ÜÇ İSLAM BİLGESİ
Celselerimiz'de adı geçen Üç Büyük İslâm Bilgesi
için ayrı bir sayfa yaptık... Târih sırasına göre anlatacağız. Aslında Bu muhterem zatları
orta okulda öğremmemiz gerekirdi ama, atlamışlar!.. İnsan okuduğuna, öğrendiğine
heveslenir. Ben çok küçük yaşta Atsız'ın "Bozkurtlar" kitaplarını ve Mişel Zevako'nun
şövalye kitaplarını okuduğum için yiğitliğe ve şövalyeliğe merak sarmıştım. Hâlâ
o ruhu taşırım... Bütün Türk öğrenciler Fârâbî, İbn-i Sinâ, Gazâlî gibi yetişebilirlerdi. Şimdi
onları okuyan bile yok!.. O yüzden de bu üç bilgini yazdık. Yazı çok uzun. Okurken
sıkılabilirsiniz. Sıkılınca durun, ara verin... Hiç birimiz Filozof olmadığımıza göre,
anlaşılamıyan paragraflar olacaktır. Onları nazikçe atlayın. Ama mutlaka arkadan ilginizi
çekecek bölümler gelecektir, tümünü atlamayın. Ruhiyat, Spiritualizm, Metafizik, Psikoloji
ile alâkalı kısımları çok enteresan bulacaksınız. Pek çok kısmı bizim Celselerimiz'le
bağdaştıracaksınız. Bilhassa Din, Ahlâk, Âhıret, Ruh mevzularında hemen hemen aynı ifâdeleri
bulacaksınız. Bunları ayrı bir yere kaydedip, kendi not defterinizi oluşturabilirsiniz.
Akla takılanları ve yorumunuzu bize yazabilirsiniz. Bu arada, haddimiz olmayarak araya bâzı
açıklamalar, ilâveler koyduk. Üstatlar'ın müsamahasına sığınıyoruz ve başlıyoruz...
İlk muhterem zat Fârâbî (871-950)... Bin yıl öncesinden bir Türk İslâm âlimi...
Fârâbîi'nin hayâtını İslâm Ansiklopedisi'nden ve Mahmut Kaya'nın yazısından aldık.
Ona ve bütün diğer yazarlara şükran borçluyuz... Aşağıdaki yazı, ağır felsefî bilgiler
ihtiva etmektedir.Yavaş okuyun, sindire sindire gidin. Lezzetli bir yemek yermiş gibi
her lokmanın tadını çıkararak Ruhunuzu besleyin... Hadi, âfiyet olsun...
Türkistan’ın Fârâb şehri (bugünkü Kazakistan sınırları içinde eski bir şehir olan
Otrar) yakınlarındaki Vesiç’te, yaklaşık 871 yılında doğduğu sanılmaktadır. Avrupalılar
kendisiyle çok ilgilenmişlerdir. Lâtin Ortaçağı’nda "Alfarabius" ve "Abunaser" diye anılır.
Babasının Vesiç Kalesi kumandanı olduğu dışında âilesi hakkında bilgi yoktur. Sâmânîler
Devleti’nin (819-1005) hâkimiyetinde önemli bir eğitim ve kültür merkezi konumunda
bulunan Fârâb’da eğitim programının dinî, eğitim dilinin ise Arapça olduğu, Farsça’nın
da kısmen edebiyat dili olarak okutulduğu bilinmekte ve bu ortamda Fârâbî’nin iyi bir
tahsil gördüğü anlaşılmaktadır. Ancak anayurdundaki bu eğitimin ayrıntıları ve
hocalarının kimler olduğu hakkında bilgi mevcut değildir.
Fârâbî’nin buradaki tahsilini tamamladıktan sonra bir süre kadılık yaptığı, fakat
ilim ve kültürün tadına varınca mesleğini terkederek, kendisini ilme verdiği yolundaki
rivâyetin doğruluk derecesini tesbit etmek mümkün değilse de, bu yöndeki amacını
memleketinden ayrıldığı ve hayâtı boyunca devam edecek olan bir seyahate çıktığı
bilinmektedir. Fârâbî’nin bu akademik seyahat esnasında önce Buhara, Semerkant,
Merv ve Belh gibi kendi bölgesinin veya İran’ın önemli ilim ve kültür merkezlerini
ziyâret ettiği, daha sonra Bağdat’a vardığı tahmin edilmektedir.
Bağdat’a gittiğinde kırk yaşını geçmiş bulunuyordu. Bu şehirde, dönemin en
büyük Dil âlimlerinden olan İbnü’s-Serrâc’dan Arapça okudu, kendisi de ona
Mantık okuttu. Fârâbî Bağdat’ta, Nestûrî bir Hıristiyan olan mütercim ve şârih Ebû
Bişr Mettâ b. Yûnus’tan Mantık okudu. Fakat Fârâbî’nin Mantık ve Felsefe alanında
kendisinden büyük ölçüde istifade ettiği kişi Harranlı Yuhannâ b. Haylân olmuştur.
Filozof Fârâbî, Felsefe'nin doğuşunu ve Aristo’dan sonra Felsefe öğretiminin
Atina’dan İskenderiye’ye ve oradan da Antakya’ya nasıl geçtiğini, başlıca temsilcilerinin
kimler olduğunu anlatır ve "kendisinin İbn Haylân’dan "Kitâbü’l-Burhân"ı (II. Analitikler)
sonuna kadar okuduğunu, halbuki o zamana kadar İskenderiye okulu geleneğinde,
Hıristiyanlığa zarar verir endişesiyle 'el-Eşkâlü’l-Vücûdiyye'den sonrasını okutmanın
yasaklanmış olduğunu" belirtir.
Yirmi yıl kadar Bağdat’ta oturan ve eserlerinin çoğunu burada kaleme alan Filozof,
bu şehirde meydana gelen karışıklıklar sebebiyle 941'de veya bir yıl sonra Dımaşk’a,
yâni Şam'a gitti. Fârâbî’nin Dımaşk’a gittiği târihte bu şehir İhşîdîler Devleti’nin
(935-969) elinde bulunuyordu İlerlemiş yaşına rağmen Fârâbî 948'de Mısır’a kısa bir
seyahat yaptıktan sonra Dımaşk’a döndü ve Aralık 950'de seksen yaşlarında orada
öldü. Cenazesine önde gelen on beş devlet büyüğüyle birlikte Kuzey Irak ve Suriye'de
hüküm süren Hamdanîler'in (905-1004) Emîri Seyfüddevle katıldı ve na‘şı Bâbüssagir
denilen semtin dışında toprağa verildi. Fârâbî hakkında bir çok menkıbe nakledilir. Çoğu
kendisinden 300 yıl sonra yazılmıştır.
Bir tânesi şöyledir: Seyfüddevle’nin sarayına hayatı boyunca giyindiği
Türk kıyâfetiyle girer. Emîr önde gelen devlet büyüklerine, sâdece kendi aralarında
kullandıkları bir dille Fârâbî’ye bâzı şeyler soracağını belirtir ve cevap veremezse
bu ihtiyârı dışarı atmalarını emreder. Konuşulanları anlayan
Fârâbî aynı dille Emîr'e "sabretmesini, işin sonunun önemli olduğunu" söyler.
Seyfüddevle hayretle, “Sen bu dili biliyor musun?” deyince Filozof, “Ben yetmişten
fazla dil bilirim” karşılığını verir.Ardından o mecliste bulunan âlimler çeşitli konularda
onunla tartışmaya girerler; Fârâbî hepsine baskın çıkınca susup onu dinlemeye,
sonra da defterlerini çıkarıp not almaya başlarlar. Meclis dağıldıktan sonra filozofla
başbaşa kalan Seyfüddevle’nin isteği üzerine mûsikî topluluğu bâzı parçalar çalar,
fakat Fârâbî hiçbirini beğenmez ve yaptıkları hatâları söyler; yanında taşıdığı tablayı
açarak ona düzen verdikten sonra neşeli bir parça çalar ve orada bulunan herkesi
güldürüp eğlendirir. Ardından çalgı âletini bir başka şekilde düzenleyerek hüzünlü
bir parça çalar ve herkesi ağlatır. Nihâyet yeni bir düzen verdiği âletle ağır bir parça
çalınca nöbetçilere varıncaya kadar herkes uykuya dalar; bu sırada Fârâbî de çıkıp
gider.
Kanun denen sazı ilk defa Fârâbî’nin icât ettiği söylenir. Eserlerinde bâzan
Arapça bir kelime veya terimin Grekçe, Süryânîce, Farsça ve Soğdca’daki karşılıklarını
verdiğine bakılırsa, onun beş altı dili az veya çok bildiğini kabul etmek gerekir.
Fârâbî kısa boylu, köse sakallı, zayıf-nahif bir bünyeye sâhip olup, yaşadığı sürece
giydiği Orta Asya Türk kıyâfetini hiç değiştirmemiştir. Maddî servete değer vermeyen,
şöhret ve gösterişten nefret eden, ruh ve ahlâk temizliğini her şeyin üstünde tutan bir
zâhid idi. İlim ve sanat adamlarına büyük değer vermesiyle tanınan Seyfüddevle,
Filozof'a ikram ve ihsanda bulunmak istemişse de, Fârâbî günlük ihtiyâcını karşılayacak
4 dirhem gümüş paradan başkasını kabul etmemiştir. Genellikle münzevî bir hayat
yaşamayı seven Fârâbî hiç evlenmemiş ve mal-mülk edinmemiştir. Fırsat buldukça su
kıyılarında ve bağlık bahçelik yerlerde gezinir, öğrencileriyle buralarda buluşurdu.
Kâmil bir filozofun niteliklerinden, “Öğrenim sırasında karşılaştığı güçlüklere katlanmalı,
üstün bir zekâ ve kavrayışa sâhip bulunmalı, doğruluğu ve doğruları, adâleti ve âdil
olanları seven, onurlu bir şahsiyet olmalı, altın, gümüş ve benzeri şeylere değer
vermemeli, yeme içme konusunda aç gözlü ve nefsânî arzularına düşkün olmamalı,
doğruya ulaşmak için azim ve irâdesi güçlü bulunmalıdır” şeklinde söz ederken, âdeta
kendisini anlatmaktadır.
İslâm Dünyâsı'nda ilk defa Kindî’nin (801-873) başlattığı felsefî harekete ve onun
şekillendirdiği Meşşâî akıma, kendi inanç ve kültürünün temelini oluşturan Ulûhiyyet,
Nübüvvet ve Meâd akîdesinin yanı sıra Eflâtun ve Yeni Eflâtunculuk’tan aldığı bâzı
unsurları da katarak eklektik bir sistem kuran Fârâbî, kazandığı haklı şöhretten dolayı
Aristo’dan sonra “Muallim-i Sânî” unvanıyla anılmıştır. “Sen mi daha bilgilisin, Aristo mu?”
diye soranlara, “Eğer Aristo’ya yetişseydim, onun en seçkin talebelerinden olurdum”
diyerek kendinden beklenen ölçülü davranışı göstermiştir.
“Sürekli damlayan su taşı deler” özdeyişinden hareketle başarının sırrını belli bir
konu üzerinde yoğunlaşmada gören Filozof, belki de bu sebeple Aristo’ya âit
"Kitâbü’n-Nefs"in (De Anima) kenarına kesretten kinâye olarak, “Ben bu kitabı yüz
defa okudum” diye yazmış, yine Aristo’nun "es-Semâ'u'-Tabî'î" (Fizika) adlı eseri için,
“Ben bunu kırk defa okudum, yine de okumak ihtiyâcını hissediyorum” demiştir.
Bu noktada EFLÂTUN ve ARİSTO'dan bahsetmeden devam etmek doğru olmaz.
FARÂBÎ'yi iyi anlamak için onları da tanımak, ilme katkılarını bilmek şarttır.
EFLÂTUN (M.Ö. 428-348) Sokrat'ın (M.Ö.469-399) talebesi, Aristo'nun 29 yıllık hocasıdır.
Üniversite seviyesinde eğitim kurumu oluşturan buna AKADEMİ adını veren odur.
Etik (Ahlâk), Estetik, Kozmoloji, Metafizik, Akıl, Ruh, Beden, Devlet,
Politika gibi alanlarda metinler yazmış, dönem dönem bu hususlarda değişen düyşüncelerini
de tekrar yazmıştır. Fikirlerinden dolayı bir ara köle olarak satılmış, onu tanıyan hayırsaver
Aniceris tarafından hürriuyetine kavuşturulmuştur. Meşhur "İdealar Teorisi" algılanan şeylerle düşünülen şeyler arasındaki
ayrıma dayanır. Bilginin, yâni bilebileceğimiz şeylerin yalnızca düşünülen şeyler
olabileceğini söyler. Ona göre Ruh;Akıl, Duygular ve Arzular'dan oluşur. Ruh için kullandığı
kelime "psüke" aslında daha çok "canlılık veren şey" anlamına gelmektedir ve ilk defa
Platon aklın canlılık veren psükeden kaynaklanan bir şey olduğunu ileri sürmüştür.
Eflâtun (Plato) eserlerinin çoğunu diyaloglar şeklinde vermiştir.
ARİSTO (M.Ö.384-322), Mantık, Fizik, Biyoloji, Zooloji, Astronomi, Metafizik, Etik, Estetik, Ruh,
Psikoloji, Dilbilim, Ekonomi, Siyâset ve Retorik gibi pek çok disiplinde, çoğu o disiplinin
kurucusu olan eserler vermiş, eserleri 16. ve 17. yüzyılda modern bilim gelişene kadar
Avrupa ve İslam coğrafyasındaki bilimsel faaliyetin temelini oluşturmuştur. Eflâtun'un talebesi,
Makedonya Kralı Büyük İskender'in hocasıdır.
Nerde kalmıştık?... Ha, FARÂBÎ'den bahsediyorduk.... Farâbî bu muhterem filozofların
eserleriyle ilgilenmiş ama , kendi dönemindeki mezhep ve fırkaların hiçbirinin lehinde veya aleyhinde
bir tavır sergilemiş değildir. Dolayısıyla onun “Medîne-i Fâzıla” adını verdiği ideâl
devletiyle Şîa’nın devlet anlayışı arasında, bâzılarının yaptığı gibi bir benzerlik kurmaya
çalışmak, zorlamadan öte bir anlam taşımamaktadır.
İlimleri tasnifi bir filozofun ilim ve metot anlayışının yanı sıra onun dünya
görüşünü de yansıtması bakımından önemlidir. Kindî’den sonra Fârâbî de kendi
dönemindeki ilimlerin tasnifini yapmış, her ilmin
tanımını, teorik ve pratik açıdan değerini belirterek eğitim ve öğretimdeki önemine
işâret etmiştir. Filozof önce ilimleri beş ana başlık altında sınıflandırır, sonra da aşağıda
görüldüğü şekilde her ilmin kapsamındaki diğer ilimleri sıralar:
1. Dil: Sarf, nahiv.
Fârâbî en büyük başarısını mantık alanında göstermiştir. Filozof, kendisinden
önceki şârih ve yorumcuların eserlerinden de faydalanarak Aristo’nun Organon adlı
mantık külliyatı kapsamına giren her kitap üzerinde çalışmış; bunların şerh, tefsir veya
muhtasarlarını hazırlamak sûretiyle bu külliyatın incelenmedik ve açıklığa
kavuşturulmadık hiçbir noktasını bırakmamıştır. Özellikle de Kindî ve diğer mantıkçıların
görmezlikten gelerek çözümsüz bıraktıkları kıyas ve ispat teorisiyle ilgili problemleri
üstün bir liyâkatle çözüme kavuşturmuştur. Ayrıca kendisi de mantığın her bölümü için
müstakil kitaplar kaleme alarak sonraki nesillere zengin bir literatür bırakmıştır.
Bu başarısından dolayı haklı olarak "Muallim-i Sânî" unvânıyla anılan Fârâbî, yaptığı bir
taksimle mantığı “tasavvurat” (kavramlar) ve “tasdîkat” (hükümler, önermeler) olmak
üzere ikiye ayırır ki, böyle bir yaklaşım Aristo’da görülmez. Fârâbî’den sonra İslâm
Dünyâsı'nda yazılan bütün mantık kitapları bu plana bağlı kalmıştır. Fârâbî, herhangi bir
şey hakkında bilgi edinirken zihnin iki aşamalı bir işlem yaptığını kabul eder; önce
düşüncenin yapı taşları durumundaki kavramlara, sonra da bu kavramları kullanarak
hükümlere, yâni önermelere ulaşır. Filozof'un Mantığı bu şekilde bir ayırıma tâbi tutarak
incelemesi son derece yerinde bir harekettir. Buna göre birinci bölümde terimler ve târifi
meydana getiren temel unsurlar, ikinci bölümde de önermeler, yâni hipotezler, teoriler,
ardından kıyas ve çeşitli ispat şekilleri söz konusu edilmektedir.
Fârâbî Organon kadrosundaki altı kitabı mahiyetleri açısından üçe ayırmıştır.
a) "Kategoriler", "Önermeler" ve "I. Analitikler"den oluşan üç kitap, "Burhân"a
(II. Analitikler) bir giriş ve malzeme hazırlama durumundadır.
Fârâbî’den itibaren “beş sanat” diye anılan konulara dair bu eserlerin
muhtevasını epistemolojik açıdan şöyle değerlendirmektedir: Burhân’ın öncüllerini
oluşturan önermeler kesinlik ifâde ettiği için bu tür bir kıyasın sonucu da kesin ve
doğru bilgidir.
Fârâbî’ye göre insan neyin doğru, neyin yanlış olduğuna ancak bu bilgi türlerini
öğrendikten sonra karar verebilir. Burası çok önemli... Mutlaka tekrar tekrar okunmalı...
Çünkü bu beş sanat bütün söylem türlerini
içermektedir. Felsefî ve ilmî bilgi kesin sonuç veren burhanî, yâni delile dayanan
kıyaslara, kelâm diyalektik kıyaslara dayanırken, politikacılar hitabette çokça kullanılan
temsîlî kıyas (analoji) şekillerine başvururlar. Filozof, doğru ve tutarlı düşüncenin ilke
ve kurallarını veren Mantığı, Felsefe'nin bir parçası veya bir başka şey için sâdece bir
âlet olarak görmeyi uygun bulmaz. Onun düşüncesine göre Mantık bağımsız bir
disiplin sayılmalıdır.
Fârâbî, Dil ile Mantık arasında yakın benzerlik ve sıkı ilişki bulunduğu hususu
üzerinde önemle durur. Ona göre Dil Bilgisi hatâsız konuşmanın, Mantık da doğru
düşünmenin kurallarını vermektir. Dil bir dış konuşma ise, Mantık da iç konuşmadır.
Bir başka söyleyişle, Dil'in lafızlarla, yâni kelimelerle olan ilişkisi ne ise, Mantığın
kavramlarla olan ilişkisi de odur. Şu var ki, Gramer bir milletin Dil'iyle ilgili kuralları
içerirken, Mantık bütün insanlığın düşüncesine âit kanunları ifâde etmektedir. Gramer
bilmeyen hatâsız konuşamaz!.. Mantık bilmeyen de her zaman doğru düşünemez!..
Fârâbî’nin mantığa sarsılmaz bir güvenle bağlandığı açıkça belli olmaktadır. Öyle
ki, sıradan bir Mantık probleminden hareket ederek Metafiziğin en karmaşık
meselelerini gündeme getirir ve mantık açısından bunları çözümlemeye çalışır. Meselâ
mümkün ve mütekaabil önermelerin yorumunu yaparken bu bağlamda ALLAH’ın
bilgisinin nasıl anlaşılması gerektiğini tartışır. Öte yandan Batı’da, Kant’la birlikte önem
kazanan önermelerin Analitik ve Sentetik olmak üzere iki kategoride değerlendirilmesi
gerektiği düşüncesi, Fârâbî tarafından yüzyıllar önce ortaya konmuştur.
Fârâbî, Aristo’nun Organon’da söz konusu ettiği "tam tümevarım" yanında, bâzı
parçalardan örnekleme yapmak sûretiyle bütün hakkında bir yargıda bulunmak
şeklindeki "eksik tümevarım" üzerinde de durmuş, bunun bilimde ve gündelik hayatta
en çok başvurulan bir yöntem olduğuna dikkat çekmiştir. Her ne kadar bu yönteme
ilk defa Bacon’ın dikkat çektiği, Stuart Mill’in de onu geliştirdiği söylenirse de;
Fârâbî, bunun Bilim'de, Din'de, Hukuk ve Ahlâk alanında yaygın bir şekilde kullanıldığını
söylemektedir. Nitekim ona göre çoğunlukla iyi davranış sergileyen herkes âdildir.
Öyleyse davranışlarının hepsi dikkate alınmadan, âdil bir kimsenin birçok şey hakkındaki
şâhitliği geçerli sayılmalıdır. Uslu ve vakur olan kimsenin davranışlarının hepsi dikkate
alınmaksızın sâdece bu iki nitelik onun karakterinin nasıl olduğunu göstermeye yeter.
Klâsik Mantık alanında yeni bir şey söylemenin güçlüğünü kabul etmekle birlikte
Fârâbî’nin Mantığa olan katkısı; bu disiplini sağlam bir terminolojiye kavuşturmanın,
yanı sıra yaptığı geniş yorumlamalar, ayrıca yaşadığı toplumun düşünce, inanç ve
kültür değerlerinden verdiği zengin örneklerle onu geliştirmesi ve bir metodoloji
olarak bilim alanında kullanılmasını kolaylaştırmasıdır.
Fârâbî’nin Felsefe sistemi, varlığın ilkesini mânevî saymakla birlikte, Geometri ve
Mantığı temel alan, Fizik'ten (Tabiat İlimleri) geçerek Metafiziğe yükselen bir sistemdir.
Eflâtun, Aristo ve Yeni Eflâtunculuk’tan gelen ve sistemin bütünü içinde yer yer
görülen Eklektisizm rastgele bir derleme tarzında olmayıp, kendi mantığı içinde son
derece tutarlıdır.
Bu felsefede bütün Kâinat sürekli hareket eden bir dönme dolap
şeklinde tasavvur edilecek olursa, inişli çıkışlı bu sistem içinde en ulvîsinden en süflîsine
kadar maddî-mânevî, organik-inorganik her varlık türünün yeri ve işlevi belirlendiği için
aynı zamanda determinist ve gâyeci bir felsefedir. Bu bakımdan Fârâbî’ye göre Felsefe,
varlık olarak varlığın bilgisidir. Yâni, bütün Kâinat'ı önümüze seren ve her şeyi kuşatan
küllî bir ilimdir.
Şu halde varlığın ilk prensibini ve en son gâyesini araştıran, onun
işleyişini sebep-sonuç ilişkisi içinde yorumlayan filozofun bilgisi de küllî olacaktır.
Bundan dolayı Fârâbî, “Filozofun yapması gereken şey, kendi gücü ölçüsünde ALLAH’a
benzemektir” derken bundan, rûhî ve ahlâkî arınmanın yanı sıra filozofun fikren de
aydınlanarak TANRI gibi varlığın evrensel bilgisine sâhip olmasını kastediyordu... Buna
karşılık ruhunu ve ahlâkını arındırma kaygısı taşımayan ve sâdece teorik bilgilerle
yetinen kimseye “sahte filozof” diyordu. Zirâ felsefe yapan kimsenin en son amacı
önce kendi ahlâkını, sonra âilesinin ve ülkesindekilerin ahlâkî durumlarını düzeltip
iyileştirmek olmalıdır... Bütün Felsefe konuşanlara, Filozof geçinenlere duyurulur!..
Bu konuda Fârâbî Felsefe
öğrencilerine de bâzı öğütlerde bulunur: Gerçeğe ulaşabilmek için her şeyden önce
haz ve şehvet duygusunu yenerek ahlâkını düzeltmeli, sağlam bir irâdeye sâhip
olabilmek için zihnî melekelerini geliştirip güçlendirmeli, hırs derecesinde bir istekle
sürekli çalışmalı, başlıca meşgûliyet alanı İlim olmalıdır. Bu da Felsefe öğrencilerine,
hattâ bütün öğrencilere duyurulur!..
Kindî "Matematik bilmeden Felsefe'de başarılı olunamayacağı"nı söylerken,
Fârâbî "Felsefe'ye Geometri ve Mantık bilgisiyle girileceğini, fakat Fizik bilmeden de
bu alanda bir varlık göstermenin mümkün olamayacağı"nı belirtir. Çünkü Fizik bizim
en kolay anlayabileceğimiz ve bize en yakın maddî bir alandır.
Fârâbî, kozmik düzende yer alan her varlığı ve meydana gelen her olayı
sebep-sonuç ilişkisi içinde yorumlamakta, onun inişli çıkışlı sisteminde bir önceki
varlığı bir sonrakinin maddesi, onu da bunun sûreti saymaktadır. Ancak iniş
mükemmelden daha az mükemmele doğru kolay bir şekilde gerçekleştiği halde, çıkış
mükemmel olmayandan mükemmele geçiş tarzında olduğu için, zor gerçekleşmekte
ve zaman almaktadır.
Fârâbî’ye göre insan aklının ulaşabildiği en genel kavram "VARLIK"tır, Kâinat'ta "VÂROLAN"dır...
Bütün bu MEVCÛDAT'ın ne olduğunu bilen var mı?.. Bu yüzden varlığın tanımı yapılamaz,
çünkü tanım cins ve fasıldan oluşur. Varlığı kuşatacak
daha küllî bir kavram bulunmadığına göre, onun tanımını yapmak mümkün değildir.
Bu basit ve yalın kavramı tanımlamak için gösterilecek her çaba sâdece akla yapılan
bir uyarı durumunda kalacak ve bilinenin tekrarından öte herhangi bir anlam
taşımayacaktır. Şu halde VARLIK vardır ve apaçıktır, ama ne olduğu bilinmez. bu konuda
birtakım spekülasyonlara kalkışmak bilgimize yeni bir şey katmayacaktır. (
İbn-i Sinâ celsesi'ndeki CANLI tanımı da öyle değil miydi?)
Fârâbî, VARLIKLAR'ı sınıflandırırken en üstte bulunan, en salt ve en mükemmel
olan “ilk sebep”ten (TANRI) başlayarak basitlik ve mükemmelliğin en alt düzeyinde yer
alan ilk maddeye (heyûlâ) kadar iner... Buna göre VARLIK Mertebeleri'nin ilki, insan
aklının ulaşabildiği en kutsal varlık olan TANRI’dır. İkincisi, Filozof'un “ikinciler”
adını verdiği, sayıları gökkürelerinin sayısına tekaabül eden dokuz akıldan oluşan
Varlık Alanı'dır. Fârâbî’nin Rûhânîler ve Melekler mertebesinde gördüğü bu Akıllar
Varlıkları'nı TANRI’dan alırken, kendileri hem Üçüncü Varlık Mertebesi'ni oluşturan
Faal Akl'ın, hem de Ay Üstü Gökküreleri'nin varlık sebebidirler. Ona göre dinî terminolojide
Cebrâil veya Rûhulkudüs adı verilen Faal Akıl, TANRI ile Ay Altı Âlemi arasında aracı
durumundadır. Dördüncü Mertebe'de yine mânevî ve basit bir varlık olan Nefis bulunur.
Nefis gök cisimlerinde dâirevî hareketi; insan, hayvan ve bitkilerde ise biyolojik,
fizyolojik, fizyonomik ve psikolojik her türlü aktiviteyi ifâde etmektedir. Beşinci ve
Altıncı Varlık Mertebeleri'ni oluşturan sûret (form) bir madde, basit birer varlık olmakla
birlikte yetkinlikten uzaktırlar. Bunlar birbiri için gereklidir; biri olmazsa diğeri
bulunamaz. Bununla berâber sûret aktif ve "şekil verici", madde ise pasif ve "verilen
şekli kabul edici" durumdadır. Bu iki basit ilkenin birleşmesiyle Ay Altı Âlemi'nde
öncelikle dört unsur (toprak, su, hava ve ateş) oluşur. Maddî varlıklar alanının yapı
taşları durumundaki bu dört unsurdan her birinde soğukluk-sıcaklık, kuruluk-yaşlıktan
ibâret dört zıt nitelik vardır ki, bunlardan ikisinin bulunması sonucunda karışım meydana
gelir. Bu da ilk somut maddenin, yâni cismin meydana gelmesi demektir.
Şu halde ilk
aşamada inorganik varlıklar, sonra organik varlıklar oluşur. Esâsen Fârâbî’nin "Cisimler
Âlemi" derken kastettiği "gök cisimleri, dört unsur, madenler, bitki, hayvan ve insanlar"ı
içeren bütün Maddî Kâinat'tır. Ancak gök cisimlerinin ana maddesi dört unsur değil,
havadan da hafif olan esîrdir. (ESÎR , daha önce de vermiştik, "atomlar arasındaki
boşluğu ve bütün Evren'i doldurduğu varsayılan, ağırlığı olmayan, ısı ve ışığı ileten
cevher" demektir.) Böylece Filozof'a göre âlemi çepeçevre kuşattığı farzedilen en
dıştaki felekten (el-felekü’l-aksâ) en aşağıda yer alan dört unsura kadar bütün Kâinat'ta
boşluğa yer yoktur... Bu görüşüyle Fârâbî Aristo’dan beri devam eden Meşşâî Geleneği ,
yâni Aristocular'ı takip ederek atomizmi reddeder... Halbuki atom çekirdeği ile
elektronlar arasındaki boşluk, Kâniat'ta gök cisimleri arasında da mevcuttur. Çünkü
her şeyin aslı YOKLUK'tur, ALLAH, Kâinat'ı YOK'tan yaratmıştır. Bizim VARLIK
dediklerimiz aslında YOK'tur... Neyse, bu ayrı bir bahis...
Fârâbî'nin yanıldığı bir başka husus, ALLAH’ın bilgisi Zâtı gibi ezelî olduğuna
ve O ezelden beri Kendisini bildiğine göre, bu bilmenin sonucunda meydana gelen
varlığın, yâni Kâinat'ın da ezelî olmasını mantıkî bir
zorunluluk olarak ileri sürmesidir... Bu, semavî dinlerde, “Âlem ALLAH’ın hür iradesiyle
sonradan yaratılmıştır” şeklinde ifade edilen “halk-laratma” ilkesiyle bağdaşmaz mümkün
değildir. Ayrıca "O'nun Vechi (Zâtı) hâriç, her şey yok
olacaktır. Hüküm O'nundur" (Kasas Sûresi, 88. Âyet) ifâdesine aykırıdır...
Ancak o dönemin İslâm hoşgörüsüne bakın!.. Fârâbî ve onun tâkipçileri böyle KUR'AN'a
aykırı hususları dahi savunabiliyorlardı. Ve Gazâlî'nin itirâzları da bu hususlar üzerine idi.
Fârâbî, ALLAH ile Maddî Kâinat arasında aracı bir güç olarak gördüğü Faal Akl'ın dinî
terminolojideki Cebrâil’e tekabül ettiğini iddia ediyorsa da, dinde ALLAH’tan aldığı
vahyi tebliğ etmesi dışında Cebrâil’e Dünyâ'yı idâre etme gibi bir görev verilmiş
değildir. Filozof'un bu konuda Yeni Eflâtuncu ve Sâbiî doktrinlerden etkilendiği
düşünülmektedir.
Küre şeklinde basit birer varlık olan gök cisimlerinde, toprak, su, hava, ateş olan
dört unsurdan her biri sıcaklık, soğukluk, yaşlık
ve kuruluk gibi dört zıt nitelikten ikisine sâhiptir. Bunlardan ilk ikisi aktif, son ikisi
pasiftir. Karışım olayında iki zıt nitelik bulunur ve bunlardan hangisi ötekine üstün
gelirse, meydana çıkan cisimde onun özelliği ağır basar. Bu anlayışa göre karışım
sonucunda sırasıyla taşlar, mâdenler, bitkiler ve hayvanlar ortaya çıkmakta, yüce
Yaratıcı'nın karışımdan istediği en ideâl kıvam oluşunca da insan meydana gelmektedir
Fârâbî’ye göre Fizik, basit olsun birleşik olsun tabii cisimlerin ilkelerini,
özelliklerini ve onlardaki değişimi sağlayan prensipleri araştıran bir ilimdir. Burada şunu
da belirtmek gerekir ki, genellikle İlk ve Ortaçağ Fiziği Varlığın menşei, özellikle de
HAREKET Teorisi üzerinde yoğunlaşmıştır. Fârâbî de bu anlayışa bağlı kalarak Fizik
Dünyâ'daki organik ve inorganik varlık türlerinde görülen her türlü oluşum ve değişimi,
HAREKET kavramı bağlamında açıklamaktadır. Hareket'i “güç halinden fiil alanına çıkış”
diye târif eden Filozof, gök cisimlerinin dâirevî şekilde hareket etmelerine karşılık, Ay
Altı Âlemi'ndeki varlıkların bir mekâna bağlı olarak düz, yâni çizgi boyu hareket ettiklerini
belirtir. Hareketin yönünü ise maddenin ağır veya hafif oluşu belirler. Buna göre ağır
cisimler çevreden merkeze, hafif cisimler ise merkezden çevreye doğru hareket
ederler. Ayrıca hareketi yer değiştirme, dönüşüm, artma-eksilme, oluş ve bozuluş
şeklindeki geleneksel ayırımı içinde inceleyen Fârâbî, bunlardan yer
değiştirmenin doğrudan cevherle ilgili olması sebebiyle Hareket kavramını daha iyi
ifâde ettiğini, diğerlerinin ise ârazlara ilişkin olduğunu, yani cisimlerdeki biyolojik ve
kimyasal değişimleri belirlediğini söyler. Bundan başka Filozof diğer bir açıdan
Nareket'i iradesiz ve iradeli olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. Bitkilerin hareketi
irâdesiz, hayvanların ve gökkürelerinin hareketi ise irâdelidir... Burada da bir yanılma
olduğu görüşündeyim...
İbn-i Sinâ Celsesi'nde Üstat Canlı'yı,
"İRÂDE'nin içindeki varlık" olarak târif etmişti, yâni "ALLAH'ın irâdesine tâbi
olan varlık" ... Nereye dikerseniz dikin, kendine
sarılacak bir dal arayan sarmaşık bitkisi, yaprağına konan sineği yemek için kapanan et yiyen bitki
belgesellerini seyrederseniz, bitkinin de irâdesiz olmadığını görürsünüz. Ama ona "içgüdü"
diyorlar galiba...
Filozof'un, Klâsik Fizik'te Hareket kavramıyla bağlantılı olarak incelenen zaman ve
mekân konularına yaklaşımında herhangi bir yenilik göze çarpmaz. Ona göre zamanın
varlığı, hareketle birlikte kavranır; hareket varsa zaman da vardır. Şu halde zaman,
dış dünyada bir gerçekliği mevcut olmayıp, sâdece değişime bağlı bir şuur olayıdır.
Kesintisiz bir nicelik olan zamanın en küçük birimine “an” denmektedir; bir bakıma
bu çizgi ile nokta arasındaki ilişki gibidir, yâni an geçmişle gelecek arasında hayâlî bir
sınırdır. Mekân da zaman gibi metafizik bir kavramdır ve “şudur” diye işâretle
gösterilecek somut bir şey değildir. Dolayısıyla günlük dildeki bir nesnenin bulunduğu
“yer” ile Felsefe'deki “mekân” birbirinden farklıdır. Felsefe'de mekân, kuşatan cismin
iç yüzeyiyle kuşatılan cismin dış yüzeyi arasında var olduğu kabul edilen hayalî bir
şeydir.
Modern Psikoloji'nin kurulduğu XIX. Yüzyıl'a gelinceye kadar Metafiziğin
temel disiplinlerinden biri sayılan Psikoloji, Fizyoloji'yle bir arada mütalâa ediliyordu.
Hattâ Fârâbî’nin yüz defa okuduğunu söylediği Aristo’nun "De Anima" adlı eseri
Psikoloji'den çok bir Fizyoloji kitabı niteliğini taşımaktadır. Bunun yanı sıra Fârâbî’nin,
Eflâtun ve Yeni Eflâtunculuk’tan gelen ve Ruh telakkilerini içeren literatüre de sâhip
olduğu bilinmektedir. İşâret edilmesi gereken bir nokta da, onun tarafından kullanılan
"nefs" teriminin biyolojik, fizyolojik ve psikolojik bütün aktiviteleri ifâde ettiği için, Ruh
teriminden daha kapsamlı olduğu hususudur.
Aristo gibi Fârâbî de bir yandan nefsi “güç halindeki tabii organik cismin ilk
yetkinliği” diye tarif ederken, öte yandan nefsin bedenin bir sûreti olduğunu söyler.
Burada nefse güç, yetkinlik (kemâl) ve sûret olmak üzere üç nitelik izâfe edildiği
görülmektedir. Bu husus şöyle bir örnekle açıklanabilir: Bir buğday tanesi organik bir
cisim olduğu için güç hâlinde (potansiyel olarak) canlı sayılmaktadır. Bu tâne uygun bir
ortama bırakıldığı zaman çimlenmek üzere kabuğunu çatlatır. Bu olayda tânenin sâhip
olduğu güç fiil hâline gelerek kabuğu çatlatmış ve tâne önceki durumuna nisbetle
gelişerek bir yetkinlik kazanmıştır ki, buna "ilk yetkinlik" denmektedir. Daha sonra bu
aktivite devam ederek tohum kendi sûretinde başka tâneler meydana getirir, bu
duruma da "son yetkinlik" denilir. Buna göre, her canlı türüne sâhip olduğu görünümü
veren, onun nefsidir. ( Bu örnek
İbn-i Sinâ Celsesi'nde "Bitkide irâde var mı?"
sorusuna verilen cevâbın aynıdır.)
Muhtemelen yukarıdaki Aristocu târif kendisini tatmin etmediği için Fârâbî, Eflâtun
gibi nefs-beden ikileminden hareketle nefsin bedenden bağımsız basit bir cevher
olduğu sonucuna ulaşır. Fârâbî, Eflâtuncu bir anlayışla nefsi, nebâtî, hayvânî ve insânî
olmak üzere üç kısma ayırarak inceler. Bunlardan ilki bütün canlılarda ortak olarak bulunan
beslenme, büyüme ve üreme güçlerine sâhiptir. Hayvânî nefste bunlara hareket ve
algı güçleri katılır. Bu kategorideki varlıkların hareketinin başlıca iki kaynağı vardır:
Hoşa gideni elde etme doğrultusunda hayvanı tahrik eden istek gücü ile sevilmeyen,
zararlı ve korkulu şeylerden uzaklaşmayı sağlayan öfke gücü. Algı gücü de iki
kaynaktan beslenmektedir. Bunlar beş duyu ile hayâl (mütehayyile), vehim, düşünme
ve hatırlama şeklindeki psikolojik güçlerden oluşmaktadır. Bu konuda Fârâbî’nin ortak
duyu ile hayâl güçleri arasında kesin bir ayırım yapmadığı dikkati çekmektedir. Ayrıca
Filozof vehim gücünü hayvanlardaki içgüdü karşılığında kullanırken, bu insanlarda
düşünme gücü (müfekkire) olarak tezâhür etmektedir. Nefsin en gelişmiş kısmı olan
insânî nefse ise “düşünen nefis” (en-nefsü’n-nâtıka) adı verilmektedir ki bu da akıldan
ibârettir.
Fârâbî bilginin kaynağının duyular olduğunu savunarak Eflâtun’un
“doğuştan bilgi” teorisini reddeder. Ona göre yeni doğmuş bir çocuğun zihni
bomboştur; fakat düşünme melekelerine ve algı aracı durumundaki duyu organlarına
sâhiptir. (Âdem'e her şey öğretildi, ama Cennet'ten kovulunca, hepsini unutmadı mı?..
Ama Reinkarnasyon olaylarında geçmişten hatırlananlar da var.)...
Bu organlar vasıtasıyla çocuk bilinçsiz olarak dış dünyadan sürekli izlenimler
alır. Zaman içinde bölük pörçük ve gelişigüzel oluşan bu bilgi birikimi şuurun
teşekkülü ile ifâdesini bulunca bâzıları çocuğun bunları doğuştan getirdiğini
zannederler. Halbuki akıl duyu deneylerinden başka bir şey değildir. Bu deneyler ne
kadar çok olursa insan zihni o kadar mükemmel akla sâhip sayılır. Şu var ki, duyular
nesneleri bulundukları şekliyle algıladığı için duyu bilgileri cüz'idir; akıl ise bunların
analiz ve sentezini gerçekleştirip küllînin bilgisine ulaşır ve mukayeseler yaparak yeni
bilgiler üretir. Aklî bilginin temelini duyu bilgileri oluşturduğu için Filozof, sonradan
Kant’ın da tekrarlayacağı şu cümleyi ısrarla vurgular: “Duyu verileri dışında aklın
kendisine özgü bir işi yoktur”.
Fârâbî’nin ahlâk felsefesinin temelini eğitim ve iyi davranışlar, son hedefini ise
mutluluk oluşturmaktadır. İnsan mutlu olmak için yaratılmıştır ve sınırlı da olsa bu
mutluluğu tek başına gerçekleştirme güç ve imkânına sâhiptir. Şüphesiz her insanın
irâdeli davranışlarının belli bir amacı vardır. Bu husus araştırıldığında görülür ki, insan
dâima iyi ve mükemmel olanı kendisine amaç edinmekte ve o doğrultuda hareket
etmektedir. Fakat bâzı amaçlar daha mükemmeli elde etmek için araç sayılırken,
bâzıları doğrudan amaçtır ve hiçbir şeye araç olamaz. Meselâ ilâç kullanma amaç değil,
sağlığa kavuşmak için bir araçtır. İlim ise doğrudan amaç olacağı gibi; makam, mevki,
şöhret ve servete araç yapılabilmektedir. Mutluluk öyle bir değerdir ki, hiç bir şeye araç
olmayıp, doğrudan doğruya amaçtır. Çünkü insan mutluluğu elde ettikten sonra her
türlü tatmini onda bulup, başka hiç bir şeye ihtiyaç duymaz.
Ancak bâzı insanlar mutluluğu servette, bâzıları maddî hazlarda, bâzıları politik güçte,
bâzıları da bilgide arar. Fârâbî’ye göre ise, gerçek ve en yüksek mutluluk bilgiyle
aydınlanmaktır. Bu da insan aklının olgunlaşıp Faal Akıl'la irtibat kurması (ittisâl) ve
evrensel bilgiyle aydınlanması olayıdır. Böyle bir mutluluğa sıradan insanlar değil, ancak
peygamberler ve filozoflar ulaşabilir. Şu hâlde bu mutluluğun gündelik dildeki
mutlulukla, yâni bedenî hazlarla, refah veya geçici tatminlerle bir ilgisi yoktur. Gerçek
mutluluk, insan aklının maddenin hâkimiyetinden bütünüyle sıyrılıp, mânevî bir varlık
olan Faal Akl'ın feyziyle aydınlanması ve ondan pay almasıdır.
Fârâbî’ye göre her insan iyiliğe ve kötülüğe eşit ölçüde yatkın olarak doğar.
Şüphesiz bu durum, ahlâk konusunda eğitimin ve alışkanlıkların son derece önemli
olduğunu göstermektedir. Her şeyden önce ahlâk pratik bir ilim olduğu için yaparak
ve yaşayarak öğrenilir. Nasıl ki herhangi bir sanatı öğrenip o konuda gerekli beceriyi
kazanmak için çok alıştırma yapmaya ve tekrara ihtiyaç varsa ahlâklı olabilmek için de
iyi ve güzel davranışları benimseyip, onları huy ve ikinci bir karakter hâline getirmeye
ihtiyaç vardır. Ahlâk alışkanlıklar sonucu kazanıldığına göre değişebilmektedir.
Şu hâlde insanın mutluluktan pay alabilmesi için kendisini mutluluğa götürecek erdemli
davranışları kazanma ve kazandıktan sonra onları koruma konusunda sürekli ve ciddi
çaba göstermesi gerekir. Erdemli davranışın ne olduğu hususuna gelince, bu konuda
Fârâbî, Aristo gibi düşünmekte ve ifrat-tefrit denen iki aşırı uçtan uzak, eksiği ve
fazlası olmayan dengeli bir davranışa önem vermektedir. Meselâ yiğitlik korkaklıkla
saldırganlık, cömertlik cimrilikle savurganlık arasında dengeli, dolayısıyla erdemli birer
davranıştır. Ne var ki ahlâkî faziletler söz konusu olduğunda orta yolu bulmak nisbeten
kolay olsa da, bilgi ve adâlet gibi erdemlerde bu husus yeterince belirgin değildir.
Fârâbî bütün insanlığın sâhip olduğu faziletleri nazarî, fikrî, ahlâkî ve amelî olmak
üzere dört kategoride değerlendirir. Nazarî faziletler, apriori ve aksiyomatik bilgi
türlerinden başlayarak bütün teorik ilim dallarını ve varlığın en son ve en yüksek ilkesi
olan ALLAH ile mânevî varlıklar hakkındaki bilgileri ifâde eder. Ancak halkın teorik
alandaki bilgileri yüzeysel olup, genel kabullere dayanırken, seçkinlerin bilgisi mantıkî
kanıtlara dayanmaktadır. Fikrî faziletler, düşünme gücünün fert ve millet için en yararlı
olanı araştırma çabasıdır. Özellikle bu erdemin ahlâkçılarla kanun koyucularda
bulunması gerekir. Bununla birlikte sanatta ve pratik hayatta faydalı ve güzel olanı
araştırıp ortaya koyma faaliyeti hep fikrî faziletlerin ürünüdür. Ahlâkî faziletler insanın
irâdeli davranışlarında her türlü aşırılıktan uzak olarak iyiyi, doğruyu ve güzeli amaç
edinmesidir. Bu konuda eğitim ve öğretimin önemi büyüktür. Amelî faziletler, insanın
çeşitli sanat ve mesleklere karşı eğilimlerini geliştirerek o alanda iyi yetişmesi anlamına
gelmektedir. Fârâbî bu alandaki erdemlerin gelişmesi için teşvik, rekabet ve yerine
göre zorlamanın gerekli olduğunu söyler... Bu noktada bizim Fazilet Celsesi'ni
hatırlatmak isteriz...
Fârâbî’nin ahlâk felsefesinde nihâî amaç mutluluk olmakla birlikte, tamâmen
Metafizik ve mistik bir kuruntudan ibâret olan bu mutluluk anlayışının insanın
beklentileri ve hayâtın gerçekleriyle hiç bir ilişkisi bulunmamaktadır. Çünkü mutlu
olmak için düşünce hayâtının ve ahlâkî faziletlerin tek başına yeterli olmayacağı
tartışma götürmez bir gerçektir. Dünyevî hiçbir şeye sâhip olmayan birini mutlu
saymak mümkün müdür?.. Nitekim Aristo, bir tek kırlangıcın veya sâdece güneşli bir
günün baharın geldiğini göstermeye yetmeyeceğini söyleyerek mutluluk olayında
dost, servet, sağlık, siyâsî nüfuz, soyluluk ve mükemmel bir fizikî yapıya sâhip olma
gibi dış faktörlerin de önemli payı bulunduğunu belirtir.
Fakat Fârâbî bu gerçekleri hiç hesaba katmaz. Şüphesiz bu durum, onun mistik
tavrından ve Ay Altı Âlemi'nde organik ve inorganik varlıklarda ortaya çıkan her türlü
aktiviteyi, mâhiyeti dahi bilinmeyen Faal Akl'a bağlama düşüncesinden kaynaklanmaktadır.
Öte yandan Fârâbî’nin mutluluk anlayışının, İslâm’daki mutluluk telâkkisiyle de
bağdaşır bir yanının bulunmadığına işâret etmek gerekir. Zirâ İslâm’a göre bir mümin
için en yüce mutluluk ALLAH’ın rızâsını kazanmaktır. Bunun sonucunda mümin Cennet'e
ve ALLAH’ın Cemâlini müşâhedeye nâil olacaktır. Bu da ancak ilâhî emir ve yasakları
titizlikle uygulamak, ahlâkî faziletleri hayâtın vazgeçilmez ilkesi saymak ve takvâ
ölçüsünde samimi bir dinî hayat sürmekle gerçekleşir. Bu şekilde davranan kimsenin
sosyal ve kültürel statüsü ne olursa olsun, din onu hem Dünyâ'da, hem de Âhiret'te
mutlu saymaktadır.
Erdemli bir hayâtın ancak ideal bir toplumda gerçekleşeceği düşüncesi, târih
boyunca filozof ve şâirler için tatlı bir hayâl olmuştur. Eflâtun’un DEVLET diyalogunda
tasarımını verdiği realiteden uzak Ütopik Devlet düzenine benzer bir düşünceye, ilk
defa Fârâbî’nin "el-Medînetü’l-FâzıIa"sında ve kısmen diğer eserlerinde rastlanmaktadır.
Fârâbî öncelikle Devlet'in menşei meselesini tartışır: İnsan toplulukları bir arada
yaşama ve DEVLETt denen en üst düzeyde teşkilâtlanma fikrini nereden almışlardır?
Bu soruya şu cevaplar verilebilir:
a) Genel varlık plânındaki düzeni gören insan toplulukları kendi aralarında da
böyle bir sistem kurmayı düşünmüş olabilirler. (ontolojik teori)
Daha sonra Fârâbî’nin insan topluluklarını sınıflandırdığı görülür ve bunu yaparken
ihtiyaç, dayanışma ve ahlâkî yetkinliği gerçekleştirebilme imkânını bir kriter olarak
dâima göz önünde bulundurur. Buna göre insan toplulukları tam gelişmiş ve az gelişmiş
olmak üzere ikiye ayrılabilir. Tam gelişmiş olan topluluklar küçük (şehir), orta (Devlet)
ve büyük (Birleşik Devletler) diye üç gruba ayrılır. Az gelişmiş topluluklar da âile,
sokak, mahalle ve köy olmak üzere dörde ayrılır.
