüşmek isterler.
V1- Onu da yapalım. Bu Medyum çok müsait ona... Yalnız bunun için hazırlanmak
lâzım... Biraz şeye benziyor ama ...Şöyle hazırlanacağız onun için... Çünkü
bütün Makamlar'ı gezeceğimize göre, herkes, muhakkak câmiye gidiyormuş gibi
abdest alacak. Üç kulhuvallah ile bir Fâtihâ'yı okuyacak, bunu Öbür Âlem'deki,
bizdeki BÜTÜN RUHLAR'a hediye edecek, İYİ-KÖTÜ diye ayırmadan....
Bu hediyeyi yaptıktan sonra, biz herkesi yakınıyla konuşturacağız.
İ- Deniz Hanım ağbisi hakkında bilgi istiyor. Rahat mı? Bir kazâ neticesi ölmüştü.
V1- Bilmem onu...Yalnız benim aldığım ihsaslara göre, ölüm şekli onu rahata
götürecek bir hâl gibi görünüyor... İyi, iyi... BAYRAM verdi bana...
İ- Bayram hakkında bilgi vermediniz.
(Hacı Bayram-ı Velî)
V1- BAYRAM İKİNCİ KAT'IN REHBERİ... YÂNİ, ORADA BULUNANLARLA BAYRAM
MEŞGÛL OLUR ... HER MAKAM'DA BİR ŞEY VARDIR... Bunları hep size vereceğm.
İ- Teoman Bey, "Doktora yapabilecek miyim?" diyor.
V1+- Bu KÜLL'e girmez ki, CÜZ'e girer... İradenizi kullanabiliyorsanız ve buna da
azmetmişseniz, tabii yapacaksınız, efendim.
Timuçin Bey- küçük oğlum kendi âlemine kapalı... Normale ne gibi şartlarda
irca edilecek?
V1- .... Size bir sual sorayım. Bunu halledin. KANDİL gibi çok mühim ifâdesi olan
gecelere hürmet eder misiniz?...
TB- Şahsen mi?
V1- Bunun araştırın. Neler oluyor, neler bitiyor, ondan sonra konuşalım.
Behiç Bey- Ağbilerimin benden istekleri var mıdır?
V1- Var... Buna cevap vermek kolay... ÇÜNKÜ BURADA MÜŞTEREK BİR İSTEK
VARDIR, efendim... OKUYUN!...
(Diğer şahsî suallerden sonra)
İ- Efendim, ricâlarımız burada bitti, Üstâdım.
V1- Zâten tamam!... Çok yoruldu Medyum...
İ- TANRI râzı olsun, efendim.
V1- ALLAH yolunuzu açık etsin... Tekâmül'de olun, Tekâmül'de...
İ- Nur olunuz Üstâdım.
Medyum- ..... Durduruyorlar...
İ- Kim durduran?
M- Göremiyorum, Karanlık!.. Çok uzaktan bir ses, "BESMELE" diyor... İnemiyorum...
"Ruh-Muh yok" diyor, "burada"...
İ- Ne varmış?
M- .... "Yuvarlandı bu " diyor... Benim için "Yuvarlandı" diyormuş...
İ- Kim diyormuş?
M- ... "Sana ne?" diyor, "ismimden benim?...
İ- Görüşmek istiyorsanız, lûtfen kendinizi tanıtın.
M- ... "Sen babanla görüş" diyor...
İ- Olur... Haftaya görüşeceğiz inşallah.
M-.... Evet... İniyorum...