Filozofun medenî toplulukları bu şekilde sınıflandırmasında dikkati çeken husus,
eski Yunan’da böyle bir sınıflandırmanın bulunmayışıdır. Çünkü onlarda âile ve sitenin
ötesinde Devlet veya Birleşik Devletler fikri yoktur. Halbuki Fârâbî’nin Devlet
felsefesinde nihâî amaç bütün insanlığı içine alacak, ahlâkî erdemleri ilke edinmiş,
iş bölümü ve sosyal dayanışmanın en mükemmel şekilde gerçekleştiği, sevgi ve
saygının yaygın olduğu, hukukî ve sosyal adâletin tam olarak uygulandığı Birleşik
Devletler'dir... Demek ki Eflâtun'un "Devlet" adlı eserini okuyup ta öğünenler, onun bir
adım ötesinde Devlet felsefesi kurmuş olan Farâbî'yi de okumazlarsa, eksik kalırlar.
Fârâbî, medenî toplulukların tasnifinden sonra Devlet (medîne) şekilleri üzerinde
durarak, bu konuda faziletli olan ve olmayan Devlet diye başlıca iki topluluktan söz
eder. Faziletli Devlet'in sâdece bir şekli bulunurken, Faziletsiz Devletler sapık, fâsık,
değişebilen ve câhil olmak üzere dörde ayrılır. Bunlardan Câhil Devlet'in de altı ayrı
şekli bulunmaktadır. Bütün bu Devlet şekillerinin sınıflandırılmasında Devlet Reisi'nin
zihnî ve ahlâkî yapısının, idârecilerin adâlet, hukuk, ahlâk ve insanlık anlayışlarının
belirleyici rolü vardır... Tabii buraya A.B.D. ve İsrâil gibi "Haydut Devlet" kavramı da
eklenebilir.
Filozof, Erdemli Devlet'i biyoorganik açıdan sağlıklı bir bedene benzetir. Önemine
göre bedende her organın bir görevi vardır ve bunların verimli çalışmaları kâlbe
bağlıdır. Tıpkı bunun gibi Devlet'in kurum ve kuruluşlarının da verimli ve koordineli
çalışmaları Devlet Başkanı'nın kaabiliyet ve tutumuyla ilgilidir. Ancak kâlp ve diğer
organlar görevlerini tabii olarak yaparken, Devlet'teki kurum ve kuruluşlar hiyerarşik
sistem içinde kendi kaabiliyet, irâde ve sorumluluklarının bilinci içinde görevlerini
yapmak durumundadırlar. Burada Başkoordinatör olarak Devlet Başkanı'nın önemi
ortaya çıkmaktadır. Fârâbî Faziletli Devlet'in ideâl başkanında şu nitelikleri arar:
Mükemmel bir fizikî yapı, sağlıklı anlama ve değerlendirme yeteneği, güçlü hâfıza,
kıvrak zekâ, ifâde ve üslûp güzelliği, bilim sevgisi ve tutkusu, yeme, içme, oyun,
eğlence ve cinsel ilişki gibi geçici kaba hazlara düşkün olmama, doğruluk ve dürüstlük
sevgisi, kişilik sâhibi ve insanlık onuruna düşkün olma, adâlet sevgisi, kararlılık ve
uygulama cesâreti, gönül zenginliği ve tok gözlülük... Bu on iki temel niteliğe sâhip
bulunan bir kimse hem Erdemli Devlet'in, hem Millet'in, hem de bütün Yeryüzü'nün Reisi
ve İmamı'dır... Tabii sâdece Devlet Reisi değil; Bakanlar, Milletvekilleri, Genel Müdürler,
hattâ Memurlar böyle olmalıdır ki, bu vasıflar Özel Sektör'e de yansısın; Patronlar,
İşverenler, Tüccarlar, İmâlâtçılar, İthalâtçılar, İhrâcatçılar, Serbest Meslek Mensupları,
Ustalar, İşçiler de böyle olsun... Olsun ki, millet tümüyle erdemli, ahlaklı ve çalışkan olsun!..
Fârâbî, bütün bu özelliklerin bir insanda bulunmasının güç bir şey olduğunun
farkındadır. Bu durumda yapılacak şey, aşağıdaki altı özelliği taşıyan yeni başkanın bir
önceki başkanın koyduğu kanunları uygulaması olacaktır. Bu özellikler şunlardır:
Bilge olmak, öncekilerin koyduğu kanun ve töreleri bilmek, öncekilerin görüş beyan
etmediği bir konuda kanun koyabilecek kadar hukuk formasyonuna, yeni bir meseleyi
çözebilecek üstün zekâya, kanunları halka kabul ettirebilmek için üstün ikna
kaabiliyetine ve savaş sırasında aldığı kararları yürütecek irâde ve kudrete sâhip
bulunmak!.. Bu üstün niteliklerin hepsi bir kişide bulunmayabilir. O takdirde Devlet'i
iki kişi yönetecektir. Bunlardan biri kesinlikle bilge olacak, öteki ise diğer özelliklere
sahip bulunacaktır. Bu niteliklerden her biri ayrı kişilerde bulunduğu takdirde Devlet
altı erdemli başkan tarafından yönetilecek demektir. Eğer devleti yöneten kadroda
altı nitelikten beşi bulunup, bilgelik bulunmayacak olursa o Erdemli Devlet, başkansız
sayılır ve her an tehlikeyle yüz yüzedir. Eğer bir bilge kişi bulunamayacak olursa
giderek Devlet yıkılır. .. Tabii bu altı kişinin altısı da "başkan" olmayacak, vezir olacak,
Başbakan, Bakan olacak... Bir Devlet'te ancak bir Başkan, bir de onun yardımcılıra,
danışmanları olur... Hepsinin bilgili, görgülü, erdemli olması şartıyla!..
Fârâbî’nin faziletli bir toplum meydana getirmek üzere tasarımını verdiği Erdemli
Devlet'in Eflâtun’un ütopik devletinin izlerini taşıdığında şüphe yoktur. Filozofların kral
ve kralların filozof olmasını öneren Eflâtun’dan farklı olarak Fârâbî, kişinin Dünya ve
Âhiret mutluluğunu ve toplumun dirlik ve düzenliğini sağlayacak bir nizam vaad eden
Kur’ân-ı Kerîm’in ortaya koyduğu hayat tarzını da dikkate alarak “ilk reis” ve “imam”
diye nitelediği ideâl Devlet Başkanı'nın şahsında, yâni İslâm halifelerinde, Hz. Peygamber
ile filozofun üstün özelliklerini birleştirmek istemiştir.
İslâm dünyasında henüz felsefe hareketleri başlamadan önce Mu‘tezile Kelâmcıları
Din Felsefesi alanına giren meseleleri bütün boyutlarıyla tartışıp temellendirmeye
çalışmışlardı. Daha sonra bu meseleler, Kelâm'dan Felsefe'ye geçişi sağlayan
Ya‘kub b. İshak el-Kindî (801-873) tarafından farklı bir yöntemle ele alınarak yorumlanmış,
Fârâbî ile de en olgun düzeye kavuşturulmuştur.
Farâbî'nin, Din Felsefesi'nin en temel
meseleleri olan Ulûhiyyet, Nübüvvet ve Meâd konularına dâir düşünceleri şöyledir:
a) ULUHİYET. İnsan aklının ulaşabildiği en genel kavram Varlık, en kutsal kavram ise
TANRI'dır. Fârâbî’ye göre Mantık bakımından Varlık denen şey hakkında “zorunludur,
mümkündür” şeklinde ancak iki ifâde kullanılabilir. Zorunlu Varlık (vâcibü’l-vücûd) özü
itibâriyle zorunlu olandır. Onun varlığı bir an için yok farzedildiğinde bu durum
mantıkî imkânsızlığa yol açar ve bu takdirde Varlığın oluşumu, Genel Varlık planındaki
düzen ve her şeye rağmen irâde dışında meydana gelen birçok olay izah edilemez olur.
Farâbî'ye göre TANRI hakkında yokluktan söz edilemez; Varlığının hiçbir sebebi
bulunmamaktadır ve vârolan her şeyin ilk sebebi O’dur; hiçbir şey O’nun Varlığına delil
olamaz, aksine O her şeyin delilidir. Şu halde O’nun Varlığı tam ve mükemmeldir...
Bizce Mükemmel kelimesi TANRI için kullanılmaz. Çünkü kökü KEMÂL'dir, yâni olgunluktur.
Gittikçe olgunlaşınca "mükemmel" olur. Bu da hâşâ TANRI'nın başlangıçta eksik olduğunu
ifâde eder. Zâten ALLAH'ın Cemâl diye adı vardır, ama Kemâl yoktur. ALÎM vardır.
Her şeyi baştan bilir, olgunlaşmasına gerek yoktur.... Çünkü
İbn-i Sinâ Celsesi'nde Üstat, bizzat kendisi,
"YALNIZ BENİMDE ALDANDIĞIM ÇOK SAFHALAR OLMUŞ... Fârâbî de aldanmıştır bir
çok yerde... Hepimiz aldandık. YALNIZ ALDANMAYANLAR, PEYGAMBERLER'DİR,"
demişti. Aldandığı, daha doğrusu yanıldığı noktalara işâret ettik. Ben de yanılıyor
olabiliim ama, bildiğimi yazdım...
ALLAH’ın varlığını ispat konusunda ilk defa Fârâbî’nin ortaya koyduğu bu ontolojik
delil zorunlu ve mükemmel kavramlarından yola çıkılarak hazırlandığı için bu konudaki
kozmolojik delillerden daha çok doyurucu sayılmaktadır. Daha sonra bu delil İbn Sînâ
ve St. Anselm tarafından geliştirilmiş, Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi filozoflarca
da farklı şekillerde ifâde edilmiştir.
Mümkin Varlığa gelince, o özü itibariyle zorunlu olmayandır, varlığı yok sayıldığında
herhangi bir mantıkî imkânsızlık ortaya çıkmaz; onun yokluğu Genel Varlık düzeni
içinde fark bile edilmez. Başka bir ifâde ile mümkin kategorisine giren varlıkların bir
sebebi bulunmakta ve bunlar varlıklarını başkasından almaktadırlar. Mümkin Varlıklar'ın
sebeplilik zincirinde sonsuza dek sürüp gitmeleri imkânsız olduğundan en sonunda
zorunlu bir İlk Varlık'ta nihâyet bulmaları gerekir. İşte bu, İlk Varlık, TANRI’dır
Fârâbî’nin Mümkin Varlık kavramından yola çıkarak Tanrı’nın varlığını ispata yönelik
bu yöntemi de “imkân delili” adıyla anılmaktadır. Bunlardan başka onun Aristo’dan
beri bilinen hareket delili, kelâmcıların çokça başvurduğu hudûs delili ile gâye ve
nizam delili gibi kozmolojik delillere de başvurduğu bilinmektedir. İlk Varlık Yaratan,
Mümkün Varlık yaratılan'dır.
Fârâbî, Allah’ın varlığını ontolojik ve kozmolojik delillerle ispata çalıştıktan sonra
sıfatların yorumuna geçer. Şüphesiz bu mesele ALLAH-âlem ilişkisini de ihtiva ettiği
için son derece karmaşıktır. Gerçekte filozofların bu konuda genel eğilimi, ALLAH’ın
birliği ilkesini zedeler endişesiyle, zât-sıfat arasında herhangi bir ayırım yapmama
veya O’nu selbî sıfatlarla niteleme yönündedir. Bununla birlikte Zâtı itibariyle hiçbir
şeye benzemeyen o Aşkın Varlığın sâdece zihnî bir kavram değil, mutlak ve biricik
hakikat olduğunu ifâde edebilmek için sıfatlarından da söz etmenin gerekliliği
ortadadır. Bundan dolayı Fârâbî ALLAH’a sıfat isnat etmede bir sakınca görmez.
Ancak bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’den ziyâde Felsefe'de kullanılan terimleri tercih eder.
Meselâ ALLAH’ı ilk (evvel), bir (vâhid), ilk var olan (el-mevcûdü’l-evvel), ilk prensip
(el-mebdeü’l-evvel), ilk sebep (es-sebebü’l-evvel), biricik varlık (el-vücûdü’l-vâhid),
zorunlu varlık (vâcibü’l-vücûd) ve sırf iyi (hayrun mahz) şeklinde nitelediği gibi Alîm,
Hakîm, Mürîd, Hak, Hay, Âkîl sıfatlarıyla da niteler. bu sıfatlar O’nun Zâtında herhangi
bir çokluğun bulunduğunu değil; O’nun Aşkın bir Varlık olduğunu göstermektedir.
Fârâbî âlemin yoktan
yaratılmış olduğunu ve sonunda yine yok olacağını kabul eder. Özellikle Eflâtun’la
Aristo’nun görüşlerini uzlaştırmaya çalışırken şöyle der: “Âlemin zaman bakımından
bir başlangıcının bulunması imkânsızdır. Fakat bu konuda şöyle söylemek doğru olur:
Yüce yaratıcı zaman olmaksızın bir anda feleği yaratmış, onun hareketi sonucunda
zaman meydana gelmiştir”. Gerek Allah-âlem, gerekse
Allah-insan ilişkisi konusunda Kur’ân-ı Kerîm’in ortaya koyduğu “yaratan, yöneten,
dalından düşen yaprağın düşüşünü ve kâlpten geçen duyguları dahi bilen, kullarına
şah damarından daha yakın olan” Allah telakkisiyle Fârâbî’nin Tanrı anlayışı arasında
temelde olmasa bile sıfatların yorumundan kaynaklanan bir fark vardır.
Din ile Felsefe'yi uzlaştırmanın ötesinde, Fârâbî’nin Nübüvvet meselesini
temellendirmek isteyişinin önemli bir sebebi de Asr-ı Saâdet’ten sonra hızla yayılan
fetihlerin neticesinde İslâm Dünyâsı'nda Peygamberlik karşıtı hareketlerin ortaya çıkmış
olmasıdır. Kaynağını çeşitli inanç ve düşüncelerden alan bu tür hareketlere İslâm
toplumundan da katılanlar olmuş ve yaygın kanaate göre İbnü’r-Râvendî ile Ebû Bekir
er-Râzî gibi düşünürler Peygamberlik kurumunu eleştirerek İslâm toplumunda inanç
bunalımına yol açmak istemişlerdir. Başta Mu‘tezilî ve Sünnî kelâmcılarla filozof Kindî
olmak üzere birçok âlim bunlara karşı müstakil eserler kaleme almışlardır. Fârâbî de
yaşadığı dönemin güncel meselelerinden biri olan Nübüvvet konusunda üzerine düşen
görevi yerine getirmek amacıyla Peygamberliği aklî ve ilmî açıdan yorumlayarak vahyin
ve mûcizenin aklen de mümkün olduğunu ispat etmek istemiştir. Şunu da belirtmek
gerekir ki, hiçbir zaman bu teoriden Nübüvvet'in kesbî olduğu sonucu çıkarılamaz.
Çünkü Faal Akıl kanalıyla gelen ilâhî vahyi ancak üstün yaratılıştaki peygamberler
alabilir.
Nübüvvet konusunda ortaya koyduğu bu orijinal teziyle Fârâbî, Peygamberlik
düşüncesine yabancı olan ve rüya vâsıtasıyla da olsa Metafizik Âlem hakkında bilgi
edinmenin imkânsızlığını savunan Aristo’dan büsbütün ayrılmıştır. Ayrıca onun bu tezi
İbn Sînâ, İbn Rüşd, İbn Meymûn, Albertus Magnus ve Spinoza tarafından benimsenmiştir.
MEÂD, yâni Âhıret konusuna gelince; insanın yapısında var olan ebediyet duygusu,
Fârâbî'yi Ruh'un ölümsüzlüğü fikrine ve
ölümden sonra ikinci bir hayâtın varlığı üzerinde düşünmeye sevketmiştir. Hayâtın
ölümle noktalanacağı gerçeği karşısında insanın duyduğu kaygı ve korkuyu gidermek
için birçok iyimser görüş ortaya konmuşsa da, bunlardan hiçbiri ferdî Ruh'un
ölümsüzlüğü ve ölümden sonra ikinci bir hayâtın varlığı fikri kadar doyurucu olmamıştır.
Fârâbî de meselenin çözümünü Ruh'un ölümsüzlüğü fikrine bağlamaktadır. Filozof
nefsin bedenden bağımsız mânevî bir cevher olduğunu, ölümden etkilenecek bir
yapıya sâhip bulunmadığını, bundan dolayı bedenden sonra da varlığını devam
ettireceğini söyler. Ayrıca nefsin vârolabilmesi için bedenin şart olduğunu, fakat nefsin
bir defa varlık alanına çıktıktan sonra varlığını devam ettirmesi için bedene ihtiyâcı
bulunmadığını belirtir. Bu arada Fârâbî, Eflâtun’un savunduğu Ruh göçü (metampsikoz)
fikrini reddederek, her bedenin bir Ruh'u bulunduğunu, Ruh'un bedenden bedene göç
eden bir seyyah olmadığını kesin bir dille ifade eder.... Bu konuda da yanıldığını
söyleyebiliriz. Metampsikoz, Reinkarnasyon'dan farklıdır. Yâni, insan bedenine değil de,
hayvan veya bikti bedenine de girebilir Ruh... O târihte Reinkarnasyon kavramı yoktu,
Eflâtun'un savunduğu Metampsikoz vardı. Bunu reddetmiş... Biz hernekadar Reinkarnasyon'u
savunuyorsak ta, Metampsikoz için de "yok" diyemeyiz. Bilemeyiz. ALLAH istedikten
sonra her şey mümkün.. Bu arada belirtelim Ruh'un ölümsüzlüğü diğer maddi varlıklara
kıyasladır. "Herşey sonunda O'na döner"
(Bakara Sûresi , 156. Âyet) ve,
"O'nun Vechi (Zâtı) hâriç, her şey yok olacaktır" (Kasas Sûresi , 88. Âyet)
hükmü mucibince o da en nihâyet O'na dönecek, yok olacaktır.
.
Fârâbî’ye göre nefs mânevî bir cevher olduğuna ve akıl da onun en gelişmiş
fonksiyonu sayıldığına göre ister güç, ister fiil, isterse müstefâd seviyesinde bulunsun,
akla sâhip bulunan her nefsin ölümsüz olması gerekir. Yâni, ölümsüzlük aklın bilgiyle
aydınlanmasına bağlı olmayıp, tamâmen irâdesi dışında insana verilen bir olgudur...
Ancak Fârâbî ölümsüzlüğün aklî melekelerini çalıştırıp geliştirenlerin hakkı olduğunu
da savunarak bir çelişkiye düşmektedir. Bu ikinci açıdan Filozof nefisleri üç kategoride
değerlendirir.
1. Doğuştan sâhip oldukları akıl gücünü çalıştırıp (fiil alanına çıkarıp) bilgiyle
aydınlanmayan câhillerin nefsi, bedenle birlikte ebediyen yok olacaktır.
Fârâbî bu açıklamasıyla Tekâmül'e işâret etmiş, ancak derinleştirmemiştir.
Fârâbî’nin Ruh'un ölümsüzlüğüyle ilgili görüşleri arasındaki bu çelişkiye İbn
Tufeyl dikkat çekmekte ve bu konuda daha büyük sakıncalar içeren bir başka iddiada
bulunmaktadır. Ona göre Fârâbî, Aristo’nun "Ethica Nicomachea"sı üzerine yazdığı
ve günümüze ulaşmayan şerhinde "mutluluğun sâdece bu dünyâda gerçekleşen bir olgu
olduğunu, bunun dışında anlatılan her şeyin hurâfeden ibâret bulunduğunu" söylemiştir.
Fakat İbn Tufeyl’in aktardığı bu bilgiyi eldeki veriler karşısında kabul etmek mümkün
değildir. Çünkü Fârâbî temel eserlerinde Ruh'un ölümsüzlüğünü ve Âhiret hayâtının
varlığını her vesile ile savunmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki İbn Tufeyl, Fârâbî’nin câhil ve
sapık şehir halkının Âhiret'teki ceza ve mükâfatıyla ilgili görüşlerini aktarırken,
“Bütün bunlar, bâzı kimselerin diğerlerini aldatmak için kullandığı hile ve sahtekârlıktan
başka bir şey değildir” şeklindeki ifâdesini onun kendi düşüncesi sanmıştır. Ayrıca
Fârâbî’ye yönelttiği eleştirinin devamında onun Nübüvvet nazariyesini de yanlış
yorumladığı görülen İbn Tufeyl’in verdiği bilgileri ihtiyatla karşılama zarureti ortaya
çıkmaktadır... Yâni, İbn Tufeyl de yanılmıştır.
Fârâbî, “Beden öldükten sonra Ruh için ya mutluluk veya azap vardır. Her Ruh lâyık
olduğu şekilde farklı bir mutluluğa erecek veya azap görecektir; bu da adâletin gereği
ve zorunlu bir olgudur” diyerek Âhiret hayâtının ruhânî olduğunu savunur. Bu görüş
maddenin her türlü eksikliği temsil ettiği, onun bulunduğu yerde
mutluluğun tam olamayacağı fikrine dayanmaktadır. Stoa ve İskenderiye Felsefeleri'nin
uzantısı olduğu bilinen bu düşünceyi, daha sonra İbn Sînâ
felsefî açıdan temellendirmeye çalışacaktır. Gazzâlî ise Âhiret'te cesetlerin dirileceğini
açık bir şekilde bildiren Kur’an âyetlerine ters düşen bu görüşlerinden dolayı iki
filozofu da tekfir, yâni kâfir ilân etmiştir. Daha sonra gelen Ebü’l-Hasan el-Âmirî ve
İbn Rüşd gibi filozoflar Âhiret'teki bedenin daha mükemmel bir yapıda olacağını,
sonsuz ve sınırsız bir mutluluğu veya işkenceyi tadabilecek özellikte bulunacağını
söyleyerek kelâmcılarla ortak bir noktada birleşmeye çalışmışlardır...
Burada iki Âhıret
kavramı var. Biri öldükten sonra gittiğimiz âlem, diğeri Kıyâmet koptuktan sonra
tekrar dirilip bedenleşeceğimiz âlem... İkisi hakkında da KUR'AN âyetleri var ama,
kelime anlamı başka, derin mânâsı bambaşka... Gazâlî kelime anlamlarından
giderek Fârâbî ile İbn-i Sinâ'yı kâfir saymıştır. Ama Celse'de gördük,
hiç te kâfir havası yoktu İbn-i Sinâ'nın...
Genellikle İslâm Felsefesi tarihi 250 yıl ana hatlarıyla Fârâbî Felsefesi'nin izlerini
taşır. Onun kurmuş
olduğu felsefî doktrin gerek öğrencileri ve eserleri, gerekse onu eleştiren düşünürler
kanalıyla kısa zamanda Mâverâünnehir’den Endülüs’e kadar bütün İslâm coğrafyasına
yayıldı. Fârâbî’nin ortaya koyduğu mantık külliyatından sonra
Hıristiyan Süryânîler artık bu alanda yazılmış Süryânîce kaynaklara başvurma ihtiyacını
duymamışlardır. Onun yapmış olduğu ilimler tasnifi, bu sahada eser yazan İslâm
müellifleri üzerinde olduğu kadar Ortaçağ Latin yazarları üzerinde de büyük ölçüde
etkili olmuştur. St. Thomas Felsefesi âdeta Fârâbî sisteminin bir tekrarı mâhiyetindedir.
Fârâbî’nin din felsefesinin en orijinal yanını oluşturan Nübüvvet nazariyesi İbn Sînâ
tarafından benimsenip geliştirilmiş, Yahudi filozofu İbn Meymûn ile Yeniçağ
filozoflarından Spinoza da vahiy ve ilhamın muhayyile gücünün bir fonksiyonu olarak
gerçekleştiğini savunmuşlardır. Öte yandan Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Vahdet-i Vücûd
Felsefesi'nde varlık mertebeleri nazariyesinin Fârâbî’ye âit sudûr teorisinden mülhem
olduğu genellikle kabul edilmektedir.
Fârâbî’den geriye büyük-küçük 100’den fazla eser kalmıştır. Zamanla çeşitli
araştırmalara konu olan bu eserlerin bir kısmı Lâtince, İbrânîce, Türkçe, Farsça,
İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Rusça’ya tercüme edilmişse de, klasik
kaynaklardan modern araştırmalara kadar gerek bu eserlerin sayısı, gerekse isimleri
üzerindeki tereddütler henüz giderilebilmiş değildir. Özellikle bunlardan önemli
bir kısmının günümüze kadar ulaşmadığı dikkate alınırsa, bu konuda güvenilir bir eser
listesi hazırlamanın güçlüğü ortaya çıkar. Fârâbî’nin günümüze kadar gelen önemli
eserleri şunlardır:
1. el-Medînetü’l-fâzıla ... Bu eser, onun felsefî doktrinini ana hatlarıyla ortaya
koyan en olgun eseri sayılmaktadır. İlk defa Leiden'da, 1895'de yayımlanmış
olup, Almanca, Fransızca, İngilizce ve İspanyolca’dan başka Nafiz Danışman tarafından
tercüme edilip İstanbul'da 1956''da ve Ahmet Arslan tarafından Türkçe’ye çevrilip Ankara'da,
1990'da yayınlanmıştır.
Alaeddin Jebrini de Farabi'nin Musikî yönünü yazmış. Naklediyoruz...
Felsefe dünyasında “Muallim-i Sânî” lâkabı ile tanınan Fârâbî Mûsikî alanında da birçok
târihçi ve Mûsikî nazariyatçısı tarafından “Muallim-i Evvel” olarak kabul edilmiştir.
Fârâbî, Mûsikî nazariyatını Aristo, Themistius ve Öklid gibi ünlü âlimlerin Arapça’ya
tercüme edilen eserlerinden tanımıştır.
Ayrıca Ya‘kub b. İshak el-Kindî’nin bu alandaki çalışmalarından da haberdardı. Daha
sonra yazdığı eserlerde ve özellikle "el-Mûsîka’l-kebîr"de Yunanlılar’ın nazariyatını
şerhetmekle kalmamış, iyi bir fizikçi ve matematikçi olduğu için Yunanlılar’dan eksik
şekilde intikâl eden nazariyat bilgilerini tamamlamış, hattâ birçok noktada onların
hatâlarını düzeltmiştir. Bundan başka çalgılarla ilgili ayrıntılı incelemeler yapmış olması
ve ses fiziğiyle ilgili çalışmalarında Yunanlılar’ı aşması, ona Mûsiki Târihi'nde müstesna
bir yer kazandırmıştır.
Mûsikî ilmini nazarî ve amelî olarak iki bölümde ele alan Fârâbî’nin
"el-Mûsîka’l-kebîr"i incelendiğinde, onun sâdece büyük bir nazariyatçı değil, aynı
zamanda Mûsikî sanatını fiilen icra eden bir sanatkâr olduğu açıkça görülür. Mûsikî
nazariyatına olan vukûfu sonucunda konuları büyük bir açıklıkla ifâde edebilmesi,
ancak onun bu sanattaki yüksek icrâcılığı ile açıklanabilir.
Fârâbî’nin mûsikiye dair eserleri şunlardır:
1. el-Mûsika’l-kebîr.
Asıl adı "Kitâbü Sınâ'ati 'ilmi’l-mûsîka" olan bu eser,
el-Mûsîka’l-kebîr adıyla şöhret bulmuştur. Daha önce Kindî’nin eseri de bu adla
anılmaktaydı). İki bölümden meydana gelir. Dünyanın çeşitli kütüphânelerinde
yazma nüshaları bulunan bu eser ilk defa Kahire'de 1967'de neşredilmiştir.
Fârâbî Mûsikî'yle ilgili bu eserlerinin dışında "İhsâ'ü’l-'ulûm" adlı risâlesinde de
mûsikî konusuna yer vermiştir. Eserde melodilerin çeşitleri, nasıl terkip edildikleri,
daha tesirli olmaları için ne gibi özelliklere sâhip bulunmaları gerektiğini bilmeye
yarayan bir ilim şeklinde târif edilen mûsiki müşahede ve uygulama yolu ile öğrenilen,
yani Matematiğin kapsamında bulunan bir ilim olarak incelenmiştir.
Fârâbî’nin Avrupa’nın muhtelif kütüphânelerinde bulunan Mûsikî'ye dâir çeşitli
yazıları, Henry George Farmer tarafından kısaltılmış İngilizce tercümeleriyle birlikte
Glaskow'da 1934'te neşredilmiştir.
İbn Sînâ, Gazzâlî,
İbn Rüşd, Fahreddin er-Râzî, Nasîrüddîn-i Tûsî, İbn Teymiyye gibi birçok İslâm
bilgini ve düşünürünün eserleri Fârâbî felsefesinin tasvip veya tenkidiyle ilgili zengin
bir literatür teşkil eder.
Fârâbî hakkındaki ilk modern çalışmalar XIX. Yüzyıl'dan itibaren Batı’da başlamış
olup, bu çalışmalar monografiler, armağan kitaplar, eser tetkiki ve neşri, makaleler,
konferanslar, tebliğler, tercümeler, ansiklopedi maddeleri, yıllıklar, bibliyografyalar
vb. şekillerde Batı ve Doğu ilim dünyâsında hâlen devam etmektedir.
------------------
İbn-i Sinânın
hayâtı ve eserleri ile ilgili bilgiyi daha önce
vermiştik. Şimdi felsefesini sunuyoruz. Tabii yine İslâm Ansiklopedisi'nden ve Ali
Durusoy'un çok değerli çalışmasından.
İbn Sînâ, İslâm Felsefesi geleneğinin Fârâbî okulu içinde yer alan en büyük
düşünürdür. Bu geleneğin en önemli özelliği Din'in toplum için vazgeçilmez ilâhî bir
kurum olduğu fikridir ve bu fikir bir bakıma her iki filozofun felsefesinin özü gibidir.
Aslında İslâm toplumunda Kindî’nin kurduğu felsefeyi geliştirip kurumlaştıran bu iki
filozoftur. Daha doğrusu Kelâm'dan Felsefe'ye geçişi sağlayan Kindî, onu terminoloji,
metot ve problemleriyle sistemleştiren Fârâbî, kendi dönemine kadar gelen bu birikimi
yeni baştan işleyerek zengin bir külliyat halinde toplayıp değerlendiren İbn Sînâ olmuştur.
Bu noktada KELÂM ve FELSEFE kavramlarına bir açıklık getirmek uygun olur.
KELÂM , kelime olarak "yaralamak,. etkilemek" anlamındaki KELM kökünden gelir,
“bir fikri tam olarak anlatan söz” demektir. KELÂM İLMİ , "imânla ilgili konu ve
sorulara izâh ve ispat getirme amacıyla geliştirilen ilim dalı"dır. Bir başka târifle
“ALLAH’ın Zâtından ve Sıfatlarından, nübüvvet konularından, başlangıç ve sonuç itibâriyle
Kâinat'ın hâllerinden İslâm kanunu üzere bahseden bir ilimdir”. KELÂM, "kesin deliller
getirmek ve ileri sürülecek karşı fikirleri çürütmek sûretiyle dinî inançları kanıtlama
gücü kazandıran bir ilimdir”. Konuşma ile ilgili
olduğuna göre KELÂM SANATI, "Din kurucusunun açıkça belirttiği belli düşünce ve
davranışları teyit edip, bunlara aykırı olan her şeyin yanlışlığını sözle gösterme gücü
kazandıran bir tartışma yeteneğidir”.
FELSEFE ise, "bir düşünsel etkinlik, doğru ve tutarlı akıl yürütme"dir. "Düşünce yok,
düşünceler var, Felsefe yok, felsefeler var" denir. Felsefe bilimlerin anasıdır. Yâni,
filizof bir şey görür, gözlem yapar, bunu bir teori ile izah eder, bu Felsefe olur. Eğer
ispat ederse, o Bilim olur. Bilim açısından doğruluğu sınayan şey deneydir. Felsefe
içinse doğruluğu saptayan, mantıksal akıl yürütmedir. Bilim “neden bir Evren var?”
sorusunu anlamsız bulacağı için yanıtlamaya girişmeyecektir ama, Felsefe bu konuda
çalışacaktır. Mantık, felsefenin ayrılmaz bir öğesidir. Felsefe, Din değildir, Sanat da
değildir.
Fârâbî’ye Mantık alanındaki başarısından dolayı “Muallim-i Sânî”, İbn Sînâ’ya da
Felsefe ve diğer ilimleri sistematik ve didaktik bir kıvama getirdiği için “eş-şeyhü’r-reîs”
unvanı verilmiştir. Dolayısıyla XI. Yüzyıl'dan sonra İslâm Dünyası'nda “felâsife” denilince
öncelikle akla Fârâbî ve İbn Sînâ gelmektedir
Ancak İbn Sînâ, Fârâbî kadar Eflâtun ve Aristo sistemine bağlı değildir. Ayrıca İbn Sînâ
bir Felsefe târihçisi, tabip ve ilim târihçisi olması bakımından da Fârâbî’den farklı bir
konuma sâhiptir. "el-kanûn fi’t-Tıb ve eş-Şifâ" gibi hem değeri, hem hacmi bakımından
büyük eserleri bunun açık delilleridir. Filozof bu eserlerinde bir konuyu ele alırken
Aristo’nun kendinden önceki filozoflar hakkında uyguladığı metodu takip ederek önce
o konuda ortaya konmuş olan görüşleri sunar, yer yer eleştirir, sonra da kendi
görüşünü açıklar. Böylece İbn Sînâ, İslâm Bilim ve Düşünce Târihi'nde ilk defa Felsefe ve
ilimlerin ansiklopedisini vücuda getirdiği gibi, aynı zamanda nesir, nazım ve hikâye
tarzında felsefî eserler kaleme alan sanatkâr-filozoftur. Aristo gibi İbn Sînâ da eserlerini
kendi dönemindeki bilimler sınıflamasına uygun olarak kaleme alır. Bunlar en geniş
çerçevede Mantık, Tabîiyyât, Riyâziyyât ve İlâhiyyât konularını içerir.
Yazılarında, ele aldığı ilim dalının kendi muhtevası içinde kalmaya büyük önem
veren İbn Sînâ, felsefenin bütün disiplinlerinde yazmakla birlikte, kendisi daha çok
Mantık, Tabîiyyât ve İlâhiyyât konularında Felsefe'ye katkıda bulunduğunu söyler.
Onun Bilim ve Felsefe'yle ilgili yazılarında kullandığı kavramsallaştırma sistemi
çoğunlukla çift yönlüdür. Bundan dolayı herhangi bir kavram veya terimin onun
felsefesinde çok defa bir karşıtı vardır. Arapça Bilim ve Felsefe dili olarak İbn Sînâ’nın
eserlerinde zirveye ulaşmış, felsefî ve ilmî eserler onun tasnifiyle mükemmel bir
düzeye kavuşarak sonraki nesiller için örnek teşkil etmiştir. Her ne kadar İbn Sînâ’nın
Felsefe tasnifi ana çizgileriyle Aristo’dan beri süregelen Mantık, Tabîiyyât, Riyâziyyât
ve İlâhiyyât (Metafizik) veya Mantık, Tabiat ve Metafizik şeklindeki bilimler sınıflaması
içinde görülse de, içerik olarak mutlak bir otoriteye bağlı kalmayıp, gerektiğinde
-meselâ Fârâbî için yaptığı gibi- öncekilerin başarılarını belirterek onlardan saygıyla
söz eder, fakat gerektiği zaman da cesâretle eleştirir. Bilimler sınıflamasına göre
yazdığı büyük, orta ve küçük hacimli bütün eserlerinde İbn Sînâ salt akılla başladığı
Felsefe'yi Nübüvvet'le taçlandırır. Hemen bütün felsefî eserlerinde Din'in fert ve
toplumun mutluluğu için gerekliliğini ve tabiiliğini, karmaşık kanıtlara başvurmaksızın
akıcı bir üslûpla açıklamaya çalışır. Hattâ İbn Sînâ ilâhiyyâtının bütünüyle zımnî olarak
Nübüvvet'in imkân ve gerekliliğini kanıtlamaya yönelik olduğu söylenebilir. Öte
yandan İbn Sînâ’nın bütün felsefî sistemini, Din'le Felsefe'yi uzlaştırmaya yönelik bir
çaba olarak görenler varsa da bu yaklaşım, onu yanlış değerlendirip konumuna uygun
düşmeyen bir yere yerleştirmek olur. Aksine İbn Sînâ, bütün felsefî eserlerinde olgu
yargıları ile (doğru-yanlış) değer yargılarını (iyi-kötü) birbirinden ayırmaya, birinciyi
Felsefe'nin ve Bilim'in alanına, diğerini de Din'in alanına bırakmak gerektiğini, nihâyet
Metafiziğin ikisi arasında köprü görevini üstlendiğini göstermeye çalışmıştır.
İbn Sînâ bilgi problemini mantık ve psikoloji (nefs) konularıyla birlikte ele alır.
Ancak genellikle nefsle ilgili yazılarında bilme sürecini, Mantık'ta ise bilgiyi biçim (sûret)
ve içerik (madde) bakımından inceler. En temel özelliği bilmek, istemek ve yapmak
olan insanın her çeşit bilgiye ulaşabileceğini söyler. Hatırlayacaksınız,
İbn-i Sinâ Celsesi'nde "KENDİ KAABİLİYETİNİZİ ,
İDRÂKİNİZİ DE SONSUZLUKTA GÖRÜN. İMKÂNSIZLIK, İNSAN KUDRETİNDE DÂİMA
İMKÂN HUDUTLARI İÇİNE GİRER" demişti. Tamâmen onun anlayışı ile
bağdaşıyor. Bunlar, bizim Celse'de gerçekten İbn-i Sinâ'nın kendisiyle görüştüğümüzü
ispatlıyor.
İbn Sînâ, "bilme"nin zihnin
soyutlama yapmasıyla başladığını belirterek bunu İDRAK terimiyle ifade eder.
Burada sözü edilen bilgiye konu olan nesnenin gerçekliğini zihne taşıyan, onun
gerçekliğine ilişkin her türlü özelliği içeren, kısaca zihinde nesneyi temsil eden sûret
yâni mâna ve kavramdır. Diğer bir ifadeyle "bilme", zihnin soyutlama yoluyla nesnenin
sûretini alıp bilgiye dönüştürmesinden ibârettir. Şu hâlde soyutluk durumuna göre
zihinde iki çeşit "bilme"den söz etmek gerekir; eğer bilgiye konu olan şey somut bir
varlık ise, çeşitli soyutlama derecelerinden geçerek zihinde oluşur ve o şeyin bilgisine
ulaşılmış olur; fizikî varlıkların bilgisi bu şekilde elde edilir. Bilgiye konu olan mânevî
ve metafizik bir şey ise, o zaman soyutlama işlemine gerek duyulmayacağı için, o şeyin
bilgisi doğrudan kazanılan bir bilgi olacaktır. Bu tür Metafizik bilgiye ulaşması için
zihnin uyarıcı bir işâretle ona yönelmesi yeterlidir. Dolayısıyla bu alanla ilgili
kavramlarımız içerikli kavramlardır. Bu sebeple Mantığın bu alanın bilgisiyle bir ilişkisi
yoktur; çünkü Mantık ancak duyular yoluyla ve soyutlama ile kazanılan nesnel dünyâya
ilişkin bilgilerle ilgilenir. Şu hâlde nesnel dünyânın verileri çeşitli aşamalardan geçerek
zihnimize ulaşmakta, zihin kendine has faaliyetlerle onu yeni işlemlerden geçirmekte
ve sonuç olarak bir kavram (tasavvur) veya bir yargı (tasdik) elde etmektedir.
Bu sonuçlara ulaştıran işleme düşünme (fikir) denilmektedir.
Bir "bilme" olayında önce duyu araçlarıyla nesnenin fizikî, kimyevî ve biyolojik
nitelikleri duyumlanır; ardından bu nitelikler ortak duyuda birleştirilerek duyularla
kazanılan tikel bir yargıya ulaşılmış olur. Asıl duyum bu süreçte gerçekleşmektedir.
Meselâ, “Bu beyaz olan tatlıdır” gibi bir yargı bu düzeyde duyularla elde edilen ilk
yargıdır. İkinci aşamada bu cüz'i algıların sûretleri hayâl veya tasarlama gücünde
(musavvire) saklanır. İstendiği zaman bunların kime ve neye âit olduğu bilinir. İbn
Sînâ’ya göre bu bilgi hayâlî idrak düzeyinde bir bilgidir.
Filozof, hayâl ve tasarlama gücündeki cüz'i sûretler üzerinde zihnin üç tür işlem
yaptığını belirtir. İlki, mütehayyilenin -dış gerçekliğe uygun düşsün veya düşmesin-
bu sûretleri birbiriyle birleştirerek veya ayırarak yeni cüz'i sûretler üretmesidir.
İkinci işlemde, bu ferdî sûretler üzerinde durup düşünmeden yüzeysel olarak verilen
kısmî yargıları söz konusudur. İbn Sînâ’ya göre bunlar kısmen sezgisel bir özellik
taşıyan yargılardır (vehmiyyât). Bu yargıların ilmî ve felsefî açıdan hiçbir değeri yoktur.
Bunların kaynağı içgüdüler veya geçmişte yaşanan kısmî deneylerdir. Bu aynı zamanda
insan dışındaki canlıların ulaşabileceği en üst bilgi düzeyidir. İnsanın bu bilgi seviyesine
takılıp kalması onun öteki canlılarla aynı düzeyde olması demektir. Ancak yine de bu bilgi
insanın gündelik hayatında yararlı ve vazgeçilmez olan bilgidir. İbn Sînâ’nın “mânâ” adını
verdiği, onun psikolojisinde önemli yer tutan bu yargılar gerektiğinde hatırlanmak üzere
bellekte saklanır.
Gerçek bilgiyi oluşturan düşünce yargılarına gelince, bunlar da yine beş duyu ile kazanılmış
olup hayâl ve tasarlama gücünde saklı bulunan cüz'i sûretler üzerinde gerçekleşir.
İbn Sînâ’ya göre bilgi sadece düşünceyle elde edilmez; bu konuda daha önemli ve kestirme
yol sezgidir. Bu bakımdan filozofun sezgiye düşünceden de fazla önem verdiği söylenebilir.
Çünkü konu iyice incelenirse bilgi değeri taşıyan önermelerin bu husustaki kabiliyeti gelişmiş
kişilerin sezgilerine dayandığı görülür. İbn Sînâ’ya göre düşünce ve sezgi özünde birdir.
Düşünce bir zaman sürecinde gerçekleşen sezgi, sezgi de bilginin âdeta zamansız olarak bir
anda kazanılmasıdır. Ancak sezgi bâzan insanın irâdesi dışında gerçekleştiği hâlde, düşünce
dâima irâdeli bir faaliyettir.
Öte yandan Fârâbî gibi İbn Sînâ da bilginin kazanılması için birer bilgi vâsıtası olarak
yalnız duyuların veya düşüncenin yeterli olmadığını söyler. Düşüncenin ilkelerinin, yâni
mantığın deneyden alındığı söylenemeyeceği gibi doğuştan geldiği de savunulamaz. Eğer
öyle olsaydı, mantıkla ulaşılan bilgiler ilk baştan bilinirdi, halbuki bunlar ancak deneyle
birlikte ve belli bir süreçten sonra elde edilir. Şu hâlde doğuştan gelen yeteneklerin ve
deneyin yanında bir bilgi vâsıtası veya ilkesi daha bulunmaktadır. Pasif olan "bilme" gücünü
kuvveden fiile çıkaran bu ilke, ontik bir varlık olan Fael Akıl'dır.
Psikolojik akıllar teorisinde İbn Sînâ, Kindî ve Fârâbî gibi seleflerininkinden oldukça
farklıdır. Ona göre insanın sâhip olduğu bilme yeteneği kuvve halinde akıl, bu yetenekle
düşüncenin ilkelerinin kazanılması meleke hâlinde akıl, bu ilkelere dayanarak gözlem ve
deneyle nesnel Dünyâ'nın bilgilerinin kazanılması fiil hâlinde akıl, faal aklın etkisiyle zihnin
bu aşamalardan geçerek mükemmellik düzeyine ulaşması "müstefâd akıl" adını alır. Ancak
üstün yeteneklere sâhip olan peygamberlerin mazhar oldukları vâsıtasız bilgi onların kutsî
aklı tarafından algılanır. Fakat genel anlamda bilme nazarî akıl gücünün bir işlevidir.
Her ne kadar kendinden önceki filozof ve mantıkçılar Aristo’nun "Organon"u üzerinde
çeşitli çalışmalar yapmışlarsa da, onun bütün bölümlerini tek bir metin içinde inceleyen İbn
Sînâ’dır. Filozof'un Mantık'la ilgili çalışmaları, kendisinden sonra "Organon"un çevirisini ve
üzerine yapılan çalışmaları -İbn Rüşd istisna edilirse- neredeyse unutturmuş, sonuçta İbn
Sînâ’dan sonraki Mantık çalışmalarında onun metinleri esas alınmıştır.
İbn Sînâ’ya göre Mantık tutarlı düşünmenin kanun ve kurallarını öğreten bir disiplindir;
kısaca düşüncenin bilimidir. Düşünmek bir kavram veya bir yargı elde etme çabası olup, bu
da tanımlama veya kanıtlama yoluyla yapılır. Mantık, tanımlama ve kanıtlamanın kurallarını
inceleyen ve öğreten bir ilimdir. Ayrıca öteki ilimler için de bir araç ve giriş mâhiyetindedir.
Peygamberler hâriç ilmî araştırma yapmak isteyen hiçbir kimse Mantık'tan müstağni kalamaz.
Fârâbî gibi İbn Sînâ da Mantık incelemelerine Dil konusuyla başlar. Dil'le düşünceyi
karıştırmamak gerektiği uyarısında bulunan Filozof, Dil'in konusunun kelimeler, Mantığın
konusunun kavramlar olduğunu hatırlatır. Bir lâfzın içlem ve kaplamının bulunması gösterdiği
şeyin mâhiyetini belirler; yapılan bu işlem tanımlamadır. Böylece lâfzın zihindeki nesnenin
gerçekliğini gösteren anlamı kavram (tasavvur), anlamın Dil'deki ifâdesi tanım (had) olur.
Zihindeki anlam tanımlanan şeyin mâhiyetidir ve tanımlama sâyesinde mâhiyetin
gerektirdikleri de zihne intikâl eder. Şu hâlde tanımlamak bir şeyi kavratmak için onun ne
olduğunu göstermektir; bu da ancak tanımlananın kurucu öğelerinin bütün olarak zihinde
hazır bulunmasıyla olur. Böylece İbn Sînâ tanım yoluyla Mantığa mâhiyeti sokmuştur. Bir şeyin
tanımı onun içlem ve kaplamıyla, diğer bir ifâdeyle o şeyin faslı ve cinsiyle yapılır.
Dolayısıyla tanım nesnel şeyler için mümkündür. Fârâbî’den beri Mantık problemleri kavram
ve önerme mantığı olarak başlıca iki bölümde ele alınmıştır. İbn Sînâ’nın bu konudaki
başarısı, her iki bölüme ilişkin meseleleri olanca ayrıntılarıyla ve kendi kültür dünyasından
verdiği örneklerle geliştirip zenginleştirmesi ve bir metodoloji olarak onu sisteminin bütünü
içinde başarıyla kullanmasındadır. Bu arada önermeler Mantığının ifade ettiği bilgilerin
güvenilirlik derecesini de beş sanat çerçevesinde değerlendirmiştir. Ayrıca ona göre "kıyas"
denilen "tümdengelim"in verdiği sonuç biçimsel olarak zorunludur; buna karşılık "istikrâ"
denilen "tümevarım"da sonuç dâima ihtimâllidir, çünkü tam bir tümevarım yapmak neredeyse
imkânsızdır. Bununla birlikte bilimsel araştırmalarda sıkça başvurulan bir yöntemdir. Özelden
özele doğru giden kanıtlama yönteminde ise (temsil) sonucun kesinliği dâima zayıf bir
ihtimâldir.
İbn Sînâ geleneği devam ettirmek üzere bir İlimler Tasnifi de yapmıştır. Buna göre
düşüncenin biçimlerini inceleyen Mantık(la kesintili ve kesintisiz niceliksel ilişkileri (sayı ve
şekil) inceleyen Matematik İlimler (ilmü’l-aded ve ilmü’l-hendese) konusu sâdece zihinde
bulunan ilimlerdir. Mûsiki ile Astronomi bu iki ilmin dallarıdır. Konusu zihin dışında bulunan
ve değişmeyi inceleyen Tabiat İlimleri'dir. Varlığı, varlık olarak ele alıp onun özelliklerini
inceleyen ilim İlâhiyyât veya Metafizik'tir. İbn Sînâ Ahlâk, Siyaset ve Hhukuk gibi disiplinleri
Metafiziğin tamamlayıcısı olarak görür. Aristo’nun nazarî ilimler-amelî ilimler ayırımını da
benimseyen İbn Sînâ Mantık, Tabîiyyât, Riyâziyyât ve İlâhiyyâtı nazarî ilimler, Ahlâk ve Siyaseti
de amelî ilimler içinde zikreder. İlimleri gâyeleri açısından da ele alan Filozof, nazarî bilginin
gâyesinin hakikat, amelî bilginin gâyesinin iyilik olduğunu söyler.
Fârâbî’nin aksine, İbn Sînâ’nın İlimler Tasnifi'nde Kelâm ve Fıkıh gibi dinî ilimlere yer
vermemesi dikkat çekicidir. İbn Sînâ’nın bilginin yalnızca biçimine değil, içeriğine de önem
vermesi (meselâ tanımların, önermelerin ve kıyasların doğruluk değerine göre tasnifi,
bilimleri konularına göre sınıflaması), Aristo ve Fârâbî’nin mantığı gibi onun mantığının da
içerikli bir mantık olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bilginin formunu, muhtevasını ve
konusunu ayrı yerlerde incelemek bilgi ve ilim hakkında tam bir tasavvur vermeyeceğinden
İbn Sînâ mantığında Bilgi Nazariyesi, Bilim Felsefesi ve Mantık birlikte ele alınmıştır.
İbn Sînâ da Tabiat Felsefesi'ni “es-Semâü’t-tabîî” genel başlığı altında ve Tabiatla ilgili
yazılarında inceler. Bu durumda Tabiat İlmi'nin konusu sürekli değişime uğrayan cisimler
dünyasıdır. Genel olarak değişmeyi “kuvveden fiile çıkış” şeklinde tanımlayan ve değişmenin
çeşitli şekilleri üzerinde duran İbn Sînâ Evren'deki oluş ve bozuluş sürecinin bir değişen,
bir de değişmeyen iki öğeyi gerektirdiğini belirtir. Cismi oluşturan bu iki öğenin değişmeyi
taşıyan kısmı madde, değişen ve türü belirleyen kısmı ise sûrettir. Burada sözü edilen sûret,
cismin duyularla algılanan niteliklerinin toplamı veya boyutları değil, cismin vüsati,
yâni Uzay'da kapladığı yer oluşununu ve niteliklere sâhip bulunuşunu gerektiren ilkedir.
Oluş ve bozuluş madde üzerinde münâvebeli olarak türle ilgili sûretlerin yer değiştirmesidir.
Birbirinin varlık sebebi olmamakla birlikte, sûret ve maddeden biri olmadan diğeri vârolamaz.
İbn Sînâ, çeşitli yerlerde maddeden formların veya mâhiyetlerin ilkesi olarak söz ederse
de, ferdî varlığın yegâne ilkesinin TANRI olduğunu belirtir. Buna göre TANRI varlık veren ilk
sebep (illet), madde ise çokluğa âit nitelikleri hâricî olarak temin eden ikinci derecede
sebeptir. Öte yandan Aristo’nun da kabul ettiği gibi yalnızca madde ve sûretle türsel
değişme açıklanamaz; ayrıca bu değişmenin bir fâil sebebi, bir de bu değişmeyi belli bir
amaca yönlendiren gaî sebebi olması gerekir. Cisimlerin yaşlık-kuruluk, sıcaklık-soğukluk
gibi temel nitelikleri ise bu türsel değişmenin hazırlayıcı sebepleridir. Cisimler basit ve
birleşik olarak ikiye ayrılır. Basit cisimler yâni hava, su, ateş ve topraktan her biri dört temel
nitelikten birini temsil eder. Bu nitelikler anılan unsurların belli ölçülerde karışarak birleşik
cisimlerin oluşmasını sağlar. Birleşik cisimlerin tabiat veya karakterlerini belirleyen şey, bu
unsurlardan birinin veya birkaçının o cisimde baskın olarak ortaya çıkmasıdır. Basit cisimlerin
tabiatları onlar için tabii bir yeri gerektirir. Buna göre birleşik cismin yerini ondaki baskın
unsur belirler.
Tabii cisimlerin hareketi “tabii yer” kavramıyla açıklanır; bunu belirleyen de cisimlerin
tabiatında vârolan meyildir. Aristo felsefesinde bulunmayan meyil anlayışına ilk defa Yahyâ
en-Nahvî’de rastlanmakla birlikte, daha sonra İbn Sînâ tarafından geliştirilerek hareket
nazariyesinin önemli bir unsuru hâline gelmiştir. Buna göre cisimlerde tabii yerlerine doğru
iki çeşit meyil vardır. Birincisi cisme dıştan yapılan etki sonucu oluşan kasrî yâni zorla
meyildir, buna “kasrî hareket” de denilir. Bunun karşıtı olan cismin kendi tabii yerine
yönelmesini sağlayan harekete “tabii meyil” denir. Şüphesiz bu hareket belli bir süre, belli
bir yol ve hız içinde gerçekleşir. Burada hareketin ölçüsünü veren şey zamandır. İbn Sînâ’ya
göre aynı yoldaki ve aynı büyüklükteki iki cismin hareketlerinin hızlı veya yavaş olması
zamanın varlığını gösterir. Gök cisimlerinin devrî hareketlerinin aksine, oluş ve bozuluş
âlemindeki varlıkların hareketi düz (çizgi boyu) harekettir; tabii cisimlerin yapısında düz
hareket etme eğilimi vardır.
Birleşik cisimlerin hareket ilkesi de ya tabiat veya nefstir. İbn Sînâ, İlkçağ ve Ortaçağ
felsefelerindeki genel telakkiyi yansıtarak gökkürelerinin hareketini sağlayan ilkenin nefs
olduğunu belirtir. Gök cisimleri gözlemlendiği zaman onların vaz‘î ve dâirevî hareket ettiği,
dolayısıyla tabii cisimlerdeki düz hareket etme eğilimine karşılık, onlarda dâirevî hareket
etme eğilimi görülür. Gök cisimlerinin kesintisiz sürüp giden bu hareketleri tabiatla değil
ancak aklî bilgi ve aklî irâdeye sâhip bir ilke ile açıklanabilir ki o da mânevî bir cevher olan
nefstir. Nefsin gök cisimleriyle olan bağıntısı insan nefsinin bedenle olan ilişkisi gibidir. Gök
nefislerinin aklî bilgisinin konusu, en başta ilk varlık olmak üzere kendi vâroluş sebepleri
olan ve cisimle hiçbir ilişkisi bulunmayan gök akıllarıdır. Bu bilgi sonucu, semâvî nefislerde
gök akılları gibi olma arzusu ortaya çıkar. Fakat varlık bakımından onlar gibi olamayacakları
için gök cisimlerini hareket ettirerek akıllara benzemeye çalışırlar. İbn Sînâ’ya göre bu
hareket ettirme aynı zamanda semâvî nefislerin ibâdet şeklidir.
"Göklerde ve yerde bulunan her şey ALLAH'ı tesbih etmektedir." (Hadid Sûresi, 1. Âyet)
Sonuç olarak hareketleri esasta ilkelerine göre tabii ve irâdeli olarak ikiye ayırmak gerekir.
Hayvan, insan ve gök cisimlerinin hareketleri irâdeli; dört unsur, mâdenler ve bitkilerin
hareketleri ise tabiidir. Dört unsurdan gök cisimlerine kadar cisimlerin toplamına "âlem" denir.
İbn Sînâ’ya göre âlem sonludur, âlemde boşluk yoktur. Hareketin içinde gerçekleştiği mekân
boşluk demek değildirb Mekân, "kuşatan cisimle kuşatılan cismin temas ettiği zihnî bir alan"
olup, dış dünyâda boşluk mevcut değildir... Halbuki atomda çekirdek ile elektronlar arasındaki
boşluk, bütün Kâniat'ta mevcuttur. Çünkü her şeyin özü "yokluk"tur. ALLAH, Kâinat'ı yok'tan
yaratmıştır.
İbn Sînâ, Aristo geleneğine uyarak Psikoloji'ye Tabiat Felsefesi içinde yer vermekle
birlikte, nefsin bağımsız ve gerçek bir varlık (cevher) olduğu ve ölümsüzlüğü gibi nefisle
ilgili bâzı önemli görüşleriyle ondan ayrılır. İbn Sînâ da Aristo gibi nefsi “tabii organik cismin
ilk yetkinliği” şeklinde târif eder, fakat Eflâtun ve Yeni Eflâtunculuk’tan gelen Ruh telakkisine
dâir literatüre de sâhip olduğu için yukarıdaki tanıma rağmen Aristo’nun Ruh'u bedenin bir
fonksiyonu gibi gösteren anlayışına iltifat etmez. Aksine, nefse gerçek varlık tanıyan, hatta
organik varlıklardaki bütün biyolojik, fizyolojik ve psikolojik oluşlarla gök cisimlerinin
hareketini de nefislerin işlevi olarak gösteren bir nefis-beden veya nefis-cisim düalizmini
tercih etmiştir.
Oluş ve bozuluş âleminde birbirinden ayrı üç tür nefsin varlığı yönündeki geleneksel
görüş, İbn Sînâ tarafından da kabul edilip geliştirilmiştir. Tabiat'a en yakın olanı nebâtî
nefistir. Nebâtî nefis bitkilerde görülen beslenme, büyüme ve üremenin ilkesidir. Hayvânî
nefis, söz konusu fiillerin yanı sıra hayvanlarda görülen duyusal idrak ve irâdenin de ilkesidir.
İnsan nefsi ise bitki ve hayvan nefsinin sâhip olduğu bütün güç ve fiillerden başka aklî idrak
ve irâde gücüne sâhiptir. Nefis aynı zamanda bedene de yetkinlik kazandırır. Nitekim duyu
organları nefs sâyesinde anlamlı işlev görebilmektedir.
Öte yandan nefsin türlerini de onu taşıyan cismin mizâcı belirlemektedir. Mizâcın
mutedillik derecesi nefsin çeşitli olmasını sağlar. Bu bakımdan bitkilerden insana doğru artan
bir mutedillik söz konusudur. En ılımlı mizâca insan bedeni sâhip olduğu için, sâdece insan
bağımsız cevher olma özelliğine sâhiptir. Ayrıca mizâcın mutedilliği nefsin fiillerini tam
olarak yerine getirmesi için de gereklidir.
İbn Sînâ "nefsin bedenle birlikte vârolduğu"nu söylemekle Eflâtun’dan, "nefsin
ölümsüzlüğünü ve bedenden bağımsız bir cevher olduğu"nu açıklamakla da Aristo’dan
ayrılmıştır. İbn Sînâ’nın, nefsin cevherliğine ilişkin kanıtlarının temelini hissî-hayâlî idrak ile
aklî idrak arasındaki ayırım oluşturur. Hissî-hayâlî idrakler sâdece bedenle ve bedende
gerçekleşirken soyut varlıkların, olguların ve kavramların idrâki için bedensel bir uzva gerek
duyulmaz. Bunlar insanın gerçek "ben"i demek olan nefsin kendisinde idrak edilir. Aklî
idrâki gerçekleştiren bu cevher (nefs) kendi kendisini bilir ve ayrıca kendi bildiğini de bilir.
Düşünce târihinde ilk defa İbn Sînâ, nefsin kendini bilmesi olgusunu boşlukta uçan adam
benzetmesiyle ispatlamaya çalışır. Buna göre boşlukta doğmuş, bedeni tamâmen dış etkilere
karşı izole edilmiş, herhangi bir şeyi, hattâ kendi bedeninin ve organlarının dahi varlığını
bilmeyen, kısaca Dünyâ'daki hiçbir şeyi idrak edemeyen, bu sûretle asla duyu algısına sâhip
bulunmayan bir insan tasavvur edilecek olursa, bu insan kendi varlığını bilir. Şu hâlde nefis
bedenden bağımsız bir varlık olup, beden ve organlar onun bir elbisesi gibidir. Tıpkı bir
kimsenin giydiği elbiseye alışarak onu vücudunun bir parçası zannetmesi gibi, bedenin de
insanın kendi benliğinden ayrı düşünülemeyen bir parçası olduğu zannedilir. Halbuki bu
sâdece alışkanlıktan kaynaklanan bir yanılgıdır. Bütün bunlar insanın bilgi, irâde ve
eylemlerinin ilkesi, dolayısıyla bir nevi insanın aslî tabiatı olan nefsin bedenle birlikte bulunsa
da mâhiyet olarak ondan ayrı, yalın, ölümsüz bir cevher olduğunu göstermektedir
Felsefe târihçileri Ruh'un varlığını onun kendisini bilmesi, kendi varlığının bilincinde olmasıyla
kanıtlayan İbn Sînâ’nın bu delili ile Descartes’ın, “Düşünüyorum, o halde varım” cümlesinde
ifâdesini bulan delili arasındaki benzerliğe dikkat çekmişlerdir.
İbn Sînâ Metafizik için "İlk Felsefe" (el-felsefetü’l-ûlâ) , "TANRI ile ilgili ilim"
(el-ilmü’l-ilâhî) , "İlâhiyyât" , "Aşkın Hikmet" (el-hikmetü’l-müteâliye) , "Hikmet" , "Son
Amacın İlmi" (ilmü’l-gaye) , "Tabiat Ötesinin İlmi" (ilmü mâ ba‘de’t-tabîa , ilmü mâ
kable’t-tabîa) der... Metafizikçi için de “el-feylesûfü’l-evvel” deyimlerini kullanır.
Metafiziğin konusu genel anlamıyla varlık, varlık olarak varlığın genel özellikleridir. Bu
disiplin içinde TANRI, akıl, nefis gibi soyut varlıklar, oluş ve varlık düzeni gibi konular
incelenir. Metafizik, varlığın belli alanlarını inceleyen ilimlere ilkelerini verir ve böylece bu
bilimlerin kendilerini Metafiziğin yerine koymaları önlenmiş olur. Nitekim İbn Sînâ, Mantık ve
Matematiğin kavramlarını soyut ve kendi başına vârolan gerçekliklermiş gibi düşünen
Pisagorcular’la Eflâtun’u eleştirir.
Aynı şekilde Aristo tarafından TANRI’nın ilk muharrik olarak nitelendirilip, Fizik'teki hareket
yoluyla kanıtlanmasını da yadırgar.
Şu hâlde Metafizik, bir bakıma ilmin metafizikleşmesini önlemek için onlara kendi konularının
ilkelerini verir. Meselâ Tabiat İlmi, cismin madde ve sûretten oluştuğu şeklindeki ilk bilgiyi
ve ilk ilkeyi Metafizik'ten alır. Buna göre Metafiziğin konusu genel anlamda varlık olarak
varlık ve onun nitelikleri, özel anlamda da Tabiat ötesi varlıktır.
İbn Sînâ’ya göre gayri cismânî varlıkların mevcudiyetinin en açık delili, kişinin kendi
"ben"ine ve varlığına ilişkin bilgisidir. Çünkü kişi kendi "ben"inin ne olduğunu incelediğinde
bunun duyularla görüp dokunduğu bedeni değil, akıl yoluyla kavranan, gayri maddî bir varlık
olduğunu anlayacaktır. Kişinin kendi "ben"ine ilişkin bu bilgi doğrudan Metafiziğe açılan ilk
ve önemli kapıdır.
Fârâbî gibi İbn Sînâ da varlık kavramının insan aklının ulaşabileceği en genel ve açık seçik
kavram olduğunu, bu sebeple onun tanımının yapılamayacağını ifâde eder. Bu hususta kanıt
veya târif diye ortaya konacak bilgiler sâdece varlık hakkında zihni uyarma işlemi olup
bilinmeyen bir şeyi kanıtlama, bildirme veya gösterme değildir. Şu hâlde varlığa ve genel
olarak Metafizik alanına ilişkin bilgi, mantıkî kanıtlara dayalı ve dolaylı bir bilgi değil;
doğrudan doğruya akıl yoluyla (sarih irfânî akıl) bilinen bilgidir.
Yine bu salt formel bir bilgi değil, aynı zamanda içeriği olan bir bilgidir. Diğer bir ifâdeyle
Metafizik kavramlar Mantığın kavramları gibi birer sûretten ibâret olmayıp, içeriği ve fiilî
gerçekliği olan kavramlardır. Şu veya bu şeyin varlığı soyut olarak kavram düzeyinde zihinde
kavrandığı zaman
acaba hemen o anda onun zihnin dışında gerçekten var olup olmadığı konusunda bir şey
söylenebilir mi? Yâni, bu tasavvuru bir tasdik tâkip edebilir mi? Ne olursa olsun, herhangi bir
şey tasavvur edildiğinde onun zihin dışındaki varlığı konusunda kuşku duyulacağı açıktır.
İbn Sînâ’ya göre tasavvur edilen şeye ilişkin bu kuşku, onun ne olduğu ile vârolduğunun ayrı
ayrı şeyler olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer bir ifâdeyle varlıkla mâhiyet farklı şeylerdir.
Dolayısıyla varlık öze, mâhiyete sonradan katılmış bir araz niteliğindedir. Bu demektir ki,
akıl karşısında varlığı ve yokluğu birbirine eşit olan bir şey mümkün varlıktır. Ancak bu
varlık-mâhiyet ayırımı sâdece mümkün varlıklar için geçerlidir. Mânevî ve Ruhanî varlıklarda
bu ayırım söz konusu değildir. Şu hâlde ALLAH’ın mâhiyeti aynı zamanda varlığı demektir.
Bu sebeple akıl onun yokluğunu asla tasavvur edemez; çünkü varlığı ve mâhiyeti aynı olduğu
için O’nun hakkında sorulan “nedir?” sorusunun karşılığı “vardır” olacaktır. Mâhiyet ve varlığı
birbirinden ayrı olan mümkün varlıklar O’nun sâyesinde varlık alanına çıkar.
ALLAH'ın varlığı ve mâhiyeti ayrı olmadığı için cinsi, faslı, türü, eşi, benzeri ve ortağı da
yoktur; dolayısıyla ne varlığının tanımı yapılabilir ne de varlığına burhan, yâni delil getirilebilir;
çünkü İbn Sînâ’nın ontolojik deliline göre O’nun varlığı apaçıktır ve bundan dolayı O her
şeyin burhanıdır. O’nu kendi dışındaki varlıklarla açıklamak mümkün değildir; aksine diğer
bütün varlıklar O’nunla açıklanabilir. O biricik, en yetkin, en güzel varlık ve tek gerçektir.
Bu bakımdan başkası O’nu sevsin veya sevmesin, O Kendi Kendini sever; bundan dolayı da
O aşk, âşık ve mâşuktur. Yine Hay, Kadir ve Mürid olup, bu nitelikleri Kendi Kendisini
bilmesinin sonucudur.
İbn Sînâ, Ehl-i sünnet kelâmcılarını takip ederek Allah’ın irâde, sem‘, basar, ilim, hayat,
kelâm, tekvin, halk gibi sıfatlarının bulunduğunu kabul eder. Fakat bütün bu sıfatlar O’nun
varlığında bir çokluğu gerektirmediği gibi varlığını tam olarak tanıttığı da söylenemez.
Ayrıca O’nun bilmesi aynı zamanda yaratması demek olduğu için hiçbir şey bilgisinin dışında
kalmaz. İbn Sînâ, ALLAH-Âlem ilişkisinin zaman dışı olduğunu belirtir; meselâ O’nun varlığı
kadîmdir derken kastedilen şey zamanda kıdem değil, varlık açısından kıdemdir. ALLAH,
Kendi Varlığı için başka hiçbir varlığa gerek duymayan, yaratmasında en küçük bir amaç
taşımayan, yarattıklarından hiçbir şeyi esirgemeden her varlık türünü en yetkin biçimde
yaratan, bundan dolayı da kelimenin tam anlamıyla melik, ganî ve cömerttir. Bu nitelikleriyle
O bütün varlıkların ilk ve gerçek yaratıcı sebebidir
Böylece ALLAH varlığın bir ve tek ilkesidir. Bu ilkeden diğer varlıkların nasıl ortaya çıktığı
sorusuna gelince, İbn Sînâ’ya göre de ALLAH’ın ilim sıfatı son derece önemli olup, bütün
varlıklar O’nun Bilgisinden doğmuştur. Şu halde oluş ne tabii bir süreçtir, ne de TANRI’nın
amacıdır. Oluş, yalnızca O’nun Kendisini bilmesinin zorunlu bir sonucu olarak
gerçekleşmektedir. Ancak bu durum, oluşun ilk varlığın irâde ve rızâsının dışında olduğu
anlamına gelmez.
ALLAH’ın varlığı ve mâhiyeti aynı olduğu ve kendisinde hiçbir şekilde çokluk
bulunmadığı, her yönden bir ve tek hakikat olduğu için bilgisinin konusu da bir tektir, yâni
Kendi Zâtıdır; oluş sürecini başlatan da O’nun Kendini bilmesidir. O’nun Kendi Varlığı
hakkındaki bu bilgisi bir tek varlığı gerekli kılar; O’nun Bilgisinin gerektirdiği bu ilk
yaratılmış varlık kendisi gibi bir olan akıldır. Bu, Fârâbî’nin sudûr teorisindeki on kozmolojik
akıldan ilki olan akıldır. İbn Sînâ, Fârâbî’nin sudûr, yâni Kâinat'ın yaradılış teorisini, aynen
tekrar eder.
Sudûr sürecindeki akılların hepsi aktif olmakla birlikte "Ay Altı Âlem" denilen Dünya
üzerinde etkili olan sâdece son akıl olduğu için bu kozmolojik varlığa Faal Akıl denilmektedir.
Hatta İbn Sînâ’nın felsefî metinlerinde Faal Akıl bu sonuncu aklın özel ismi gibidir. Bunun
faal olarak anılışının daha özel bir sebebi de insanlarla olan ilişkisidir; çünkü Filozof'un
felsefesinde bu akıl hem insan varlığının, hem de bilgisinin sebebidir. Ayrıca İbn Sînâ,
oluş ve bozuluş âleminde türlerin ortaya çıkmasını Faal Akl'ın maddeye tesir etmesiyle açıklar.
Bu süreçte önce dört unsur, ardından bunların temel nitelikleri ve bu niteliklerin katkısıyla
oluşan birleşimler sonucu sırasıyla mâden, bitki ve hayvan türleri ortaya çıkar. Dört unsurun
terkibi en yetkin düzeyine insan bedeninde ulaşır. Faal Akıl'dan insanî nefis hâdis olur.
Böylece bilfiil âkıl bir varlıkla (ilk kozmolojik akıl) başlayan oluş süreci bilkuvve âkıl bir
varlıkla (nâtık nefis, insan) son bulmuş olur. Beden oluşur oluşmaz ona Faal Akıl'dan bir insan
nefsi gelir. Böylece İbn Sînâ her insanın kendine has bir nefse sâhip olduğunu düşünmekte
ve Eflâtun’un ileri sürdüğü tenâsüh (nefsin bedenden bedene dolaşması) görüşünü açıkça
reddetmektedir.... Keşke Celse'de
kendisine Reinkarnasyon hakkında ne düşündüğü sorulsaydı.
İbn Sînâ, bir iki küçük risâlesi dışında ahlâka dâir müstakil bir eser yazmamıştır. Bununla
birlikte Ahlâk Felsefesi'yle ilgili düşüncelerini geniş ölçüde İlâhiyyât çerçevesinde ele alır.
Bâzı ahlâk kavramlarını tanımlaması, bu önemli problemin küçük bir ayrıntısı sayılmalıdır.
Ahlâk felsefesinin başlıca konuları lezzet-elem, irâde-ihtiyar, fazilet-rezîlet, saadet-şekavet,
hayır-şer gibi kavram çiftleri açısından değerlendirilen insan davranışlarıdır. İnsanın neleri
ve niçin yapması gerektiğini açıklayan bu kavramların tanımlanması Tabiat felsefesi'ndeki
nefis görüşü ve Metafizik meseleleriyle yakından bağlantılıdır. Bu sebeple İbn Sînâ’nın
Psikoloji ve Ontoloji'yle ilgili düşünceleri bilinmeden Ahlâk Felsefesi anlaşılamaz. Öte yandan
Ahlâk Felsefesi, ahlâkî kavramların içeriği yönünden Din Felsefesi'yle de yakından ilişkilidir.
Metafiziğin kavramları gibi ahlâkî kavramların içeriğini tesbit ve tayinde akıl tek başına
yeterli değildir; sâdece tecrübe ve mantıkla bu kavramların içeriği belirlenemez
Şu hâlde İbn Sînâ’ya göre Ahlâk Felsefesi ahlâkî bilginin yalnızca biçimini verir, içerik söz
konusu olunca vahye dayalı bir Din'in varlığı gereklidir.
İbn Sînâ, insan davranışlarını ölçen ve değer yargılarını ifâde eden Ahlâk Felsefesi'nin
temel kavramlarını gâyeci bir bakış açısından incelemeye çalışır ve bu sebeple Ahlâk
Felsefesi'ni Metafizik'le ilişkili ve onun tamamlayıcısı olarak görür. Ahlâk ilkelerini Metafizik'ten
alır ve dolayısıyla Metafizik'ten sonra gelir. Onun Ahlâk Felsefesi'ni daha iyi anlayabilmek için,
“İnsan hangi davranışı, niçin seçmelidir ve bunu nasıl gerçekleştirebilir?” şeklindeki temel
sorunun bu felsefedeki cevaplarını aramak gerekir. İçerikle ilgili olan ilk sorunun karşılığı
Din'de mevcuttur. Bu davranışı gerçekleştirecek araçların bilgisini İlim, niçin gerekli olduğunun
bilgisini de Metafizik verir. Şu halde Tabiat'ı inceleyen bilimin insan mutluluğuna katkısı
Metafizik (mârifetullah) gibi doğrudan değil, dolaylıdır.
Filozof'un Ahlâk Felsefesi'ndeki çift kutuplu kavramların en önemlilerinin hayır-şer
olduğu söylenebilir. İbn Sînâ şerrin varlığını ve açık olarak bilindiğini kabul eder. Şer, hayra
nisbetle çok az olsa da, varlığı zorunludur. Çünkü salt iyi olan vâcibü’l-vücûdun dışındaki
mümkün varlıkların imkân niteliği, aynı zamanda onların eksik varlıklar oluşunun da sebebidir.
Eksiklik bir çeşit kötülük olduğuna göre, kötülük içermeyen bir âlem tasavvuru imkânsızdır.
Kötülüğün fiilen görüldüğü yer oluş ve bozuluş âlemi olup, bu da oluş ve bozuluşun
kendisinde gerçekleştiği maddenin her çeşit türe âit sûreti almaya çok yatkın ve karşıt
niteliklerin birbirinden etkilenmeye açık olmasıdır. Bu yüzden bâzan madde, alması gereken
sûreti tam olarak alamadığı için, türün bu ferdi kendi tabiatına has yetkinliği de kazanamaz
ve böylece ontolojik yapıda şer meydana gelmiş olur. Bir bitkinin alması gereken güneş
ışınlarını alamaması, iyi beslenmemiş bir annenin sağlıksız doğum yapması, insanın suda
boğulması, ateşin yakması gibi şer sayılan fiiller böyledir. Ancak bu gibi tabii olayların
hiçbirinin amacı insana kötülük yapmak değildir. Ayrıca bu nevi kötülükler, ne bir türün
bütün fertlerini veya onların çoğunu kapsayacak kadar yaygındır, ne de sürekli ve kalıcıdır;
dolayısıyla da bu çok az kötülük genel varlık planında fazla etkinliğe sâhip değildir. Bu
kötülüklerin olmaması için Yaratıcı'nın varlığı yokluğa çevirmesi daha büyük bir kötülük
olurdu. Sonuç olarak âlemde aslolan iyiliktir, şer ârızîdir. Her şey ilâhî kazâ ve kader planında
gerçekleşmektedir. Ay Üstü Âlem'in, Ay Altı Âlem'e etkisi kazâ, bu etkinin Ay Altı Âlem'de
görülmesi kaderdir.... Bunu Spiritualist dille ifâde etmek gerekirse, "Yukardakiler'in
Dünyâ'ya etkisi kazâ, bu etkinin Dünyâ'da olaylar şeklinde gerçekleşmesi Kader'dir" diyor
Üstat... KAZÂ'nın qek çok mânâsı var, burada kastedilen "hüküm, karar verme, emir"dir.
İbn Sînâ’ya göre kötülük mutlak değil, izâfîdir ve bir çeşit yokluk sayılmalıdır: Bu yokluğun
sebebi maddenin her çeşit sûrete bürünme özelliğidir. Ancak Filozof, maddî dünyânın bir
parçası olan insanın karşılaştığı kötülükleri (hastalık, sakatlık vb.) gerçek anlamda kötülük
olarak görmez. Çünkü bu tür kötülüklerin bir kısmı tedâviyle giderilebilir, giderilmese bile
bu kötülük yalnızca bu âlemle sınırlıdır ve bedene hastır. Halbuki gerçek kötülük, bedenle
olanı değil, bedenden ayrıldıktan sonra da varlığını sürdürecek olan nefisle ilgili olanıdır.
Ahlâk Felsefesi'nin konusuna giren kötülük de insanın gerçek varlığı demek olan nefse ilişkin
kötülüktür. Ancak buradan bedenin dışlandığı ve horlandığı gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır.
Çünkü nefis kendi yetkinliğini bedeni kullanarak gerçekleştirebilir.
Nefse ilişkin olan iyilik ve kötülüğü İbn Sînâ nefsin idraklerini inceleyerek tanımlamaya
ve kanıtlamaya çalışır. Buna göre nefsin çeşitli kanallarla algıladığı şeyler arasında bir uyum
veya uyumsuzluk bulunur; yine nefsin bu idrâke ilişkin bir şuuru vardır. İdrak gücü nefsin
tabiatına uygun geleni idrak edince bundan haz duyar, aksini idrak edince de elem hisseder.
Dolayısıyla bir şeyin idrâkini zarûrî olarak bir haz veya elem tâkip eder. Ancak nefsin bir şeye
dâir idrâki alışkanlık hâline gelince, artık bu idrâkin sonucu olan haz veya elem hissedilmez
hâle gelebilir. Herhangi bir idrak gücüne ve dolayısıyla Ruh'a haz veren şey onun için hayır,
elem veren şey ise şerdir. Ruh'a haz veren her şey yararlı, elem veren zararlıdır. Ayrıca idrak
gücünün kendine uygun geleni fiilen idrak etmesi ve bu idrâkin bilincinde olması onun
yetkinliği, aksi onun eksikliğidir. Bu durumda kötülük idrakle ilgili olup izâfîdir ve bir çeşit
yokluktur. Dolayısıyla mutlak anlamda kötülük yoktur. İbn Sînâ’ya göre eğer mutlak kötülük
söz konusu olsaydı, kötülük bütün varlığı kaplar, yâni bütün varlık yok olurdu.
İbn Sînâ, duyu idraklerinden aklî idraklere kadar bütün idrak güçlerince algılanan
nesnelerin durumlarını inceleyerek Ahlâk Felsefesi'ni ilgilendiren iyilik ve kötülüğü
tanımlamaya çalışır. Bu duyu idraklerini tâkip eden haz ve elemlerle birlikte nefiste biri
kendine haz veren şeyleri elde etmeye, diğeri ona elem veren şeylerden kurtulmaya yönelik
iki temel irâde ve güç ortaya çıkar. Bunlardan birincisi istek (şehvet), diğeri öfke gücüdür.
Şu hâlde insanın davranışları istek veya öfke gücünden kaynaklanmakta, diğer bir ifâdeyle
ahlâkî davranış bu iki gücün yönlendirilmesiyle ortaya çıkmaktadır. İbn Sînâ’ya göre, gerek
bu iki gücü, gerekse ahlâkî fiillerin içeriğini belirleyen şey sâdece duyu algıları ve onları tâkip
eden haz ve elemler olmamalıdır. Çünkü duyu algıları cüz'i ve sınırlıdır. Bu durumda gerçek
anlamda iyi ve kötüyü belirlemek, varlığı bütün yönleriyle idrak eden aklın işidir. Akıl, ahlâkî
fiilin belirleyicisi olduğu zaman amelî akıl adını alır. İyinin belirlenmesi sâdece duyu idrak ve
hazlarına bırakılırsa, bu gerçek anlamdaki iyi değil, gerçek olduğu sanılan iyi olur. Zan ve
vehimlere göre davranmak ise sonuçta insanı mutluluğa götürmez. Buna karşılık yalnızca
nazarî aklın aydınlatıcı rehberliğinde küllî bir irâde olarak işlev gören amelî akılla belirlenmiş
fiillerle aldatıcı olmayan gerçek mutluluğa ulaşılabilir.
Sonuç olarak nazarî aklın aydınlatıcı
rehberliği sâyesinde nefis bedenle birlikte iken kazandığı her şey fazilet, bedenden
ayrıldıktan sonra kavuştuğu durum ise saadettir. Şu hâlde bir Müslüman düşünür olarak
İbn Sînâ, Ruh'un kemâlini ve dolayısıyla hayâtın gâyesini ölümden sonra gerçekleşecek olan
mutluluk için insanın kendisini hazırlamasında görmektedir. Eğer insan, aklî idrâki ve bu
idrâkin gerektirdiği fiilleri ve gayeleri bırakıp sâdece duyu idraklerine ve bunları tâkip eden
hazlara kendini kaptırırsa, kazanacağı şeyler erdemsizlik, ölümden sonra karşılaşacağı durum
ise mutsuzluk olacaktır. Ancak İbn Sînâ, duyu idrakleri ve hazları karşısındaki tavrını koyu bir
zâhidlik noktasına kadar da götürmez. Çünkü nefis bedenle berâber olduğu sürece haz ve
elemlerden bütünüyle vazgeçmek insanın fıtratına aykırıdır. Bu durumda insanın ahlâkî
hayâtı ve gâyesi için en doğru tutum, kendisini ve gerçek mutluluğunu unutmamak için
aslında birbirine zıt olan istek ve öfke güçlerini akıl sâyesinde birbirine karşı kullanarak
bunların aşırılıklarını önlemesidir. Aslında yaratılış gâyesi yönünden bakıldığında istek ve
öfke güçlerinin iyi ve yararlı olduğu görülür. Çünkü oluş ve bozuluş âleminde fertlerin değil,
türlerin sürekliliği esas olup, ilâhî inâyet şehvet gücünü üreme ve beslenme yoluyla ferdin ve
neslin devâmı, öfkeyi de savunma yoluyla kişinin ve toplumun korunması için gerekli kılmıştır.
Buna göre Aristocu bir anlayışla şehvet gücünün iki aşırı uç arasındaki dengesi iffet, öfke
gücünün dengesi yiğitlik, kişinin her türlü psikolojik yatkınlığı ile sosyal ilişkilerinde kurduğu
denge de hikmet kelimeleriyle anlatılır... Burada ahlâkî bir kavram olan "hikmet"le, nazarî ilimlerin
genel adı olan, ayrıca Felsefe anlamında da kullanılan "hikmet"i birbirine karıştırmamak gerekir.
Hikmet, "iffet ve şecaatle, bunlara bağlı bütün erdemlerin ortak yanı, bunların ifrat ve tefrit
şeklindeki iki aşırılığın ortası (itidâl) olması"dır. Bu dengeyi ifâde eden ve ayrıca amelî aklın
yetkinliğini dile getiren kavram adâlettir. Adâlet, "nefsin hissî taleplerini belli bir dengede
tutmakla kazanılan temel fazilet"tir.
Bütün Müslüman düşünürler gibi İbn Sînâ da ahlâkın gayesinin mutluluk olduğunu ve
bunun da en yüksek derecede ölümden sonra gerçekleşebileceğini düşünmekle birlikte,
mutluluğa ulaşabilmek için her şeyden önce nazarî aklın yetkinleşerek başta İlk Varlık (TANRI)
olmak üzere vârolanları bütün yönleriyle olabildiğince kavrayıp bilmesi gerektiğini ifâde eder.
Bu bilgi arttıkça İlk Varlığı bilfiil idrak isteği de (aşk) artacaktır. İlk Varlığa kavuşmaya yönelik
bu yoğun istek, nazarî aklın yetkinliği olup aynı zamanda insanın en yüksek mutluluğudur.
Ahlâkî açıdan son noktada insanın amacı Bu Dünyâ'da erdemli, Öbür Âlem'de mutlu olmaktır.
Erdem belli ölçüde bedenle ilgili iken, mutluluk yalnızca nefse hastır. Çünkü ölümsüz olan
yalnızca nefistir. Onun bedenle berâber iken kazandıklarının karşılığı olan sevap-ikab veya
saadet-şekavet ile karşılaşması bedenden ayrılır ayrılmaz başlayan bir olgudur.
Nazarî ve amelî akıl bakımından yetkinleşip mutlu olmalarına göre insanî nefisleri İbn
Sînâ kendine has bir tasnife tâbi tutar:
a) Nazarî ve amelî akılda tam yetkinliğe ermiş olan ârif-mütenezzihin nefsi ölümden
sonra mutluluk ve sevincin zirvesindedir.
İbn Sînâ, muhtemelen Ehl-i sünnet akîdesine ters düşmemek için nefsin ölümden sonra
bir çeşit bedenle birlikte haşrolmasını imkânsız görmemekle birlikte, uhrevî mutluluk veya
mutsuzluğu sâdece nefsin duyup yaşayacağını ileri sürer. Akıl yalnız nefse ilişkin mutluluk
veya mutsuzluğu kanıtlayabilir, bedene ilişkin olanı konusunda insan ancak dinin söylediklerini
kabul etmekle yetinebilir. İbn Sînâ’ya göre aslında Âhiret'le ilgili pek çok konu insana kapalıdır.
Neden kapalıdır, aşağıda açıklamış.
Filozof, ölümle birlikte nefsin bilincinde bedene ve maddî hazlara ilişkin hiçbir şey
kalmayacağı kanaatindedir. Çünkü en küçük bir kırıntı bile ölümden sonra onun
mutluluğunun seviyesini düşürecektir. Nefsin amacı bedenle berâberken bile salt düşünce
(mufârık varlık) hâline gelmeye çalışmak olmalıdır. Bu durum bedenle berâberken fiilen
mümkün olmamakla birlikte, bedenden sonra hemen gerçekleşebilir. Ancak buradan, nefsin
erdem ve mutluluğuna bedenin engel olduğu gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Beden, nefsin
ebedî mutluluğu kazanabilmesi için bir âlet değeri taşırsa da, bu âletin sağlıklı olması
gereklidir. Fakat yalnızca beden sağlığı da mutluluk için yeterli sayılmaz.
İbn Sînâ’nın Ahlâk Felsefesi, varlığın Metafizik tasavvurunun zorunlu kıldığı bir durum olarak
tutkuların dengelenmesi temeline dayalı bir erdem ve mutluluk ahlâkıdır.
İbn Sînâ’nın Din Felsefesi'yle ilgili düşünceleri insanlık için Din'in gerekli olup olmadığı,
vahyin imkânı ve mâhiyeti, vahiy dilinin yapısı gibi konular etrafında yoğunlaşır. Din'in
gerekliliğini siyâsî ve hukukî açıdan ele alan Filozof, insanın tek başına yaşaması durumunda
bütün ihtiyaçlarını karşılamasının imkânsız olduğunu, bu sebeple topluluk içinde yaşamak
mecburiyetinde bulunduğunu hatırlatarak, birlikte yaşayan insanların temel ihtiyaçlarını
karşılamaları, kamu düzenini ve iç barışı sağlamaları gerektiğini, bunun da ancak iş bölümüyle
başarılabileceğini belirtir. Devletler ve toplumlar da bu gerçekten doğmuştur. Toplumsal
ilişkilerin ve iş bölümünün sağlıklı yürüyebilmesi için herkesin samimiyetle benimseyip
uyacağı başlıca yasaların ve kuralların ortaya konulmuş bulunması gerekir. İbn Sînâ’ya göre
bu düzenin dayanağı olan temel ölçüleri belirleme işi bütünüyle toplumun kendisine
bırakılırsa, o zaman herkes kendi yararına olanın adâlete uygun, zararına olanın ise adâlete
aykırı ve zulûm olduğunu ileri sürecektir. Böylece ortak ahlâkî ve hukukî normlarda bir
anlaşma bulunamayacağı için, kamu düzeni sürekli sarsılacak ve toplum kalıcı bir barışa
ulaşamayacaktır. Bundan dolayı ilâhî inâyetle toplum içinden bir kişi peygamber olarak
görevlendirilmiş, ona ferdî ve içtimâî hayâtı düzenleme yönünde gerekli bilgi verilmiştir.
Çünkü ilâhî inâyet fert ve toplumun iyiliğini, kamu düzeninin gerçekleşmesini, kamu düzeni
de Nübüvvet'in varlığını gerekli kılar.
İbn Sînâ’ya göre nefsin bilgi edinme güçlerine sâhip olması vahyin imkânını gösterir. Ayrıca
peygamberin nefsi yaratılıştan teyit edilmiş olup onun akıl gücü de sezginin en üst düzeyinde
bulunan kutsî akıl seviyesindedir. Bu kişinin yaratılıştan getirdiği bilgi yetenekleri sıradan
insanın yeteneklerinin çok üstündedir. Hiçbir eğitim ve öğretime gerek kalmadan vahiy
yoluyla ona varlık, hukuk ve ahlâka dâir temel bilgiler verilir. Bu bilgi önce onun nazarî aklına,
oradan mütehayyile ve ortak duyusuna geçer; böylece soyut ve tümel olan bilgi somut hâle
gelir; sonuçta bu aklî kavramlar, işitilip ezberlenen sesler ve görülüp algılanan görüntüler
durumuna dönüşür. Böyle bir görevi üstlenen insan nefsi, Allah tarafından görevlendirildiğini
kanıtlamak üzere muhayyilesinde tasavvur ettiği cüz'i olayları birer mûcize olarak nesnelerde
gerçekleştirebilir. Çünkü onun nefsi maddeyi etkileme gücüne sâhiptir. Aslında bu durum
Tabiat Kanunları'na da aykırı değildir. Zirâ İbn Sînâ’ya göre ALLAH’ın velîleri olan iyi kullar
cisim üzerinde bâzı etkiler gösterebilir. Peygamberler'in gösterdiği mûcizeler, onların
peygamberliklerini toplum nezdinde kanıtlamalarını ve getirdikleri öğretiyi benimsetmeyi
sağlamalarını amaçlar.
Öte yandan İbn Sînâ’ya göre KUR’AN’da imân, ibâdet, hukuk ve ahlâka dâir esaslar açık
bir dille anlatılmakla birlikte, Ontoloji hakkındaki bâzı bilgilerle ALLAH ve Âhiret hayâtıyla
ilgili bilgilerin büyük bir kısmı sembollerle, teşbih ve misâllerle ifâde edilmiştir. Halkın ulvî
hakikatleri kavrayabilmesi için bu gereklidir. Çünkü ne halk bu bilgilerin mâhiyetini tam
olarak anlayacak düzeydedir, ne de onların kullandığı gündelik dil bu bilgileri anlatmaya
yeterlidir. Ancak kavrayış düzeyleri yüksek olanlar, te’vil yoluyla bu remzî dilin gerisindeki
asıl gerçekliği kavrayabilir. Eğer böyle bir remzî dil kullanılmazsa sıradan insanlar, Metafizik
gerçeklikleri kavrayamadıkları için reddetmek durumunda kalırlar. Meselâ tamâmen soyut
kavramlarla (tenzih yolu) anlatılırsa ALLAH’ın varlığını kabulde güçlük çekerler. Bu durumda
da Din'den beklenen amaç gerçekleşmiş olmaz.
Aynı şekilde bir Din söz konusu ise, bâzı ibâdetlerin de olması gerekir. Çünkü ibâdetler,
bir yandan dindarın bilincinde dinî öğretiyi ve ALLAH tasavvurunu canlı tutarak onu
kötülüklerden alıkoyup iyiliklere yöneltirken, öte yandan dinî öğretinin devamlılığını sağlar.
Ayrıca ibâdetler bazı Ruhî ve bedenî hazırlıkları gerektirmesi sâyesinde insanın irâde ve
azmini hem güçlendirir, hem de belli bir düzene koyar. İbâdetlerin özünü, gönülden ALLAH’a
inanıp bağlanma ve her an o şuurla yaşama (mârifetullah-zikrullah) oluşturur. Çünkü
insandaki ALLAH bilinci ne kadar köklü olursa, Din'in sunduğu değerlerin yaşanması da
o kadar mükemmel olacaktır.
İbn Sînâ’nın Din Felsefesi onun Metafiziği ve Ahlâk Felsefesiyle yakından ilgilidir. Öte
yandan birer formel kalıptan ibâret olan ahlâkî kavramlara içerik kazandırma zorunluluğu,
maddî haz ve elemlerle veya deneme-sınama yoluyla iyi ve kötüyü belirlemenin imkânsızlığı,
ayrıca insanın mutluluğu için vazgeçilmez değer taşıyan soyut Metafizik gerçeklerin her
seviyedeki insana anlatılması mecbûriyetinden doğan Dil sorunu gibi hususlar dikkate
alındığında, sırf insan aklı ve mânevî melekeleri açısından bakıldığında anlaşılabilir,
yaşanabilir hakiki bir Din'in varlığı zorunlu olmaktadır.
Diğer bir ifâdeyle İbn Sînâ’ya göre
hiç kimse akıl adına dinî bilginin imkânsız ve gereksiz olduğunu ileri süremez. Nitekim
vahyin ışığı olmadan iyi ve kötü sorunu çözülemez; çünkü insan iyi ve kötü sorunu karşısında
salt akıl düzeyinde kalamaz, objektif düşünemez ve objektif davranamaz. Bu değerlere
ilişkin durumlarda duygular da harekete geçip insanı sübjektif yargılar vermeye ve hareket
etmeye zorlar. İnsanı tutkuları konusunda uyararak onlara kapılmaktan koruma ve akla göre
davranmaya yöneltmede Din'in varlığı gerekli olup, onun yerini başka bir şey tutamaz.
Diğer taraftan akıl, bâzı Metafizik gerçeklikleri bir ölçüde anlayabilse dahi, Dil sorunu
yüzünden bu gerçeklikler toplumun büyük bir kesimine anlatılamaz, onlarla paylaşılamaz.
Bu sebeple olmalı ki İbn Sînâ, Metafizik'le ilgili yazılarında aklî kavramlarla dinî kavramları
yan yana kullanarak felsefî kavramların Din'deki karşılıklarını göstermeye çalışır. Bâzan da
düşüncesinin ulaştığı sonuçları bir âyet ve hadisin belli bir kısmına veya kelimesine
göndermeler yaparak destekler.
Felsefî kavramlarla dinî kavramları yan yana kullanan İbn Sînâ A‘lâ, İhlâs, Nâs ve Felak
gibi bâzı sûrelerle bir kısım âyetlerin tefsirini de yaparak, kendi Metafizik görüşleriyle Din'in
remzî dilini çözmenin ilginç örneklerini vermiştir.
Bu tefsir çalışmalarında Filozof, hem muhtemelen felsefî tefsir denemelerinin ilk örneklerini
ortaya koyarken, hem de bu sûrelerin Metafizik ve Ahlâk Felsefesi'ni kuşatan yönlerine dikkat
çekmiştir.
İbn-i Sinâ'nın Tıp sahasında da çalışmaları var... Arslan Terzioğlu onu anlatmış. Naklediyoruz...
Büyük bir filozof olduğu kadar ünlü bir hekim olan İbn Sînâ, bu alandaki eserleriyle İslâm
Dünyâsı'yla birlikte Avrupa tıp geleneğini de derinden etkilemiştir. Onun Batı’daki etkisinin
XVII. Yüzyıl'a kadar sürdüğü ve eski Yunan tıp otoriteleri olan Hipokrat ile Galen’in şöhretini
gölgede bıraktığı kabul edilmektedir. Nitekim ölümünden yüzyıl sonra, bir tıp şaheseri
olarak bilinen "el-Kanûn fi’t-Tıb" adlı eserinin İspanya’da Lâtince’ye tercüme edilip
XIII. Yüzyıl'dan itibâren Avrupa üniversiteleri tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulması
ve XVII. Yüzyıl'da Vallodolid Üniversitesi’nde bir İbn Sînâ (Avicenna) kürsüsünün ihdas
edilmesi bunu göstermektedir. Ayrıca "el-Kanûn fi’t-Tıbb"ın Lâtince bir neşrinde
(Pavia, 1510) yer alan kapak resmi, onun tıp ilmindeki otoritesinin nasıl değerlendirildiğinin
bir göstergesidir; zirâ resim İbn Sînâ’yı ortada bir tahtta, Hipokrat ve Galen’i de onun iki
yanında otururken tasvir etmektedir. İslâm Dünyâsı'nda kendisinden sonra gelen
İbnü’n-Nefîs ve Hacı Paşa gibi Müslüman tabipler hakkında “devrin İbn Sînâ’sı” tâbirinin
kullanılmış olması, bu otoritenin İslâm Dünyâsı'nda da devam ettiğini göstermektedir...
İbn Sinâ'nın Tıp konusundaki çalışmalarını, onun hayâtını anlatırken de verdik. Burada
eksikleri tamamlıyoruz.
İbn Sînâ’nın kendisine ulaşan dağınık vaziyetteki Helenistik, Bizans ve Süryânî Tıp
literatürünü derleme, sistemleştirme ve şahsî gözlem verileriyle güncelleştirmede gösterdiği
başarı, "el-Kanûn fi’t-Tıb"da ortaya konmuş olup, Filozof'un tevarüs ettiği Tıp birikimi
bu eser sâyesinde tutarlı ve kapsamlı bir Tıp sistemine dönüşmüştür. Kitabın diğer eserler
karşısındaki başarısı da onun bu sistematik ve ansiklopedik özelliğine bağlanmaktadır.
Kitapta temellendirilen Tıp sistemi esas itibâriyle Galenci’dir; fakat İbn Sînâ’nın kaleminde
sistem oldukça değiştirilmiş ve geliştirilmiş, son şekliyle bir otorite fikri doğurmuştur.
Ancak kitabın İslâm Dünyâsı'nın batısında eleştiriye mâruz kaldığı da bilinmektedir. Endülüs’te
Ebü’l-Alâ İbn Zühr, basit ilâçları konu alan ikinci kitabı hakkında bir eleştiri yazmıştır.
İbn Zühr, Iraklı bir tüccar sâyesinde nüshalarından birini elde ettiği eseri inceleyince onu
hatâlı bularak sayfaların kenarındaki kısımları reçete yazmak için kullanmıştır. Ancak onun
bu davranışı, daha sonra Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin hekimi Hibetullah b. Cümey‘ el-İsrâilî
tarafından haksız bulunmuştur. Buna göre eserin çağın diğer Tıp eserlerinde görülmeyen
bir kapsama sâhip olduğu ortadadır ve ilmî otoritesi bâzı hatâlarını mâzur gösterecek
büyüklüktedir.
"el-Kanûn fi’t-Tıb" beş kitaptan meydana gelmektedir. Birinci kitap “el-Külliyyât”
(tıbbın genel ilkeleri) başlığını taşımaktadır ve eserin teorik yoğunluğu en fazla olan
bölümüdür. Bu bölüm üzerine İslâm Dünyâsı'nda çok sayıda şerh yazılmıştır. Dört bölümden
oluşan birinci kitapta anâsır-ı erbaa, ahlât-ı erbaa, mizaç teorisi, anatomi, fizyolojik
fonksiyonlar ve bunların Tıp'taki Ruh (pneuma) kavramıyla ilişkisi ele alınmaktadır. İkinci
bölüm genel olarak patolojik belirtiler, üçüncüsü hıfzıssıhha hakkındadır. Dördüncü bölümde
tedâvi şekilleri sıralanmakta ve bunlar üzerinde ayrıntılı biçimde durulmaktadır. Eserin ikinci
kitabı drogların (müfred devâlar: materia medica) tabii özellikleri ve türlerine dâirdir. İbn
Sînâ bu kitapta çoğu bitkisel olmak üzere 800’e yakın ilâcın listesini vermektedir. Üçüncü
kitap hastalık çeşitlerini ele alır. Dördüncü kitap belli organlara has olmayan hastalıkları konu
edinir. Ateşli hastalıklar, bunların seyri ve tedâvisinin yanı sıra abseler, ortopedik problemler,
zehirlenmeler, yaralanmalar vb. bu kitapta ele alınmaktadır. Beşinci kitap ise çeşitli ilâç
terkipleri ve bunların tıbbî uygulanış şekilleri hakkındadır. Burada zikredilen mürekkep ilâçlar
650’yi bulmaktadır.