Çok şükür, sâlimen bitirdik Celse incelemesini... Herkese hitap eden Şahsî Sualler kısmını aldık... Yaşar Nuri Öztürk gibi bâzı din adamları "DİN'in esâsında KANDİL gibi bir şey olmadığını, KANDİLLER'i yalnız Türk Milleti'nin kutladığını" söylüyorlar ki, doğrudur. Ama KANDİLLER âdettir, tıpkı TALKIN gibi âdettir. Bir araya gelmeye, dua etmeye, Peygamberimiz'i anmaya ve iyi şeyler düşünüp yapmaya vesile olduğu için Üstat, "çok mühim ifâdesi olan geceler" ifadesini kullanmış. "çok mühim "MÂNÂ'sı olan" anlamındadır. O yüzden KANDİLLER'i anmak gerekir, diye düşünürüz. Bunlar Mevlid, Regaib, Mi‘rac, Berat ve Kadir geceleridir. Sultan II. Selim döneminde (1566-1574) câmiler aydınlatılıp, minârelerde kandiller yakılarak kutlandığı için, bu gecelere "kandil geceleri" denilmiştir.

Mevlid Kandili, Hz. Peygamber’in doğum günü münasebetiyle kutlanır. Mevlid kutlamalarını ilk ihdas eden zâtın Erbil Atabeği Muzafferüddin Kökböri (ölümü 1233) olduğu kabul edilir. Toplananlara "mevlid kıssaları" okumayı ilk başlatan kişinin ise Mısır Çerkez hükümdarlarından biri veya Mısır Fâtımîleri olduğu söylenir. Süleyman Çelebi (1351-1422) bu vesile ile bilinen Mevlid kasidesini yazmıştır. Başka mevlidler de vardır.

Resûl-i Ekrem’in Recep ayına ayrı bir değer verdiği anlaşılmaktadır. Zamanla Müslümanlar üç ayların ilk Cuma gecesine rağbet gösterip, ihya etmeye başlamışlardır. Bu gecenin Regaib diye adlandırılmasında bir hadise bağlanır. Regaib namazıyla ilgili rivâyeti 1021 yılında vefat eden Ali bin Abdullah bin Cehdam’ın ihdas ettiği söylenir.

Receb ayında kutlanan diğer bir gece de Mi‘rac gecesidir. Peygamber'in Mirâc'a çıktığı gece olarak kabul edilir. Abdullah b. Mes‘ûd’un rivâyetine göre bu gece beş vakit namaz farz kılınmış, Hz. Peygamber’e, Allah’a şirk koşmadıkları sürece ümmetinin günahlarının bağışlanacağı müjdesi verilmiştir.

Berat gecesi adını Allah’ın günahkârları affetmesinden alır (berâet). Tâbiîn âlimlerinden İkrime’nin de dâhil olduğu bir grup âlim, Duhân Sûresi'nde (3. Âyet) sözü edilen “mübarek gece”nin Berat olduğu kanaatindedir. Mekke halkı Mescid-i Harâm’da namaz kılmak, Kâbe’yi tavaf etmek ve Kur’an okumak sûretiyle geceyi ihya ederdi. XI. Yüzyıl'ın ortalarından itibaren Şam’daki Emeviyye Camii’nde Berat gecesinde kandiller yakılmaya başlamıştır. Berat gecesinde halka tatlı dağıtma geleneğini ilk başlatan kişi, Selçuklu Veziri Fahrülmülk'tür.

Kadir gecesi, aynı adı taşıyan sûrede (23. Âyet) Kur’an’ın inmeye başladığı "bu gecenin bin aydan daha hayırlı olduğu" bildirilmektedir. Ramazan'ın 27. gecesi kutlanırsa da, hangi gece olduğu kesin bilinmemekte... Yılın herhangi bir gecesi olabilir. O yüzden her günü Ramazan, her geceyi Kadir gibi geçirmelidir.

Geri Varlık, "Ruh-Muh yok burada" demiş. Yok ise, bu konuşan kim?... "Eğer Ruh değilse, Cin'dir," diye düşünürüm... Yine de medyum sâlimen inmiş, Ruh ve Beden münâsebetleri birleştirilerek uyandırılmıştır.

Ruhi Selman

selman@journalist.com


  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - ZIRVA RA-KA TEBLİĞLERİ
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
    - MEKTUPLAR