İbn Sînâ’nın Tıp teorisinin temellerini kendisinin Tabiat felsefesi oluşturur. Nitekim onun
ilimler tasnifinde Tıp, Tabii İlimler'in bir alt şûbesidir, dolayısıyla ilkelerini Tabii İlimler'den
alır. Aslında Tabiat Felsefesi'yle Tıp ilminin modern anlayış bakımından Biyoloji alanını
oluşturacak şekilde ortak konularda örtüşmesi, İbn Sînâ’nın içinde bulunduğu ilmî geleneğe
âit bir anlayıştı. Bununla birlikte Tabiat Felsefesi'yle Tıp, literatürü ve otoriteleri ayrı olan
farklı alanlardı. İslâm Ortaçağı’nda ilkinin otorite şahsiyeti Aristo, ikincisinin Hipokrat ve
Galen’di. Ancak Felsefe ve İlim Târihi bakımından Tabiat İlimleri'yle Tıbb'ın örtüştüğü alanda
Galen’in Aristo’ya zaman zaman muhalefet ettiği bilinmektedir. Meselâ Aristo canlılığın kalp
tarafından kontrol edildiğini söylerken, Galen beyin, kalp ve karaciğerin ortak bir kontrole
sâhip olduğunu ileri sürmüştür. Bu tür farklılıklar, Aristo’nun tâkipçileri olan filozoflarla
Galen’in tâkipçileri olan hekimler arasında çekişmelere yol açmıştır. Bir taraftan esas itibâriyle
Galenci Tıp sistemini yeniden inşa ettiği "el-Kanûn fi’t-Tıbb"ı, diğer taraftan Aristocu
Biyoloji'yi izlediğini yazmış olan İbn Sînâ, böylece bu iki otoriteyi uzlaştırma çabasında
başarılı olmuştur. Filozof, "el-Kanûn fi’k-Tıbb"ın ilk kitabında nazarî çelişkilere düşme
pahasına Aristo’nun tarafında yer almıştır. Dolayısıyla Ortaçağ’ın en etkili Galenci eserini
ortaya koymuş olan İbn Sînâ’nın aynı zamanda Aristocu perspektife bağlı bir filozof olması
kendisini böyle bir uzlaştırmaya yöneltmiştir. Aynı durum, tamâmen Aristocu perspektife
sâdık kalarak yazdığı "el-Hayevân"da saf anlamda Galenci sayılabilecek fikirlere bir hayli yer
verişinde de gözlenmektedir. İbn Sînâ’nın bu konuda geliştirmeye çalıştığı ilmî tavır,
Anatomi ve Fizyoloji'de Yeni Galenci bir teoriye yönelmek ve onu Aristocu Tabiat Felsefesi'yle
uzlaşacak şekilde yorumlamak şeklinde özetlenebilir. Filozof, bu ilmî tavrının bir sonucu
olarak Aristocu Biyoloji'yi Galen’in katkılarıyla nisbeten tâdil etmiş, fakat bunu yine de Aristo
Fiziğinin temel kavramlarını kullanarak yapmıştır.
İbn Sînâ’nın Tıp'ta sadece bir teorisyen olmadığı, uygulamaya ilişkin oldukça önemli bir
tecrübî birikime sâhip bulunduğu bilinmektedir. Nitekim kendisi şöhretini ve geçimini bir
bakıma başarılı tedâvi uygulamalarına borçludur. Herhâlde İbn Sînâ da -baş ağrısı için buz
tatbiki yahut tüberküloz tedâvisi için gül şerbeti içirilmesi gibi- birçok tedâvi yöntemini
bizzat bulmuştu ve bu keşiflerini "el-Kanûn fi’t-Tıbb"ı yazarken eserinde yansıtmak istemişti.
Ancak onun klinik gözlem ve keşiflerini kaydettiği notlarının çoğu kaybolmuştur. Hipokrat’ın
bilmece gibi, Galen’in sıkıcı ve Râzî’nin karmakarışık eserlerine mukabil, İbn Sînâ’nın
"el-Kanûn fi’t-Tıbb"ı sistemli, kapsamlı ve en önemlisi Tıp öğretimine uygun tarzda yazılmış
bir eser olarak diğerlerini gölgede bırakmıştır.
Teoriye ağırlık veren tavrına rağmen İbn Sînâ, bilimsel yöntem hakkında önemli ana
fikirleri de vurgulamayı ihmâl etmemiştir. Nitekim "el-Kanûn fi’t-Tıbb"ın basit ilâçlar ve
uygulanışları konusuna ayırdığı ikinci kitabında teşhis yöntemleri üzerinde de durmakta,
hastalıkların sebeplerine belirli semptomlardan hareketle nasıl ulaşılacağını tartışmaktadır.
Aristo’nun ölçme ve deneyin önemini yeterince vurgulamayan, niceliksel olanın
incelenmesinden ziyâde niteliksel olana ağırlık veren yöntemine karşılık İbn Sînâ’nın
hipotetik-empirik bir yöntem önerdiği görülmektedir. Bâzı araştırmacılar bunu, İbn Sînâ’nın
Galen aracılığıyla etkilendiği hipotetik, yâni şartlı önermeler üzerine kurulu Stoa mantığına
bağlamak eğilimindedir. Filozof'un yöntem hakkındaki ana fikri sebeplilik fikrinin sudûrcu
anlayışına dayanır. Bu anlayış, sebepliliğin işleyişini yalnızca dış etkilere bağlı olarak
tanımlamaktan ziyâde içkin bağlantılar şeklinde kavramakta ve bu işleyişi ilâhî inâyetin
(Stoacılar’ın “pronoia”sı) bir tecellisi olarak nitelemektedir. Bu içkin sebepliliğin sudûrcu
boyutu ise faal akıldan sâdır olan formlar aracılığı sâyesinde işliyor olmasıyla ilgilidir. Ancak
bu formların bedendeki işleyişini empirik bir araştırmanın konusu yapmak, süreklilik arzeden
formların mevcûdiyetini yahut mevcut olmayışını gösteren belirtiler hakkında akıl yürütmek
anlamına gelmektedir. Bu ise Aristocu bir çerçevede tanımlanmış Stoacı şartlı mantığa
başvurup özel hipotetik kıyasları kullanmak sûretiyle yapılabilir. Empirik yönteme dâir bu
öncü yaklaşımına rağmen "el-Kaanûn fi’t-Tıb", büyük ölçüde Tıp geleneğine âit çoğu Galenci
olan birikimin bir derlemesi görünümündedir. Çünkü İbn Sînâ’nın bu eseri yazmaktan amacı,
hekimlere Tıp ilminin teorisi hakkında artık daha fazla şüpheye düşmeyecekleri standart bir
uygulama kılavuzu takdim etmektir. Esasen “yasa, kural ve kıstas” anlamına gelen “kaanûn”
kelimesinin kitabın adı olarak kullanılması bir tesâdüf değildir. İbn Sînâ’nın iddiasına göre
hekim bedenin hastalık ve sağlığına yol açan maddî, sûrî ve gaî sebepleri araştırabilmeli;
Anatomi, diyet, semptomlar ve ilâçlar hakkında bilgi sâhibi olmalı; fakat Fizik ilminin dört
unsur ve buna bağlı olarak Hıltlar Teorisi gibi temel kavramlarını Tabiat Felsefesi'nden almalıdır.
Çünkü bir hekimin amacı bu tür felsefî meseleleri müstakil biçimde araştırmak değildir.
İbn Sînâ’nın Fizik ve Tıp arasında böyle bir hiyerarşi görmesi normaldir. Zirâ bugün bile pek
az hekim Fizik ve Kimya'da orijinal araştırmalar ortaya koymakta, çoğu “ilk prensipler”ini
Fiziğin otoritesine başvurarak elde etmektedir.
Kendi çağının Tıp geleneği bakımından zirveyi temsil eden, kendisinden sonraki Tıp
öğretimi ve araştırmaları için hem İslâm, hem de Avrupa ilim çevrelerinde sarsılmaz bir
otorite, aydınlatıcı bir kılavuz ve yeni fikirler ilham eden bir kaynak teşkil eden İbn Sînâ’nın
hastalıkların tanımı, teşhisi ve tedâvisiyle ilgili olarak ortaya koyduğu başarının ana hatlarıyla
sergilenmesi, onun ilmî şahsiyetini daha yakından değerlendirmeyi mümkün kılacaktır.
"el-Kaanûn fi’t-Tıbb"ın birinci kitabında hastalığın teşhisi için nabız ve idrar muayenesi
bahisleri oldukça ilgi çekicidir. Nizâmî-i Arûzî, hekimin nabızla ilgili teşhiste mâhir olduğunu
ifade etmektedir. İbn Sînâ’nın bu konuda Galen’in yanı sıra Çin ve Orta Asya tabâbetinden
de faydalandığı anlaşılmaktadır.
Nabzı damarların kendilerine âit hareketleri olarak vasıflandıran İbn Sînâ, nabzın dokuz temel
özelliğinden söz ederek, bu özelliklerin ikişer ikişer birleştirilmesinden 18, üçer üçer
birleştirilmesinden 27 nabız şeklinin ortaya çıktığını belirtmektedir. Ayrıca düzenli ve
düzensiz, hızlı, yavaş ve mutedil olma durumuna göre nabız şekillerinin daha da arttığına
işâret etmektedir. Bu çerçevede aritmi gösteren nabızların çeşitlerini, yâhut nabzın cinsiyete,
yaşa, mizâca, uykuda ve uyanık olma hâllerine, perhizde olup olmama, hamileliğe veya
psikolojik durumlara göre ne şekilde değiştiğini açıklayarak, hekimlerin nabza göre ne
şekilde hareket etmesi gerektiğini ortaya koymuştur. İbn Sînâ’nın "el-Kaanûn fi’t-Tıb"da
nabızla ilgili olarak yer alan bölümden başka teneffüs ve nabza bakarak teşhiste bulunma
usûllerine dâir Risâletü "Ma'rifeti’t-teneffüs ve’n-nabz" adlı bir eser yazdığı da bilinmektedir.
İdrarla hastalık teşhisine ilişkin olarak da İbn Sînâ’nın şeker hastalığını idrarın tatlılığından
teşhis edebildiği ve şeker hastasının tatlı idrarını “multitudo urinae”den ayırabildiği Tıp
tarihçisi Hans Schadewaldt tarafından ileri sürülmüştür. Bu tür bir teşhis yönteminden eski
Grek hekimleri bahsetmediğine göre İbn Sînâ’nın, aynı yöntemden bahseden Hint tıbbının
klasikleri konumundaki "Sustruta-Samhita ve Caraka-Samhita"nın Arapça tercümelerinden
istifade etmiş olması mümkündür... Görüyor musunuz, o zamanın hekimleri sâdece eski
Yunan-Lâtin değil; Çin ve Hint tıbbından, eminim ki Şamanist Türk tıbbından da yararlanmışlardır.
Şimdiki hekimlerde var mı böyle bir ilgi?.. AnadoluTıbbı'ndan bile bîhaberler!..
İbn Sînâ, "el-Kaanûn fi’t-Tıbb"ın ikinci kitabında, Lâtin Dünyâsı'nda “materia medica”
olarak bilinen basit ilâçların sayıları 800’e varan listesini ebced alfabesine göre düzenlemiştir.
Daha önce Ali b. Sehl’in uyguladığı bu alfabetik cetvel usûlünün İbn Sînâ’dan sonra İbn
Cezle ve İbn Butlân tarafından da kullanıldığı bilinmektedir. Kulunç (kolik) hastalığıyla ilgili
olarak İbn Sînâ, gerek "el-Kaanûn fi’t-Tıb"da gerekse "el-Kulenc" adlı müstakil eserinde tıbbî
bakımdan ayırımı tanı yapmış, kolikleri safra kesesine, kalın bağırsaklara ve böbrek taşlarına
âit olmak üzere türlere ayırmıştır.
Göz hastalıkları konusu çerçevesinde öncelikle “remed” (oftalmi) üzerinde duran İbn
Sînâ, bu hastalığı gözün “et-tabakatü’l-mültehime” denilen tabakasının iltihaplanması yani
“konjoktivit” olarak vasıflandırmıştır. İbn Sînâ’nın bu konudaki Grek kaynaklarına oftalmolog
Ali b. Îsâ’dan daha iyi vâkıf olduğu, "el-Kaanûn fi’t-Tıb"da oftalminin üç çeşidinin Grekçe
isimlerini “tartsis, kimosis, balgamî” olarak vermesinden anlaşılmaktadır.
Ayrıca trahomun teşhisinin nasıl yapılacağını tarif etmiştir. Eserde göz adalelerinin gerilip
gevşemesini ve göz yaşı kanallarının fonksiyonunu açıklayan İbn Sînâ’nın gözün anatomisine
dâir verdiği bilgi, eserin 1479 târihli Lâtince baskısında bir illüstrasyonla resmedilmiş ve daha
sonraki bâzı baskılarda bu uygulama devam etmiştir.
İbn Sînâ’nın cerrâhî ile ilgili tesbit ve görüşleri "el-Kaanûn fi’t-Tıbb"ın üçüncü kitabında
yer almış olup, gerek İslâm Âlemi'nde, gerekse Avrupa’da güvenilir kaynak olarak kabul
edilmiştir. Selçuklu Türk Atabegi Nûreddin Zengî’nin Dımaşk’ta kurduğu hastahanede
hekimlik yapan İbnü’l-Kuf, yaraların sarılma tekniğiyle ilgili olarak "el-Kaanûn fi’t-Tıb"da
verilen bilgilerden faydalanmıştır.
Ameliyatlarda anestezi yöntemi konusunda şaraba afyon, sarı sabur, âdemotu (mandragora)
ve hindistan cevizi ilâve edilip hastaya içirilmesini öneren İbn Sînâ’nın çağdaşı olan
Ali b. Îsâ’nın formülü de mandragora, haşhaş suyu ve afyon şeklindedir.
İbn Sînâ ve Ali b. Îsâ’nın
anestezi yöntemi Selçuklular zamanında Suriye ve Mısır’da kullanılmaktaydı. 1218 yılında
Haçlı ordusuyla İslâm Dünyâsı'na gelen Bolognalı cerrah Hugo von Lucca Müslüman
cerrahlardan bu usûlü öğrenmiştir. Ülkesine dönünce bu yöntemle anestezi uygulamış,
oğlu Theodorich Borgognoni de aynı usûlü benimseyerek ünlü bir cerrah olmuştur.
Theodorich’in "Chirurgia" adlı kitabında zikrettiği ameliyat ve anestezi yöntemlerine
bakıldığında, İbn Sînâ’nın etkisi açıkça görülmektedir.
"el-Kaanûn fi’t-Tıbb"ın üçüncü kitabının kadın hastalıkları ve doğumdan bahseden bölümleri,
özellikle üterustaki tümörler ve histeri konuları dikkat çekici bir şekilde ele alınmıştır.
İbn Sînâ bu çerçevede histeriyle apopleksi arasında ayırıcı bir teşhis yapmaktadır.
Akıl hastalıklarını hâfıza bozukluğu, olmayan şeyleri hayâl etme ve geri zekâlılık gibi
elementer hastalıklarla bunama, taşkınlık ve melânkoliden oluşan gerçek psikozlar olarak
iki ana grupta değerlendiren İbn Sînâ, bunamanın sebebini beynin orta ventrikülünde
göstermektedir. Melânkolinin semptomlarını korku, yalnızlığa temâyül ve baş dönmesi
olarak sıralayan İbn Sînâ’nın bu hastalığa yakalanan bir genci tedâvi edişiyle ilgili hikâye
"Çehâr Magale"de yer almaktadır. Sigmund Freud’ün seksüel travmaya dayanan
psikoanalizinin de İbn Sînâ tarafından kara sevdâ hastalığının tedâvisinde kullanıldığı böylece
anlaşılmaktadır.
Frenitis, letarji, uykusuz koma, kuduz veya hidrofobi ve epilepsi de İbn Sînâ tarafından
semptomatik psikozlar olarak zikredilmektedir. Psişik hastalıklar arasında oğlancılık ve
homoseksüelliği de saymaktadır. Hemoseksüelliği doğuştan ve sonradan edinilen
anormallikler olarak ikiye ayırmakta, doğuştan gelen homoseksüelliğin tedâvisinin başarılı
olamayacağını söylemektedir. Bu görüş günümüzde birçok genetikçinin iddiasıyla uygunluk
arzetmektedir. İbn Sînâ, Ruhî hastalıkların beynin ventriküllerinde lokalizasyonunu yaparak,
ayrıca akıl hastalıklarının meşgûliyet, şok, telkin, müzik ve ilâçla tedavisini belirterek
bugünkü modern psikiyatrinin kurucusu olmuştur.
İbn Sînâ’nın salgın hastalıklar konusunda da dikkat çekici tesbitleri vardır. Bilhassa
"el-Kaanûn fi’t-Tıbb"ın dördüncü kitabında yer alan bu tesbitler içinde, malaryanın sazlık
ve bataklık yerlerde görüldüğü gözleminden hareketle hastalıkla sivrisinekler arasındaki
ilişkiye zimnen işâret etmesi, vebâ salgınıyla fâreler arasındaki münâsebeti belirtmesi ve
sudaki kokuşmaya yol açan “cinnü’l-mâ” adını verdiği varlıklardan söz ederek mikroskobun
keşfinden çok önce mikroptan bahsetmesi sayılabilir. Onun zehirler ve zehirlenmeyle ilgili
olarak eserinin yine dördüncü kitabında verdiği bilgiler de önemlidir... Üstat Celse'de
"HASTALIKLARIN GÖZLE GÖRÜLMEYEN CANLILAR TARAFINDAN
MEYDANA GELDİĞİNİ KİM BULMUŞTUR?... BUNU EVVELÂ BULAN BENİM!... İBN-İ SİNÂ...
FAKAT BENİM ELİMDE BUNU GÖSTERECEK VÂSITA YOKTU. ÖBÜRÜSÜ VÂSITAYI
BULDU!" demişti. Böylece hem Tebliğ, hem de gelenin İbn-i Sinâ olduğu ispatlanıyor!
Zehirleri mineral, nebâtî ve hayvânî zehirler şeklinde tasnif eden İbn Sînâ böcek ısırması,
yılan sokması ve kuduz köpek ısırmasıyla ilgili olarak ayrıntılı bilgi vermektedir. Önce
zehirleri tanımlayan Filozof, zehirlenmelerin semptomlarını verdikten sonra tedâvi şekilleri
hakkında açıklamalarda bulunmaktadır. Kulak, burun, boğaz hastalıklarına eserinin üçüncü
kitabında yaklaşık yetmiş sayfa ayıran İbn Sînâ, Orta Asya’da Uygur Türkleri’nin kullandığı
bâzı ilâç ve drogların kullanılmasının yanı sıra tonsillektomi ve trakeotomi ameliyatlarından
da ayrıntılı biçimde bahsetmiştir. Bu arada İbn Sînâ’nın, Nûh b. Mansûr’un boğazındaki
hunnak hastalığını tedâvi ettiği ve böylece 18 yaşında üne kavuştuğu da kaydedilmektedir.
İbn Sînâ’nın kendi tecrübelerine dayalı olarak geliştirdiği tedâvi yöntemleriyle ilgili
notlarının kaybolduğu bilinmektedir. Cûzcânî, Üstâd'ının bu notları "el-Kaanûn fi’t-Tıbb"a
dercetmek istediğini belirtmektedir... Belki de eserinin altıncı kitabını teşkil edecek olan
bu notlar sâyesinde, günümüzde klinik tecrübeye yeterince önem vermediği ileri sürülen
İbn Sînâ tıbbının empirik yönü hakkında şimdikinden daha farklı yorumlar yapılabilecekti.
"el-Kaanûn fi’t-Tıbb"a İslâm Dünyâsı'nda gösterilen ilgi onun etrafında oluşmuş şerh,
ihtisar ve tercüme literatürünün yoğunluğundan anlaşılmaktadır. Esere yazılan en önemli
şerh İbnü’n-Nefîs’e (1213-1286) âittir.
Eseri, şerh geleneğinin eleştiri boyutuna sâhip olduğu durumlarda nasıl yeni ufuklara
yönelebildiğinin bir göstergesidir. İbnü’n-Nefîs, şerhinde "el-Kaanûn fi’t-Tıb"daki Anatomi'ye
dâir görüşlerin eleştirisini yapmış ve alternatif olarak ileri sürdüğü teorisinde, Miguel
Servetus (ölümü 1553) ve Realdo Colombo’dan (ölümü 1560’tan sonra) çok önce akciğer
kan dolaşımını doğru olarak tanımlayıp keşfetmiştir.
İbn Sînâ’nın "el-Kaanûn fi’t-Tıbb"ı XII. Yüzyıl'da Tuleytula’da Gerhard von Cremano
tarafından Lâtince’ye çevrilmiş, daha sonra hekim ve şarkiyatçı Andrea Alpago yeni bir
Lâtince tercümesini gerçekleştirmiştir (Venedik, 1527).
Eserin Lâtince çevirisinin aynı yüzyılların Avrupa’sında 36 defa basılmış olması
İbn Sînâ’nın Avrupa tabâbetini nasıl etkilediğini göstermektedir.
İbn Sînâ’nın Avrupa’da uzun süren etkisinin bir başka delili, "el-Kaanûn fi’t-Tıbb"ın
Canon olarak anılan Lâtince tercümesinin XVII. Yüzyıl sonlarına kadar Louvain ve Montpellier
gibi üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmasıdır. Başta bu eser olmak üzere çeşitli İslâm
Tıp klâsiklerinin Lâtince çevirileri Arapça birçok Tıp teriminin Lâtince’ye girmesine yol
açmıştır. Andrea Alpago, eserin Lâtince tercümesinin sonuna bir Tıp terimleri lugatçesi
eklemiş, bu lugatçe için kitabın İbnü’n-Nefîs ve Kutbüddîn-i Şîrâzî (1236-1311) şerhlerinden
faydalanmıştır. Paris Tıp Fakültesi’nin büyük dershânesindeki Dünyâ'nın
en meşhur hekimlerini temsil eden duvar freskinde İbn Sînâ’nın Ebû Bekir er-Râzî (854-925) ile yan
yana resmedilmiş illüstrasyonu bulunmaktadır.
----------------
Gazali'nin hayâtını İslâm Ansiklopedisi ve Mustafa Çağrıcı'nın yazısından aldık...
Gazâlî 1058 yılında, İran’ın Horasan bölgesinde, yetiştirdiği âlimler ve devlet adamlarıyla
tanınan Tûs’ta (bugünkü Meşhed) dünyaya geldi. "Hüccet-ül İslâm, Zeynüddin" gibi lâkaplarla
anılır. Künyesi Ebû Hâmid olmakla birlikte onun Hâmid adında bir oğlunun olup olmadığı
bilinmemekte, eğer varsa küçük yaşta ölmüş olabileceği düşünülmektedir. Ortaçağ Batı
skolastiklerince Abuhamet ve Algazel diye tanınmaktaydı. Doğduğu kasabaya nisbetle Tûsî
diye de anılmakla birlikte onun adını bile unutturacak derecede meşhur olan nisbesi
Gazzâlî’dir (Gazâlî). Yazılışları aynı olan bu iki nisbeden hangisinin doğru olduğu meselesi
tartışılmaktadır. Bizzat kendisi, “İnsanlar beni çift ‘z’ ile (Gazzâlî diye) anıyorlar; halbuki ben
Gazâle denilen bir köydenim” demiştir. Babasının mesleğine nisbetle Gazzâlî diye anılmıştır.
(GAZZÂL , “yün eğirici, iplikçi” demektir. Çok sevdiğimiz şâir Ömer Hayyâm'ın lâkabı HAYYAM
da "çadırcı" demektir.)
Fars asıllı olduğu sanılan Gazzâlî’nin ailesi hakkındaki bilgiler son derece azdır.
Sonraları özellikle sûfî kimliğiyle büyük ün kazanacak
olan Ahmed el-Gazzâlî adlı kendinden küçük bir erkek kardeşi, birkaç da kız kardeşi vardır.
Muhtemelen tasavvufa eğilimi bulunan babası Muhammed, bir yandan Tûs’taki iplikçi
dükkânında el emeği ürününü satarak geçimini sağlarken, bir yandan da aydın çevreyle ilişki
kuruyor, katıldığı câmi derslerinde bilgisini arttırıyor, hatta imkânı ölçüsünde ilim erbâbına
maddî destek sağlıyordu. Bu arada oğulları Muhammed ve Ahmed’in de iyi bir öğrenim
görmelerini arzuluyordu. Onları dilediği gibi okutmaya ömrünün yetmeyeceğini anlayınca
bir sûfî dostundan oğullarının eğitimiyle ilgilenmesini rica etti. Gazzâlî muhtemelen okuma
yazma, Kur’ân-ı Kerîm’in ezberlenmesi, Dil Bilgisi ve Aritmetik gibi alanlarda dönemin
geleneksel ilk öğrenimini bu baba dostunun desteğiyle görmüştür. Ayrıca gerek babasının,
gerekse yeni hâmisinin zühd ve tasavvufa eğilimli Ruhî yapılarının daha çocukluk döneminde
Gazzâlî’nin mânevî hayatını etkilediğini ve ileride teşekkül edecek olan tasavvufî kişiliği
üzerinde müessir olduğunu düşünmek mümkündür.
Gazzâlî ve kardeşinin pek varlıklı olmayan
hâmileri, babalarının geride bıraktığı az miktardaki imkânı onların eğitimi için kullandılar
ve kendilerine daha fazla yardımcı olamayacağını belirterek bir medreseye girmelerini
tavsiye ettiler. İleri düzeydeki ilk öğrenime, 1073'de Ahmed b. Muhammed er-Râzkânî
(Râzekânî) adlı âlimden fıkıh dersleri alarak Tûs’ta başlayan Gazzâlî daha sonra Cürcân’a
giderek burada İsmâilî denilen bir zatın öğrencisi oldu.
Gazzâlî, beş yıl süren Cürcân’daki öğreniminden sonra bir kafile içinde Tûs’a dönerken
soyguncular tarafından yolları kesilir ve her şeyleri alınır. Gazzâlî eşkıyanın peşine düşer ve
reislerinden hiç olmazsa ders notlarının (ta‘lîka) geri verilmesini ister; Cürcân’a sırf o
notlardaki bilgileri edinmek için gittiğini söyler. Eşkıya reisi, bilgileri hâfızasına yerleştirmek
yerine kâğıtlarda bırakmasından dolayı onunla alay eder ama notlarını da geri verir.
Daha önce
başlatılmış olan burs geleneğini Nizâmülmülk (1018-1092) de devam ettiriyordu.
Gazzâlî, ilmî imkânlar yanında muhtemelen böyle bir maddî imkânı da kullanmak düşüncesiyle
1080'de Tûslu bir grup gençle birlikte Nîşâbur’a giderek buradaki Nizâmiye Medresesi’ne
girdi ve dönemin en tanınmış kelâm âlimi olan İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin öğrencisi
oldu.
Gazzâlî, olağan üstü bir zekâ ve hâfızaya sâhip olduğu dikkate alınırsa, onun Nîşâbur’a
gitmeden önce geçirdiği en az 12 yıllık öğrenimi süresince başta Fıkıh olmak üzere Hadis,
Akaid, Gramer gibi geleneksel bilgi dallarında hayli yetişmiş olduğu kesinlikle söylenebilir.
Nîşâbur’da da bu alandaki öğrenimine devam etti. Ayrıca burada Mantık ve çeşitli tartışma
disiplinleriyle Kelâm ilmi yanında Felsefe'nin bâzı konularında elemanter bilgiler edinmiş
olmalıdır. Esâsen en başta kelâmcılığıyla tanınan ve belki de ilk defa kendisini Kelâm'a
yönlendirmiş olan hocası Cüveynî’nin Felsefe'ye âşinalığı vardı, hatta belli ölçüde felsefî bir
nosyona da sâhipti. Nitekim Cüveynî, "insana kudret ve istitâat tanınmamasının akıl ve
tecrübeye aykırı olduğu" şeklindeki düşüncesi yüzünden filozofların peşinden gitmekle
suçlanmıştır.
Gazzâlî, Nîşâbur’a gittikten sonra gayet sıkı geçen bir öğrenim
süresince Şâfiî Fıkhı, Hukuk ekolleri arasındaki tartışma teknikleri (hilâf), Cedel, Akaid'le Fıkhın
kaynakları ve Mantık alanlarında parlak bir âlim olarak yetişti. Ayrıca
Hikmet ve Felsefe okudu ve bütün bu disiplinlerde sağlam bir formasyon kazandı.
“Gazzâlî derin bir denizdir” diyen hocası ona sempati duymakla birlikte, söylendiğine göre
için için onu kıskanmaktan da kendini alamazmış... Onun bu sırada
yazdığı "el-Menkûl" adlı fıkıh kitabını inceleyen Cüveynî eseri çok beğendiğini, “Beni sağken
mezara gömdün; ölümümü bekleyemez miydin?” şeklinde ifâde etmiş...
Çağdaşı Abdülgafir el-Fârisî, “İslâm’ın ve Müslümanlar'ın hücceti, din önderlerinin imamı,
konuşma ve ifâde kaabiliyeti, Mantık, zekâ ve tabiat itibâriyle benzeri görülmemiş bir kişi”
diye nitelediği Gazzâlî’nin bu dönemdeki öğrenimi sırasında kısa zamanda bütün
arkadaşlarını geride bıraktığını, ayrıca öğretim faaliyetlerinde hocasına yardım ettiğini ve
sonuçta eser telif edecek düzeye ulaştığını belirtir.
Gazzâlî’nin tasavvufî kişiliğinin oluşma döneminin başlangıcını tesbit bakımından önemli
bir nokta da onun Nîşâbur’daki öğrenimi sırasında, Kuşeyrî’nin öğrencilerinden olup Tûs ve
Nîşâbur sûfîlerinin meşhurlarından biri haline gelen Ebû Ali el-Fârmedî’den öğrenim
görmesidir. Bu sebeple Gazzâlî’yi tasavvufî pratiklere yönelten kişinin Fârmedî olduğu
söylenir, Kendisinin de, “Şeyh Ebû Ali el-Fârmedî’den duydum” demesi
bu zatla görüşüp ondan faydalandığını göstermektedir. Bununla birlikte onun bu dönemde
Tasavvuf'a duyduğu ilgi Fârmedî ile görüşmeleriyle sınırlı kalmış, Fârmedî’nin 1084'te vefatı
üzerine Gazzâlî Kelâm ve Felsefe gibi alanlarla meşgul olmayı sürdürmüştür.
1085'de hocası Cüveynî’nin vefâtı üzerine Nizâmülmülk’ün nerede olduğu bilinmeyen
karargâhına gitmesi, Gazzâlî’nin hayâtında önemli bir dönüm noktası teşkil eder. Onun bu
makama gitmeye karar vermesinde, Selçuklu Devleti'nin imkânlarını ilim erbâbına cömertçe
sunan kültürlü vezirin himâyesini kazanma, ilim ehlinin nimetler içinde yüzdüğü
bu karargâhtaki geniş imkânlardan faydalanarak çalışmalarını rahat bir şekilde sürdürme
düşüncesi etkili olmuştur. Ayrıca Gazzâlî, Nizâmülmülk’ün himâyesindeki seçkin âlimlerle
tanışarak onlardan istifâde etmeyi de düşünmüş olabilir. Gerçekten daha 28 yaşında
bulunmasına rağmen çağdaşı Abdülgafir el-Fârisî’nin belirttiğine göre Nizâmülmülk
tarafından saygıyla karşılanması, onun Gazzâlî’yi yakından tâkip ettiğini göstermektedir.
Büyük bir devlet ve siyâset adamı olan Nizâmülmülk(1018-1092)
ilmini ve zekâsını keşfettiği Gazzâlî’yi,
hem mensubu bulunduğu Şâfiî mezhebini güçlendirme, hem de -daha önemlisi- Sünnî
yönetime karşı baş kaldıran ve İslâm Dünyâsı için büyük tehlike teşkil eden Bâtınî hareketini
durdurma plânı açısından uygun bir eleman olarak görmüş olabilir.
Vezirin karargâhı
âlimlerin, din büyüklerinin ve edebiyatçıların buluşma yeriydi. Genç Gazzâlî böyle
bir ortamda geçirdiği 6 yıl içinde bu entelektüel çevreden, iyi yetişmiş ilim ve fikir ehlinden
faydalanma, ayrıca yaptığı ilmî müzakere ve tartışmalarla başarısını ve ününü arttırma imkânı
buldu.
Temmuz 1091'de Nizâmülmülk tarafından Bağdat Nizâmiye Medresesi müderrisliğine
tâyin edilen Gazzâlî, buradaki çalışmaları sırasında dindarlığı ve faziletiyle tanınan Halife
Muktedî-Biemrillâh’ın ilgi ve desteğine mazhar oldu. Kaynaklarda, Gazzâlî’nin 4 yıl süren
Nizâmiye’deki müderrislik dönemi aynı zamanda onun kitap telifi bakımından en verimli
devresi olarak gösterilir. Ancak daha önce Nizâmülmülk’ün karargâhında geçirdiği 6 yıl
içinde de telif çalışmaları yapmış olmalıdır. Ayrıca onun bu dönemde hocalık, Felsefe'ye ve
Bâtınîliğe dair incelemeleri gibi daha başka ciddi meşguliyetleri de vardı.
Gazzâlî burada bir yandan, içlerinde tanınmış âlimler bulunan
300’e yakın öğrenciye ders veriyor ve tasnif faaliyetlerini sürdürüyor, öte yandan da Felsefe
üzerine incelemeler yapıyordu. Yaklaşık 2i yıl süren bu incelemeler sâyesinde, bizzat
kendisinin de eleştirdiği öteki kelâmcılardan farklı olarak tenkit etmeyi düşündüğü
Meşşâî-İşrâki Felsefe'yi derinden kavrama imkânını elde etti. Ayrıca bir yıl süreyle de Felsefe
hakkında edindiği yeni bilgileri gözden geçirdi; yaptığı değerlendirmelerle filozofların
doğru ve yanlış görüşlerini şüpheye yer bırakmayacak şekilde tesbit etti. Ardından Bâtınîlik
incelemelerine koyuldu. Bu arada bâzı kimseler, onun Bâtınîliğin tenkidine girişmeden önce
bu akımın düşünce ve ilkeleri hakkında bilgi vermesinin bir bakıma Bâtınîler’in işine yaradığını
düşünerek Gazzâlî’nin bu yöntemini eleştirdiler. Ancak Gazzâlî, bir düşünce ve inancı
yeterince tanıyıp, mâhiyeti hakkında tarafsız bilgi vermeden onu eleştirmenin kendi ilim
anlayışıyla bağdaşmadığı fikrinde olduğundan, yöneltilen bu tenkitleri dikkate almadı.
Gazzâlî henüz çocukken himâyesine verildiği baba dostu bir sûfî idi. Ayrıca kendisinin
Tûs’ta bulunduğu sırada gördüğü bir rüyayı “şeyhim” dediği Yûsuf en-Nessâc’a anlattığı
ve onun yorumu üzerine Tasavvuf hakkındaki kuşkularının ortadan kalktığını söylediği rivâyet
edilir. Öte yandan Ebû Ali el-Fârmedî ile ilişkisi de onun Tasavvuf'a olan temayülünü
geliştirmişti. Ancak Tasavvuf alanındaki son çalışması diğerlerinden çok farklı olup, hakikati
arama kararının bir gereği olarak ilmî ve tenkitçi düzeyde yürütülen fikrî bir çalışmadır.
Gazzâlî, muhtemelen daha önce Fârmedî vasıtasıyla Kuşeyrî’nin "er-Risâle"si hakkında bilgi
edinmiş ve belki de bu eseri okumuştu. Son Tasavvuf çalışmasında bu eseri yeniden
inceledi. Ayrıca Cüneyd-i Bağdâdî (830-910), Bâyezîd-i Bistâmî (804-874) gibi Tasavvuf
büyüklerinden intikâl
eden mirâsı da tetkik etti ve böylece elde edilmesi mümkün olan bütün bilgileri kazanarak
önde gelen mutasavvıfların nazarî mâhiyetteki görüş ve düşüncelerinin künhüne vâkıf oldu.
Bu birikim sâyesinde Tasavvuf'un en gizli ve derin noktalarına ulaşmanın nazarî öğrenimle
değil zevk ve hâl ile, sıfatları değiştirmekle mümkün olacağı kanaatine ulaştı.
Gazzâlî’nin Kelâm, Felsefe, Bâtınîlik ve Tasavvuf hakkındaki son çalışmalarının kendisini
ulaştırdığı sonuç, onun zihin ve Rruh dünyasında kelimenin tam anlamıyla bir bunalıma yol
açtı... Bundan sonrasına dikkat!.. Çünkü Gazâlî Fârâbî'den de, İbn-i Sinâ'dan da daha çok Din
âlimlerini etkilemiştir...
Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin şöhreti ve saygınlığı neredeyse uluların, emîrlerin ve
hilâfet merkezinin ününü bile geride bırakan bu büyük müderrisinin, Gazzâlî'nin dışarıdan
bakıldığında
son derece başarılı ve mutlu görünen hayâtı, gerçekte gün geçtikçe için için büyüyen
şüphelerle, fikrî bunalımlarla altüst oluyordu. Aslında
şüphecilik onun tabiatında vardı... Nitekim gerçeği arama iştiyâkının kendisinde daha gençlik
dönemlerinden itibâren mevcut olduğunu belirtir.
Muhtemelen ilmî başarı ve şöhretinin
uzun müddet üzerini kapattığı bu şüphe temâyülü dört yıllık müderrislik döneminin sonlarına
doğru, temelden kavradığı Tasavvuf'un kendisini derinden etkilemesiyle yeniden ve çok
daha etkili bir şekilde ortaya çıkmıştır. Kendi ifâdesine göre şüphesi sâdece Metafizik ve
bilgi problemleriyle ilgili değildi; ayrıca ahlâkî bakımdan da kendini sorguluyor ve Dünya
alâkalarına boğulduğunu, faaliyetlerinin en güzeli olan eğitim ve öğretim çalışmalarında bile
hiç de önemli olmayan, Âhiret yolu için faydası bulunmayan ilimlere yönelmiş olduğunu,
öğretimdeki niyetinin tamâmıyla ALLAH rızâsı olmadığını, makam ve şöhret arzusunun da
bulunduğunu farkediyordu. Bu yüzden defâlarca Bağdat’tan ayrılmaya niyetlendiyse de,
ünûnü ve mevkiini terketmeye râzı olmayan nefsiyle 6 ay mücâdele etmek zorunda kaldı.
Temmuz 1095'te başlayan bu şüphe krizi giderek psikolojik depresyonlara, hattâ fizyolojik
rahatsızlıklara yol açtı. Ders anlatmakta zorlanıyor, iştahsızlık ve hazımsızlık çekiyor, takatten
düşüyordu. Tabipler, bir süre uyguladıkları ilâçlı tedâvinin sonuç vermediğini görünce
hastalığın psikolojik sebeplerden kaynaklandığı, tedâvisinin de o yolla olması gerektiği
kanaatine vardılar.
Nihayet duası kabul edilerek gönlünün makam, mal, evlât ve dostlardan ayrılmaya rızâ
göstermesi üzerine, Bağdat’la olan bütün ilişkilerini kesmeye karar verdi. Âilesine yetecek
miktardan fazla olan bütün malını muhtaçlara dağıttı. Aslında Şam yöresine gitmek üzere
hazırlık yaptığı hâlde, ayrılmasına rızâ göstermeyeceklerini düşündüğü Halife'nin ve diğer
ileri gelen dostlarının gerçek niyetini öğrenmelerini istemediği için Mekke’ye gideceğini
açıkladı. Medresedeki mevkiini kardeşi Ahmed el-Gazzâlî’ye bırakarak Kasım 1095'te
Bağdat’tan ayrıldı. Irak’ın dışında yaşayan Müslümanlar bu olayın yönetimin bilgisi altında
gerçekleştiğini tahmin ederken, yönetime yakın olanlar da “ehl-i İslâm’a ve âlimler
zümresine nazar değmiş olabileceğini” düşünüyordu.
Son zamanlarda Gazzâlî’nin Bağdat’ı terketmesini kendisinin belirttiğinden başka
sebeplere bağlayanlar da olmuştur. Bunlardan Duncan Black Macdonald’a göre Gazzâlî,
o dönemde Selçuklu Sultanı olan Berkyaruk’la arası iyi olmadığı için Bağdat’tan ayrılma
gereğini duymuştur. Nitekim Berkyaruk’un saltanata geliş ve ayrılış tarihleriyle Gazzâlî’nin
Bağdat’tan ayrılış ve dönüş târihleri birbirine oldukça yakındır; ayrıca Gazzâlî’nin, Berkyaruk’la
rekabet hâlinde bulunan Tutuş’un temsilcisiyle bir süre temas kurduğuna dâir bir bilgi
bulunmaktadır. Ama o dönemin siyasî şartları içinde değişik taraflarla görüşüp konuşmanın,
büyük bir şöhret ve itibara sâhip olan Gazzâlî ile Berkyaruk arasında ciddi bir husumete yol
açması da uzak bir ihtimaldir. Ferîd Cebr’e göre ise Gazzâlî, Bâtınîler’in, Yâni Hasan Sabbah'ın
müridleri Haşhaşinler'in bir suikastına mâruz
kalmaktan endişe ettiği için Bağdat’tan ayrılmıştır. Zirâ Gazzâlî, Bâtınîlik’teki imamın
yanılmazlığı yerine Peygamber’in yanılmazlığı ilkesini savunmuş, bu şekilde iki asır önce
Eş‘arî’nin Mu‘tezile’yi kendi metotlarıyla yıkması gibi, Gazzâlî de Bâtınîler’e karşı aynı
yöntemle mücâdele etmiş ve böylece onların düşmanlığını kazanmıştır.
" Hz. Peygamber’i
Müslümanlar'ın imamı" sayma anlayışı hem Gazzâlî’nin, hem de bütün Ehl-i sünnet’in ortak
inancıdır; ancak bu anlayış, İmâmiyye’nin imam telakkisinde olduğunun aksine, onu "bilginin
mutlak ve yanılmaz kaynağı sayma" anlamına gelmez. Bâtınî terörü 1095’ten önce henüz
yaygın bir tehlike teşkil etmediği halde Gazzâlî’nin tekrar meydana çıktığı 1105’te çok daha
ciddi boyutlara ulaşmıştı. Nihayet Bağdat’tan ayrıldıktan sonra başka bir yol tutması mümkün
olduğu hâlde, özellikle tasavvufî hâl ve şartlar içinde yaşamaya yönelmesi ve bunu on yıldan
fazla sürdürmesi de bu ayrılışın esas itibâriyle epistemolojik ve ahlâkî şüpheye dayandığını
kanıtlamaktadır. Bununla birlikte zamanın karışık durumu ve Nizâmülmülk’ün 1092 yılınd
İsmâilî-Haşhaşin fedâilerce öldürülmesi, çok geçmeden de Sultan Melikşah’ın ölümü onda
hayâl kırıklığına yol açmış ve dolayısıyla Bağdat’ı terketme kararının kesinleşmesinde bir
ölçüde rol oynamış olabilir. Esâsen inzivâ döneminde telif edilmiş olan "İhyâ'ü 'ulûmi’d-dîn"
üzerine yapılacak dikkatli bir inceleme, onun yaşadığı krizin derinliklerinde ve Bağdat’ı
terketme kararının temelinde, İslâm insanının ve toplumunun içine düştüğü dinî ve ahlâkî
yozlaşmadan, bunun bir sonucu olarak siyâsî istikrarsızlık ve çalkantılardan duyulan
huzursuzluk ve acıların, bu olumsuz gelişmelerin arkasındaki psikolojik, sosyal vb. sebepleri
tesbit etme ve kendisinin sıkça kullandığı tâbirle “tedâvi yollarını gösterme”, hattâ
topyekün bir ıslâha gitmek gerektiği düşüncesinin bulunduğunu gösterecektir.
Gazzâlî Bağdat’tan Şam’a gitti ve iki yıla yakın bir süre orada kaldı. Bu sırada Emeviyye
Câmii’ne çekilerek nefsini terbiye etmek, ahlâkını güzelleştirmek ve kâlbini arındırmak
maksadıyla riyâzet ve mücâhede ile meşgûl oldu; Kudüs’e gitti ve bir süre de orada inzivâ
hayâtı yaşadı. Ardından hac farîzasını yerine getirmek, Mekke ve Medine’nin bereketlerinden
nasibini almak ve Resûlullah’ı ziyaret etmek düşüncesiyle Hicaz’a gitti. Daha sonra vatan
hasreti ve çocuklarının dâveti onu memleketine çekti.
Bundan sonra muhtemelen, Kudüs’ün ilk Haçlı Seferi sırasında işgâl edildiği tarih olan
Temmuz 1099'da veya Antakya’nın işgâl edildiği tarih olan Mayıs 1098''den önce
Horasan’a döndü ve bu yöredeki çeşitli şehirleri dolaştı.
Gazzâlî’nin, inzivaya çekildiği yıllarda vuku bulan ve bilhassa Kudüs’ün Haçlılar tarafından
işgâli ve Müslüman ahâlinin tümden katli bütün
İslâm Dünyâsı'nı derin üzüntüye boğan Haçlı saldırıları karşısında sessiz kalması, Halife'nin
isteği üzerine önde gelen âlimler halkı işgâlcilere karşı direnişe çağırırken, onun hiç bir
eserinde bu gelişmelerden tek bir kelimeyle bile söz etmemesi, araştırmacılarca hayretle
karşılanmış; bâzı yazarlar bu durumu Gazzâlî’nin içe dönük mizâcına bağlamışlar ve onu
Müslümanlar'ın çektiği acılara ilgisiz kalmakla suçlamışlardır. Buna karşılık Ferîd Cebr,
Gazzâlî gibi “zeynüddin” diye tanınan bir âlimin Suriye, Filistin, Irak veya Mısır’da bulunduğu
hâlde Müslümanlar'ın uğradığı bu felâket karşısında sessiz kalmasının düşünülemeyeceğini
ileri sürerek, bu sessizliğin ancak o sıralarda Gazzâlî’nin Horasan’da bulunmasıyla
açıklanabileceğini belirtir. Nitekim aynı dönemde ülkenin mâruz kaldığı iç ve dış tehditler,
başta Vezir Fahrülmülk’ün öldürülmesine kadar varan Bâtınî fitne ve terörü olmak üzere son
derece ağır siyâsî ve içtimâî meseleler, Selçuklu devlet adamları gibi Gazzâlî’yi de
Horasan’dan uzaklarda cereyan eden Haçlı işgâlleriyle ilgilenmekten alıkoyacak kadar
meşgûl etmiştir.Bunlar Gazzâlî’nin bu dönemde daha ziyâde Bâtınîlik’le ilgilendiğini göstermektedir.
Gazzâlî söz konusu cereyanı tenkit etmek için ilk olarak "el-Müsta'hirî"yi kaleme almıştı.
Sonra dört kitap daha yazmıştır.
Bu arada yine Hemedan’da Bâtınîler tarafından “dört mesele” hakkında sorulan sorulara
cevap mâhiyetinde yazılar yazdığı bildirilmektedir. Bütün bunlar, Kudüs’ün işgâli sırasında
Gazzâlî’nin Horasan’ın çeşitli şehirlerinde bulunduğunu, yukarıdaki suçlamanın aksine, bu
şehirlerde yazdığı ve birkaç yılını almış olması gereken eserlerle ülkenin ve toplumun
meselelerini aşma çabalarına katkıda bulunduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Gazzâlî Temmuz 1106'da Nîşâbur’a döndü ve buradaki Nizâmiye Medresesi’nde tekrar
öğretim görevine başladı. Kendisi, “O zaman mevki kazandıran ilmi öğretiyordum. Şimdi
ise mevki terkettiren ilme çağırıyorum” şeklindeki ifâdesinden bu ikinci hocalık döneminde
yazdığı kitapta "İslâm ümmetinin mânevî hastalıklara müptelâ olduğu ve helâke doğru gittiği
bir dönemde uzlete devam etmesinin doğru olup olmadığı hususunda nefis muhasebesi
yaptığını, ancak içtimâî ve siyâsî şartların 'halkı HAKK'a dâvet etmeye' elverişli olmadığı
kanaatine vararak, gözden ırak yaşamaya devam etmek isterken Sultan'ın ısrarlı dâveti
üzerine onu reddetmenin nezâketsizlik olacağını düşünerek 'kâlp ve müşâhede erbâbından
bir grup zevat ile de istişâre edip' uzleti terketme ve zâviyeden çıkma yönünde görüş
birliğine vardıktan sonra, yeniden ilim öğretmeye koyulduğunu" belirtir.
Gazzâlî’nin bu ikinci öğretim döneminin birincisi kadar zevkli ve hareketli geçmediği
anlaşılmaktadır. Nitekim yeni bir sükûnet hayatının özlemini duyarak muhtemelen sağlığının
da hocalık faaliyetlerini zorlaştıracak ölçüde bozulmaya yüz tutması sebebiyle
3 yılı aşkın bir süreden beri ifâ ettiği resmî görevini bir defa daha bırakıp 1109'da Tûs’a
döndü. Bir çok eser bu yılların ürünüdür. Tûs’a döndükten sonra evinin yanına fukaha
için bir medrese, sûfiyye için de bir hankah yaptıran Gazzâlî ömrünün son demlerini ders
okutmak, gönül ehlinin sohbetlerine katılmak ve eser yazmakla geçirdi.
18 Aralık 1111'de tarihinde vefat etti. Tûs’ta ünlü şâir Firdevsî’nin mezarının yakınına
defnedildi. Günümüzde burada bulunan yapı halk arasında Hârûniyye adıyla anılmakta
ve bunun bahçesinde yer alan bir kabir Gazzâlî’nin mezarı olarak gösterilmektedir.
Ancak bütün çini ve alçı tezyinatı harap olmakla birlikte tuğladan âbidevî bir eser hâlinde
ayakta duran yapının Yâkut el-Hamevî ve İbn Battûta gibi müelliflerce ziyâret edilen
Gazzâlî’nin türbesi olması kuvvetle muhtemeldir. Yapının Sultan Sencer’in Merv’deki
türbesiyle aynı plânda olması ve Selçuklu mimari özelliklerini taşıması da bunu
desteklemektedir.
"Gazâlî'nin Eserleri" yazısını Bekir Karlığa'dan aldık...
Hüccet-ül islâm olarak ün salan ve kendinden sonra gelen düşünürlerin büyük bir
bölümünü etkilemiş olan Gazzâlî’ye pek çok eser nisbet edilmiştir. Maurice Bouyges
bunlardan 404, Bedevî ise 450’sinin adını kaydetmektedir. Ancak her iki araştırmacı bu
eserlerden bir kısmının yanlışlıkla ona isnat edildiğini, bir kısmının da onun eserlerinden
seçmeler veya özetlerden meydana geldiğini tesbit etmişlerdir. Gazzâlî’ye âidiyeti kabul
edilen eserler öncelikle Düşünür'ün kendi kitaplarındaki atıflarına, ayrıca onun hayâtından
bahseden klâsik kaynaklardaki mâlûmata ve Dünyâ'nın çeşitli kütüphânelerinde adına
kaydedilen eserlerin incelemesine dayanmaktadır. Gazzâlî’ye âit eserleri, ağırlıklı konularını
ve yazılış târihlerini bir ölçüde dikkate alarak şöylece gruplandırmak mümkündür:
A) Fıkıh Eserleri ... 1. el-Menhûl fi’l-usûl (el-Menhûl min ta'lîkati’l-usûl)... Gazzâlî’nin
günümüze ulaşabilen ilk kalem tecrübesi niteliğindeki bu eserin ona âit olup olmadığı
uzun uzadıya tartışılmıştır. Usûl-i fıkıh, Kelâm ve Felsefe meselelerinin ele alındığı
"el-Menhûl"de Gazzâlî’nin henüz üstâdı Cüveynî’nin büyük çapta tesiri altında bulunduğu
görülmektedir. Eserin sonundaki bir ifâdeden onun, Cüveynî’nin vefatından (1085)
kısa bir süre önce veya sonra yazıldığı anlaşılmaktadır. Kitapta şer‘î hükümlerden ve bilgi
probleminden söz eden giriş kısmından sonra beyan konusu yer almakta, ardından da
nasların açıklanmasında aracı görevi üstlenen Dil'in fonksiyonları anlatılmaktadır. Daha sonra
Fıkıh usûlünün temel bahislerinden sayılan emir-nehiy, umum-husus gibi konular açıklanarak
te’vil meselesine girilmektedir. Kavram bahsine dâir açıklamaların ardından peygamberlik
konusuna yer verildikten sonra geçmiş ümmetlerin şeriatlarıyla ilgili açıklamalar yapılmaktadır.
Eser, Şâfiî mezhebinin öteki mezheplerden üstünlüğünün
vurgulandığı ve özellikle Ebû Hanîfe’nin bâzı görüşlerinin şeriatı ters yüz edip, yanlış yollara
sevkettiğini bildiren ictihad bölümüyle son bulmaktadır... On kadar yazma nüshası günümüze
ulaşmış bulunan eser ilk defa Şam'da, 1970'de yayınlanmıştır.
B) Metodoloji-Mantık üzerine... 1. Mi'yârü’l-'ilm ... Gazzâlî felsefî konularda eser
vermeye başlayınca, Aristo felsefesinin dayanağı olan Mantık konusuna da özel ilgi duymuş
ve bu alanda bu eseri kaleme almıştır. Eserin, 1095 yılının son aylarında) yazıldığı
anlaşılmaktadır. Beş yazma nüshası bilinmektedir. İlki 1911’de Kahire’de olmak üzere
birçok defa basılmıştır.
C) Kelâm üzerine... 1. Fedâ'ihu’l-Bâtıniyye ... Gazzâlî Felsefe ve Mantık konusundaki
eserlerinden sonra devrinde çok yaygın olan Bâtınî
görüşlerle hesaplaşmaya başlamış ve bu amaçla bir dizi eser kaleme almıştır... O dönemi ve
Bâtınîler'le olan mücâdeleyi zamanımızdaki Fetullahçılar, Menzilciler, diğer çüküne düşkün
tarikat sözde şeyhleri ile mücâdeleye benzetebiliriz... Bu mücadele eserlerinin en
önemlisi, Bağdat’tan ayrılmadan önce 1095 yılında yazdığı bu eserdir.
Eseri ilk defa British Museum’daki eksik bir nüshaya dayanarak I. Goldziher Leiden'da,
1916'da neşretmiştir.
D) Felsefe üzerine.. . 1. Makasıdü’l-felâsife ... Gazzâlî’nin çalışmalarının Fıkıh ve
Kelâm'dan sonra üçüncü safhasını oluşturan Felsefe'ye dâir ilk eseridir. Filozofların
tutarsızlıklarını ortaya koymak üzere bu alanda çeşitli eserler yazmayı plânlayan Müellif,
ilkin onların amaçlarının belirtilmesinin faydalı olacağını düşünüp, İbn Sînâ felsefesinin klâsik
Mantık, Tabîiyyât ve İlâhiyyât modeline uyarak ve daha çok onun eserlerinden özetler
yaparak 1094 yılında bu kitabı kaleme almıştır. Yazıldığı günden beri büyük ilgiye mazhar
olan, Türk ve Dünya kütüphânelerinde on civarında yazma nüshası bulunan eserin
erken dönemde Lâtince’ye ve İbrânîce’ye tercümeleri yapılmıştır. Gazzâlî’yi Batı Dünyâsı'nda
tanıtan ilk eser, XII. Yüzyıl'da Dominicus Gundissalinus tarafından Lâtince’ye çevrilen
"Makasıdü’l-felâsife"dir. Lâtince tercümesi 1506’da Venedik’te
basılmıştır. Çeşitli Batı kütüphânelerinde Lâtince çevirilere âit yazma nüshaların Mantık, Fizik
ve Metafizik bölümlerinin pek çok müstakil nüshası vardır.
Eserin her üç bölümü "Summa Theoricae Philosophiae" adıyla aşağıdaki kütüphânelerde
günümüze kadar gelmiştir: Üç ayrı İbrânîce tercümesi bulunmaktadır. Bunlardan ilki Mantık
ve İlâhiyyât bölümlerini içermektedir. XIII. Yüzyıl'ın sonlarında İshak el-Bellâğ (Isaac Albalag)
tarafından yapılan bu özet çeviri eksik ve yetersizdir. Bu çevirinin bâzı nüshaları günümüze
kadar gelmiştir. Mütercim Tabîiyyât bölümünün tercümesine başlamışsa da bitirememiş,
bu kısmı sonradan tamamlamıştır
Juda Nathan tarafından yapılan ve geniş ilgi gören çeviri aslına daha uygundur. Baş tarafına
Yahudi inancıyla ilgili bir şiir konulmuş olan bu çevirinin nüshaları bulunmaktadır. Üçüncü
tercümenin sahibi bilinmemektedir. Moise de Narbonne’un şerhettiği bu tercümenin birçok
nüshası günümüze ulaşmıştır.
"Makasıdü’l-felâsife" üzerine birçok yazar tarafından İbrânîce şerhler yazılmış olup, bunların
en tanınmışı İbn Rüşdcü olarak bilinen Moise de Narbonne’un şerhidir. İkinci şerh Isaac
Scham-Tob ben Scham-Tob tarafından 1459 yılına doğru Aguilar de Campo şehrinde
tamamlanmıştır. Yalnızca İlâhiyyât bölümünün şerhinden ibâret olan bu eserin bir nüshası
Bibliothèque Nationale’dedir. Üçüncü şerh Eisae adlı bir Mûsevî tarafından yapılmıştır.
Sâdece Tabîiyyât bölümünün şerhi olan bu eserin bir nüshası da Bibliothèque Nationale’de
kayıtlıdır. Dördüncü şerh, Maestero Manuel adıyla bilinen Eli Habillo zu Monzon’a âittir.
Eserin İlâhiyyât ve Tabîiyyât bölümlerinden oluşan bu şerhin bir nüshası Bibliothèque
Nationale’de mevcuttur. Beşinci şerh, Selânik hahamlarından Almosino tarafından yapılmış
olup bir nüshası İtalya’da bulunmaktadır.. Diğer iki şerhten birisi Scham-Tob ben
Josef ben Scham-Tob’a, diğeri de Elia Mizrachi’ye âittir. Bunun yanında eserin bâzı
bölümlerinin İspanyolca çevirisinin yer aldığı bir nüsha Madrid Millî Kütüphanesi’nde
kayıtlıdır. Jose Millas Vallicrosa bu nüshayı bir makalesinde tanıtmaktadır. Türkiye'de
önce "Filozofların Maksatları" adıyla İsmail Karagözoğlu tarafından, sonra Cemâleddin
Erdemci tarafından "Felsefenin Temel İlkeleri * adıyla 2001'de basılmıştır. Daha sonra
Hacı Sağlık tarafından tez olarak MAKÂSIDU L-FELÂSİFE DEKİ DÂNİŞNÂME-İ 'ALÂÎ olarak
yayınlanmıştır. Eskiden eski yazı ve Arapça bilenlen kitabı okuyabiliyordu. Şerh yazan
olmuş mudur, bilmem. Ama Cumhuriyet döneminde bu kadar az ilgi şaşırtıcı... Halbuki,
Din adamlarımızın üzerindeki etkisi büyük... Bir sonraki eserinde Fârâbî ve İbn-i Sinâ ile
kapışacak.
E) Tasavvuf-Ahlâk üzerine... . 1. Mîzânü’l-'amel ... Gazzâlî,
Dünya ve Âhiret saadetinin ilim ve amelle mümkün olduğunu, ilim konusunda ölçü olmak
üzere "Mi'yâr"ı yazdığını, amel konusunda ise ayrı bir eser kaleme alacağını bildiriyordu.
Bâzı şarkiyatçılar bu eserin Gazzâlî’ye âidiyetinden şüphe etmişlerse de, son zamanlarda
yapılan çalışmalar bunun Müellif'e âit olduğunu göstermiştir. Ahlâk ve Tasavvuf ağırlıklı olan
"Mîzânü’l-'amel"in 9 kadar nüshası günümüze ulaşmıştır. Ortaçağ’da İbrânîce’ye tercüme
edilen eserin birçok baskısı vardır.
Bunların dışında Gazzâlî’nin, kendisine âidiyeti kabul edilmekle berâber telhis veya
seçmeler şeklinde telif edildikleri anlaşılan daha başka eserleri de bulunmakta olup, bâzıları
şunlardır: Mi'yârü’l-'ukul , Kitâb fî mes'eleti külli müctehidin musîb , Cevâbü’l-Gazzâlî 'an
da'veti Mü'eyyedi’l-Meliki leh , Cevâbü’l-mesâ'ili’l-erba'a elletî se'elehe’l-Bâtıniyye
bi-Hemedân , Risâletü rucû'i esmâ'illâhi ilâ Zâtin vâhide 'alâ re'yi’l-Mu'tezile ve’l-felâsife ,
Zâd-i Âhiret , Risâle ilâ ba'zı ehli 'asrih , Tefsîru yâ'utü’t-te'vîl , Telbîsü İblîs , Kütüb fi’s-sihr
ve’l-havâs ve’l-kimyâ' , Gavrü’d-devr fi’l-mes'eleti’s-Süreyciyye , Hakikatü’l-kavleyn ,
el-Keşf ve’t-tebyîn , Esâsü’l-Kıyâs , Hakikatü’l-Kur'ân , el-İstidrâc , Esrâru mu'âmelâti’d-dîn ,
Cevâbü mesâ'ilin sü'ile 'anhâ , Risâletü’l-aktâb ... Gazzâlî’ye âidiyeti tartışılan Risâletü’t-tayr ,
Me'âricü’l-Kuds , Minhâcü’l-'ârifî n, Mihrâcü’s-sâlikîn , el-Hikme fî mahlûkati’llâh ,
Ravzatü’t-tâlibîn , er-Reddü’l-cemîl 'alâ sarîhi’l-İncîl , Mükâşefetü’l-klûb gibi eserler de
klâsik kaynaklarda ona nisbet edilmiş ve kütüphânelerde onun adına kaydedilmiştir.
Gazzâlî’nin eserleriyle ilgili çalışmalar XIX. Yüzyıl'ın ortalarında R. Gosche tarafından
1840'larda başlatılmıştır Gosche, Gazzâlî’nin kırk civarındaki eserini değerlendirerek ona
nisbetini tartışmıştır. Aynı yüzyılın sonlarına doğru Duncan Black Macdonald Gazzâlî’ye
nisbet edilen bâzı eserler üzerinde bir inceleme yapmıştır. Başkaları da vardır.
Gazzâlî, İslâm düşüncesinin değişik disiplinlerinde kendinden sonra gelen düşünürleri
en çok etkileyen kişilerden biri olduğu gibi, büyük halk kitleleri tarafından da en çok
okunan, benimsenen bir âlimdir. Onun bu etkinliği ve saygınlığı günümüzde de özellikle
sûfî gruplar arasında devam etmektedir.
Bâzı modern yazarlara göre her medeniyetin simgesi haline gelen bir düşünürü vardır.
Grek medeniyetini Aristo, modern Batı medeniyetini Descartes veya Kant temsil ettiği gibi,
İslâm medeniyetini de Gazzâlî temsil etmektedir. Üzerinde en çok
akademik çalışma yapılan birkaç İslâm düşünüründen biri de Gazzâlî’dir.
Gazzâlî’nin etkilerini iki bölüm halinde incelemek mümkündür.
Gazzâlî’nin İslâm düşüncesine etkileri Kelâm, Felsefe, Mantık, Ahlâk, Fıkıh ve
Usûl-i Fıkıh gibi disiplinlerde açık şekilde görülmektedir.
a) Kelâm... Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî (873-936) ile
başlayan aklî delillere Kelâm'da sıkça başvurulması metodu, Bâkıllânî’nin ardından
İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî ve onun öğrencisi Gazzâlî döneminde daha da yaygınlaşmıştır.
Daha sonra Gazzâlî’nin "Tehâfütü’l-felâsife"de eleştirdiği Metafizik konularını dışarıda
bırakmak üzere Aristocu bilim ve felsefenin İbn Sînâ tarafından yorumlanan son şeklini
Fahreddin er-Râzî özgün ve sistemli biçimde genişleterek son dönem Kelâm ilminin
konuları arasına yerleştirmiştir.
Bu tavrın olumlu yanları bulunmakla berâber, bâzı yeni meseleler ortaya çıkaracağı da
açıktı. Nitekim bu meselelere dikkat çeken İbn Haldûn, Fahreddin er-Râzî ve Kadî
Beyzâvî gibi son dönem kelâmcılarının Mantık kurallarını gereğinden fazla önemsedikleri
gerekçesiyle, eski kelâmcıların bâzı görüşlerine karşı çıktıklarını ve bunun sonucunda
filozofların Tabîiyyât ve İlâhiyyât konularındaki görüşlerine çok fazla yer verdiklerini bildirerek
şöyle der: “Böylece bu metot kelâmcılarının ıstılahında önceki metoda aykırı bir hâl aldı ve
buna ‘müteahhirîn metodu’ adını verdiler. Bu tarzdaki Kelâm metoduna ve usûlüne dâir
ilk defa eser yazan Gazzâlî oldu. Onu İmam İbnü’l-Hatîb (Fahreddin er-Râzî) takip etti.
Bir cemaat da bunların peşinden gitti ve onlara güvenip kendilerini taklit etti. Nitekim
Kadî Beyzâvî 'T'avâli'u’l-envâr'da ve ondan sonra gelen Arap olmayan ulemâ bütün
eserlerinde böyle hareket ettiler.”
Gazzâlî ile ilgili eski ve yeni hemen bütün kaynaklar ve araştırmalar onun Fıkıh, Kelâm,
Tasavvuf, Felsefe, Eğitim, Siyâset, Ahlâk gibi dinî ve aklî ilimlerde söz sâhibi, İslâm bilim ve
düşünce târihinde eşine az rastlanır bir âlim ve düşünür olduğu hususunda birleşirler.
Gazzâlî’nin bu çok yönlülüğü ve yetişmişliği, üstün yetenekleri, kolay ikna olmayan mizâcı,
ilmî ve fikrî bağımsızlığa düşkünlüğü yanında gerçeğe ve kesin bilgiye derin iştiyâkının
bir sonucudur. Bizzat kendisi, "gerçeği bulma ve kavrama arzusunun fıtratından gelen bir
özelliği olduğunu, bundan dolayı daha çocuk denecek yaşta iken taklit bağından ve
göreneğe dayalı inançlardan sıyrıldığını" ifâde eder.
"Mîzânü’l-'amel"in sonunda düşünce hürriyetinin ve gerçeğe ulaşmada şüphenin önemini
kesin ifâdelerle ortaya koyduğu bir pasajda atalarının, üstatlarının veya milletlerinin
mezhebine taassupla bağlananları şiddetle eleştirir ve temelinde halkı yanına çekerek
içtimâî-siyâsî üstünlük sağlama arzusunun, kıskançlık ve bencillik duygularının yattığı
mezhepçiliği asabiyet ve kabileciliğe benzeterek, okuyucusunu birbirinin görüşlerini
eleştiren, birbirini sapıklıkla suçlayan çeşitli önderleri taklit etmekten uzak durmaya,
gerçeği düşünce yoluyla bulmaya çağırır. Kendi mezhebini zihnî ve aklî faaliyetleriyle yine
kendisinin bulması gerektiğini savunur. Ona göre bilimsel şüphe gerçeğe ulaşmanın tek
yoludur. Zirâ şüphe etmeyen düşünemez; düşünemeyen gerçeği göremez; gerçeği
göremeyen de körlük ve dalâlete saplanıp kalır.
"el-Münkız"da anlattığına göre Gazzâlî’nin sistemli şüpheciliği, "eşyânın gerçek
mâhiyetinin ne olduğunu" sorması ve bu konuda kesin bilgiye ulaşmak istemesiyle başlamıştır.
"Eşyâ"dan kasıt cisimler, yâni "madde"dir. Soru "Maddenin aslı nedir?" şeklindedir... Fakat
bu temel soru onu daha önce bilginin ne olduğunu araştırmak gerektiği kanaatine götürür.
Gazzâlî bu soruları mevcut telâkkilere, çeşitli akımların verdiği cevaplara bakarak
çözümleyemezdi. Çünkü hakikatin bir tek olması gerektiği hâlde, bu akımlar kendilerine
göre farklı gerçeklerden söz ediyorlardı. Şu hâlde sorularına her türlü “aktarma kanaatler”den
bağımsız olarak kendi zihnî ve amelî çabalarıyla cevap bulmaya çalışmalıydı. Şundan emindi
ki, kesin bilgi her türlü şüphe ve hatâ ihtimâlinden arınmış olmalıdır. Gazzâlî, kendisinde
böyle kesin bilgilerin bulunduğunu ve bunların şüphe götürmezliğinden emin olduğunu
farketti. Matematik bilgiler bu kabildendi.
Böylece Gazzâlî, bu şekilde güvenilirliğini kesin
olarak kavramadığı hiçbir bilgiyi kesin bilgi saymadı. Meselâ biri kalkıp da, “Üç ondan daha
büyüktür” der ve bunun bir kanıtı olmak üzere sopayı yılana çevirmek gibi olağan üstü bir iş
başarırsa, Gazzâlî yine de on sayısının üçten daha büyük olduğu hakkındaki bilgisinin
sarsılmaz olduğu düşüncesini koruyacak ve sopanın nasıl olup da yılana dönüştürülebildiğine
sâdece hayret edecekti. Fakat yine de şüphe sürecini mantıkî sonucuna kadar götürebilmek
için bu tür apaçık önermelerin gerçekten kesin olup olmadığından emin bulunması gerekirdi.
Bu şekilde Gazzâlî, apaçık olduğunu söyledikleri de dâhil olmak üzere bütün bilgilerini ve
bunun zorunlu gereği olarak bilgi vâsıtalarını eleştiriden geçirdi. Bu arada önce duyu
algılarından kuşku duydu. Algı yanılmaları bunun en açık kanıtıydı ve bu tür duyu verilerinin
yanlışlığını bize akıl bildiriyordu.
Ancak aklın önermeleri gerçekten güvenilir ve sarsılmaz
bilgiler midir?.. Aklın zorunlu önermelerine olan güveni, duyulur bilgiye olan güvenden farklı
kılan sebep nedir?.. Burada Gazzâlî, tıpkı aklın duyu algılarındaki yanılmaları kanıtlaması gibi,
aklın ötesindeki başka bir “hâkim”in de aklın hükümlerindeki yanlışları kanıtlayabileceğini
düşündü. Nitekim rüyâlar uyku hâlinde kaldığımız sürece doğru olabilir; fakat uyandığımızda
rüyâdaki hayâl ve inançların birçoğunun asılsız ve saçma olduğunu anlarız. Bunun gibi hayâtın
da bir tür rüya olması mümkündür. İnsan bu hayâtın ötesinde bir hâl yaşayabilir ve o hâlde
iken şimdiki aklî bilgilerin çoğunun yanlış olduğunun farkına varabilir. Belki de bu, sûfîlerin
yaşadıkları ve aklî bilgilerle uyuşmayan şeyler gördüklerini ileri sürdükleri hâldir veya aklın
hükümlerinin de sorgulanacağı bu hâl ölüm sonrasındaki hayattır; o hayâta göre Dünya hayâtı
bir tür uyku, burada olup bitenler de bir tür rüyâdır.
Gazzâlî’yi bütün apriorik ve aksiyomatik bilgilerin güvenilirliğini irdelemeye kadar
götüren bu kuşkucu yaklaşımla herhangi bir hükmün kesinliğini kanıtlamak mümkün değildi.
Çünkü her kanıtlama delile dayanmalıdır; delil ise önceden doğruluğu kabul edilen bilgilerin
götürdüğü sonuçlardan ibârettir. Bu kuşkuculukta güvenilir bilgi kalmadığına göre, delil ve
kanıtlamadan söz edilemez.
Gazzâlî “hastalık” ve “safsata” olarak nitelediği "bu şüphe krizinin
iki ay kadar sürdüğünü, nihâyet 'ALLAH’ın kâlbine attığı bir nur'la kendisini bu hastalıktan
kurtardığını, böylece sıhhat ve itidâle kavuştuğunu, yeniden aklın zorunlu bilgilerini bütün
kesinliğiyle kabul ettiğini ve onlara güvendiğini" ifâde eder
Gazzâlî "şüpheciliğiyle ilgili anlattıklarının amacının,
aranmaması gerekeni arama noktasına gelinceye kadar araştırma çabasını tam bir titizlikle
sürdürmek olduğunu" belirttikten sonra aksiyomatik bilgilerin yâni "aklın ilk prensiplerinin
aranmaması gerektiğini, çünkü onların zâten mevcut olduğunu, mevcut olanın araştırılması
hâlinde bunların gözden uzaklaşıp gizleneceğini" ifâde eder.
Şüphesiz bu açıklama, Fârâbî’nin ilk tasavvurlar ve ilk tasdiklerle ilgili söylediklerinin
bir tekrârı mâhiyetindedir. Şu farkla ki Gazzâlî, şüphe krizi sırasında araştırılmaması
gerekenden kuşku duyup onu araştırmak isteyince, bunların gözden kaybolduğunu bizzat
tecrübe etmiştir. Ayrıca onun aklî kesinliğe verdiği önem, filozofları eleştirirken onların
Matematik ve Mantık'ta yaptıklarının aksine, İlâhiyyât meselelerinde tahkik ve kesinlik
ilkelerini gözetmeden zan ve tahminlerle hüküm verdiklerini ifâde etmesinden de açıkça
anlaşılmaktadır. Esâsen Gazzâlî aklın Mantık ve Matematik'teki, hattâ Tabiat Bilimleri'nin
deneysel alanlarındaki yetkisini kabul etmekle birlikte, "beşerî aklın Metafizik problemlerin
çözümünde âciz olduğunu ve bu çözüme ulaşabilmek için bâtınî keşfe veya vahyin desteğine
muhtaç bulunduğunu" düşünmüştür. Aslında Gazzâlî’nin akıl konusundaki tavrını belirlerken
onun bu terimden ne anladığını tesbit etmek gerekir. Çeşitli eserlerinde akıl hakkında tanım
ve tasnifler getirmiş olup, “Aklın şerefi, hakikati ve kısımları” konusuna özel bir bölüm
ayırdığı "İhyâ'ü 'ulûmi’d-dîn"in ilk kitabında bu terimin dört değişik anlamına işâret eder:
i) İnsanın doğuştan sâhip olduğu, kendisini öteki canlılardan ayıran teorik bilgiler edinme
melekesi (garîze).
Gazzâlî’nin, bu akıllar içinde özellikle üçüncüsünün her insanda eşit seviyede bulunduğu
yolundaki görüşü aklın prensiplerine, kendi ifâdesiyle “zorunlu bilgiler”e ve bu bilgilere
ulaşma yeteneği olan akla güvendiğinin en açık kanıtıdır. Hattâ Gazzâlî bâzı kelâmcıların,
“Akıl zorunlu bilgilerin bir kısmıdır” şeklindeki bir tanımını hatırlattıktan sonra, bu kelâmcıların
asıl bilgi melekesi olan “garîze”yi tanım dışı bırakmalarını fâsid sayar.
Gazzâlî’nin bilgi probleminde asıl üzerinde durduğu husus, bu bilgilerin aklın kendi
tabiatında mündemiç olarak bulunduğu veya ona dışarıdan verildiği meselesidir. Gazzâlî,
tıpkı dinî inançlarının bir sonucu olarak varlık ve olaylar arasındaki illiyet ilişkisini
“müsebbibü’l-esbâb” diye nitelediği ALLAH’ın kendisinden başkası tarafından değiştirilemez
olan yasalarına bağlaması gibi, bütün burhânî bilgilerin ve onları doğuran öncüllerin aslı olan
ve araştırılmaya gerek görülmeyecek şekilde doğruluğu kesin kabul edilen aksiyomatik
bilgileri de aynı metafizik kaynağa bağlamış ve böylece totolojiyi dinî çözümle durdurmuştur.
Şüphesiz bu çözümün sırf dinî olması onun felsefî kıymetini azaltırsa da, bunun filozofların
faal aklı kullanarak geliştirdiği sözde felsefî çözümden daha zayıf olduğu söylenemez. Esâsen
Gazzâlî de “el-ulûmü’l-üvel” dediği düzeydeki rasyonel bilgilerin kaynağını araştırırken,
“Bu bilgiler, nefsin akıl gücünün oluşması sırasında ALLAH’tan veya meleklerin birinden nefse
doğar” demekle filozofların Faal Akl'ına benzer bir bilgi kaynağının olabileceğini düşünmüştür.
KUR’AN’ın bir âyetinin (en-Nûr 24/35) İşrâki-irfanî yorumu mâhiyetindeki "Mişkâtü’l-envâr"da
“nur” diye adlandırdığı bilgi türlerini incelerken, KUR’AN’ın tâbiriyle “nur üstüne nur” şeklinde
nitelediği kutsî-nebevî (sezgisel) bilgilerin de insanın kâlp gözüne, yani “akıllıyı süt
çocuğundan, hayvandan ve deliden ayıran mânevî yetenek" demek olan akıl'a, bütün nurların
(bilgiler) kaynağı olarak gösterdiği “ilk ve gerçek nur”dan, yâni ALLAH’tan geldiğini
belirterek, sezgisel bilgiyi de aynı kaynağa bağlamıştır.
İslâm Dünyâsı'nda metodoloji çalışmalarının oldukça erken bir dönemde başladığı,
Aristo mantığının takipçileri olan filozofların yanında “usûlcüler” denilen Kelâm ve Fıkıh
âlimlerinin de X. Yüzyıl'dan itibâren bu disiplinle meşgûl oldukları bilinmekte; hattâ Gazzâlî’nin
genel ilmî ve fikrî formasyonunda olduğu gibi mantık ve bilgi konusundaki düşüncesinin
teşekkülünde birinci derecede rolü bulunan İmam Cüveynî’nin kelâmî metotla dinî kesinliğe
ulaşılacağından emin olmadığı ve birçok noktada Aristo mantığı ile usûl-i fıkhı uzlaştırma
çabası gösterdiği söylenmekteyse de,
ilk defa Gazzâlî Aristo mantığını İslâmî ilimlere uygulama yolunu açmış; bilhassa inzivâ
döneminden önce yazdığı eserlerinde,
Mantık kitaplarında ortaya koyduğu mantık metotlarını kullanmış; hayatının inzivâ dönemini
tâkip eden safhasında ise daha çok tasavvufî tecrübeye önem vermekle birlikte Mantığın
ilkelerini de göz ardı etmemiştir.
Bu sebepledir ki hemen bütün eski ve yeni araştırmacılar, filozofların mantığını
Müslümanlar'ın usûlüne karıştıran ilk âlimin Gazzâlî olduğunu belirtirler
İbn Teymiyye’ye göre İslâm âlimleri Yunan metodolojisine itibâr etmezlerdi; aksine
Eş‘ariyye, Mu‘tezile, Kerrâmiyye ve diğer düşünce akımları bu metodolojide yanlışlıklar
bulunduğunu ileri sürerek onu eleştirmişlerdi.
Bu anlayışı Yunan mantığı lehine değiştirenlerin
ilki Gazzâlî olmuştur. Bu bakımdan XI. Yüzyıl'ın ortaları İslâm düşüncesinde bir dönüm
noktası teşkil eder. Gazzâlî’den önceki kelâmcılar Aristo mantığıyla bağdaşmayan bir
metodoloji geliştirmişlerdi. Onlar bu metodoloji çerçevesinde meselâ Aristo’nun tanımlar
konusundaki görüşünü eleştirirken, aynı konuda kendileri yeni bir görüş ortaya koymuşlardı.
Yine Aristo’nun kıyas bahislerine karşılık kelâmcılar yeni delil ve kanıtlama yöntemleri
oluşturmuşlardı. Ancak Gazzâlî, kelâmcıların tâkip ettiği usûlün Aristo mantığına uymayan
yöntemlerini ciddi bir şekilde eleştiriye tâbi tuttu. Buna göre onlar Mantığın temelini teşkil
eden aklın kanunlarına değil, genellikle muarızlarından aldıkları ve rasyonel bakımdan değer
taşımayan, doğruluğunu yaygınlığından alan öncüllere dayanıyorlardı. Bu bir bakıma onların
muarızlarına teslim olması anlamına gelir. Üstelik bir bilginin doğruluğu şöhretiyle değil,
apaçık oluşuyla ölçülür
Yine kelâmcıların yalnızca kitaplarda okudukları veya duydukları bilgilerle yetinmeleri, kendi
zihnî yeteneklerine başvurarak bu bilgilerin tutarlılığını kontrol etmemeleri önemli bir
eksikliktir. Mantık ilmini yeterince ihâta edememiş kimsenin bilgilerine güvenilemeyeceğini
savunan Gazzâlî, açık seçik gerçekleri inkâr ederek fesâda uğramış olan mezheplere bağlı
bâzı kelâmcılarla içli dışlı olmak yüzünden fıtrattan sapmış, dengeleri bozulmuş bir kısım
âlimlerin Mantığın temel doğrularından şüpheye düştüklerini hatırlatarak, onların bu
tutumları sebebiyle içine düştükleri açmazlara işâret etmektedir. Kelâmcılar, kıyaslarını kesin
delile, kabul edilmesi zorunlu olan aksiyomatik öncüllere dayandırmak yerine, şöhreti
dolayısıyla doğru sayılan veya mezheplerini desteklemeye elverişli olan kıyasları
önemsedikleri için çelişkiden kurtulamamışlardır.
. Böylece Gazzâlî’nin Kelâm'a yönelttiği eleştiri, bu disiplinde uygulanagelen metodun
gerçeklik karakterinden yoksun olan öncüllerden yola çıkmasıdır.
Gazzâlî benzer eleştirileri fıkıh âlimlerine de yöneltmiştir.
b) Mantık... Gazzâlî’nin İbn Sînâ’dan aldığı Aristo mantığına esaslı katkılarda bulunduğu
söylenemez... Kayda değer en önemli değişiklik, Mantığın yalnızca Felsefe'nin bir
yöntemi ve kolu
olmadığı gibi, Din'le de red veya kabul yönünde bağlayıcı bir ilişkisinin bulunmadığı, sâdece
bir âlet işlevi gördüğü, akıl yürütme ve kıyaslar yapmanın yolları, burhan için gerekli olan
öncüllerin şartları ve bunların terkip keyfiyetiyle sahih tanımın şartları ve tertip keyfiyeti
üzerinde bir düşünme yöntemi olduğu hususudur. Bu bakımdan Mantığı reddetmenin hiçbir
haklı sebebi yoktur. Esâsen Müslüman âlimler “kitâbü’n-nazar, kitâbü’l-cedel,
medârikü’l-ukul” gibi adlarla Mantık ilmini daha önce de kullanıyorlardı. Bilgisi ve kültürü
zayıf olanlar Mantık ismini duyunca bunun kelâmcıların bilmediği, sâdece filozofların muttali
olduğu yabancı bir disiplin olduğunu zannettiler. Halbuki kelâmcıların ve düşünürlerin
deliller serdederken başvurdukları yöntemler cinsindendi. Aradaki fark kullanılan ifâdeler ve
terimlerde, tanımlarla tasniflerin genişliğindedir. Ayrıca Mantık, KUR’AN’da İslâm’ın akîdesi
ortaya konurken ve kâfirlerin iddiaları çürütülürken başvurulan ve Gazzâlî’nin yine KUR’AN’daki
bir tabiri kullanarak “el-kıstâsü’l-müstakim” (doğru ölçü) adını verdiği
yöntemden başka bir şey değildir.
Gazzâlî, yeri geldikçe KUR’AN’da Mantık metodunun
uygulandığına ilişkin olarak âyetlerden örnekler de verir.
Şu hâlde Aristocu kıyas şekilleri, KUR’AN’ın “mîzanlar”ından ibârettir.
Gazzâlî, sanıldığının aksine, Mantığın konusu ve içeriği bakımından Yunan kaynaklı olmadığını,
düşünme prensiplerini, doğru ve yanlış yargıların ölçülerini vermesi itibâriyle bütün insanlığın
malı olduğunu düşündüğü için Mantığa dâir eserlerine “düşüncenin ölçüsü, bilginin ölçüsü,
doğru kıstas, akılların kavrama yöntemleri” gibi anlamlara gelen isimler vermiştir.
“Her insan canlıdır” hükmü kesinleşince bundan zorunlu olarak, “Bâzı canlılar insandır”
sonucunun çıkacağı örneğini vererek, “Bunun dinî meselelerle ne ilgisi vardır ki, red ve inkâr
edilsin?” diye sorar. Eğer bir kişi, Mantık kurallarına göre bir akıl yürütme olduğu gerekçesine
dayanarak bunu reddederse bu inkâr mantıkçıları, inkâr edenin aklından zoru olduğu,
hattâ inkârını dinî bir sebebe bağladığı için, onun dininin bozuk olduğu şeklinde yanlış bir
kanaate götürmekten başka bir netice vermez. Şu hâlde Mantık hem teorik ve aklî ilimler
hem de pratik (fıkhî) ilimler için gerekli bir yöntemdir. Bu tesbit bizi sapıklıkları ve bid‘atları
reddetmek, şüpheleri ortadan kaldırabilmek için Mantığın Kelâm konusunda da zorunlu bir
yöntem olduğu sonucuna götürür.
Gazzâlî "Cevâhirü’l-Kur'ân"da, bizzat kendisinin de hem
filozofları tenkit için yazdığı "Tehâfütü’l-felâsife"de, hem de Bâtınîler’e reddiye olarak kaleme
aldığı eserlerde Mantık metodunu kullandığını söyler. Yine zihnin bir faaliyeti olarak Fıkıh
konularında akıl yürütme ile rasyonel problemlerde akıl yürütme arasında fark
bulunmadığından, Fıkıh meselelerinin çözümünde de Mantığa ihtiyaç duyulması kaçınılmazdır.
Bu sebeple Gazzâlî, Mantık bilmeyenin ilmine asla güvenilemeyeceğini özellikle belirtir.
Bu görüş doğrultusundaki çalışmaları İslâm dünyasında metodoloji alanında ciddi bir tavır
değişikliğine yol açmış, Aristocu mantık geleneği giderek güç kazanmış, bu mantık ictihadın
şartlarından biri ve Müslümanlar üzerine farz-ı kifâye sayılmıştır. Daha sonraki devirlerde
Kelâm âlimleri ve usûlcüler, kısmen Stoacı unsurlar da katarak geniş ölçüde tâkip ettikleri
Aristo mantığı için eserlerinde yeni bir bölüm ayırmışlardır. Hattâ İbn Teymiyye gibi geç
dönem Hanbelîler’inden bâzıları kıyas mantığını reddetmek maksadıyla da olsa bu mantığı
öğrenmişler ve sonunda Mantık'la ilgili kitaplar geleneğin aksine, filozoflar tarafından değil,
daha çok kelâmcı diye nitelendirilmesi gereken âlimler tarafından yazılmaya başlanmıştır.
Bu bakımdan kelâmın felsefeleştirilmesi sürecini Gazzâlî ile başlatan İbn Teymiyye’ye hak
vermek gerekir.
Bu gelişmenin zamanla Kelâm ilminin donuklaşmasına yol açtığı şeklindeki
tesbit doğru olmakla birlikte, bu olumsuz gelişmenin, son derece dinamik bir düşünce
hayâtı olan Gazzâlî’nin umduğunun tam tersine bir gelişme olduğunda şüphe yoktur... Bu
kısma dikkat!... İslâm ülkelerind ilmin donuklaşmasını Gazâlî'ye bağlayanlar vardır. Hayır,
ondan değildir. Onun öyle söylediğini sanan mantıksız, kafasız din adamlarındandır. Buna
İbn Teymiyye'yi (1263-1328) tâkip ettiklerini iddia eden Selefîler, Vahabîler ve onlara uyan
bugünkü Taliban, El Kaide, IŞİD gibi düşünenler, ülkemizdeki Hâlid-i Bağdadî'nin (1779-1827)
peşinden giden tarikatçıları dâhildir. Yâni, Said-i Kürdî Nurcular'ı, Fetullahçılar, Menzilciler
ve sapıtmış şeyhler, şıhlar, derviş geçinenler...
Aristo mantığında Gazzâlî’nin yaptığı önemli bir değişiklik de geleneksel Mantık
terimlerinin yerine İslâmî ilimlerde, bilhassa Fıkıh ve Kelâm'da meşhur ve mâruf olan terimleri
koyması, hatta gerektiğinde yeni terimler üretmesi, konuları örneklemek gerektiğinde
örneklerini daha çok fıkhî ve kelâmî meselelerden seçmesidir. Şüphesiz bunun temelinde,
hem eserlerinden olabildiğince geniş kitlelerin faydalanmasını sağlama, hem de Mantığın
meşrûiyetini benimsetme niyeti vardır.
Özellikle kıyas terimini terkederek bunun yerine “mîzan”ı kullanması, kelâmcıların kıyası ilmî
mânâsının dışına çıkarmalarına bağlanmıştır.
Gazzâlî, her ne kadar akıl yürütmede kullanılan “sahih madde”nin (öncül) duyu, deney,
tam tevâtür veya akılla yahut bunların bütününden elde edilen sonuçla bilinebileceğini ifâde
ediyorsa da, gerek Aristo’dan, gerekse eski usûlcülerden farklı olarak özellikle rasyonel
konularda kesin bilgiye ulaşabilmek için mutlaka küllî önermelerden hareket etmek
gerektiğini düşünmekte ve istikrâ, yâni tümevarım yönteminde olduğu gibi öncüllerin
cüz'i bilgilerden
oluşmasının kesin sonuca götüreceğinden şüphelenmektedir. Bu sebeple istikrâyı zannî
sonuç veren bir yöntem olarak kabul eder ve onu fıkhî meselelerin çözümünde kullanmaya
elverişli görmekle birlikte, kesin kanıtlara muhtaç bulunan aklî meselelere, bilhassa İlâhiyyât'a
uygulanamayacağını savunur.
Bu bakımdan Gazzâlî’yi modern bilim felsefesindeki şüpheciliğin erken habercisi saymak
mümkündür.
Gazzâlî’nin filozoflara yönelttiği eleştiriler içinde en dikkate değer görüleni ve en çok
yankı uyandıranı, Determinizm, yâni Kadercilik doktrinine dâir tenkitleri ve bu münâsebetle
ortaya koyduğu görüşler olmuştur. Grek felsefesinden İslâm filozoflarına intikal eden,
onların da ALLAH’ın ilmine ve inâyetine bağlayarak sürdürdükleri Determinizm'e itiraz ilk defa
Gazzâlî tarafından yapılmış değildir. Başta Bâkıllânî olmak üzere
daha önceki Eş‘arî kelâmcıları da indeterminist bir görüş geliştirmişlerdi. Nitekim Gazzâlî de
yer yer buna işâret etmektedir. Esâsen onların cevher (atom) ve ârazlar konusundaki bir tür
vesileci anlayışları determinist bir teoriyle uyuşmuyordu. Zirâ ârazların iki ayrı zamanda
vârolamayacağı düşünülüyordu ve bu düşünce kesin olarak yaratmanın her an yenilendiği
sonucunu doğuruyordu. Buna göre her yaratılan şey birbirinden bağımsız cüzlerden ibârettir.
Bu cüzleri bir araya getiren ve onlara yeni bir yapı kazandıran güç, Tabiat'ta mündemiç
değildir. Oluşun bütün parçaları, ister insânî, ister tabii olsun bütün fiiller ve olaylar ALLAH’ın
yaratmasıyla gerçekleşir. Her ne kadar Gazzâlî "Tehâfütü’l-felâsife"de filozofların Ruh'un bağımsız
varlığıyla ilgili görüşlerini tartışırken kelâmcıların atom teorisini bir argüman olarak
kullanmaktan özellikle kaçınmış, hattâ buna dayanılarak cevher ve ârazlar teorisini reddettiği
savunulmuşsa da, İslâm düşünce târihinde Grek menşeli Determinizm'in eleştirisini mantıkî
yerine oturtan düşünür Gazzâlî olmuştur.
Aristocu düşünceye göre sebeple sonuç arasındaki karşılıklı ilişki zorunlu olduğundan
tabii bir sebebi olmayan sonuçtan söz edilemez. Buna göre Tabiat'taki bir olayın sebebi
yine Tabiat'ın kendisindedir. İslâm filozofları da Tabiat'taki oluşu ALLAH’ın hür irâdesi yerine
O’nun ilmine bağlamak şartıyla bu determinist görüşü devam ettirmişlerdir. Gazzâlî
sebep-sonuç bağıntısını (iktiran) kabul etmekle birlikte bu bağıntının Tabiat'ın özünden
gelen bir zorunluluk olarak düşünülmesini reddetti. Zirâ böyle bir zorunluluk ilmî bakımdan
kanıtlanamaz. Tecrübe ve gözlemler, sâdece sebep ve sonuç denilen iki olayın ardarda
gelişini tesbit etmekle sınırlıdır. Bunlardan birine sebep, diğerine sonuç (müsebbeb) adının
verilmesi tamâmen bu iki olayın ardarda geldiğini görmeye alışmaktan kaynaklanan bir Dil
meselesidir ve bunlar arasındaki karşılıklı ilişkinin zorunluluğu yönündeki hüküm de ne
duyularla, ne de aklî yöntemlerle kanıtlanmış bir hüküm olmayıp, alışkanlığın telkin ettiği,
zorunlu olmayan bir yargıdan ibârettir.
Şu halde Gazzâlî’nin örneğiyle pamukla ateş, hasta ile
ilâç vb. bütün tabii varlık ve olaylar arasındaki kozal ilişkiler Tabiat'ın özündeki bir
zorunluluktan kaynaklanmayıp, ALLAH’ın o şekilde irâde ve takdir edip yaratmasının bir
sonucudur. Çünkü ateş cansızdır ve mantıkî olarak herhangi bir cansız şey gerçek anlamda
sebep ve fâil olamaz. Mûcize denilen olaylarda görüldüğü üzere ateş gibi bir sebep
bulunduğu ve etkisini göstermesi için bütün şartlar hazır olduğu halde ALLAH istemedikçe
beklenen sonuç doğmayabilir (Hz. İbrahim'i, Zerdüşt'ü yakmaması gibi) veya tersine sebebi
bulunmayan bir olayın vukuundan söz edilebilir. Gazzâlî, şüphesiz farklı bir anlayışla olmak
üzere, ALLAH için Aristo’nun “ilk muharrik” deyimini kullanarak O’nun tahriki olmadan hiçbir
varlığın hareket edemeyeceğini, dolayısıyla bulutun yağmuru getirmesi, yağmurun ürünü
arttırması, rüzgârın gemiyi yürütmesi gibi tabii olayları zikredilen sebeplere bağlamayı,
âzat edilmiş bir kölenin, efendisinin yerine âzat tutanağının yazımında kullanılan kaleme
şükran duymasına benzetir ve bunu “cehâletin son noktası” sayar.
ayrıca insanın seçme özgürlüğü meselesini de makro plândaki bu bakışla çözmeye çalışır.
Şüphesiz, daha sonra İbn Rüşd’ün (1126-1198) eleştiri mâhiyetinde belirttiği gibi
eğer her zaman her şey olabilirse, Tabiat'ta asla bir nizamdan söz edilemez ve hem akıl hem
de bütün bilimler güvenilirliğini kaybeder... Fakat Gazzâlî bu itirâzın farkındadır ve kendi
indeterminist görüşlerinin Tabiat'ta her türlü “saçma imkânsızlıklar”ın vuku bulabileceği bir
anarşizmin hüküm sürdüğü anlamına gelmediğini özellikle belirtme ihtiyacını duymuştur.
Buna göre ilke olarak ALLAH’ın olmasını irâde ettiği her şey imkânsız olmaktan çıkar.
Ancak ALLAH bizde (Kendisi için), mümkün olan bu şeyleri yapmayacağını bildiren bir bilgi
yaratmıştır. Şu hâlde olayların düzenli olarak ardarda gelişi, onların ayrılmaz ve kesintisiz bir
biçimde eskiden beri sürüp gelen bir nizâma uygun olarak cereyan ettiği fikrini sarsılmaz bir
şekilde zihnimize yerleştirir. Bu sâyede biz sebeplerin müsebbeblere yöneldiğini, yâni bu
ikisi arasında bağlantının kurulduğunu ve bu bağlantının kesin bir zorunluluk olarak sürüp
gittiğini biliriz.
Şu hâlde Gazzâlî aslında bu düşüncesiyle İlliyet Prensibi'ni reddetmemiş,
fakat filozofların tabii illiyetinin yerine ilâhî illiyeti koymuştur.
Çünkü Aristo’nun, sebeple sonuç arasındaki ilişkiyi Tabiat'ın özünde bulunan bir zorunluluk
sayan görüşü de, İslâm filozoflarının bunu ALLAH’ın ilminden gelen bir zorunluluk sayan
görüşü de sonuç olarak, hem aklî kanıtlara dayanmaması sebebiyle mantıkî ve ilmî değerden
yoksun bulunmakta, hem de ALLAH’ın olaylar üzerindeki hür irâdesini dışlaması, bilhassa
mûcizenin olabilirliği inancına aykırı düşmesi bakımından ciddi bir teolojik mahzur
taşımaktaydı. Gazzâlî’nin Reterminizm'e eleştirisi de bu iki noktada toplanmıştır. Gerçekte
onun bilhassa "İhyâ'ü 'ulûmi’d-dîn"de filozofların deyimiyle bir “yakın sebep”ten söz ettiği,
hattâ akılda zorunlu olarak bir illiyet bilgisinin bulunduğunu belirttiği
görülmektedir. Ancak Gazzâlî bu tür sebeplerin mutlak, sarsılmaz, bağımsız ve gerçek
sebepler olduğu anlayışını reddetmiştir.
Gazzâlî, samimi bir mümin olarak daha sonra Batı
Felsefesi'nde görülen ve Malebranche’ta en mükemmel ifâdesini bulan “occasionalisme”i
hatırlatan bir anlayışla, ALLAH’ın âlemdeki bütün oluşların kanunlarını ayrıntılarıyla bildiği,
hür bir şekilde irâde ettiği, bilgi ve irâdesi uyarınca da gerçekleştirdiği inancını taşıyordu.
Bu görüş, felsefî anlamda Determinizm'i reddettiği gibi, Tabiat'ta ALLAH’ın irâdesini ve
kanunlarını dışlayan hürriyet veya tesâdüf gibi her türlü sapmayı da imkânsız kılar ve kişiyi
meselâ, “Ateşin yakması sırf zorunluluktur” hükmüne götürür... ama gel gör ki, İbrâhim'i
yakmaz!..
Görüldüğü gibi Gazzâlî bu anlamda olmak üzere sebepliliği (illiyet) kabul etmektedir.
Nitekim deneysel yöntemlerle ulaşılan bilgilerin ilmî değerini tartışırken kelâmcıların Tabiat
kanunlarını gerçek sebep saymayan görüşlerine temas ederek, bunun kesinlikle mutlak bir
zorunsuzluk anlamı taşımadığını, söz gelimi bu kelâmcılardan birine çocuğunun başının
koptuğu haber verilecek olsa, bundan mutlaka onun ölmüş olduğu sonucunu çıkaracağını
ve aklı başında hiçbir insanın da bundan kuşku duymayacağını belirtir. Çünkü başın
kesilmesinin ölümle sonuçlanacağında kuşku yoktur. Şu hâlde tartışma, tabii olayların hiçbir
şekilde zorunluluk taşımadığı noktasında değil, bu zorunluluğun özü itibâriyle değişmesi
imkânsız bir zorunluluk mu, yoksa sebeplerin sebebi olan
ALLAH’ın kendi hür irâdesiyle koyduğu ve değiştirilmesi, bozulması imkânsız hükmünden
gelen bir zorunluluk mu olduğu noktasındadır.
c) Felsefe... İslâm düşünce tarihinde filozoflarla kelâmcılar arasındaki tartışma Gazzâlî ile başlamış
değildir. Temelde akılla vahyin karşı karşıya getirilmesinden kaynaklanan ve Gazzâlî’den
önce yaklaşık 300 yıllık bir geçmişi bulunan bu çekişmenin, bir yönüyle İslâmî bilgilerle
dışarıdan gelme bilgiler veya daha genel olarak yerli kültürle yabancı kültür arasındaki
çatışmadan kaynaklandığı, nihâyet bunun bir zihniyetler çatışması olduğu da söylenebilir.
Ancak daha önceki kelâmcıların, tehlikeli bir alan olarak gördükleri ve gösterdikleri
Felsefe'ye yeterince inceleyip kavramadan ve belli bir yöntem geliştirmeden, derme çatma
bilgilerle ona hücum etmelerine karşılık, kendisinin de haklı olarak belirttiği gibi, ilk defa
Gazzâlî, döneminde yaygın olan Aristocu - Yeni Eflâtuncu İslâm felsefesiyle doğrudan
temâsa geçerek, onu baştan sona inceleme cesâretini göstermiştir. Çünkü Gazzâlî, eski
kelâmcıların Felsefe'ye yönelik tenkitlerinin çelişki ve yanlışlığı apaçık, sığ ve bölük pörçük
sözlerden ibâret olduğunu, bunlarla -ilmî inceliklere vâkıf olanlar şöyle dursun- sıradan
insanları ikna etmenin bile mümkün olmadığını görmüştür
Halbuki çeşitli akımların görüş ve iddialarını onların kendi yöntemleriyle inceleyip
öğrenmeden yanlış taraflarını tesbit ederek eleştirmek muhaldi ve bu tutumun araştırmacıyı
ciddi hatâlara götüreceği açıktı. Nitekim Gazzâlî, benimsediği bu sağlıklı inceleme yöntemi
sâyesinde klâsik Felsefe'nin temel disiplinlerinden Mantık, Matematik ve çeşitli deneysel
alanların dinî bakımdan ibrâ edilmesi gerektiğini ortaya koyarken, özellikle Mantığın
kanıtlama yöntemlerinin Sünnî kelâmında kullanılmasına önderlik etti.
Cüveynî’nin öğrencisi olduğu dönemlerde Gazzâlî, bâzı felsefî konularla kısmen meşgûl
olmakla birlikte, asıl Felsefe incelemelerine Temmuz, 1091'de gittiği Bağdat’taki ilk hocalığı
sırasında başladı. "el-Münkız"da belirttiğine göre yaklaşık iki yıl süreyle Felsefe'yi sistemli bir
şekilde inceleme imkânı buldu; ayrıca muhtemelen İslâm Felsefesi'yle geleneksel İslâm
inançlarının bağdaşan ve çelişen yönlerinin neler olduğunu tesbit etmek için de bir yılını
harcadı. Ardından bu felsefenin doğru ve objektif bir tanıtımı mâhiyetindeki
"Makasıdü’l-felâsife"yi yazdı. Müellifin rakip akımları doğru tanımak ve tanıtmak gerektiği
şeklindeki yöntemi uyarınca eser öylesine ustalıkla yazılmıştı ki, XII. Yüzyıl'da yapılmış olan
Lâtince çevirisinde eserin tanıtım sayfalarının bulunmaması yüzünden skolastik âlimleri uzun
süre onun bir İbn Sînâ öğrencisinin kaleminden çıktığını zannettiler.
Gazzâlî, "Makasıdü’l-felâsife"de vaad ettiği üzere bu eserin hemen ardından, yazmaların
birindeki kayda göre 21 Ocak 1095'de tamamlanan ve kelâmcılarla İslâm filozofları arasındaki
hesaplaşma târihinin en önemli ürünü olan "Tehâfütü’l-felâsife"yi kaleme aldı. Müellif'in bu
eseri yazmaktaki asıl gâyesi, 20 noktada topladığı temel meselelerle ilgili görüşlerini dikkate
alarak, filozofların İslâm inançları açısından durumlarını tesbit etmekti. Belirtilmesi gereken
önemli bir nokta da onun İslâm Dünyâsı'ndaki felsefî gelişmeleri bir yozlaşma hareketi olarak
değerlendirmesidir. Her ne kadar
İslâm filozoflarını İlâhiyyât ve Metafiziğe ilişkin konulardaki yanlış görüşleri sebebiyle küfür
ve bid‘atçılıkla itham etmişse de, buradaki “küfür” kavramı, dinî anlamı yanında filozofların
geleneğe aykırı düşünce ve zihniyetleriyle Müslüman toplumun dışına çıkmış olduklarını
imâ eden sosyolojik bir anlam da taşımaktadır. Bu bakımdan "el-Münkız" ve özellikle
"Tehâfütü’l-felâsife", kısa sunuş kısmından da anlaşılacağı üzere
zekâ ve yetenek gelişmişliği itibâriyle kendilerini akran ve emsâllerinden üstün gören, bu
yüzden İslâm inanç ilkelerine aykırı fikirleri savunan, ibâdet ve ahlâk kurallarını hafife alıp
çiğnemekten çekinmeyen, taklidi mârifet sayıp, eski ünlü filozoflarla tâkipçilerinin câzibesine
kapılarak onların saflarında yer almak hevesine düşen, halk ile ve toplumla kaynaşmayı
küçümseyen, atalarının dinlerine bağlı kalmayı hor gören, kısaca kendi toplumunun inanç
ve değer yargılarına tepeden bakmayı bir seçkinlik ve üstünlük alâmeti sayan aydın tipini
protesto anlamı taşır.
Şüphesiz XII. Yüzyıl İslâm ümmetinin mevcut içtimâî yapısı kesinlikle
ıslâha muhtaçtı; fakat Gazzâlî’ye göre bu ıslâh Yahudiler'i ve Hıristiyanlar'ı taklit gibi derme
çatma tedbirlerle olamazdı. Çünkü onların doğumları ve yetişmeleri İslâm dininin dışındaki
bir ortamda cereyan etmiştir. Bu ıslâh, araştırmacıyı doğruyu bulmaktan alıkoyan zihin
karıştırıcı teorik çalışmalarla da sağlanamazdı... Gazâl'inin bu düşüncesi bugün için de
doğrudur. Emperyalist; kapitalist Hıristiyan Batılılar'ı taklitle hiç bir yere varamayız. Biz ne
emperyalistiz, ne de başkalarından çalıp çırptığımız büyük sermaye sâhibiyiz. Biz maddiyata
önem veren Batılı da değiliz. Biz Doğulu'nun Batı'ya kafa tutan öncüsüyüz... Bunu en güzel
Atatürk dile getirmiştir:
- "Durum incelenirse görülür ki, TÜRKİYE, DOĞU MANEVİYATI'yla başlayan,
- "DOĞU'da ittifak vardır, BATI'da KARA ve müthiş bir PENÇE sürüp gitmektedir!.."
- "Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için mutlaka AVRUPA'dan
- "Oysa HANGİ İSTİKLAL VARDIR Kİ, YABANCILARIN NASİHATLARIYLA, YABANCILARIN
Gazzâlî İslâm toplumunu inançta, kullukta, ferdî ve içtimâî ahlâkta ve genel olarak
maddî ve Rûhî hayâtın bütün cephelerinde ıslâh etmenin yollarını Müslümanlar'ın kendi ilim,
zihniyet ve kültürlerini oluşturan târihî mirâsında görüyordu. Bu mirâsı ve onun içerdiği ıslâh
yollarını daha sonra kaleme aldığı "İhyâ'ü 'ulûmi’d-dîn" adlı eserinde ortaya koymuştur.
Bu sebeple bizzat kendisinin de belirttiği gibi
"Tehâfütü’l-felâsife"de, filozofların eşyânın gerçeklerinin bilgisine dâir iddialarını kesin
delillerle kanıtlamaktan âciz olduklarını gözler önüne serip, onların kendi iddiaları hakkında
şüpheye düşürülmesi amaçlanmış, en önemli temsilcileri Fârâbî ve İbn Sînâ olan Felsefe'nin
eleştirilmesiyle yetinilmiştir.
Gazzâlî’nin bu son açıklamasının dikkat çeken bir yanı da, onun sâdece bu iki İslâm
filozofunun ortaya koyduğu şekliyle Aristo felsefesini hedef almasıdır. Bu açıklama, giderek
yaygınlaşan kanaatin aksine, onun genel anlamda Felsefe'ye düşman olmadığını göstermesi
bakımından önemlidir. Zirâ Gazzâlî, “kısır akıl ve ters görüşlere sâhip” küçük bir azınlık
dışında filozofların önde gelenlerinin, bütün peygamberlerin ortak öğretisi olan ALLAH’a
ve Âhiret Günü'ne imânda birleştiklerini, ihtilâfların ayrıntılarda olduğunu düşünüyordu.
,Gazzâlî’nin Felsefe'ye hücumu o dönemdeki Felsefe'nin disiplinleri bakımından da
sınırlıdır. Eleştirisinin ilkelerini koyarken Felsefe'nin tenkide konu edilmesi ve tenkit dışı
tutulması gereken kısımlarını şöyle belirler: (Bu kısma azâmî dikkat!...)
-"Felsefe'nin disiplinleri Din bakımından tamâmen tarafsız ve kesin kanıtlara sâhip
disiplinlerdir. Din'i savunmak düşüncesiyle Felsefe adına bunların eleştirilmesi, Din'e karşı
bir “cinâyet” olup, onu zaafa uğratmaktan başka bir sonuç doğurmaz
Zirâ bu bilimler kesin kanıtlara dayandığı için, Din'i güçlendirmek maksadıyla bunlar hakkında
kuşku uyandırmaya kalkışan kişi, sonuçta Din'i kuşkulu duruma sokar"
Bunun yanında Gazzâlî, filozofların Din bakımından zararsız olan bu
ilimlerdeki başarılarına bakarak, onların Metafizik konularında da yanlış fikirlere sâhip
olmamaları gerektiği gibi bir hatâya düşülmemesi hususunda, okuyucuları uyarır. Çünkü bir
meslekte uzman olan kişinin her meslekte uzman olması gerekmez.
Tabiat ilimleri içinde Tıp, deneysel Fizik, Kimya, Astronomi, Meteoroloji, Zooloji, Botanik
gibi pozitif alanların da Din bakımından inkâr edilmesi uygun düşmez.
Sebep-sonuç (illet-ma‘lûl) ilişkisi ve dolayısıyla mûcize meselesi, Ruh-beden ilişkisi, Ruh'un
ebedîliği ve ölümden sonra cesede dönüp dönmeyeceği gibi klâsik Felsefe'de “Tabîiyyât”
disiplini içinde incelenen Metafizik meselelerle İlâhiyyât'a ilişkin problemler hakkında
filozofların ileri sürdükleri görüşler hem dinî, hem de felsefî bakımdan tartışmaya açıktır.
Gazzâlî’nin esas maksadı, muhtemelen hâmisi Selçuklu Veziri Nizâmülmülk’ün kendisine
yüklediği Eş‘arîliği güçlendirme görevinin de bir parçası olmak üzere, filozofların
Ehl-i sünnet inançlarıyla bağdaşmayan yukarıdaki meselelere dâir doktrinlerini çürütmekti.
Fakat Gazzâlî, her ne kadar filozofları küfür ve bid‘atçılık şeklindeki dinî ithamlarla mahkûm
ettiyse de, yine eski kelâmcılardan farklı olara, Felsefe'ye karşı tenkitlerini filozofların delilleriyle,
yâni Mantık'ta koydukları ölçülere bağlı kalarak
felsefî zeminde yürüttü. Ayrıca filozofları, kendilerinin koyduğu kanıtlama yöntemlerine
Mantık ve Matematik gibi disiplinlerde sıkı sıkıya bağlı kalırken, İlâhiyyât meselelerinde zan
ve tahminlerle hüküm vermekle suçladı.
Her ne kadar ilk bakışta Gazâlî'nin yukardaki ifâdelerinden filozofları, "İlâhiyyât
konularına dâir görüşlerini kesin kanıtlara dayandırma hususunda gevşeklik göstermek"le
itham ettiği gibi bir anlam çıkmaktaysa da, "Tehâfütü’l-felâsife"nin temel iddiası İlâhiyyât
meselelerinin aklî kanıtlarla çözümlenemeyeceği düşüncesidir... Eğer onların Matematiğe dâir
bilgileri gibi İlâhiyyât konusundaki bilgileri de tahminden arınmış olarak kesin kanıtlara dayalı
bulunsaydı, aralarında asla ihtilâf çıkmazdı. Fakat bu ihtilâflarının asıl sebebi, Mantığın çeşitli
bölümleri için şart koştukları rasyonel kesinlik ölçülerini İlâhiyyât meselelerine uygulama
imkânından yoksun bulunmalarıydı. Nitekim Gazzâlî, filozofların görüşlerini eleştirdiği
20 meselenin her birinde onların kanıtlarını sık sık tahakküm (keyfî hüküm verme),
tahayyül, telbîs
(aldatma), tenakuz, habâl (kafa karışıklığı), bâtıl gibi kavramlarla niteleyerek bu kanıtların
kesinlik ifâde etmediğini, aynı yöntemlerle bunların aksinin de savunulabileceğini vurgulamış;
bu tür meselelerin beşerî akılla çözümlenemeyeceğini, bunun için vahyin kılavuzluğuna
ve bâtınî keşfe (mânevî sezgi) ihtiyaç bulunduğunu ısrarla belirtmiştir.
"Tehâfütü’l-felâsife"nin temel iddiası, ilâhiyyât meselelerinin çözümünde aklın
yetersizliğinden dolayı bir Müslüman için en doğru tutumun bu meselelerin çözümünde
dinî açıklamaları kabul etmenin gerekli olduğudur. Bu noktadan hareketle, filozofların başlıca
İlâhiyyât meselelerinin çözümüne dâir ileri sürdükleri spekülatif iddiaların kesin ve ikna edici
kanıtlara dayanmadığını, yine onların kullandığı yöntemlerle ortaya koyan Gazzâlî, rasyonel
delillerle kanıtlanması mümkün olmadığı hâlde başlangıçsız Evren ve başlangıçsız zaman
fikrini savunmakla İslâm’ın hür ve yaratıcı TANRI inancından saptıklarını; TANRI'nın ilmini beşerî
bilgiyle karıştırarak değişken varlıklar hakkındaki bilgilerin değişmesinin onu bilende de
değişiklik meydana getireceği öncülünden hareketle, TANRI’nın yalnız kendisinin bilincinde
olduğunu (Aristo'dan) veya tümelleri yahut bütün eşyâyı tümel bir bilgiyle bildiğini (İbn Sînâ'dan)
iddia etmek sûretiyle ALLAH’ın bilgisini sınırladıklarını; Eflâtun’dan beri devam eden nefsin
basitliği ve gayri mddîliği şeklindeki iddiaya dayanarak Âhiret hayâtının sâdece Rûhanî bir
hayat, Âhiret mutluluğunun da aklî ve Spritüel doyumlardan ibâret olduğu şeklindeki
fikirleriyle cismânî dirilişi reddettiklerini, duyu hazları veya elemleriyle ilgili Kur’ân-ı Kerîm
tasvirlerini halkın ahlâkî terbiyesini amaçlayan semboller olarak değerlendirdiklerini düşünür.
Sonuç olarak Gazzâlî, bütün bu fikirleri KUR’AN’da yer alan sarih açıklamalara ters
düştüğü ve peygamberleri yalanlama anlamı taşıdığı için filozofların tekfir edilmesi gerektiği
kanaatine varmış; bu meselelerin dışında kalan dinî konuların İslâm mezhepleri arasında da
tartışmalı olduğunu dikkate alarak, filozofların bunlarla ilgili görüşlerinin bid‘at sayılmasının
uygun olacağını ileri sürmüştür.
Gazzâlî filozofların Allah’ın varlığı, birliği, cisim olmadığı, nefsin Ruhânî bir cevher
olduğu gibi konularda İslâmî bakımdan benimsenmesi gerekli olan veya benimsenmesinde
sakınca bulunmayan görüşleri de bulunduğunu kabul etmekle birlikte, onların kullandıkları
yöntemlerle bu kabullerden hiçbirini kanıtlamanın mümkün olmadığını ısrarla vurgular.
Önemle belirtilmesi gereken bir nokta da onun, yine "Tehâfütü’l-felâsife"deki çeşitli
vurgularıyla KUR’AN’ın İlâhiyyât'a dâir açıklamalarını benimsemekte rasyonel bakımdan hiçbir
sakınca görmediğini ifâde etmesidir. Zirâ bu açıklamaları aklî yöntemlerle kanıtlama
imkânının bulunmaması onların akla aykırı olduğu anlamına gelmez. Böylece Gazzâlî "akıl
üstü" olmakla, "akla aykırı" olmak arasında kesin bir ayırım yapar.
d) Tasavvuf... Her şeye rağmen KUR’AN’daki İlâhiyyât'a dâir açıklamaların akılla çelişmemesi keyfiyeti
onların sâdece kabul edilebilirliğini gösterir ve asla bir zorunluluk ifâde etmez. Halbuki
kesin (yakinî) bilgiyi arayan için bu kadarıyla yetinmek mümkün değildir. Gazzâlî bir septik
olmadığı gibi, dogmatik de değildir. Bu sebeple Kelâm, Meşşâî Felsefe ve Bâtınîlik öğretisinin
yetersizliğini gördükten sonra Tasavvuf'a yöneldi ve sûfîlerden intikâl eden mirâsı inceleyerek
aradığı tatmin edici bilgiye ulaşmanın öğrenimle değil; zevk, hâl ve sıfatları değiştirmekle
mümkün olacağını anladı. Böylece zevkin gözle görmek, elle tutmak kadar kesin bir bilgi
yolu olduğu, bunun da ancak Tasavvuf'ta bulunduğu kanaatine vardı.
Ne var ki, onun ilmî ve
felsefî birikimi kendisini daha önceki bütün sûfîlerden farklı kılıyordu. Bundan dolayı
Nicholson’un, “Onun eseri ve sûfiyâne örnekliği sâyesinde İslâm’ın tasavvufî yorumu, hiç de
küçümsenmeyecek derecede akıl ve naklin iddialarıyla hemâhenk kılınmıştır. Fakat işte
bundan dolayı Gazzâlî, sûfîliğin esasta ne olduğunu bilmek isteyenler için katıksız sûfîlerden
daha az değerlidir” şeklindeki tesbitine katılmak gerekir. Nitekim kendisiyle tanışma fırsatı
bulan Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin de belirttiği gibi Gazzâlî Felsefe'ye bir defa girmiş, bir daha
da çıkamamıştır. Daha önceki Tasavvuf kitaplarının aksine, onun hemen bütün eserleri,
birçok bakımdan filozofları bile geride bırakacak ölçüde yüksek bir mantığın, derin bir
tefekkür ve muhakemenin ürünüdür. Öte yandan Gazzâlî’nin Tasavvuf düşüncesine yaptığı
katkılar kendisini, İbn Teymiyye’nin tâbiriyle “filozof mutasavvıfların öncüsü" saymayı
mümkün kılacak değerdedir. Özellikle hayâtının sonuna doğru yazdığı "Mişkâtü’l-envâr"
üslûp ve muhtevâsıyla, Sünnî inançlara sâdık kalarak
varlık ve bilgi problemlerine tasavvufî-İşrâki çözümler getirme arzusunun bir ürünüdür.,
Gazzâlî’nin, başta "İhyâ'" olmak üzere eserlerinde sık sık ifâde ettiği üzere, ifşa edilmesi
doğru olmayan “mükâşefe ilmi”nin sırlarını kendisine açıklamakta sakınca görmez.
Bu felsefeye göre varlık “nur”, yokluk ise “zulmet” diye adlandırılabilir. Asıl ve gerçek varlık
yâhut nur ALLAH’tır; ALLAH’tan başka şeyler ise özleri itibâriyle yokluktan ibâret olup,
ALLAH’a nisbetle ve O’ndan dolayı varlık kazanırlar. Gazzâlî,
“ALLAH’ın zâtından başka her şey fânidir” meâlindeki âyeti yorumlarken âriflerin
ilmî bir irfanla veya zevk hâliyle bu
âyetten, ALLAH’ın dışındaki şeylerin özleri itibâriyle ezelden ebede yokluk niteliği taşıdığı
anlamını çıkardıklarını belirtir. Şu halde, “Her şey O’nun nurudur; hatta her şey O’dur;
çünkü O’ndan başkası ancak mecâzî anlamda bir hüviyete sâhiptir”.
İlk bakışta vahdet-i vücûdu hatırlatan bu açıklamaları, aslında İbn Sînâ’nın “kendiliğinde
mümkin” doktrininin tasavvufî üslûpla ifâdesi saymak daha doğru olur. Nitekim Gazzâlî,
vahdet-i vücûdcuların “enelhak” gibi şathiyelerini "sevgilisine olan aşkı yüzünden kendisiyle
sevgilisini birbirine karıştıran âşığın sözleri"ne benzetir.
ALLAH ile kulun varlıkta birleşmesi, ALLAH’ı gözle görme, sözlü olarak ALLAH ile konuşma
gibi şathiyelerle ifâde edilen vahdet-i vücûdu reddetmekle birlikte, kullandığı üslûptan
anlaşıldığına göre genellikle bu tür sözleri bir bakıma gerçeğin bir parçasının yanlış ve
sıradan insanlar için zararlı sözlerle ifadesi olarak görür.
Yetmiş perde, nur, kandil, tecellî gibi sembolik ifadeler kullanır.
Son eserinde
insan nefsinin “Rabbânî bir emir” olması yanında “ALLAH’ın Nurlarından bir nur” olduğunu da
belirtir. Bu ifâdeden, ALLAH’ın dışındaki varlıkların O’ndan taşan nurlar olduğu tarzındaki
İşrâki düşüncenin benimsendiği sonucu çıkarılabilir. Buna göre var olan sâdece O’dur;
yalnız O haktır ve başka her şey bâtıldır. Şükreden de şükredilen de O’dur; seven de sevilen
de O’dur. İrfan sâhibi olanın görüşü şudur ki, varlıkta O’ndan başkası yoktur. O’nun Zâtı
dışındaki her şey yok olucudur ve bu ezelden ebede her durumda geçerlidir. Çünkü başka
varlıkların ancak ALLAH sebebiyle ve O’nun sâyesinde var oldukları düşünülebilir... Celse
açıklamalarında biz de bunu belirttik.
Böylece HAKK’ın hakikatinin kendisinde tecelli ettiği kâlpte varlık nasılsa öylece açık
seçik kavranır. Öznenin her türlü aklî istidlâl veya terkiplerden bağımsız olarak kendi iç
tecrübesiyle ulaşmış olduğu bu bilgi, sâdece peygamberlere ve yüksek bir ahlâkî arınmayı
gerçekleştirebilmiş olan velîlere verilen, duyu ve aklın ötesine geçebilen kutsî-nebevî
Ruh'un bir mazhariyetidir. Bilgiyi herhangi bir zihnî veya dogmatik kaynağa bağlamayan bu
felsefe, modern ifadesiyle bir sübjektivizmdir.
e) Ahlâk... Gazzâlî’nin çok yönlü üstün ilmî kişiliğinin en verimli ve etkili sonuçlarından biri, ahlâk
problemlerini ve genel olarak İslâm toplumunun ahlâkî açmazlarını çok iyi görmesi ve bunlara
çözümler üreten zengin bir ahlâk düşüncesi ortaya koymayı başarmasıdır. Onun en önemli
ahlâkî eseri "İhyâ'ü 'ulûmi’d-dîn"dir. Ancak adından da anlaşılacağı üzere bu eser ahlâkın
yanında Tasavvuf, Kelâm ve Fıkıh konularını da kapsamakta ve bu ilimlere yeni yorumlar
getirmektedir. Bundan başka, bir Fıkıh usûlü kitabı da ahlâkın formel yönüne dâir önemli
bilgiler ihtiva etmektedir. Ayrıca Tasavvuf ağırlıklı eserleriyle Felsefe ve Mantık,
Kelâm kitapları, hatta Bâtınîliğe karşı yazılan eserler de yer yer ahlâk konularını ele
almaktadır.
Nassa dayanan gelenekçi ahlâkla felsefî ve tasavvufî ahlâkı birbirine yaklaştıran, hattâ
birleştiren Gazzâlî, pek çok araştırmacıya göre bu konudaki teşebbüsler içinde en başarılı
olanı gerçekleştirebilmişti.
Gazzâlî’nin ahlâkta temel kaynağı KUR’AN ve SÜNNET’tir... İlgili âyet ve hadisler verilir;
Ehl-i Sünnet akîdesine bağlı mutasavvıflardan ve diğer İslâm âlimlerinden nakiller yapılır.
Öte yandan Gazzâlî; Ruh, akıl, mutluluk, siyâset ve özellikle fazilet nazariyesinde Eflâtun,
Aristo, Yeni Eflâtunculuk ve o dönemde artık iyice sistemleşmiş bulunan Eklektik İslâm
Felsefesi'nden faydalanır. Ancak bu faydalanma yine de şer‘î ölçülerle sınırlıdır. Adını
anmamakla birlikte çok yakın benzerliklerden anlaşıldığı kadarıyla Râgıb el-İsfahânî’nin
bir eserinden de istifâde ederek Felsefe'nin vardığı bâzı
sonuçları âyet ve hadislerle delillendirir. Ayrıca “nur üstüne nur” dediği
din ve akıl ilkeleri ölçüsünde Tasavvuf ahlâkına da büyük değer verir. Çünkü ahlâkta aslolan,
şeriatın öğretilerini sâdece şeklen icra etmek değildir; en yüksek ahlâkî ideâl olan
Mârifetullah yalnızca arınmış kâlplerde yer bulur.
Ahlâkçılığı yanında kelâmcı, fakih, mutasavvıf ve filozof olarak insanın değeri ve
mâhiyeti problemine büyük önem veren Gazzâlî’nin,
“ALLAH göklerin ve yerin nurudur” meâlindeki âyeti İşrâki bir anlayışla yorumladığı
bilinmektedir. Bu çerçevede insanın
“Rhmân'ın sûretinde” yaratıldığını bildiren hadisi de geniş ölçüde değerlendirmiştir.
Çünkü bu hadis, insanın bütün yaratılmışlar içindeki seçkin konumuna işâret eder. Yüce
ALLAH insanoğluna bilme ve inanma şeklinde iki temel nitelik vermekle onu diğer canlılardan
daha şerefli ve seçkin kılmıştır. Bilginin en üstünü ve diğer bilgi çeşitlerinin nihâî hedefi
Mârifetullah'tır. İnsanın bu ideâle ulaşabilmesi için önce kendini tanıması, ardından da sürekli
gelişen bir ahlâkî arınmaya girişmesi gerekir.
Kendini tanıma meselesi Sokrat’tan beri bütün
filozofların ağırlık verdiği bir husustur. Fakat Gazzâlî konunun önemini âyet ve hadislerle de
teyit eder. Nitekim, “Gerek dış dünyada, gerekse kendi
varlıklarında delillerimizi onlara göstereceğiz” meâlindeki âyetle insanın yaratılışına
dâir daha başka âyetler, Hz. Peygamber’e
isnat edilen, “Kendini tanıyan Rabb'ini de tanır” anlamındaki hadis
“ma‘rifetü’n-nefs”in önemini açıkça göstermektedir. İnsanın kendini tanıması demek bedenî
varlığının ötesinde Ruh'unu, Ruh'un ahlâkî ve aşkın niteliklerini tanıması demektir. Çünkü
insan Rûhî yönüyle âdi tabiatın üstünde ve yüksek bir değerdir. Nitekim ALLAH Kur’an’da
bedeni Tabiat'a, Ruh'u ise Kendi Zâtı'na nisbet ederek insanın bu aşkın yönüne dikkat
çekmiştir.
f) Ruh... Gazzâlî, insanın mâhiyetinin ne olduğunu daha iyi ortaya koymak için Ruh teriminin
anlamını ve bunun kâlp, nefis ve akıl terimleriyle bu dört kavramın psikolojik, ahlâkî ve
epistemolojik
bakımdan aynı anlama geldiğini ileri sürmüştür. Nitekim zaman zaman Ruh yerine öteki
kavramları da kullandığı görülür. Gazzâlî’nin insanın varlık yapısını incelerken üzerinde
durduğu en önemli nokta, onun bu Rûhî ve mânevî cephesidir. Çünkü ilâhî hitâba mazhar
olan, görevlerle yükümlü tutulan, akıl ve bilgi sâhibi olan, duyular üstü âlem hakkında idrak
ve tefekkür gücü taşıyan varlığını bu Dünyâ'nın ötesinde de sürdürecek olan insan bütün bu
ayrıcalıkları Rûhî bir varlık olmasında bulur.
Gazzâlî, “ALLAH Âdem’i kendi sûretinde yarattı”
meâlindeki hadis münâsebetiyle insanın Evren'deki seçkinliğini sık sık vurgulamakla birlikte,
onu tanrılık seviyesine çıkaran müfrit görüşleri de eleştirir. Bu eleştirileriyle Gazzâlî
Panteizm'in her çeşidine karşı çıkmıştır. Bunun ahlâk bakımından önemi, panteist anlayışın
doğurduğu ahlâk anarşisi, yükümlülüğün inkârı veya İslâmî deyimiyle ibâhîliğin reddedilmiş
olmasıdır. Gazzâlî’nin Ruh'la birlikte bedeni de insanın varlık yapısının bir parçası ve beşerî
bir realite sayması ve hayâtın seyri içinde bedene değer verilmesi gerektiği şeklindeki
düşüncesi dikkate alınarak onun bu bakımdan düalist bir düşünür olduğu söylenebilir.
Hatta Gazzâlî, insanın bedenî yanının ahlâkî hayattaki rolü üzerinde de durmuştur.
Buna göre
insan bu Dünyâ'ya bir imtihan için gönderilmiştir ve şüphesiz bu imtihanın konusu da esas
itibâriyle Ruh'tur. Fakat eğer Ruh bedenden soyutlanmış olarak bulunsaydı, ondan kötülük
doğmazdı. Halbuki imtihan, yâni ahlâkî hayat iyi ve kötü çatışmasının bulunduğu her yerde
vardır. Şu hâlde genel olarak ahlâkî hayat insanın Ruh-beden varlığı olmasının bir sonucudur.
Gazzâlî, İslâm Felsefe ve Tasavvufu'nda benimsenen ve aslında Eflâtun’a dayanan, ayrıca
KUR’AN’ın öğretisiyle de bağdaşan görüşe uyarak, Ruh'un ALLAH’tan geldiğini ve yine O’na
döneceğini düşünmektedir. Ancak Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ ile mutasavvıfların büyük
çoğunluğundan farklı olarak, eserlerinde bedene ve bedenî imkânlara önem vermesiyle
daha çok İbn Miskeveyh’i hatırlatır. Nitekim İbn Miskeveyh gibi Gazzâlî de yalnız Ruh hayâtına
yönelerek bedeni ve onun ihtiyaçlarını ihmâl etmeyi doğru bulmamıştır. Zirâ Ruh'un ALLAH’a
doğru giden yolculuğunda beden onun taşıyıcısı, servet vb. imkânlar da bedenin zorunlu
ihtiyaçlarıdır. Ayrıca amacı bedenin hukuk ve sağlıkla ilgili ihtiyaçlarını karşılayan Fıkıh ve Tıp
gibi ilimler bu bakımdan değerli ve vazgeçilmezdir.
Düşünce târihinin en ciddi Metafizik problemlerinden biri olan irâde ve hürriyet
konusuyla Gazzâlî de geniş ölçüde ilgilenmiştir. Daha önceki İslâm filozofları genel olarak
irâdeyi, “nefsin bir fiile belli bir amaç için ve şuurlu olarak ilgi veya arzu duyması” şeklinde
açıklamış ve ahlâkî fiillerin irâdeli davranışlar olduğunu kabul etmişlerse de, irâde problemini
tartışmaya girmemişlerdir. İslâm düşüncesinde irâde ve hürriyet konusu daha çok Kelâm
ilminde "kulların fiilleri" problemine bağlı olarak ve ALLAH-kul münâsebeti açısından
tartışılmıştır.
Gazzâlî irâdeyi “maksada uygun bulunan şeyin belirlenmesi” veya “bir şeyi benzerinden
ayırt etme yeteneği” şeklinde tanımlamıştır. Bu iki tanımdan, irâdî faaliyetlerin ideâl bir
beğenme ile seçilip yapılan eylemler olduğu anlamı çıkar. Gazzâlî irâdenin seçme (ihtiyar, tercih)
niteliği üzerinde önemle durmaktadır. Zirâ seçme imkânının bulunduğu her durumda irâde de
vardır. Öte yandan bir fiilin gerçekten “bizim fiilimiz” olması için o fiilin bizden doğmuş
olması yetmez; bunun yanında onu kendi irâdemizle yapmış olmamız gerekir. Ayrıca irâde
teriminden “bilinenin istenmesi” anlaşılır. Şu hâlde irâde zorunlu olarak bilgiyi de içerir.
Bu açıklamalara göre Gazzâlî tam anlamıyla irâdeli bir fiili seçimli, bilinçli ve amaçlı bir eylem
olarak görmüştür. İnsan için bu üç unsuru birlikte taşıyan bir irâde hürriyetinden söz edilebilir
mi?.. İşte Gazzâlî’nin diğer bütün İslâm düşünürlerinden daha çok önem verdiği temel soru
budur.
Bir ölçüde bağımsız bir düşünür olmakla birlikte Gazzâlî’nin daha çok Eş‘ariyye
mezhebini benimsediği bilinmektedir. Gazzâlî de bütün Eş‘arîler gibi insanın irâdesi
konusunda ifrat ve tefritten sakınmakta, Mu‘tezile’nin karşısında Kader'e inanmakla birlikte
kulun irâdesini büsbütün inkâr eden Cebriyye’ye de katılmamaktadır. ALLAH kulların fiillerinin
yaratıcısıdır. Ancak bu yaratma, insanın kendi gücü ile fiillerini kazanmış olduğu düşüncesini
imkânsız kılmaz. Çünkü prensip olarak kulda kudret ve seçme hürriyeti denilen nitelikleri de
ALLAH yaratmıştır. Kul bu güç ve hürriyet sâyesinde kendi fiillerini seçer ve yapar. Böylece
fiil kulun kesbi olur. Gazzâlî, “Sizi de, sizin yaptıklarınızı da
ALLAH yarattı” meâlindeki âyeti hatırlattıktan sonra insanın hem yapma,
hem de terketme hürriyetinin
bulunduğunu ve bunun, her şeyin ALLAH’ın yaratmasıyla gerçekleştiği inancına ters
düşmediğini, gerçekte seçme hürriyetini de ALLAH’ın yarattığını, insanın kendisi için
yaratılmış olan bu hürlükte zorunluluğa bağlı bulunduğunu belirtir. Ancak insanın hürlüğünü
zorunlulukla izah eden ve tamâmen çağdaş antropolojinin de vardığı bir sonuç olan bu
açıklama bir tesbit olup, aklî kanıt değeri taşımaz. Bunun farkında olan Gazzâlî, ALLAH’ın ilim,
kudret ve irâdesinin mutlaklığı inancını sarsmadan irâde hürriyetini aklî kanıtlara bağlamak
için çok ince tahlillere girişmesine ve büyük çaba sarfetmesine rağmen,
irâde hürriyeti konusundaki farklı görüşleri körlerin el yordamıyla tanımaya çalıştıkları fil
hakkındaki tanımlarına benzetmiş ve bu şekilde problemin spekülatif tartışmalarla çözüme
bağlanmasının imkânsız olduğunu belirtmiştir.
Gazzâlî antropolojik bir gerçek olarak kabul ettiği irâdeyi şöyle tanımlar: “İnsan, aklı ile
bir işin sonucunu ve ondaki iyilik yönünü kavrayınca, bu iyiliği isteme ve onun sebeplerini
hazırlama yönünde kendisinde bir şevk duyar ki, bu irâdedir”. Bu ise Fârâbî’nin irâde
hakkındaki görüşüyle aynıdır. Ancak Gazzâlî bu düşünceyi geliştirerek ahlâkî irâdeyi, Tabiat'ın
isteğiyle çatışan aklın talebi şeklinde anlamıştır. Ayrıca Gazzâlî, ahlâkî hayat için yalnızca akıl
sâhibi olmanın yetmeyeceği görüşündedir. Eğer ALLAH, işlerimizin sonuçlarını bilmemizi
sağlayan aklı yaratmakla birlikte aklın gerekliliğine hükmettiği bu sonuçların temini yönünde
organları harekete geçiren âmili (irâde) yaratmamış olsaydı, bu durumda aklın hükmü
kesinlikle sonuçsuz kalırdı. Bu sebeple insanın ahlâkî hayatta akıl yeteneğinden faydalanması,
ancak hayvânî irâdeden ayrı olarak ALLAH’ın insan için yaratmış olduğu ve sonuçları
kestirebilen aklın hizmetindeki bir başka irâde sâyesinde mümkün olur.
Aklın tariflerinden birinde Gazzâlî bu yeteneği, faaliyetlerin sonuçlarını önceden
kestirme yeteneği olmasının yanında duygusal isteklere karşı bir direnme gücü şeklinde
anlamakta Aristocu anlayışa uyarak bilgi yeteneği olan akla “teorik akıl”, eylem yeteneği olan
akla da “pratik akıl” adını vermekte, ayrıca irâdeyle ilgili açıklamaları pratik akıl için de tekrar
etmekte ve böylece daha sonra Kant’ın yaptığı gibi irâde ile pratik aklı aynı şey saymaktadır.
İnsandaki bu amelî akıl, yâhut irâde, hayvânî irâdeden tamâmen farklıdır. Bu sebeple Gazzâlî
hareketlerini sırf nefsânî arzuların, bedenî isteklerin teminine yönelten insanın hayvanlar
düzeyini aşamayacağını düşünür.
Sırf insana özgü hayat, pratik aklı, yâni irâdeyi teorik aklın
buyruğuna sokmakla gerçekleşir. Ancak böyle bir ahlâkî yetkinliğe ulaşmak için sıkı bir irâde
eğitimine ihtiyaç vardır ve diğer mutasavvıflar gibi Gazzâlî’ye göre de bu eğitimin adı
riyâzet ve mücâhededir. Böylece bir bakıma ahlâkî hayat insanın kendi nefsine karşı bir
mücâdeleden ibârettir. Fazilet statik değildir; hayat uzadıkça fazilet de daha çok gelişir
ve mükemmelleşir. Şu hâlde hayat, daha geniş ve daha mükemmel faziletlere ulaşmanın
mücâdele alanıdır. Tutkularıyla savaşıp nefsini onların baskısından kurtaran, böylece
meleklerin ahlâkıyla bezenen kişinin kâlbi “mukarreb melekler”in makamına dönüşür.
Şu da var ki, insan hiçbir zaman kötülüğe karşı güvence içinde değildir. Bundan dolayı
kendisine, “Şeytan uyur mu?” diye soranlara Hasan-ı Basrî, “Şeytan uyusaydı, biz de istirahate
çekilirdik” demişti. Şehvet, gazap, hırs, tamah gibi beşerî istek ve tutkular irâdeyi zayıflatan,
fıtratında bulunan akla rağmen insanı kötülüğe iten âmillerdir. İnsanın asıl irâde hürlüğü bu
olumsuz etkenlerin baskısından kurtulmakla gerçekleşir.
Gazzâlî, özellikle bir fakih ve kelâmcı düşünür olarak diğer filozof ahlâkçılara nisbetle
yükümlülük konusuna daha çok önem vermiş, bu sebeple İslâm literatüründe genellikle
İbâhiyye diye anılan ve bir bakıma amoralist denebilecek akımları şiddetle eleştirmiştir.
Bu grupların başında Bâtınîler gelir. Gazzâlî’nin bildirdiğine göre Bâtınîler, “Yükümlülüklerin
bâtınî anlamlarını kavrayanlar için artık şer‘î bağlar çözülür ve amelî yükümlülükler düşer”
görüşünden hareketle bütün temel dinî ve ahlâkî yükümlülükleri, hattâ Âhiret'i, Cennet ve
Cehennem'i te’vil yoluyla inkâr etmişlerdir. Bu iddiaları, yanlışlığı apaçık ortada birer hezeyan
ve tanrıtanımaz Senevîler ve Mecûsîler’den alınmış birer inkârcılık örneği sayan Gazzâlî
bunları aklî delillerle eleştirip reddetmiştir.
Yükümlülük tanımadıkları gerekçesiyle Gazzâlî’nin eleştirdiği bir başka zümre de müfrit
sûfîlerdir. İbâhiyye yolunu tutarak “şeriat örtüsünü dürmek ve hükümleri ortadan kaldırmak
sûretiyle” haram ve helâli bir tutmaya kalkışan bu kesim içinden bâzıları, ahlâkî arınmanın
üstesinden gelinemeyecek bir çaba olduğunu, bâzıları da bütün yükümlülüklerin temel amacı
olan Mârifettullah'a ulaşınca, artık vâsıta ve vesile olan ibâdet ve ahlâka gerek kalmayacağını
öne sürmüşlerdir. Gazzâlî, bu sözde sûfîlerin İbâhî-Bâtınîler’den
daha tehlikeli olduklarını, çünkü sûfîlik kisvesi altında dini içten yıkmaya çalıştıklarını belirtir.
Gazzâlî’nin ahlâkî yükümlülük karşısında tehlikeli gördüğü bir başka akım da Cebriyye’dir.
Bu mezhep her ne kadar yükümlülüğü inkâr etmek gibi bir amaç gütmemişse de Gazzâlî,
mutlak bir cebir anlayışının ahlâkî yükümlülük ve sorumluluğu ortadan kaldırabilecek
sonuçlar doğurmasından kaygılanmaktadır. Çünkü Cebriyye’nin zorunluluk düşüncesinin
benimsenmesi durumunda insanların birbirlerine her türlü haksızlığı yapmaları ve buna
mazeret olarak da böyle davranmalarının kaderin gereği olduğunu öne sürmeleri
kaçınılmazdır
Aklın yükümlü kılma ve değerleri tesbit etme yetkisinin bulunup bulunmadığı konusunda
Mu‘tezile ile Ehl-i Sünnet arasında süregelen tartışmada Gazzâlî, Ehl-i Sünnet’in görüşünü
savunmuştur. Onun konuyla ilgili eserleri dikkatle incelenecek olursa aklın yükümlülük
kaynağı olamayacağı görüşünü şu iki sebebe bağladığı görülür:
a) Değerleri mutlaklaştırma zorunluluğu... Eğer ahlâkî değerler insan üstü bir otoriteye
bağlanmazsa mutlak olma niteliğini kaybeder. Zirâ genellikle egoist tabiata sâhip olan
insanlar, kendilerinin ve başkalarının eylemlerini öncelikle kendi yararları açısından
değerlendirirler. Bu durumda yararlar izâfî ve subjektif olduğundan değerler de izâfîleşir.
Gazzâlî, şüphesiz aklın bir görev ve yükümlülük bilincine sâhip olmakla birlikte bu
bilince kendiliğinden değil dışarıdan (vahiy yoluyla) uyarılarak vardığı görüşündedir. Şu hâlde
vazifeyi yükleyen ALLAH’tır; peygamber haberci, akıl ise görevi kavrama ve tanıma
melekesidir. Şu var ki, insanın bir yığın duygusal istek ve tutkular karşısında ahlâkî görevlerini
bularak bunlara yönelmesi ve yerine getirmesi aklın irşadına bağlıdır ve genel olarak
mecnunlarla mümeyyiz olmayan çocukların yükümlü tutulmamasının sebebi de böyle bir
irşaddan yoksun olmalarıdır.
Bütün Ehl-i Sünnet âlimleri gibi Gazzâlî’nin ahlâk anlayışının da antiütilitarist (menfaat
gözetmeyen) olduğu söylenebilir. Zirâ Gazzâlî ilke olarak dünyevî faydaları ahlâkın amacı
kabul etmez; bunun yanında Âhiret nimetleri de ahlâkî yaşayışın zorunlu sonucu değil,
ALLAH’ın lutfu olacaktır. Buna karşılık Gazzâlî lâik ahlâkın faydacılıktan kurtulamayacağını,
Din'e dayalı ahlâkta ise amacın değil, buyruğun temel olduğunu düşünmüştür.
Bununla birlikte daha sonra Kant’ın içine düştüğü açmazın, yâni tamâmıyla normatif bir
ahlâkın doğuracağı güçlüğün de farkındadır ve bu açmazı Fıkıh usûlündeki azîmet-ruhsat
formülüyle çözmeye çalışmıştır. Buna göre ahlâkta buyrukların, ya da kuralların çatışması
mümkündür. Onun verdiği örnekle, bir Müslüman'ın bir zâlimden kaçarak bize sığındığını
ve onu arayan zâlimin bizden bu kişiyi görüp görmediğimizi sorduğunu kabul edelim.
Bu durumda iki ahlâkî buyrukla karşı karşıya kalırız: Yalan söylemeyiniz... Mazlumu koruyunuz...
Birbiriyle çatışan bu görevlerden birini seçmek zorundayız. Gazzâlî bu görev çatışmasını,
“Zararlı iki fiilden daha az zararlı olanını yapmak vâcip ve taat olur” şeklindeki kategorik
bir ifâdeyle çözmüştür. Ancak bu zararlardan hangisinin daha az, yâhut daha çok olduğunun
tam ve objektif bir ölçüsü yoktur. Gazzâlî de bunu bildiği için “ruhsat” formülünün istismar
edilebileceğinden kaygılıdır: “Ruhsat sınırını aşan, bunu zarûretten ötürü değil, kendi keyif
ve arzusuna göre yapmış olur. Ne yazık ki insanoğlu bu âlemde kaldığı sürece kötü
arzularının kendisini etkilemesinden emin olamaz. Refah ve bolluk tutkusu, nefsin çeşitli
ihtirasları, ya da tembellik insanı Din'e aykırı davranmaya iter. Bu eğilimler, onları taşıyan
kimsenin kötü ahlâkla kirlendiğini gösterir.” Şu hâlde ruhsat konusunda ölçüyü aşmama
ve isâbetli karar verebilme, ancak gelişmiş vicdanların yapabileceği bir iştir.
İslâm filozofları genellikle iyi ve kötü karşılığı olarak kullandıkları hayır ve şerri, Aristo
etkisiyle daha çok ahlâkî amaçların, yâhut ahlâkî fiillerin doğurduğu sonuçların nitelikleri
olarak düşünmüşler ve bu yüzden çoğunlukla hayırla mutluluğu, şerle mutsuzluğu aynı
anlamda kullanmışlardır. Şüphesiz bu kullanım Gazzâlî’de de vardır. Ancak Gazzâlî bâzan
hayır ve şer, çoğu zaman da “hüsün” ve “kubuh” terimleriyle ifâde ettiği bu değerleri
"eylemlerin nitelikleri olmaları" açısından da önemle ele almıştır.
Gazzâlî Mu‘tezile’nin, “Ahlâkî değerler fiillerin ontik nitelikleridir ve akıl bu değerleri
dinin desteği olmadan kavrama gücüne sâhiptir” şeklinde özetlenebilecek olan tezlerini
reddederek, Din'den bağımsız bir ahlâkın egoizm, faydacılık ve sonuçta izâfîlikten
kurtulamayacağını savunmuştur. Gazzâlî, ahlâkî değerlerin fiillerin değişmez nitelikleri olup
olmadığını yalan örneğinde incelemektedir. Yalan kendiliğinden kötü olsaydı, bu niteliğinin
durumlara göre değişmemesi gerekirdi. Halbuki bir zâlime karşı bir peygamberin hayâtını
korumak gibi bâzı zorunluluklar karşısında yalan söylemek bir hayır ve görev olabilir.
Gazzâlî, insanın ahlâkî yargılarının analizini yaparken bu yargıları insanın egoist ve pragmatik
eğilimlerine bağlamış, daha sonra özellikle İngiliz ahlâkçılarının, ahlâkı "egoist duyguların
hazırladığı altürist bir olay" şeklinde görmelerinden yaklaşık yedi yüzyıl önce bu düşünceleri
savunmuştur. Şu var ki eğer Gazzâlî bu noktada kalsaydı, şüphecilik ve egoizmden
kurtulamayacaktı. Aslında kendisi, yukarıdaki görüşleriyle sâdece Din'e dayanmayan bir
ahlâkın güçlüklerini göstermek istemiştir.
Ona göre iyilik ve kötülük fiilin kendisinde değil, yöneldiği gâyededir. Bu gâye dünyevî
olamaz; çünkü insanların dünyevî gâyeleri muhteliftir ve onlar bu gâyelere ahlâk dışı
yollardan da ulaşabilmektedirler. Şu hâlde ahlâkın gâyesi uhrevî olmalıdır.
Fakat bu gâyenin tecrübe ile bilinmesi imkânsızdır. Çünkü ölüm ötesi ancak Nübüvvet nuru
ile bilinir. Bununla birlikte ALLAH insanları ödüllendirmek zorunda olmadığından, ahlâkın
temeli buyruktur ve fiillerin iyilik veya kötülük vasfı buyruk, ya da yasaktan sonra gerçekleşir.
Böylece Gazzâlî, bütün pragmatik eğilimli lâik ahlâk anlayışlarının içine düştüğü güçlükten
kurtulmuş bulunmaktadır. Çünkü ona göre kaynağı vahiy olmayan bir ahlâkta mutlak hayır
ve mutlak şerden söz edilemez. Şüphesiz Gazzâlî bu ifâdeleriyle felsefî ahlâk teorilerini
toptan inkâr etmiyor. Ancak bu teorileri de temelde Din'den doğmuş görmekte,
peygamberlerle Tasavvuf ehlinin sözlerini kendi kitaplarında toplayan filozofların görüşlerini
sırf "onlar söyledi" diye reddetmek yerine, Kitap ve Sünnet’e uygun olup olmadığı ölçüsüne
göre değerlendirmek gerektiğine işâret etmektedir.
Gazzâlî, gerek faziletin târifi, gerekse dört temel fazilet konusunda geleneksel anlayışı
sürdürmüştür. Ancak temel faziletler, ahlâk eğitiminin imkânı ve metotları gibi konularda
filozoflardan farklı olarak âyet ve hadislere, İslâm büyüklerinin görüşlerine başvurmak
sûretiyle tamâmen İslâmî bir üslûp kullanmış ve böylece okuyucusunda dinî şuuru canlı
tutmak istemiştir. Diğer bir önemli nokta da sırf ahlâkî sayılabilecek faziletler yanında
hem ahlâkî, hem de dinî ve tasavvufî olan erdemlere de önceki bütün ahlâkçı ve
mutasavvıflardan daha geniş yer vermiş olmasıdır.
"İhyâ'ü 'ulûmi’d-dîn"in III. cildinin tamâmına yakın kısmı ahlâkî rezîletlere dairdir ve bu
sebeple Gazzâlî eserinin bu cildine “Rub‘u’l-mühlikât” adını vermiştir. Burada kâlp ve kâlbin
olağan üstü durumlarını, nitelik ve kaabiliyetlerini inceleyen ve insana kendi iç dünyâsını
genel olarak tanıma fırsatı veren giriş mâhiyetindeki bir bölümden sonra nefsin eğitilmesi
ve ahlâkın güzelleştirilmesi konularına geçilir. Ahlâkla ilgili çeşitli tarif ve açıklamalardan,
bâzı temel fazilet ve rezîletlerin belirtilmesinden sonra insanın kendi kusurlarını tanıması
konusuna yer verilir. Bundan sonra kâlbin hastalıkları olan rezîletler geniş bir şekilde tahlil
edilir. Bunlar yeme içme ve cinsî tutku, sözlü kötülükler, öfke, kin ve kıskançlık, cimrilik
ve mal tutkusu, makam tutkusu ve riyâ, kibir, böbürlenme, kuruntu gibi rezîletlerdir.
Eserin IV. cildi ise tasavvufî-ahlâkî erdemlere ayrılmıştır. Gazzâlî’nin “Rub‘u’l-münciyât”
adını verdiği bu ciltteki erdemler tövbe, sabır ve şükür, havf ve recâ, fakr ve zühd, tevhid
ve tevekkül, muhabbet, şevk, üns ve rızâ, niyet, ihlâs ve sıdk, murakabe ve muhasebe,
tefekkür, ölüm şuuru ve ölümden sonrasını düşünme şeklinde on ana başlık altında
incelenmiştir.
Bu konular ilk defa Gazzâlî tarafından ele alınmış değildir. Ona gelinceye kadar
Kur’ân-ı Kerîm ve Hadis külliyatından başlamak üzere zengin bir ahlâk literatürü oluşmuştu;
Gazzâlî de bu literatürden geniş bir şekilde faydalanmıştır. Ancak ne Gazzâlî’den önce,
ne de sonra hiçbir İslâm ahlâkçısı bu konuları onun kadar geniş bir vukuf ve dirâyetle
inceleyebilmiştir. Carra de Vaux’nun da belirttiği gibi Şark’ta ahlâk felsefesinde Gazzâlî
aşılamamıştır..
Rezîletleri ele alırken Gazzâlî önceki anlayışa uyarak bunları bir tür Rûhî hastalık, ahlâkı
da mânevî tabâbet olarak düşünmüş, son derece başarılı pedagojik tahliller yaparak bu
hastalıkların psikolojik ve sosyal sebeplerini ve iyileştirme yollarını göstermiştir. Gazzâlî,
gerek psikolojik tahlilleriyle, gerekse muhteşem üslûbu ve ilmî dirâyetiyle her seviyedeki
okuyucunun Ruh dünyâsına âdeta bir projeksiyon çevirmekte, onu bir iç gözleme itmekte,
Ruh'unu bütün yönleriyle tanımasını ve ahlâkî şuurunun bütün canlılığıyla harekete geçmesini
sağlamaktadır. "İhyâ", bu bakımdan İslâm ahlâk literatüründe erişilememiş bir zirvedir.
Gazzâlî, insanlarla ilgili olan ve onlar için bir değer ifâde eden bedenî, psikolojik, maddî,
mânevî, ferdî, âilevî ve içtimâî alanlardaki bütün imkân ve durumları gözden geçirir. Bu
konular işlenirken odak noktası insandır; onun niyeti, amacı, tasarıları, dinî ve ahlâkî şuurudur.
Bu sebeple yergi ve övgü, korku ve ümit, evlilik ve bekârlık, zenginlik ve yoksulluk, harcama
ve tutumluluk, uzlet ve ülfet gibi karşıt durumlar, imkân veya imkânsızlıklar ne iyi, ne de
kötüdür. Çünkü bunları iyi veya kötü kılan arkalarındaki niyet ve irâdedir.
Bozulmuş bir toplumu ıslâh etme, tekrar KUR’AN ve Sünnet temelleri üzerine oturtma ve
ona asıl İslâmî erdemlerini yeniden kazandırma şeklinde kuşatıcı bir hedef güdülmüştür.
Antiütilitarist bir ahlâk anlayışını benimsemek ve ahlâkın formel tarafına büyük önem
vermekle birlikte Gazzâlî ahlâkı, daha sonra Kant ahlâkının içine düşeceği katı formalizmden
ve muhteva kısırlığından kurtarmaya çalışmıştır. Buna göre, ahlâkî buyruğu öncelikle buyruk
olduğu için yerine getiren erdemli insan bu arada fiilin bir amaca yönelik olması gerektiğini,
çünkü fâili için hiçbir amaç taşımayan fiilin abes olduğunu bildiği için dinî ve ahlâkî ilkelerle
bağdaşacak nitelikte bir amaç da güder. Bu sebeple Gazzâlî mutluluk kavramını çeşitli
boyutlarıyla ele almış, bu konudaki düşüncesini geliştirirken dâima İslâmî espriye sâdık
kalmak şartıyla Tasavvuf ve Felsefe'den de geniş ölçüde faydalanmıştır. Nitekim her şeyin
lezzetinin kendi tabiatına uygun yetkinliğe ulaşmakta olduğunu belirtirken, Aristo
felsefesinden istifâde etmiştir. Ayrıca gerçek yetkinliğin şartlarını, değişmeyen ezelî varlıklar
ve kanunlar hakkındaki bilgi, bu bilgiyi elde etme gücü ve tutkulara kul olmama özgürlüğü
şeklinde göstermesinde de yine Felsefe kültürünün izleri vardır. Bununla birlikte Gazzâlî,
bu kemâl anlayışını İslâmî unsurlarla geliştirip zenginleştirmesi yanında en yüksek mutluluğun
Mârifetullah'ta olduğunu belirtmek, bu mârifetle ulaşılan ALLAH sevgisini ve ALLAH’a yakın
olmayı bütün makamların en son gâyesi olarak göstermekle Tasavvuf'a yükselir. Bu arada her
türlü maddî, bedenî, psikolojik, sosyal imkân ve şartları bu temel amaca katkıda bulunması
nisbetinde önem taşıyan vâsıta değerler sayar. ALLAH’a yakınlık mertebesine ve dolayısıyla
en yüksek mutluluğa bilgi, iyilik, ihsan, lûtufkârlık, merhamet ve hakperestlik gibi ilâhî
niteliklerden pay almak ve böylece rubûbiyyet ahlâkıyla bezenmekle ulaşılabileceğini belirtir.
Gazzâlî’nin mutluluk felsefesini ortaya koyarken ele aldığı fayda, lezzet ve güzellik
problemleri hakkındaki görüşleri İslâm ahlâk kültürünün en parlak ürünleri sayılmaya değer
niteliktedir. Özellikle güzellik konusu münâsebetiyle yaptığı estetik hakkındaki tahlillerinde,
Eflâtun’un “güzellik idesi” düşüncesinden de faydalanmakla birlikte, İslâm düşünce târihinin
en dikkate değer estetik felsefesini ortaya koymuştur.
Gazzâlî’nin yaşadığı XI. Yüzyıl Kelâm târihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Bu asırda
Kelâm ilmi önce muhtevâsında, sonra da metodunda tedrîcî bir gelişme yoluna girmiştir.
Bunun başlıca tezâhürü, el-Cüveynî’nin mantık metodunun Kelâm alanında kullanılmasına
zemin hazırlanmasıdır. Cüveynî, daha önce Bâkıllânî ve Abdülkahir el-Bağdâdî’nin bu ilme
karşı ortaya koydukları menfi tavrı yumuşatmış, böylece disiplinli aklî istidlâl yönteminin
habercisi olmuştur. Gazzâlî’den önce merkezî coğrafyadan uzak kalan İbn Hazm, konuyla
ilgilenip meşhur "el-Fazl" adlı kitabında Mantık kurallarına dâir bir bab ayırmış,
bir eser telif etmişse de ilmî şöhreti ve yönetim nezdindeki itibârı sebebiyle Mantık ilmi
Gazzâlî ile meşrûiyet kazanmıştır. Gazzâlî’nin Mantığa önem vermesi ve onu uygulamaya
koyması, istidlâl biçimine getirdiği düzen ve sıralamadan kaynaklanmaktadır. Zirâ önceki
kelâmcıların istidlâllerinde de aynı delillerin bulunmasına rağmen, aynı düzen görülmediği
için önermelerin her biri kendi başına kalıyor, hangisinin önce geldiği açıkça görülmüyordu.
Delilin çürütülmesi halinde kanıtlayacağı hükmün zarar göreceği ilkesi üzerine kurulan
klâsik tavrı reddederek, Mantık kurallarını kullanmanın bir sakınca teşkil etmediğini ileri
süren, Hz. İbrâhim’in KUR'AN'da zikredilen ispat delillerini
ve diğer bâzı âyetleri Mantık terminolojisine aktaran, hattâ Mantığı Kelâm ilminin bir parçası
sayan Gazzâlî’nin, aynı zamanda ilk defa felsefî metodolojiye dayalı Kelâm eseri yazan kişi
olduğu kaydedilir. Mantık kuralları içinde reddedilecek bir şeyin bulunmadığını, bunların
daha önce kelâmcıların delillerinde farklı ibâre ve terimlerle yer aldığını belirten Gazzâlî,
hakkında müstakil eserler yazdığı bu kuralları, “Bilmeyenin ilmine güven olmaz”
diyerek kelâmda ve diğer İslâmî ilimlerde meşrûlaştırmıştır. Bu sebeple Gazzâlî, Kelâm'da
Mu‘tezile ile başlayıp Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, Mâtürîdî ve Bâkıllânî gibi Ehl-i Sünnet kelâmcıları
ile devam eden klâsik mütekaddimîn dönemini sona erdirip, Felsefe ve Mantığa kapı açan
müteahhirîn devrinin ilk simâsını oluşturmuştur. Buna göre Gazzâlî’nin Kelâm târihindeki en
önemli özelliği metodolojik yenilik getirmiş olmasıdır.
Gazzâlî Kelâm ilminin farz-ı kifâye olduğunu kabul eder. Her zamanda ve herkese
gerekmemekle birlikte, bid‘atçılara ve haktan sapanlara karşı koymak, kâlpleri şüphelerden
arındırmak için her beldede bu ilimle meşgûl olanların bulunmasını ve bu maksatla Kelâm
öğretimi yapılmasını gerekli görür. Ancak Gazzâlî, bu öğretimin Fıkıh ve Tefsir dersleri gibi
umûma açık olmamasını tavsiye eder. Çünkü ona göre Fıkıh gıda, Kelâm ise ilâç gibidir;
gıdanın zararından korkulmaz ama, ilâcın bâzı bünyelere zarar vermesinden endişe edilir.
Şu hâlde kelâmcıların dinî ilimlerdeki durumu hac yolunun güvenliğini sağlayan muhafızlar
gibidir. Eğer hac kervanlarına yöneltilen baskınlar ortadan kalkarsa, muhafızlara da gerek
kalmaz. Geçmişteki mezhep tartışmalarının üzerinde uzun uzadıya durmanın olumsuz
etkilerine dikkat çekerken, yeni ortaya çıkan bid‘at ve tartışmalarla uğraşmakta zarûret
bulunduğunu belirtir... Şimdi de bu ihtiyaç var. Selefîler'in, Vahhabîle'in, Taliban'ın,
El Kaide'nin, IŞİD'in yaymaya çalıştığı sapkın fikirlerle mücâdele gerek.
Onun vefatından birkaç gün önce tamamlandığı tesbit edilen son eserinde
Selef mezhebine dönüş yaptığı, ya da önceki görüşlerini terkettiği şeklindeki yorumlar
doğru değildir. Gazzâlî’nin bütün eserleri incelendiğinde onun baştan beri Kelâm'ı
entelektüel bir ilim dalı olarak görüp, halka aktarılmasının faydalı olmayacağını düşündüğü
anlaşılır. Nitekim insanları dört gruba ayırarak halk için mücerret tasdik ve kabûlün yeterli
olduğunu, inançlarının sarsılmaması için onların Kelâm meselelerine teşvik edilmemesinin
gerektiğini savunur. Bu ilmin bâzılarına zararlı olabileceğini söyleyerek kelâmcıyı, hastaya
ilâcı ancak gerektiğinde ve uygun dozda veren mâhir bir tabibe benzetir. Sonraki eserlerinde
de halkın Kelâm'a dalmaktan menedilmesi görüşünde ısrar eden Gazzâlî, bunu boğulmaları
endişesiyle çocukları Dicle nehri kenarında yüzmekten alıkoymaya benzetir.
Ancak tereddütleri vaazla izâle edilemeyen kişileri ve kendilerini başkalarının itikadî
şüphelerini gidermeye vakfeden yetkin âlimleri yasağın dışında tutar.
Bu açıdan Kelâm ilminde mütehassıs olmak isteyenlerde şu üç özelliğin bulunmasını şart
koşar:
a) Mesâisini sâdece ilme hasredip, son derece çalışkan olmak.
Bir kere daha yazalım: KELÂM , “bir fikri tam olarak anlatan söz” demektir. KELÂM İLMİ,
“ALLAH’ın zâtından ve sıfatlarından, peygamberlik, vahiy konularından,
başlangıç ve sonuç itibâriyle Kâinat'ın hâllerinden KUR'AN ve SÜNNET bilgilerinden
hareketle gerçeği tesbite çalışan" bir dinî ilim dalıdır. Gazâlî'nin dediği gibi; bilgili, çalışman,
ahlâklı ve sabırlı kişilerin uğraşabileceği zor bir ilimdir. Bu bakımdan sıradan insanların nükleer
fizik, astrofizik gibi ilgilenmesine gerek olmadığı gfibi, Kelâm da ilgilenmeleri gerekmeyen
bir daldır.
Gazzâlî, bütün dinî ilimlerin
prensiplerini ispat ettiği için Kelâm'ın küllî bir ilim olduğunu, Fıkıh, Tefsir ve Hadis gibi diğer
ilimlerin ise Kelâm'a nisbetle cüz’î sayıldığını, bundan dolayı Kelâm'ın en üstün ilim pâyesini
elde ettiğini savunur. İlmî tartışmaların halka yansımaması konusunda titizlik gösterdiği bir
gerçek ise de, bu onun düşünce disiplinlerini kabul etmediği anlamına gelmez. Kendi mizaç
ve psikolojisini zaman zaman tatmin etmemekle birlikte Gazzâlî, hakikati elde etmede
nazar (gözlem) ve burhanın (delil) önemli bir yöntem olduğunu ve bâzı zihinlerin ancak
bu yolla tatmin edilebileceğini asla reddetmemiştir.
Onun zaman zaman Kelâm'a karşı menfi tutum sergilemesinin önemli bir sebebi,
Kelâm'la özdeşleşen cedele karşı duyduğu şiddetli muhalefet, hatta nefrettir. Bir tartışma
yöntemi olan cedel, mezhep ayrılıklarının zirvede olduğu o dönemde Gazzâlî’ye göre
fitne ve fesadın baş âmilidir. Allah bir kavmi helâk etmek istediğinde onlara cedel hırsı verir.
Cedelciler, yâni aşırı tartışmacılar, herkes gibi normal bir fıtrata sâhip oldukları hâlde iç
dünyâlarında kötülük, inat ve taassup duyguları kabarmıştır. Bundan dolayı insanların zor
kullanılarak cedelden menedilmeleri gerekir. Cedelin bulunmadığı bir ortamda halkın
bid‘atlarını kolayca ve kısa zamanda temizlemek mümkün olduğu hâlde, cedelin ve onun
doğurduğu taassubun yerleştiği bir memleketteki bid‘atları, sonradan giden girmiş
saçmasapan uygulamaları söküp atmak son derece güçtür.
Körü körüne taassup ve tartışma cedelcilerin gerçeği görmelerini engeller. Hattâ onlar
rakiplerinin haklılığına tahammül gösteremedikleri için, çok defa gerçeğin ortaya çıkmasını
bile istemezler.
Gazzâlî kelâmcılarda gördüğü eksiklikleri de zikretmekten geri durmaz. Asr-ı saâdet’ten
sonra ortaya çıkan yabancı düşüncelere karşı kelâmcıların dini koruma görevini iyi
yaptıklarını, ancak bunu gerçekleştirirken muhalif gruplardan aldıkları öncüllere dayandıklarını
belirtir. En çok uğraştıkları şeyin rakiplerinin çelişkilerini ortaya koymak ve onları kendi
delilleriyle susturmak olduğunu, bu sebeple zarûriyyât dışında hiçbir bilgiyi kabul
etmeyenlere fayda sağlayamadıklarını söyler. Ayrıca kelâmcıların genellikle, alanlarını
ilgilendirmeyen cevher ve âraz konuları ile uğraştıklarını ve bu konularda nihâî sözü
söyleyemedikleri için farklı görüşler arasında bir tercih yapamadıklarını ifâde eder. Gazzâlî
yine de bu telâkkisinin daha çok kendi özel durumunu yansıttığını özellikle vurgular ve bir
ilâçtan faydalanmanın hastaya göre değişebileceğini kabul eder.
Kelâm ilmine ağırlıklı olarak dalâlet ve bid‘at görüşlerini reddetme ve şüpheleri
giderme görevini yükleyen Gazzâlî, kendisinin de birçok eseriyle bu vazifeyi ifâ ettiğini
bildirir. Onun eleştirilerine hedef olan düşünce ve akımların en önemlileri Bâtınîlik ile
Meşşâî felsefesidir.
a)Bâtınîler.... Gazzâlî Bâtınîler’i, özellikle Hasan Sabbah müdileri Haşhaşîler, yâni afyon
içip cinâyet
işleyenler, siyâsî ve kültürel bir tehlike olarak görmüş, hâmisi ve dostu Vezir Nizâmülmülk’ün
onlar tarafından öldürülmesine rağmen onları eleştirmek amacıyla ve büyük bir cesâretle
çeşitli eserler telif etmiştir. Hattâ bir değerlendirmeye göre onun Mantığı İslâmî ilimlere
dâhil etme gayreti, o dönemde yayılma istidâdı gösteren şüpheciliğe ve ayrıca katı
muhalefetin bayraktarlığını yapan Bâtınîlik vb. düşüncelere karşı bâzı prensipler koyarak bu
ilimleri sağlam bir yapıya kavuşturma arzusundan kaynaklanmıştır. Gazzâlî'nin hedefaldığı
Bâtınîler zamanımızın IŞİD, El Kaide, Taliban, İbda-C tarzı kaatil, yağmacı gruplardır.
Gazzâlî, Bâtınîler’i diğerlerinin yaptığı gibi sâdece reddetme kolaycılığına kaçmamış,
önce temel itikadî görüşlerini kaynaklarından alarak ortaya koymuş,
dinin prensiplerini değiştiren ve İslâm’ı başka bir kalıba sokan aşırı tevillerinden örnekler
vermiş, daha sonra böyle bir sapma ve yönlendirme için ellerinde hiçbir delil, ya da yetki
bulunmadığını ispat etmiştir. Hattâ Bâtınîler’in görüşlerini onlardan daha iyi sistemleştirdiği,
böylece bir bakıma düşüncelerine hizmet ettiği yönünde bâzı tenkitlere bile mâruz kalmıştır.
Ancak Bâtınîler’in yıkılışında Gazzâlî’ye âit eserlerin büyük katkısının olduğu muhakkaktır.
Bâtınîliğin görünüşte Râfizî bir mezhep, gerçekte ise tamâmen küfre kayan bir inanç
sistemi olduğunu belirten Gazzâlî. onların açıkça iki ilâh kabul ettiklerini. Âhiret hayâtı
konusunda da İslâmî anlayışı tamâmen değiştirdiklerini söyler. Özellikle Âhiret hayâtıyla
ilgili yorumlarının te’vil sınırını aşıp şeriatın sâhibini ve KUR’AN’ı tekzip derecesine vardığını
bildirir.
b) Meşşâî Felsefesi... Fârâbî ve İbn Sînâ gibi müslüman filozofların "âlemin kıdemi,
Allah’ın ilminin cüz’iyyâtı
kapsamaması ve cismânî haşrin inkârı" yönündeki görüşleri sebebiyle tekfir edilmeleri
gerektiğini ileri süren Gazzâlî, bu telâkkilerin İslâm itikadına uymadığını ve Hz. Peygamber’in
“halkın yararına olduğu” gerekçesiyle yalan söylediği anlamına geldiğini belirtir.
Filozofların peygamberlerde bir kapasite ve meleke farzedip "vahyin dışarıdan gelen bir
gerçekliğinin bulunmadığı" görüşünü de sapıklık olarak niteler.
Ayrıca onların, bir yandan ALLAH’a sıfat isnat etmeyi reddederken, öte yandan “evvel,
cevher, vâhid” gibi vasıf ve isimleri nisbet etmeleri çelişkisine işâret eden Gazzâlî, bununla
berâber filozoflara âit her şeyin reddedilmesinin de yanlış olduğunu ve bunun cehâletten
kaynaklandığını belirtir.
Gazzâlî’nin filozofları eleştirmesiyle Eş‘arî’nin Mu‘tezile’yi tenkidi arasında sonuç
itibâriyle yakın bir benzerlik görülmektedir. Eş‘arî’nin, Mu‘tezile’nin görüşlerini reddederken
onların aklî Kelâm metodunu Ehl-i Sünnet’e taşıması gibi, Gazzâlî de filozofların görüşlerine
karşı çıkarken düşüncelerinin temeli olan Mantığı Kelâm'a sokmuştur.
Kendisinden önce filozofların görüşlerini ciddi şekilde inceleyen bir İslâm âlimine
rastlamadığını kaydeden Gazzâlî, "onların fikirlerini reddetmeye çalışan kelâmcıların
kitaplarında ilim ehlini şöyle dursun, avamı bile tatmin etmekten uzak, kapalı ve çelişkili
bilgilerden başka bir şey bulunmadığını, bir görüşü iyice anlamadan reddetmenin karanlığa
taş atmak demek olduğunu" söyler.
c) Gazzâlî’nin, çeşitli eserlerinde Yahudilik ve Hıristiyanlığa yer yer temas etmekle
birlikte, onlara yönelik müstakil çalışmalar yaptığı konusunda kesin bilgi mevcut değildir.
Kitâb-ı Mukaddes metinlerine dayalı olarak Hıristiyanlığın tenkit edildiği
eserin ona âidiyeti tartışmalıdır. Bu kitapta Gazzâlî’nin hiçbir eseri zikredilmediği gibi hiçbir
eserinde de buna işâret edilmemesi, ayrıca metinde Kıptîce kelimelerin bulunması eserin
mevsukıyeti konusunda şüphelere yol açmıştır.
İlâhî dinlerle genelde önemli bir polemiğe girmeyen Gazzâlî, Hz. Peygamber’in nübüvvetini
kabul etmeyenleri sayarken, tekfir edilmesi gerekenleri tasnif ederken ve İslâmî tebliğin
ulaşmadığı diğer din mensuplarının uhrevî durumunu anlatırken
Yahudi ve Hıristiyanlar'a temas etmekte, fakat onları fazlaca bir tenkide tâbi tutmamaktadır.
Bu din mensuplarının Resûl-i Ekrem’in nübüvvetini inkâr ederken kendilerine gelen
mûcizelerden daha büyük mûcizeleri tanımamak sûretiyle çelişkiye düştüklerini, ayrıca
benimsedikleri mukaddes kitaplara da muhalefet ettiklerini, bundan dolayı ilk
Mmüslümanlar'ın, müşriklere olduğu gibi Yahudi ve Hıristiyanlar'a karşı da Hz. Peygamber’in
nübüvvetini ispat için deliller serdettiklerini kaydeder.
Temel Konulardaki Görüşleri. Gazzâlî’nin başlıca Kelâm meseleleriyle ilgili görüşlerini
ele alırken öncellikle kendisinin otantikliği tesbit edilen temel eserlerinden hareket etmek
gerekir. Ayrıca onun farklı yaklaşımları ve kendine has yeni yorumları üzerinde durulmalıdır.
a) Ulûhiyyet... İlimlerin en yücesi ve en şereflisi olarak kabul ettiği Mârifetullah'ı sırasıyla
ALLAH'ın Zâtı, Sıfatları ve Fiilleri bölümlerine ayıran Gazzâlî, KUR’AN’da bunlara insan
idrâkinin kapasitesi ölçüsünde yer verildiğini belirtir. ALLAH’ın Zâtı ulaşılması, düşünülmesi
ve konuşulması en zor olan konuyu teşkil ettiği için, yalnızca işâretlerle zikredilmiş, daha
çok takdîs ve tâzim ifadelerine yer verilmiştir. Sıfatlar nisbeten kolay kavranabildiğinden
birçok âyet ilim, kudret, hayat, kelâm, hikmet, sem‘ ve basar gibi kavramları konu
edinmiştir. Fiiller ise çok geniş bir alanı kapsadığı ve ALLAH’tan başka her şey O’nun fiilleri
içine girdiği için KUR'AN'da açık bir şekilde gök, yer ve canlılardan ibâret Şehâdet Alemi'yle
Melek, Şeytan gibi Gayb Âlemi'nin unsurlarına çokça yer verilmiştir.
Gazzâlî, ALLAH’ın varlığını ispat için klâsik hudûs deliline yer verip mantıkî önermeler
kullanmakla birlikte, "KUR’AN metodunun istifâde edilecek en iyi yol olduğunu, çünkü
ALLAH’ın beyânını aşacak başka bir beyânın bulunmadığını" belirterek, gâye ve nizam deliline
öncelik verir. KUR’AN üzerinde biraz düşünen, Evren'deki yaratılmışların akılları durduran
fevkalâdeliklerine, canlılardaki güzelliklere bakan kişi, bu şaşırtıcı ve sağlam düzenin, her
şeyi çekip çeviren bir Yaratıcı'dan ve bu şekilde takdir eden bir Fâil'den müstağni
olamayacağını hemen kavrar. İnsanlar bizzat kendilerinin de bu gücün tesirinde olduklarını
kabul ederler. İnsan fıtratı ve KUR’AN’da zikredilen deliller başka burhanlar aramaya ihtiyaç
bırakmaz.
KUR’AN’da ALLAH’ın mevcudiyetine 500 kadar âyetin işâret ettiğini ve kendisinin
bunları "Cevâhirü’l-Kur'ân"’da topladığını belirten Gazzâlî, "ALLAH’ı bilmenin bunlarla
mümkün olacağını, kelâmcıların hudûsa dayalı delillerinin kâlpleri bozduğunu, buna karşılık
KUR’AN âyetlerinin itminan verdiğini" savunur. Bu görüşünü desteklemek üzere, KUR’AN’daki
ispat delillerini küçük büyük herkesin istifâde edebildiği suya, diğer ilmî delilleri ise
yetişkinlerin faydalanabildiği, fakat küçüklerin dokunması tehlikeli olan yiyeceklere benzetir.
Bu sebeple kelâmcıların KUR’AN’ın ötesinde yaptıkları araştırma, sorgulama ve yönlendirmeleri
zorlama, bunlardan doğan meseleleri hâlletme çabalarını da ikinci bir bid‘at olarak niteler.
Gazzâlî, ALLAH’ın varlığını nizam delili çerçevesinde ispat edebilmek için öncelikle
O’nun mahlûkatı üzerinde düşünmek ve yaratılışlarındaki hikmeti anlamak gerektiğini belirtir.
Eserlerde göklerden başlayıp mahlûkattaki mükemmel düzeni tasvir etmekte ve döneminin
Tabiat bilgisi çerçevesinde açıklamalar yaparak, okuyucunun dikkatini bütün bunları ölçülü
ve âhenkli bir şekilde meydana getirip sürdüren yüce Yaratıcı'ya çevirmeye çalışmaktadır.
Gazzâlî'ye göre teşbih ihtiva eden hadislerin çoğu sahih değildir, sahih olanlar ise
te’vil edilebilir. Bununla beraber ALLAH’ın sıfatları konusunda teşbih saplantısını tedâvi
etmek “ta‘tîl” hastalığını iyileştirmekten kolaydır. Çünkü teşbîh ve tecsîme karşı çıkan açık
naslar mevcuttur. Fakat insan bilgisinin teorik alanı içinde yer alan bir varlığın aşırı soyutlayıcı
(tenzîh) bir tavırla ispat edilmesi çok zordur.
Gazzâlî, özelliklerini yedi madde halinde sıraladığı Selef yolunu herkese değil, sâdece
avama tavsiye ettiğini önemle vurgular. Ayrıca yaptığı çeşitli uyarılardan anlaşılacağı üzere
Gazzâlî, bütün dinî meseleler içinde yalnız müteşâbih âyetler veya haberî sıfatlar gibi
kavranması güç konularda Selef tavrını öne çıkarmıştır.
Bir yaratılış felsefesi oluşturabilmek için bilinmesi gereken sübûtî sıfatları Ehl-i Sünnet
kelâmcıları gibi ALLAH’ın Zâtıyla kaaim ve kadîm olan kudret, ilim, hayat, irâde, sem‘, basar
ve kelâm şeklinde sayan Gazzâlî, Yaratıcı'nın varlığını kanıtlamada olduğu gibi sıfatların
ispatında da Kâinat'ta vârolan düzen, güzellik ve mükemmellikten hareket eder ve bunları
Yaratan'ın bu niteliklerden yoksun olmasının düşünülemeyeceğini belirtir.
ALLAH’ın isimleri için şu dörtlü tasnifi yapar: Mevcûd gibi yalnızca Zâtına delâlet eden
isimler; kadîm, bâki, vâhid ve ganî gibi yedi sıfatla bunlara râci olan âmir, nâhî, habîr gibi
Zâta ve O’na zâit bir mânâya delâlet eden isimler; cevâd, rezzâk, hâlik, muiz ve muzil gibi
Zâta fiillerinden biriyle bağlantılı olarak delâlet eden isimler...
Sıfatlarla ilgili görüşlerine açıklık getirebilmek için Gazzâlî’nin genel olarak te’ville ilgili
metodu üzerinde durmak gerekir. “Bir lâfza zâhirî mânâsının dışında anlam vermek”
şeklinde tanımladığı te’vil konusundaki farklı yaklaşımları sâdece nakle yer verenler, sâdece
akla yer verenler, aklı esas alıp nakle de yer verenler, nakli esas alıp, akla da yer verenler ve
akla da nakle de eşit derecede yer verenler olmak üzere beşli bir tasnife tâbi tutar ve
bunların en isâbetlisini sağlam, fakat uygulanması zor olan sonuncuların benimsediği
yöntemin teşkil ettiğini söyler. Birinci gruptakilerin sıkça tenâkuza, ikincilerin gulüvve,
diğer ikisinin de hatâya düştüklerini belirten Gazzâlî, "ilim meraklılarının her şeyi bilme
hevesine kapılmamalarını, aklın verdiği kesin hükümlere asla karşı çıkmamalarını, nasların
içerdiği mânâlar arasında zan ve tahminle tercih yapmaktan kaçınmalarını" tavsiye eder
Bâzılarının "zâhirî mânâyı tamâmen veya büyük ölçüde değiştirecek şekilde te’viller
yaptığından, hattâ Âhiret'le ilgili âyetleri bile bu çerçeveye dâhil ettiğinden, bir kısmının ise
te’vil kapısını sıkı sıkıya kapatmaya çalıştığı"ndan yakınır. Ona göre bu hususta orta yolu
tercih edip, sıfatları anlamada te’vil kapısını açan, fakat Âhiret hâlleriyle ilgili nasları zâhiri
üzere bırakan Eş‘ariyye’dir. "Te’vile başvurdukları için Müslümanlar'ın küfürle itham
edilemeyeceğini, te’vilde dikkat edilmesi gereken noktanın inancın temel prensiplerinin
değiştirilmemesi olduğunu" ifâde eden Gazzâlî’ye göre isâbetli bir te’vile gidebilmek,
yâni âyetlerin mecâzî anlamlarını çıkarabilmek için
lugat ilminde mâhir olmak, Arap geleneklerini, ifâde metotlarını ve darbımesellerini iyi
bilmek gerekir. Avamdan birinin kendi başına te’vil yapmaya kalkışmasını yüzme bilmeyenin
denize girmesine benzetir ve böyle bir hareketi dinî açıdan haram sayar. Âlimlerin huzurunda
da avamın te’viline müsaade edilmemelidir; zirâ yüzme bilenin yüzme bilmeyeni dalgalı
denizde kontrol altında tutabilmesi güçtür.
b) Nübüvvet... Nübüvvet'in yâni peygamberlik müessesesinin ve onun sâyesinde bâzı
şeylerin idrak edilmesinin imkânı ile fiilen mevcudiyeti hakkındaki müşahhas delilleri Gazzâlî
iki noktada toplar. Bunlardan biri, uyku hâlindeki idrak şekli gibi insanda bu tür bir algılama
örneğinin bulunması, diğeri de insanlar arasında Tıp ve Astronomi alanında görüldüğü üzere
kaynağı akıl olmayan bâzı ilimlerin mevcudiyetidir. ALLAH uyku sırasında Nübüvvet'in bâzı
özelliklerini kullarına hissettirmiştir. Nasıl ki insan uyanıkken algılayamadığı şeyleri rüyâda
idrak edebiliyorsa, Nübüvvet'te de benzer bir şekilde gayba açılan ve aklın idrak edemediği
şeyleri algılama imkânı vardır. Peygamberlerle velîlere rüya veya hastalık dışında melekleri
ifâde eden bâzı sûretlerin şekillenmesi bu yolla mümkündür. Ayrıca vahyin iniş süresi boyunca
Hz. Peygamber Cebrâil’i defâlarca gördüğü hâlde kendi sûretinde sâdece iki defa
idrak etmiştir. Bununla birlikte Gazzâlî, peygamberlerde dışarıdan gelen bir gerçekliğin
bulunmadığı ve vahyin özel bir kapasite ve yetenekten ibâret olduğu şeklindeki felsefî
görüşü sapıklık olarak niteler ve bunun peygamberin güvenirliğini zedeleyeceğini söyler.
Gazzâlî, Berâhime’ye isnat edilen, peygamberlerin gönderilmesinin abes olduğu şeklindeki
iddiayı reddederken, Nübüvvet'in gerekliliği için aklın bâzı hususlarda yetersizliğinden hareket
eder. Davranış, söz, ahlâk ve akaid konularında aklın faydalı ile zararlıyı tesbit edemeyeceğini,
iyi ile kötüyü birbirinden ayıramayacağını, dolayısıyla kişinin ancak ilâhî rehberlikten istifâde
ederek doğruyu bulabileceğini savunur.
Gazzâlî, Nübüvvet'le ilgili kesin bilgiye ulaşmak için önce onun mânâsını anlamayı,
ardından Kitap ve Sünnet üzerinde düşünmeyi tavsiye ederek hissî mûcizelere dayanmaya
taraftar olmaz. Ona göre Nübüvvet, asânın yılana dönüşmesi, ya da ayın ikiye ayrılması
vâsıtasıyla öğrenilmemelidir. Zirâ sâdece bu tür hârikulâdeler üzerinde durulursa Nübüvvet'in
sihir veya hayâl olduğu zannına varılabilir. Ayrıca hissî mûcizelerle zayıf bir imân hâsıl
olabilir. Bununla berâber Gazzâlî mûcizenin Nübüvvet'e delil olduğunu ve sihirle karışma
imkânının bulunmadığını, sihrin ölüleri diriltme vb. olağan üstü fiilleri kapsayamayacağını,
ayrıca Nübüvvet'i kesinlik kazanan birinin yalan söyleme ihtimâlinin ortadan kalkacağını,
çünkü ALLAH’ın kelâmının değişmeyeceğini ifâde eder.
Hz. Peygamber’in 'übüvvet'inin en önemli delili olan KURAN’ın mûcize oluşu onun kısa,
özlü, açık ve düzgün ifâdeye, kendine özgü söz dizisine ve Araplar’ca alışılmamış ikna
metoduna sâhip bulunmasından gelmektedir. Ayrıca müşriklerin onun bir benzerini meydana
getirememeleri en büyük mûcizedir. Diğer delil ise Resûl-i Ekrem’in farklı zamanlarda
gösterdiği, tek tek olmasa da umûmi gerçeklikleri tevâtür derecesine yükselen hissî
mûcizelerdir.
c) Âhiret... Yeniden dirilmenin şer‘î delillerle sâbit oluşundan başka, ilk yaratmayı
gerçekleştirenin onu tekrar etmeye muktedir olacağı hususunun aklın tabii bir hükmünü
teşkil ettiğini belirten Gazzâlî, hayâtın ârazlardan müteşekkil olması sebebiyle iâdesinin
kolayca kabul edilmesi gerektiğini savunur. Kabir azâbının naklî delillere dayanması yanında
aklen de imkân dâhilinde bulunduğunu, cesedin hareketsizliği ileri sürülerek ölünün azap
görmesinin inkâr edilemeyeceğini, çünkü rüya gören kişi de uykuda hareketsiz olduğu
hâlde elemi veya lezzeti tadabildiğini, Münker ve Nekir meleklerinin sorgulamasını
müşâhede edememenin de tabii olduğunu, nitekim ashâbın da Resûlullah’a vahiy getirdiği
kesin olan Cebrâil’i göremediğini ifâde eder. Aynı şekilde Mîzan ve Sırat'ın tasdik edilmesinin
şart olduğunu belirtir... Gazâli, yukarda Âhıret hususunda te'vil yapılmamasını istemişti. Yâni,
Âhiret hakkında KUR'AN âyetlerinin kelime anlamıyla alınmasında ısrarcı idi. Doğrusunu ALLAH
bilir ama, biz "tekrar dirilme"den Reinkarnasyon'u anlıyoruz. Bu konudaki açıklamayı da Reinkarnasyon
sayfalarında yaptık. Kabir azâbına gelince,
onun da mecaz olduğunu, daha başka derin bir mânâsı olduğunu belirttik. Çünkü kabirde
yatanlar mevtanın sâdece kemikleridir.
KUR'AN'da mecaz olduğunu bizzat KUR'AN söylüyor:
- "Sana kitabı indiren O’dur.
Peki, ALLAH buna KUR'AN'da bir örnek vermiş mi?... Vermiş, hem de benzetmeyle
ne kastettiğini açıklamış:
- "Ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi?
ALLAH insana iki göz, iki kulak, iki el, iki ayak, dil ve akıl vermiş; ama insan AKABE'yi,
yâni o sarp yolu, yokuşu çıkmayı göze alamamış...
- "AKABE nedir, bilir misin?
Neymiş AKABA?.. Yâni, o sarp yokuş?... Yetime, yoksula, yardım etmek, köle azât etmekmiş... "Şimdi
köle mi var?" diyeceksiniz... O da mecaz... köle gibi çalıştırılanlar yok mu?.. Hattâ pezevenklerin
eline düşüp köle gibi çalıştırılan, fuhşa zorlanan kadınlar yok mu?.. Mâdenlerde ölüm
tehlikesi altında çalışıp ta ücretini, tazminâtını alamayan, yaralanınca tedâvi görmeyenler
yok mu?.. İşte onların yardımına koşmak o sarp yokuşu çıkmak demektir.
Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin, naslarda geçen Cennet nimetlerinin mahiyetiyle ilgili sorusuna
Gazzâlî kendi el yazısıyla verdiği cevapta Cennet meyvelerinin “tükenmeyen ve yasaklanmayan”
şeklinde nitelikler taşıdığını, kişinin bunları istemesi veya görmesi durumunda aynada şeklin
oluşması gibi benzerlerinin hemen meydana geleceğini belirtmiştir.
Gazzâlî, ölüm ve Âhiret hayâtıyla ilgili tasvirlere eserlerinde genişçe yer vermiştir.
Gazzâlî’ye yine aynı konuda, daha çok takvâya yöneltmek, ölümü ve Âhiret'i hatırlatmak
amacıyla kaleme alınan "ed-Dürretü’l-fâhire fî keşfi 'ulûmi’l-âhire" adlı bir risâle nisbet
edilmektedir.
d) İmân ve Küfür... Gazzâlî’ye göre imân, sâhibinin tereddüt göstermediği, yanılmış
olabileceğine ihtimâıl verilmeyen kesin tasdikten ibâret olup, altı mertebesi vardır. Birinci
ve en üstün mertebesi burhanla ulaşılan tasdiktir. Burhan, usûl ve şartlarına uygun bir şekilde
mevcut ihtimâller elenerek ve basamak basamak yükselerek elde edilen en üstün bilgidir.
Eğer kurtuluş, her asırda bir veya iki kişiye nasip olabilen bu tür tasdike münhasır kalsaydı,
çok az gerçekleşirdi. İkincisi yaygın kabullere dayalı kelâmî delillerle varılan, üçüncüsü
hatâbî (iknâî) delillerle ulaşılan, dördüncüsü mücerret duyumla gerçekleşen, beşincisi kâlbî
tatminle hâsıl olan, altıncısı kişinin tabiat ve ahlâkına uygun düşen delillerle meydana gelen
tasdiktir.
İmânın artıp eksilmesi konusunun lâfzî bir tartışma olduğunu söyleyen Gazzâlî, bu
ihtilâfın imân kelimesinin üç mânaya gelen eş sesli (müşterek) bir kavram olduğunun göz
ardı edilmesinden kaynaklandığını belirtir. Ona göre imân hem burhânî tasdik, hem taklidî
itikad, hem de amelle birlikte tasdik anlamlarında kullanılmaktadır. Burhânî tasdik
anlamındaki imânda yakin tamâmen hâsıl olduğundan artma veya eksilme söz konusu değildir.
Eğer tasdik kemâl derecesinde hâsıl olmamışsa, yakin oluşmaz. Taklidî tasdike dayanan
imânın farklılık arzedeceği ise açıktır. Çünkü bu tür bir tasdikin, çeşitli ortamlarda farklı
etkilere mâruz kalacağından zayıf veya kuvvetli olması normal karşılanmalıdır. Amelle birlikte
tasdik mânâsındaki imânda ise amelin imânı pekiştirmesi söz konusudur. Zirâ amele devam
ederek inanılan hususlarla daha yakın bağlar kurulur. Yetimlere karşı merhametli davranmaya
inanan birinin, gördüğü yetimlerin başını okşayıp, ihtiyâcını karşılaması kâlbindeki duyguları
pekiştirir. Aynı şekilde ibâdete devam etmek, rükû ve secdeye varmak Yaratıcı'ya karşı olan
tâzim duygularını arttırır. Bunu her insan kendi uygulamalarında hissedebilir.
Gazzâlî’nin ikinci mânâsıyla ele aldığı imândaki artma veya eksilmenin öğrenme
kademesini oluşturduğu, üçüncü anlamdaki imânın da kemiyette değil, keyfiyette bir artma
veya eksilmeyi ifâde ettiği anlaşılmaktadır... Aslında bu tür yorumların daha önce de yapıldığı
bilinmektedir. Gazzâlî entelektüel hayâtını anlatırken Rûhî bunalımdan kurtulup
zarûriyyât-ı akliyye konusunda yakine ulaşmasını, delil tanzimi veya önerme tertibine değil,
ALLAH’ın kalbine ilka ettiği bir nûra borçlu olduğunu söyler. Ona göre gerçeği bulmanın
yalnızca mantıkî delillerle sınırlı olduğunu düşünen kimse ALLAH’ın geniş rahmetini
sınırlandırmaktadır... Burada "imânda artış" diye geçen hususu, Üstadımız Ulu Ârif Çelebi
"inançta artış" diye vermiş, imânı "bardağın taşması" diye anlatmıştı.
İlim sâhibinin mukallide nisbetle derece üstünlüğünü inkâr etmeyen Gazzâlî, inancından
şüphe etmeyen mukallidin de gerçek mümin olduğunu her fırsatta vurgular ve KUR'ANÎ
metodun yeterliliğini savunur. Bu konuda, yaşadığı dönemin muhafazakâr içtimâî yapısı
çerçevesinde açıklamalarda bulunur. Her milletin çocuklarının ilmî delillere vâkıf olmadıkları
ve zaman zaman aksi iddialara mâruz kaldıkları hâlde küçükken zihinlerine işlenen inanca
bağlı kalırlar. Ayrıca Müslümanlar'a hizmet eden gayri müslim köle ve câriyelerin de
genellikle onlardan etkilendikleri görülür. Bundan da anlaşılacağı üzere kesin tasdik ve imân
bütünüyle araştırmaya ve aklî istidlâle bağlı değildir.
Gazzâlî’nin halk için imânda taklide cevaz vermesi, onun genel anlamda taklidi
yaygınlaştırmak istediği ve düşünmeyi ortadan kaldırmaya çalıştığı anlamına gelmez. Sâdece
vahyin taklit edilebileceğini savunan Gazzâlî insanları taklit etmeye ise şiddetle karşı çıkar.
Birçok eserinde körü körüne taklidi eleştiren birinin, taklit taraftarı olması düşünülemez.
Şer‘î hüküm niteliği taşıyan tekfirin aslında fıkhî bir mesele olduğunu belirten Gazzâlî,
küfrün ölçüsünü şöyle belirler: Hz. Peygamber’i yalanlayan kimse kâfirdir. Buna göre Yahudi,
Hıristiyan, Mecûsî ve putperestlerle diğer din mensupları, ayrıca Berâhime ve Dehriyye
tekzipleri sebebiyle kâfirdirler. Bunun dışında naslara muhalefet edenler de küfre girer.
Bu kişiler, Hz. Peygamber’in hak olduğunu kabul ettikleri hâlde, halkın anlamayacağını
düşünerek bâzı gerçekleri gizlediği veya değiştirdiği görüşündedirler. Bunlar filozoflardır ki
özellikle üç konuda küfre düşmüşlerdir. Bunun yanında Mu‘tezile ile Müşebbihe’yi ve diğer
fırkaları te’vilde hatâlı oldukları hâlde tekfirden kaçınmak gerekir. Çünkü can güvenliğine
sâhip bulunan bir Müslüman'ın hayâtına irtidad şüphesiyle son verilemez. Bin kâfiri hayatta
bırakma hatâsı, bir müslümanın bir miktar kanını akıtma hatâsından ehvendir. Ayrıca bu
gruplar Hz. Peygamber’i tekzip etmiyorlar. Te’vil hatâsının ise küfre götürdüğü sâbit
değildir. Diğer taraftan Din'in bütün kesin hükümlerini değil de, meselâ namazın farziyeti
gibi onun bir aslını inkâr eden kişinin de küfrüne hükmetmek gerekir... O devirde kâfir
ilân edilen öldürülüyordu.IŞİD ve El Kaide de bunu uygulamaya kalkmıştır. Bizim inancımıza
göre; birisi, ister Müslüman olsun, ister kâfir,
Müslümanlar'ın ve insanların hayâtını tehlikeye sokacak davranışlarda bulunmadıkça, günümüz
tâbiri ile teröre ve şiddete bulaşmadıkça, ölümü haketmez.
Hanbelî, Eş‘arî ve Mu‘tezilî mezhepleri arasındaki tekfir furyasına dikkat çeken ve "bunun
aşırılıktan kaynaklandığını" söyleyen Gazzâlî, "Mu‘tezile’nin KUR’AN’da yer alan vasıfları
ALLAH’a nisbet etmekle berâber müstakil sıfatları nefyetmesini tekfir sebebi olarak
görmenin doğru olmadığını, bunun önemli bir ihtilâf sayılamayacağını" belirtir.
Gazzâlî ilke olarak “lâ ilâhe illallah” dedikleri
sürece ehl-i kıblenin tekfir edilmemesi
gerektiğini, ancak usûl veya fürûa dair bir nassı inkâr etmenin bulunduğu her durumda
tekfirin geçerli olduğunu belirtir. Buradan hareketle Fârâbî ve İbn Sînâ gibi İslâm filozoflarının
naslara muhalif görüşleri sebebiyle tekfir edilmesi gerektiğini öne sürer.
Bâtınîler’in kuralsız yorumlarını reddedip, onları küfür statüsünde görürken de, te’vil-tekzip
ayırımına dikkat çeken Gazzâlî, Âhiret hayâtıyla ilgili ifâdelere KUR’AN’da mükerrer olarak
yer verildiği için, bunların bilinen anlamlarının değiştirilemeyeceğini, kendisinin istivâ, nüzûl
gibi konularda yaptığı te’villerin ise temsil, ya da teşbih tehlikesine meydan vermeme
gâyesi taşıdığından KUR’AN’a uygun düştüğünü bildirir. Halbuki Cennet'teki nehirleri,
köşkleri, ağaçları veya Cehennem'deki ateşi reddetmek inkâr olur.
Gazzâlî, imâmeti nassa dayandıran ve imamın mâsumiyetini savunanların tekfir
edilemeyeceğini, ayrıca Ebû Bekir’in ve diğer halifelerin fıskına hükmedenlerin de küfürle
değil, sapıklıkla nitelendirilebileceğini belirtir.
Gazzâlî’ye göre kendilerine İslâm dâveti ulaşmayan gayri müslim gruplar üç kısımda
incelenebilir.
1. Muhammed adından hiçbir şekilde haberdar olmayanlar... bunlar mâzurdurlar.
- " Şüphesiz, iman edenler; Yahudiler'den, Hıristiyanlar'dan
Bu önemli, fakat üzerinde hemen hiç durulmayan, çarpıtılan hüküm, KUR'AN'da bir kere
daha tekrarlanır:
- "İman edenler, Yahudiler, Sâbiîler ve Hıristiyanlar,
Kelâm'ın bütün konularını kendine has üslûbu, ruhî coşkuları ve tenkitçi kafa yapısıyla
ele alan Gazzâlî, bu ilme önemli katkılarda bulunmuştur. Onun Kelâm'a yaptığı eleştiriler
iyice incelendiği takdirde, bunların ilmin kendisine değil, kelâmcıların metoduna ve özellikle
cedeli kullanmalarına yönelik olduğu anlaşılır. Gazzâlî’ye göre kelâmcılar çok defa sonuç
vermeyen tartışmalarla uğraşmışlardır. Nitekim bu tartışmalar neticesinde hiç kimsenin
mezhebinden döndüğü görülmemiştir. Tartışmaların zekâyı geliştirdiği, satranç gibi zihin
egzersizi sağladığı şeklindeki yaklaşıma karşı Gazzâlî, "bu tür heveslerin başka ilimlerde
tatmin edilebileceğini, çünkü onlarda imânî bir tehlikenin söz konusu olmadığını" belirtir.
Gazzâlî’nin zihninde geniş perspektifli ve İslâm’ı bütünüyle kuşatan bir Kelâm ilmi
bulunduğu düşünülebilir. Bu açıdan "İhyâ'ü 'ulûmi’d-dîn"in onun düşündüğü Kelâm kitabı
olarak göz önüne alınması gerekir. Gazzâlî kelâmcıları, bütün ilimlerin kendisinden çıktığı
bir okyanusa benzettiği ve hidâyet kaynağı olarak gördüğü KUR’AN ve Sünnet’e yöneltmek
istemiştir. Bu durum, onun hemen her konuda âyet ve hadislere başvurmasından da
anlaşılmaktadır. Kelâm’ın bâzı güç konularındaki isâbetli tasnifleri ve sağlam sistematiği,
Kelâm'ı muhteva ve derinlik olarak genişletip güncelleştirme çabası, onun vurgulanması
gereken diğer önemli özelliklerini teşkil etmektedir. Zamânının problemlerine öncelik verip
o günün düşünce, mezhep ve akımlarıyla meşgûl olması, Gazzâlî’nin güncelleştirme
gayretlerinin bir göstergesidir.
Bununla berâber Gazzâlî’nin eserleri arasında görüş farklılıklarının bulunması,
özellikle filozoflara yönelttiği tenkit noktalarının benzerlerini bâzı eserlerinde "benimsediği
görüşler" olarak zikretmesi, onun tam mânâsıyla anlaşılmamasına sebep teşkil etmiştir.
Bunda, eserlerinde sık sık kullandığı tasavvufî söylemle bâzı kitaplarının otantikliği
konusundaki şüphelerin de rolü olmalıdır. Nitekim kendisine nisbet edilen bir kısım görüşler
dikkate alınarak, Kelâm'daki yetkinliğinin diğer ilimlerdeki kadar olmadığı ileri sürülmüştür.
Kelâm ilminde Gazzâlî’nin başlattığı "Mantığı kullanma" süreci Şehristânî’den sonra
Fahreddin er-Râzî ile zirveye ulaşmış, Seyfeddin el-Âmidî ve Beyzâvî tarafından
sürdürülmüştür. Ancak Râzî’den itibâren Kelâmı bir bilgi, varlık ve kavramlar felsefesi hâline
getiren bu değişimin Gazzâlî’nin amaçladığı çizgide devam etmediği açıktır. Onun âlet ve
vâsıta olarak düşündüğü meseleler, kendisinden sonra Kelâm'ın aslî konularını sınırlayacak
ve en azından hacim açısından ikinci plâna düşürecek konuma gelmiştir. Nitekim İbn Haldûn’a
göre Gazzâlî’nin kitapları her ne kadar mütekaddimîn döneminin terminolojisiyle farklılık
gösteriyorsa da, kendinden sonraki Kelâm eserlerinde olduğu kadar konu ve problemler
açısından Felsefe ile iç içe girmemiştir. Çağdaş Kelâm târihçilerinden İzmirli İsmâil Hakkı
da Gazzâlî metodu ile Râzî-Âmidî metodu arasında ince bir farkın bulunduğunu vurgular.
Ona göre Gazzâlî, Meşşâî felsefenin dine aykırı yönlerini reddetmek için Kelâm'da Felsefe'ye
yer vermiş, diğerleri ise Kelâm ve Felsefe'yi işin başında mezcedip, tek ilim hâline getirmeye
çalışmışlardır.
Öte yandan Kelâm'da Mantığın kullanılması Bâtınîler’e
karşı mücâdelede başarı sağladıysa da, cedeli alt düzeye indirdiği, şüpheciliği ve fikrî
muhâlefeti zayıflattığı için düşünme canlılığına menfi tesirde bulunduğu öne sürülmüştür.
Gazzâlî'nin aşağıdaki fıkhî görüşleri kısmı İbrahim Kâfi Dönmez'e âittir.
Fıkıh alanında gerek eser telifi, gerekse öğretim yoluyla çok önemli hizmetlerde
bulunan Gazzâlî’nin bu yönü Kelâm, Felsefe ve Tasavvuf alanlarındaki katkıları kadar dikkat
çekmemiş ve işlenmemiştir. Bunu daha ziyâde, fikrî plândaki etkilerinin Fıkıh dışındaki
disiplinlerde yoğunlaşmış olması, Fıkıh alanındaki emeğine ise mevcut malzemeyi
değerlendirme, sistematik açıdan iyileştirme ve sağlıklı bir ayıklamaya tâbi tutma özelliğinin
hâkim olması ile açıklamak mümkündür. Onun devlet yönetimiyle ilgili fikirleri özel
araştırmalara konu olmakla berâber; bunlar, ifâde edildiği zemin ve üslûbun da etkisiyle
Kamu Hukuku perspektifinden değil, ahlâk ve siyâset bilimi açısından ele alınmıştır
Bu fikirlerin hukuk normu üslûbu ile ortaya konmadığı görülür.
Hukuk güvenliğini ve hukukî istikrarı sağlamak üzere daha Abbâsî Devleti’nin ilk yıllarında
kanunlaştırma teşebbüsünde bulunulmuş olmakla berâber, dönemin şartları buna el
vermeyince, Fıkıh mezheplerinin toplumda istikrar kazanması ile Hukuk birliğini temin
ihtiyâcı büyük ölçüde karşılanmış oluyordu. Bu yönelişin, gerek kişinin Yaratan'ına karşı
vecîbelerinin, gerekse büyük ölçüde Pozitif Hukuk kurallarının belirlenmesi bakımından
nâzım rol üstlenmiş bulunan mezheplerin bilgi kaynakları üzerinde ciddi çalışmalar yapılması
ihtiyâcını berâberinde getirmesi tabii idi. Gazzâlî’nin yaşadığı XI. Yüzyıl, bir taraftan İslâm
Hukuku Târihi'nin ictihada dayalı çözümler üretme anlayışından uzaklaşma sürecinin hız
kazandığı bir dönemi olma özelliği taşırken, diğer taraftan da gerek fıkhî hükümler
alanındaki zengin birikimin, gerekse bunların felsefî ve metodolojik esaslarının çok seviyeli
bir biçimde incelenip, değerli eserlerin kaleme alındığı bir zaman dilimi olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Gazzâlî Fıkıh için, “mükelleflerin fiilleri hakkında sâbit şer‘î hükümler” tanımını verirken
usûl-i fıkhın da “bu hükümlerin delilleriyle bu delillerin hükümlere delâlet şekillerini toplu
biçimde tanımak”tan ibâret olduğunu belirtir. Fıkıh çerçevesindeki disiplinlerden ilm-i hilâfın
da hükümlerin delillerini ve delâlet şekillerini kapsadığına işâret eden müellif, ancak bu
ilimde fıkhî meselelerin ayrı ayrı ele alınıp incelendiğine dikkat çeker.
Fıkıh usûlü müelliflerinin birçok konuyu dağınık bir biçimde kaleme almalarından ötürü
bu ilmin ürkütücü bir hâl almış olduğunu imâ ederek, sistematik fikrinin önemini vurgulayan
Gazzâlî, usul konularını -daha önceki dönemlere âit olup günümüze gelen hiçbir usûl
kitabında rastlanmayan- tutarlı bir sistematik içinde ve ana hatlarıyla tanıtır.
Ona göre Fıkıh usûlü konuları dört eksen etrafında toplanabilir. Bunlardan birincisi “semere”
başlığını taşır ki, fıkhî faaliyetin ürünü olan hüküm değişik yönleriyle bu bölümde ele alınır.
Bir başka ifâdeyle bu bölümde hüküm teorisi incelenmektedir. İkinci bölüm “müsmir” adını
taşır. Bu bölümde İslâm Fıkhı'nın kaynakları ele alınır. “Keyfiyyetü istismâri ahkâm” başlıklı
üçüncü bölüm hüküm çıkarma metotlarına ayrılır. Dördüncü bölüm müctehidi ifâde etmek
üzere “müstesmir” başlığını taşır. Bu bölümde ictihadın şartları ve taklit konuları işlenir.
Hüküm teorisi içinde “mahkûm fîh” başlığı altında hüküm konusu fiile sâdece sorumluluk
ilkeleri açısından bakması (kimin hakkına ilişkin olduğu açısından bakmaması), “mahkûm
aleyh” başlığı altında ehliyet teorisinde geniş yer ayırmaması, daha sonraları özellikle Hanefî
usûlcülerin yaklaşımları esas alınarak benimsenen yaygın Fıkıh usûlü planından farklılık
arzeden başlıca hususlar olarak zikredilebilir.
Kaynak teorisini ele alırken Gazzâlî’nin, delil kavramının İslâmî literatürde ve özellikle
İslâm Hukuk literatüründe kaynak kavramından çok daha kapsamlı bir kullanıma sâhip
olduğunu göz önünde bulundurduğu, böylece yer yer “usûl” ve “usûlü’l-edille” gibi
kavramları kullanarak, bu teori içinde gerçekten “hüküm kaynağı” olarak nitelendirilebilecek
delilleri incelemeye özen gösterdiği dikkat çeker. Gazzâlî’ye göre İslâm Hukuku'nun
kaynakları üçtür: Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in Sünneti, icmâ... Olumsuz anlamda olmak
üzere ve mecâzen akıl da (veya istishâb) dördüncü bir kaynak sayılabilir.
Kıyasa ise kaynaklar arasında değil, hüküm çıkarma metotları içinde yer verilmesi gerekir.
Gazzâlî kaynaklara toplu bir bakış yaparken, hükümlerin bağlayıcılık sebebi dikkate
alındığında bütün delillerin temelde yüce ALLAH’ın sözü olma noktasında birleştiğini,
bu irâdenin bilinmesini sağlayan vâsıtanın ise Hz. Peygamber’in sözü olduğunu da hatırlatır.
KUR'AN için, “meşhur yedi harf (kıraat) üzere tevâtür yoluyla mushafın iki kapağı arasında
bize nakledilegelen ALLAH Kelâmı” şeklinde bir tanım veren Gazzâlî, Kur’ân-ı Kerîm’in
kaynaklık vasfı itibâriyle İslâm âlimleri arasında ihtilâf bulunmadığından bu konuyu oldukça
kısa tutar.
Sünnet bahsinde Gazzâlî’nin, diğer yerlerde genellikle özen gösterdiği tanım verme
tutumunu tâkip etmediği ve doğrudan kavlî sünnetin incelemesine geçtiği görülür.
Esâsen Gazzâlî, Hz. Peygamber’in fiillerini ve takrirlerini de Sünnet kapsamında telâkki
eder.Biz de o düşüncedeyiz. Peygamber'in sâdece söyledikleri değil; davranışı, hareket tarzı
da Sünnet'tir... Eserlerinde işlediği konuların delilleri arasında zikrettiği hadislerin sıhhat dereceleri
üzerinde hassasiyet göstermemekle eleştirilmiş olan Gazzâlî’nin, Fıkıh usûlü zemininde
haber çeşitleri, tevâtür yoluyla veya haber-i vâhid şeklinde intikâl eden hadislerin
epistemolojik açıdan değerlendirilmesi, cerh ve ta‘dîl meseleleri gibi Kelâm ve Hadis usûlü
ilimleriyle de kesişen birçok konuyu sağlam teorik esaslara dayandırma çabası içinde olduğu
görülür.
İcmâyıı “Muhammed ümmetinin herhangi bir dinî hüküm üzerinde fikir birliği etmesi”
şeklinde tanımlayan Gazzâlî, icmânın gerçekleşme imkânının bulunduğunu savunur. Ancak
icmânın kaynaklık vasfının dayanağı olarak gösterilen Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin bu mânâyı
sevketmek üzere geldiğini kabul etmez. İslâm ümmetinin hatâ veya dalâlet üzerinde
birleşmeyeceğini bildiren ve cemaatten ayrılmama gereğini telkin eden çok sayıdaki hadisin
tevâtür derecesine ulaşmış olan ortak anlamını icmâ için en kuvvetli dayanak olarak görür.
Her ne kadar Gazzâlî -muhtemelen menâkıb kitaplarındaki bilgilere dayanarak- "İmam Şâfiî’nin,
icmânın Kur’an’daki dayanağını açıklamak üzere Nisâ sûresinin 115. âyetinin yorumuna
tutunduğunu" ifâde ederse de, Şâfiî’nin er-Risâle adlı eserinde icmânın dayanağını özel bir
biçimde incelerken hiçbir Kur’an âyeti zikretmeksizin bunu mütevâtir Sünnet'e dayandırdığı
görülür.
İcmânın rükünleri ve şartları konusunda usûl yazarlarının çoğu gibi Gazzâlî’nin de
ictihad müessesesinin faal olmadığı bir dönemde bir tür toplu ictihad demek olan icmâyı
düzenlemeye çalışıyor olmanın etkisiyle, sırf teori planında kalan meseleler üzerinde
kafa yorduğu görülür. Ona göre icmâ ehlinden kabul edilecek kişilerde aranacak temel
nitelik nihâî tahlilde müctehid olmaktır. Gazzâlî’nin, bid‘at ehli âlimlerin küfrüne
hükmedilmedikçe icmâda dikkate alınması gerektiğini savunurken, ilim adamlarını karalamaya
yönelik kötü niyetli girişimlere karşı tedbir almaya ve fikir hürriyetine ket vurulmasını
önlemeye çalıştığı söylenebilirse de, fâsıkın karşı görüşünün icmânın oluşmuş sayılmasına
engel olacağını belirtmesi, başka konulardaki tavırları ve ifâdeleriyle bağdaşır
görünmemektedir. Zirâ bâzı dâvâlarda sınırlı sayıda kişiyi ilgilendiren şâhitlik konusunda
adâleti (fâsık olmamayı) şart koşarken, bütün ümmeti ilgilendiren bir hükmün varlığının bu
vasfı taşımayan bir kişi tarafından tehdit edilebilmesini kabul etmek tutarlı olmaz. Her ne
kadar Gazzâlî, rivâyet ve şehâdette haber verme özelliğinin, icmâda ise görüş bildirmenin
söz konusu olduğu gerekçesiyle bu ayırımı haklı göstermek istiyorsa da,
böyle bir mukayesede ortaya konan beyânın mâhiyeti değil, sağladığı sonuç esas olmalıdır.
Nitekim Gazzâlî bir başka yerde, hocası Cüveynî’nin yaptığı gibi
müctehidlik mertebesine ulaşma ile ictihadın kabulünü birbirinden ayırt ederek müctehidin
görüşünün kabûlü için adâlet sıfatını zedeleyen kötü davranışlardan kaçınmasının şart
olduğunu açıkça belirtmektedir.
Gazzâlî’nin ifâdesinde geçen “sıhhat şartı” nitelendirmesinin lâfzına sarılarak geçerli bir
ictihadın icmâda dikkate alınmasının yerinde olacağı söylenebilirse de, icmâda dikkate
almanın o ictihadı kabul anlamına geldiği göz ardı edilmemelidir. Burada Gazzâlî’nin, bâzı
müctehidlerin basit sebeplerle ictihad ve dolayısıyla icmâ çerçevesi dışına çıkarılıvermesini
önlemek gibi bir amacının bulunduğu düşünülebilir; fakat bunu sağlamanın yolu fâsıkı icmâ
ehlinden saymak değil, Fıkıh kitaplarında “adâlet” şartıyla ilgili olarak yer alan sıkı kayıtların
içtimâî şartlar dikkate alınıp gözden geçirilmesi ve mâkul bir çizgiye çekilmesi olmalıdır.
Azınlığın farklı görüşte olması hâlinde icmânın meydana gelip gelmeyeceği konusunda
Gazzâlî’nin tavrı kesindir. Ona göre bir veya iki kişi dahi muhâlif kalsa, icmâ teşekkül etmez.
Gazzâlî, “İmam Mâlik, hüccet sâdece Medineliler’in icmâsındadır, der”
tarzında bir nakilde bulunduktan sonra, icmânın Medineliler’in ittifakına inhisar
ettirilemeyeceğini ispat için parlak deliller ileri sürüp, başarılı bir reddiyede bulunmakla
berâber, bu görüşün İmam Mâlik’e nisbetinin sahih olup olmadığı ve “amel-i ehl-i Medîne”
(Medineliler'in hareket tarzı) kavramının tahlili üzerinde durmaz.
Gazzâlî’nin eserlerinde gerek birlikte, gerekse ayrı ayrı olmak üzere örf ve âdet
kavramlarına sıkça rastlanırsa da bunlar, hukuk kaynağında yer alan bir delil anlamındaki örf
ve âdeti ifade etmek üzere değil; “bir meslek çevresinin terimleri”, “hayat olaylarının akışında
mûtat olan durumlar”, “müsellemât-ı akliyye” (aksiyomlar), “Tabiat kanunları” gibi anlamları
ifâde için kullanılmıştır.
“Mâkûl” başlığı altında kıyası hararetle savunan ve kıyas konusunu geniş
bir incelemeye tâbi tutan Gazzâlî, ortaya koyduğu bu sistematikle bir taraftan kıyasın bir
Hukuk kaynağı değil, kaynaklardan hüküm çıkarma metodu olduğunu, diğer taraftan da
kıyasla yorum arasındaki farklılığı vurgulamış olmaktadır.
Gazzâlî ictihadı, “müctehidin şer‘î hükümleri elde edebilmek için olanca çabayı
harcaması” , ictihadın konusunu da “hakkında kesin delil olmayan her şer‘î hüküm”
şeklinde tanımlar. Gazzâlî’ye göre müctehidde aranacak iki esas şart, şer‘î kaynaklar ve
bunlar arasındaki hiyerarşiyi bilmek, adâlet sıfatını taşımak ve bu niteliği zedeleyen kötü
davranışlardan kaçınmaktır. Fakat yukarıda belirtildiği üzere bu ikincisi ictihadın geçerliliği
(müctehid sayılmak) için değil, fetvanın kabûlü için şarttır. Kişinin ne zaman şer‘î kaynakları
kuşatmış ve ictihad mertebesine ulaşmak için gerekli ilimleri elde etmiş sayılacağı sorusundan
hareketle, müctehidin ilmî yönüne ilişkin şartlara dâir görüşlerini ortaya koyan Gazzâlî,
her nevi bilgi için “tahfîf” (kolaylaştırma) tâbirini kullanarak pratik öneriler getirir. Müctehidde
aranacak vasıflar konusunda mutedil bir tavır ortaya koyan Gazzâlî’nin bu bölümdeki
ifâdelerinden, ictihad müessesesinin sürekliliğini sağlama zarûretini savunduğu açıkça
anlaşılmaktadır. Zirâ Gazzâlî, ictihad için gerekli şartlardan tâviz vermemeye özen gösterdiği
gibi ictihad faaliyetini tamâmen nazarî veya hayâlî bir duruma getirecek çok sıkı şartlar içine
hapsetmekten de kaçınmaktadır. Öte yandan Gazzâlî, “sekiz ilim” tâbir ettiği bilgilerin bir
arada bulunması şartının mutlak müctehid hakkında olduğuna işâret eder ve ictihadın
bölünemez bir mansıp olmadığını, belirli konularda uzmanlık kazanmış kişilerin o konularda
fetva verebileceklerini savunur. Taklidi “bir sözü hüccetsiz kabul etmek” şeklinde tanımlayan
Gazzâlî, bunun gerek usûlde, gerekse fürûda ilme götüren bir yol olmadığını belirtir.
Gazâli'nin aşağıdaki tasavvufî görüşleri: Süleyman Uludağ'on yazısından alınmıştır.
Gazzâlî, Tasavvuf ve tasavvufî hayat etrâfında oluşan tereddütleri ortadan kaldırarak
bu harekete meşrûiyet kazandıran, bu şekilde Tasavvuf'un gelişmesinde ve yaygınlaşmasında
etkili olan bir mutasavvıf-düşünürdür.
Gazzâlî’nin yaşadığı çağ yoğun tasavvufî faaliyetlerin görüldüğü bir dönemdir. Tasavvuf
klâsiklerinden "el-Lüma' fi’t-tasavvuf"un müellifi Ebû Nasr es-Serrâc, Gazzâlî’nin hemşerisiydi.
Gazzâlî, Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî ve Abdülkerîm el-Kuşeyrî gibi ünlü sûfî yazarların
yetiştiği Nîşâbur’da eğitim gördü. Daha sonra Irak ve Suriye gibi sûfîlerin ileri gelenlerinin
yaşadığı bölgeleri gezdi. Buralardaki sûfîlerle tanıştı, kendilerinden faydalandı.
Onun Tasavvuf'a yöneliş sebebi kadar zamanı da önemlidir. Elli yaşlarında iken yazdığı
"el-Münkız mine’d-ralâl"de önce Kelâm, ardından Felsefe ve Ta‘lîmiyye yoluyla gerçeğe
ulaşmayı denediğini, ancak gâyesine erişemediğini, daha sonra Tasavvuf'a yöneldiğini ve
aradığı gerçeği burada bulduğunu açıkça ifâde eder. Bu eserde, Tasavvuf'a yöneldikten ve
fiilen sûfiyâne bir hayat yaşamaya başladıktan sonra inzivâya çekilerek on yılı aşkın bir süre
kâlp tasfiyesiyle meşgûl olduğunu söyler. Bu husus dikkate alınarak Gazzâlî’nin kırk yaşlarında
Tasavvuf'a yöneldiği ve hayâtının sonuna kadar, aradığı gerçeği burada bulduğuna inanarak
yaşadığı söylenebilir. Bununla berâber onun Tasavvuf'u tanıması ve ona ilgi duyması küçük
yaşlarda başlamıştır. Gazzâlî’nin babası Muhammed vaaz meclislerine ilgi duyan dindar ve
hassas ruhlu bir kişiydi. Vefat ettiği zaman henüz küçük yaşta olan iki oğlu Muhammed ve
Ahmed’in eğitimiyle ilgilenmesini sûfî bir dostundan rica etmişti. Kaynaklar bu sûfînin fakr
ve tecrid ehli bir kişi olduğunu kaydeder. Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin öğrencisi ve
Ebü’l-Kasım el-Cürcânî’nin müridi Ebû Ali el-Fârmedî (ölümü 1084) bâzı kaynaklarda
Gazzâlî’nin şeyhi olarak kabul edildiğine göre,
Gazzâlî’nin daha 27 yaşına gelmeden tasavvufî hayâta yakın bir ilgi duyduğu
anlaşılmaktadır. Fârmedî’nin sohbetlerinde bulunduğunu bizzat Gazzâlî de belirtmektedir.
Fârmedî’nin, “ALLAH’ın isimlerinden her biri kulun vasfı hâline gelir de, o kul henüz vuslata
ermemiş bulunur” dediğini nakleden Gazzâlî, şeyh-mürid ilişkisi konusunda kendisinden
faydalı şeyler duyduğunu anlatır. Sübkî, Fârmedî’nin ona ibâdet ve zikir konusunda
tavsiyelerde bulunduğunu söyler. Gazzâlî Tasavvuf yolunu tutmak istediği zaman bir üstada
danıştığını, onun kendisine dünya ile ilgilerini kesip inzivâya çekilmesini ve zikirle meşgûl
olmasını tavsiye ettiğini kaydeder ki, adını vermediği bu üstadın Fârmedî olması mümkündür.
Bütün bunlar Gazzâlî’nin tasavvufî hayâtı çocukluk döneminden itibâren yakından tanıdığını,
sûfîlerin sohbetlerine katıldığını, hattâ bâzı tasavvufî konularda dönemin önemli sûfîlerinin
fikirlerine başvurduğunu göstermektedir.
Gazzâlî’nin tasavvufî hayâtı erken tanımış olması Fıkıh, Kelâm ve Felsefe'yle ilgili konuları
incelemesine ve gerçeği buralarda aramasına engel olmamıştır. Kırk yaşına kadar çeşitli ilim
dallarında derinleşmiş ve pek çok fırka hakkında ciddi araştırmalar yapmış, ancak bu alanların
kendisini tatmin etmediğini ve aradığı gerçeği bulamadığını görünce Tasavvuf'u daha
derinden incelemeye başlamıştır. Önce, daha kolay olan Tasavvuf'la ilgili nazarî bilgileri
öğrenmek için Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî ve Şiblî gibi sûfîlerin fikirlerini, Hâris
el-Muhâsibî ve Ebû Tâlib el-Mekkî gibi mutasavvıfların eserlerini incelemiş, bunları özüne
inerek en mükemmel biçimde kavradıktan sonra, kesin olarak şu kanaate varmıştır: Kötü
vasıfları iyi vasıflarla değiştirmek sûretiyle tasavvufî hayâtı tatmadan ve yaşamadan sûfîleri
fıkıhçı, kelâmcı ve felsefecilerden ayıran temel özellikleri kavramak mümkün değildir.
Hiç hasta olmamış bir kişiyle bir hastanın hastalık konusundaki bilgileri nasıl farklı ise, sûfî
ile sûfî olmayanın Tasavvuf hakkındaki bilgileri de o kadar farklıdır. Yani sûfîlik söze ve
anlatıma değil, tatmaya ve yaşamaya dayanmaktadır. Şu hâlde tasavvufî bilgi tecrübe edilmiş
bilgidir.
Aradığı gerçeği tasavvufî hayâtı yaşayarak bulacağı kanaatine varan Gazzâlî, bu noktada
bir özeleştiri yapar. Davranışlarında samimi olmadığını, işlerinde ALLAH’ın rızâsını
gözetmediğini, şan ve şöhret peşinde koştuğunu farkeder. 1095'de Bağdat’taki müderrislik
görevinden ayrılarak Suriye yoluyla Mekke’ye gitmeye karar verir. Derviş kıyâfeti içinde
Şam’a gelir. Nasr b. İbrâhim el-Makdisî’nin zâviyesine iner. Zehebî’ye göre zâviye şeyhi
Makdisî ile görüşür. Şam’da kaldığı süre içinde ALLAH’ın zikriyle kâlbi temizleme, ahlâkı
düzeltme ve nefsi arındırma işiyle uğraşır. Bu uğurda riyâzet ve mücâhedelere girer, çile
çeker. Bâzan Emeviyye Câmii’nin minâresine çıkar, kapıyı üstüne kapatır ve kendini ibâdete
ve tefekküre verir. Daha sonra Kudüs’e geçer, benzeri çilelere burada da devam eder.
Kâbe’yi ve Hz. Peygamber’i ziyâret için Hicaz’a gider. Gittiği her yerde velîleri, türbeleri
ziyâret eder. Hayâtının son yıllarını geçirdiği Tûs’ta evinin yanında inşa edilen medresede
bir yandan öğrencilere Fıkıh dersleri verirken, öte yandan aynı yerde yapılan hankahta gönül
ehliyle sohbetler yapar.
Gazzâlî bir sûfî gibi yaşamış ve Tasavvuf yoluyla ilâhî hakikate (Mârifetullah) ulaşmak için
çile çekmekle berâber zâhirî ilimlerin, özellikle Fıkıh'la Kelâm'ın nisbî bir değeri bulunduğunu
ifâde etmiş, ancak vaktinin ve eserlerinin büyük bir kısmını Tasavvuf'a ayırmıştır. Meşhur
eseri "İhyâ'" çilelerle dolu halvet hayâtının ürünüdür. Çoğu eseri hep Tasavvuf ağırlıklıdır.
Gerçi bu eserlerden bâzılarının ona âidiyeti tartışmalıdır; fakat tartışmalı olan eserler de onun
genel kanaatleriyle uyuşmayan herhangi bir unsur ihtiva etmez.
Bütün çabasını ve dehâsını Tasavvuf'u Müslümanlar'ın gözünde meşrûlaştırmak ve onu
yüceltmek için harcamış olan Gazzâlî, büyük ölçüde amacına ulaşmıştır. Kendisinden kısa bir
süre önce aynı bölgede yaşayan Abdülkerîm el-Kuşeyrî, ünlü er-Risâle’sinde sûfîliğin yok
olmak üzere bulunduğundan yakınıp, halkı hakiki sûfîliğe, sûfîleri de Şeriat'ın hükümlerine
uymaya çağırır ve bu yolla Tasavvuf'u Şeriat'a yaklaştırmak için uğraşırken, Gazzâlî tasavvufî
fikirlerin ve hayâtın İslâm’a uygun olduğunu gösterme çabasına girmiş, yaptığı yorumlarla
Şeriat'ı Tasavvuf'a yaklaştırmıştır. Ondan sonra Tasavvuf, Ehl-i Sünnet muhitinde kendisine
sağlam bir zemin bulmuş, bu zeminde emin bir şekilde gelişmiş ve güçlenmiştir.
Gazzâlî zâhirle bâtını, Şeriat'la hakikati bağdaştıran bir sûfî-düşünür olarak kabul edilir.
Zâhirî ve şer‘î ilimler alanında geniş bir bilgiye sâhip olması yanında müfrit tasavvufî görüşleri
eleştirmesi, zâhir ulemâsının da ona saygı duymasına ve kendisini eleştiren bâzı âlimlerin
itirazlarının etkisiz kalmasına sebep olmuştur.
Şeriat ilmine aykırı düşmeyen ılımlı bir Tasavvuf anlayışını
benimseyen Gazzâlî, ahlâkî değerlere ve dinî ilimlere bir canlılık getirmeye, ihya hareketini
Tasavvuf zemininde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Ancak Gazzâlî, Bâyezîd-i Bistâmî ve
Hallâc-ı Mansûr gibi coşkulu Tasavvuf anlayışına da yabancı kalmadı. Kelâm ve Felsefe yoluyla
dinî akîdelerin çözümlenemeyeceğini görerek, bu hedefe ilâhî nurun aydınlığında sûfî
zevkiyle ulaşmayı denemiş ve bu noktada psikolojik tecrübeyi aklî kıyaslara tercih etmiştir.
Ona göre gerçek Din, dindarın Ruhunda hissettiği ve yaşadığı mânevî tecrübedir. Başta "İhyâ'"
olmak üzere birçok eserinde gerek inanç ve ibâdetlerin, gerekse ahlâkî değerlerin
tasavvufî izahlarını yapmış; bunların amaç, hikmet ve sırları üzerinde durarak ciddi bir Din
Felsefesi meydana getirmiştir.
Gazzâlî’nin Tasavvuf anlayışı Ruh hakkındaki görüşüyle yakından bağlantılıdır. Ona
göre Ruhlar hissî, hayâlî, aklî, fikrî ve kutsî olmak üzere beş türlüdür. Bu Ruhları'n en
mükemmeli nebî ve velîlerin Ruhlarıdır. Bunlar kutsî Ruhlar olup, doğrudan ALLAH’tan vahiy
ve ilham alma özelliğine sâhiptirler. Ancak velîlerin Ruhları ALLAH’tan feyiz alma konusunda
peygamberlerin Ruhlarına muhtaç oldukları hâlde peygamberlerin Ruhları onlara muhtaç
değildir. Bununla beraber velîlerin Ruhları peygamberlerin Ruhlarına son derece yakındır,
hemen hemen onlara muhtaç olmadan ışık verecek durumdadır.
Peygamberler melekleri hem görür, hem seslerini işitirler. Velîler ise onları ya görür veya
seslerini işitirler, görme ile işitme birlikte gerçekleşmez.
Onun döneminde vahdet-i vücûd tâbiri bulunmadığından İslâm’a aykırı görülen aşırı
tasavvufî hareketler daha çok ittihad, hulûl ve ibâhîlik sözleriyle ifâde ediliyordu. Gazzâlî’nin
bu kavramlarla ilgili açıklamaları onun ne tür bir Tasavvuf anlayışına sâhip olduğunu
göstermesi bakımından önemlidir. Başta "Mişkâtü’l-envâr" olmak üzere çeşitli eserlerindeki
bâzı ifâdelere bakan bir kısım âlimler onu vahdet-i vücûdu benimseyen bir mutasavvıf olarak
görmüşlerdir.
Gazzâlî "Mişkâtü’l-envâr"da gerçek anlamda sâdece ALLAH’ın vârolduğunu, hakikatlerin
hakikatine ulaşan ve Ruhî mi‘raclarını tamamlayan âriflerin ALLAH’tan başka bir varlığın
bulunmadığını apaçık olarak gördüklerini ve “ALLAH’tan başka varlık yoktur” (lâ mevcûde
illallah) dediklerini söyler. Ona göre avamın tevhidi “lâ ilâhe illallah”, havassın tevhidi
“lâ mevcûde illallah” veya “lâ ilâhe illâ hû” sözleridir.
"el-Münkız"da da sûfîlerin dille anlatılamayan bir gerçeğe ulaştıklarını söyler. Özellikle
"İhyâ'ü 'ulûmi’d-dîn"de Tasavvuf'un muamele ve mükâşefe ilmi olmak üzere iki bölümden
meydana geldiğini, muamele ilminin söylendiğini ve yazıldığını, buna karşılık mükâşefe
ilmini söylemenin ve yazmanın câiz olmadığını anlatır. Gazzâlî’yi vahdet-i vücûd görüşüne
sâhip bir sûfî olarak görenler, onun söylenmesi ve yazılması câiz olmayan mükâşefe ilmiyle
vahdet-i vücûdu kastettiğini ileri sürmüşlerdir. Muamele ilmini en güzel şekilde yorumlayan
Gazzâlî’den sonra gelen Muhyiddin İbnü’l-Arabî (1154-1240) mükâşefe ilmine dalmış ve
bunun en güzel yorumunu yapmıştır.
Diğer taraftan bâzı araştırmacılar, vahdet-i vücûd görüşünü benimsemediği için
Gazzâlî’yi tam anlamıyla sûfî saymamışlar, kardeşi Ahmed el-Gazzâlî’yi ondan daha büyük
bir sûfî olarak görmüşlerdir. Nitekim Gazzâlî’nin kardeşini kastederek, “Ben aradım, o buldu”
dediği rivâyet edilir. Fakat gerek hayâtı, gerekse eserleri onun büyük bir sûfî-düşünür
olduğunu göstermektedir.
Hulûl ve ittihad konusu üzerinde de önemle duran Gazzâlî hulûl ve ittihadı esas itibâriyle
reddeder. Fakat kendinden geçip fenâ hâlinde bulunanlarda bâzan hulûl ve ittihada benzeyen
durumların mevcut olabileceğini söyler. Bunların şâirâne mecâzi ifâdeler veya yanlış beyanlar
olduğunu, hiçbir şekilde ALLAH’ın kulla birleşmeyeceğini veya O’na hulûl etmeyeceğini, her
zaman Rabbin Rab, kulun kul olarak kalacağını vurgular. Bu arada Bâyezîd-i Bistâmî (804-874)
ve Hallâc-ı Mansur (858-922) gibi mutasavvıfların şathiyelerini tasavvufî çerçevede yorumlar.
Gazzâlî’ye göre tasavvufî hâller aklın yetki alanı dışında kalır. Ancak bu alanda aklen
imkânsız olan hususlar söz konusu olamaz. Meselâ ALLAH’ın bir sûfîye bir kişinin ölüm
zamânını bildirmesi mümkündür; fakat onu kendisine denk bir duruma getireceğini
bildirmesi kabul edilemez. Zirâ bu durumda bir aklî imkânsızlık söz konusudur.
Böylece hulûl ve ittihadı kökten reddeden Gazzâlî, aklı bir denetim aracı olarak kullanmayı
da ihmal etmemektedir. Tasavvufunu mâkul ve ılımlı hâle getiren de bu durumdur. Yaratıcı
ile yaratılan varlık arasında kesin bir ayırım yapması, seyrüsülûkte yükümlülüğün düşeceği
bir noktaya ulaşmanın imkânsız olduğunu söylemesi, Gazzâlî’nin tasavvufunun iki temel
ilkesidir. Riyakâr ve ham Ruhlu zâhidleri, şekilci ve ibâhiyeci mutasavvıfları sert bir biçimde
tenkit eden Gazzâlî, "el-Keşf ve’t-tebyîn" adlı eserini bu konuya ayırır.
"İyâ'ü 'ulûmi’d-dîn" İslâm’ın Tasavvuf'a göre yorumlanması esâsına dayanır. Bu eseri
vâsıtasıyla Gazzâlî sâdece mutasavvıfları değil, ulemâyı da etkilemiştir. İbnü’l-Arabî’ye göre
Gazzâlî bir kutubdur. İmam Yâfiî, “Hz. Muhammed’den sonra peygamber gelmesi câiz
olsaydı bu Gazzâlî olurdu” der. Ebü’l-Abbas el-Mürsî, onun sıddîklık makamının en yüce
derecesini kazanmış olduğunu söyler. Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’ye göre Gazzâlî, ALLAH katında
vesîle olacak ulu bir kişidir.
İbn Tûmert, İbnü’n-Nahvî ve İbn Hirzihim onun fikirlerini Kuzey Afrika’da hâkim kılmaya
çalışmışlardır. "İhyâ'" özellikle Kuzey Afrika’daki Şâzeliyye, Yemen’deki Ayderûsiyye tarikatları
mensupları üzerinde son derece etkili olmuştur. Gazzâlî Abdülkadir-i Geylânî’yez (1078-1166)
de tesir etmiştir. Bâyezîd-i Bistâmî’nin hâl, Gazzâlî’nin ilim, Abdülkadir-i Geylânî’nin makam
konusunda kutub olduğu kabul edilir. Sonraki dönemlerde Gazzâlî’ye nisbet edilen,
Cüneydiyye veya Sehliyye’nin bir kolu sayılan Gazzâliyye tarikatı kurulmuşsa da
etkili olmamıştır.
Çağdaşlarından Kadî İyâz ve Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Gazzâlî’nin tasavvuf anlayışına ve
özellikle "İhyâ'ü 'ulûmi’d-dîn"e karşı çıkarak kendisini eleştirmişlerdi; hattâ eserin yakılmasına
fetva verilmişti., Gazzâlî’nin "İhyâ'"yı uydurma hadislerle doldurduğunu, bâtınî te’viller
cinsinden yorumlar yaptığını ve Fıkıh esaslarının dışına çıktığını söylerler.
İbn Teymiyye ise onun İbn Sînâ, İhvân-ı Safâ ve Ebû Hayyân et-Tevhîdî’nin etkisinde kaldığı,
eserlerine birçok fâsid felsefî fikirler ve saçma tasavvufî hususlar aldığı, bununla berâber
geneli itibâriyle "İhyâ'"nın iyi bir eser sayılabileceği görüşündedir.
Mustafa Sabri Efendi (1869-1954) onu bağışlanmayacak hatâları olan biri olarak görür.
Umûmiyetle son asırda gelişen Selefiyye hareketi, özellikle aklı ve ilmi öne çıkaran bâzı
İslâmî çevreler, Gazzâlî’nin tasavvufundan rahatsız olmuş ve onu "geri kalmışlığın bir sebebi"
olarak görmüşlerdir ki, doğru değildir... Her insan gibi onun da hatâlır vardır ama, ilme ve
insanlığa katkısı büyüktür... Onu anlayacak insan gerek.
ALLAH üçüne de gani gani rahmet eylesin!
Ruhi Selman selman@journalist.com
- BİR
SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
ESERLERİ - SOKRATES'İN SAVUNMASI , Charmides, Crito, Euthyphro, Gorgias, Hippias
(minor), Hippias (major), Ion, Laches, Lysis, Protagoras, Cratylus, Euthydemus, Meno,
Parmenides, Phaidon, Phaedrus, DEVLET, Şölen, Theaetetus, Son: Critias, Sofist,
DEVLET ADAMA, Timaeus, Philebus, YASALAR.
ESERLERİ: - ORGANON (mantık üzerine) Yüklemler (ya da Kategoriler), Yorum Üzerine,
Birincil Analitik (ya da birincil çözümleme), İkincil Analitik (ya da ikincil çözümleme),
Topikler (ya da yaygın düşünceler), Sofistiklerin Çürütülmesi
- PHYSCA (Fizik) : Gökyüzü Üzerine , Ortaya Çıkma ve Yokolma Üzerine ,
Gök Cisimleri Üzerine , Kosmos Üzerine.
KISA DOĞA YAZILAR: Duyular Üzerine , Anı ve Anımsama Üzerine, Uyku ve Uyanma
Üzerine , Rüyalar Üzerine , Uykuda Kehanet Üzerine , Uzun Ömür ve Kısa Ömür Üzerine ,
Gençlik ve İleri Yaş Üzerine , Yaşam ve Ölüm Üzerine , Soluma Üzerine , Nefes Üzerine ,
Hayvanların Tarihi Üzerine , Hayvanların Kısımları Üzerine , Hayvanların Hareketi Üzerine ,
Hayvanların Gelişimi Üzerine , Hayvanların Oluşumu Üzerine , Renkler Üzerine ,
Duyulan Şeyler , Fizyognomikle, Bitkiler Üzerine , Duyulduk Harikulâde Şeyler Üzzerine ,
Mekanik , Bölünemez Çizgiler Üzerine ,Rüzgârların Yerleri ve Adları ,
Melissos, Ksenofanes ve Gorgias Üzerine.
- METAFİZİK : Can Üzerine ya da Ruh Üzerine
- ETİK VE POLİTİKA : Nicomakos'a Etik , Magna Moralia ,Eudemos'a Etik , Erdemler
ve Erdemsizlikler Üzerine , Politika , Ekonomikler , Atinalıların Yasası
- ESTETİK ; Retorik , İskender'e Retorik , Poetika.
2. Mantık: Yukarıda Organon’un kapsamında yer alan altı kitap.
3. Matematik: Aritmetik, Geometri, Optik, Astronomi, Müzik, Mekanik.
4. Fizik ve Metafizik (Burada Fizik'ten maksat Aristo’nun Tabiat İlimleri alanındaki
sekiz kitabıdır).
5. Medenî İlimler: Ahlâk, Siyâset, Fıkıh, Kelâm.
b) Burhân kesin ve zorunlu bilginin ilke ve kurallarını verdiği için mantığın esasıdır
ve başlıca ilim sayılmaktadır.
c) Burhân’dan sonra gelen Topika, Sofistika, Retorika ve Poetika ise kıyasın
uygulama alanlarıdır.
(BURHAN -aslı BÜRHAN- , "doğruluğunda asla kuşku bulunmayan ve kesin bilgi
sağlayan delil, hüccet, kesin kanıt, hakkı bâtıldan doğruyu yanlıştan ayıran delil, Uygur
Türkleri'nde Buda’ya verilen ad, mûcize, doğru yolu gösteren, bir şeyi ispat eden,
Yaradan, ilâh, ALLAH, ilâhî aydınlık, nur "demektir. Burada "kesin delil" anlamında geçiyor.)
Topika diyalektik kıyas şekillerini (cedel) konu aldığından ifâde ettiği
bilgilerde doğruluk payı fazladır.
Sofistika hayâl ve kuruntuya dayanan kıyaslardan
oluştuğu için burada hatâ payı büyüktür. Eğer bu tür kıyaslara bilerek başvurulursa
sonuçta elde edilen bilgi safsata ve demagojiden başka bir şey değildir.
Retorika’da (hitâbet) halk arasında genel kabul gören önermelerden
(müsellemât, meşhûrât) oluşan kıyaslara başvurulur. Bu tür kıyaslarda doğru ve yanlış
payı eşit durumdadır.
Poetika "şiir sanatı" demektir. Sanatkâr hayâl ve duyguyu ön plâna çıkardığı için
şiirle ifâde edilen bilgi edebiyat ve eğitim açısından değerli olmakla birlikte, Mantık
bakımından geçerli değildir.
EKLEKTİSİZM: Farklı fikirlerden kendisine göre en iyilerini seçerek yeni bir fikir
yapısı oluşturma.
b) Kendi vücudunda kâlp, beyin ve çeşitli fonksiyonlara sâhip iç ve dış organların
koordineli bir şekilde çalışmasını, kâlbin beyne, onun da diğer organlara kumanda
etmesini örnek alan İnsanoğlu devlet'i gerçekleştirmiş olabilir. (biyoorganik teori)
c) İnsan doğuştan medenî bir varlıktır. Tek başına üstesinden gelemeyeceği
ihtiyaçlarını karşılayabilmek için iş bölümünün ve dayanışmanın en yüksek düzeyde
gerçekleşeceği büyük çapta bir örgütlenmeyi düşünerek devlet'i kurmuştur.
(fıtrat teorisi)
d) İnsan topluluklarının bir arada yaşamasını sağlayacak iki önemli güç vardır:
Sevgi ve adâlet... Mutlu olma gâyesiyle yaratılan insan mutluluktan tam olarak nasibini
alabilmek için adâleti gerçekleştirecek güçlü bir kuruluşa ihtiyaç duymuş ve bu amaçla
devleti meydana getirmiştir. (adâlet teorisi)
(MU'TEZİLE , "uzaklaşan, bir kenara çekilen" demektir. Bu mezhebe mensup
olanlar, büyük günah işleyen kimseyi kâfir veya müslüman arasında, fâsık, yâni günahkâr
sayarlar. Felsefeci diye bilinirler. Kaderi inkâr ettikleri, "ALLAH şerri yaratmaz" dedikleri
söylenir.)
2. Güç hâlindeki akıllarını çalıştırıp fiil alanına yükselttikleri (bilgi ürettikleri)
hâlde davranışlarını olgunlaştırmak için herhangi bir çaba göstermeyen fâsıkların nefsi
ölümsüzdür, fakat ebedî olarak işkence görecektir.
3. Müstefâd akıl, yâni anlama kaabiliyeti yüksek, sonuç çıkaran akıl düzeyine
yükselen ve ahlâkî erdemlerle de bezenmiş bulunanların, yâni nazarî ve amelî hikmete
sâhip olanların nefisleri ise ebediyen mutlu olacaktır.
2. es-Siyâsetü’l-medeniyye ... el-Medînetü’l-fâzılave ve bu kitap muhteva
bakımından birbirini tamamlar mahiyettedir. İlk defa Mûsâ b. Samuel b.
Tibbon’un İbrânîce tercümesi olarak Londra'da, 1850'de neşredilmiştir.
Daha sonra Beyrut'ta 1902'de ve 1964'de, Haydarâbâd'da 1927'de ve 1931'de,
Leiden'da 1904'de ve 1930'da, Bombay'da 1937'de yayınlanmıştır.
Eseri "Es-Siyâsetü’l-Medeniyye veya Mebâdi’ul-Mevcûdât" başlığı altında Mehmet
Aydın, Abdülkadir Şener ve M. Râmi Ayas Türkçe’ye çevirmiş İstanbul'da, 1980'de
neşretmişlerdir.
3. Kitâbü’l-Mille ... İki bölüme ayrılan eserin birinci bölümünde genel olarak
dinin, dinî liderin ve fıkıh ilminin Felsefe ile olan yakın ilişkisi üzerinde durulur.
Bu kısım el-Medînetü’l-fâzıla ve es-Siyâsetü’l-medeniyye’deki bilgilerin âdeta bir
tekrarı gibidir. İkinci bölüm ise “medenî ilimler” başlığını taşıyan
beşinci faslın büyük ölçüde tekrarı mahiyetindedir. İlk defa Beyrut'ta 1967'de
neşredilmiştir.
4. İhsâ'ü’l-'ulûm ... Filozof'un ilimlerin tasnifine dair bu eserinin beşinci faslı
çeşitli kütüphane kataloglarında müstakil bir kitap olarak yer almaktadır.
İlk defa Kahire'de, 1931'de yayınlanmıştır. Eser Lâtince, İbrânîce, Almanca, Fransızca,
İngilizce ve İspanyolca’dan başka Ahmet Ateş tarafından "İlimlerin Sayımı" adıyla
Türkçe’ye çevrilmiş, İstanbul'da, 1955'te neşredilmiştir.
5. Tahsîlü’s-sa'âde ... Eserde Filozof'un içtimâî, siyâsî ve ahlâkî problemleri bir
arada işlediği görülür. İçinde ilimler tasnifine de yer verilmekle birlikte, kitap genel
muhtevâsı itibâriyle ahlâka dâir bir eser sayılmaktadır. İlk defa Haydarâbâd'da 1926'da
yayınlanmıştır. Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin Burslan tarafından Türkçe’ye çevrilen
eseri "Fârâbî" adıyla İstanbul'da 1940'da yayınlanmıştır. Ayrıca Hüseyin Atay
“Mutluluğu Kazanma” başlığıyla tercüme ederek Fârâbî’nin Üç Eseri içinde Ankara'da 1974'te
yayımlamıştır.
6. et-Tenbîh 'alâ sebîli’s-sa'âde ... Mutluluk ahlâkını konu alan bu eser muhtevâsı
itibâriyle bir öncekinin devamı mâhiyetindedir. İlk defa Haydarâbâd'da. 1927'de
basılmıştır. Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin Burslan eseri Türkçe’ye çevirmişler
"Fârâbî" adı altında İstanbul'da 1940'da yayınlamışlardır.
7. Fusûlü’l-medenî... Fârâbî’nin başta siyâset ve ahlâk olmak üzere çeşitli
meselelere dâir görüşlerinin kısa fasıllar halinde ifâdesinden ibâret olan bu eser
ilk defa D. M. Dunlop tarafından İngilizce çevirisiyle birlikte Cambridge'de, 1961'de
yayımlanmıştır. Hanifi Özcan eseri "Fusûlü’l-medenî-Siyaset Felsefesine Dâir Görüşler"
başlığıyla Türkçe’ye çevirmiş. İzmir'de, 1987'de yayınlamıştır.
8. el-Cem' beyne re'eyi’l-hakîmeyn ... Eflâtun ile Aristo’nun görüşlerini
uzlaştırmak amacıyla kaleme alınan eserde, ihtilâf konusu olan 13 mesele tesbit edilmiş,
bunların farklı açılardan yorumlanmasıyla iki filozofun ortak bir noktada birleşecekleri
ispat edilmeye çalışılmıştır. Eseri ilk defa Leiden'da, 1890'da, Fârâbî’ye âit bâzı risâlelerle
birlikte yayımlamıştır. Eser Mahmut Kaya tarafından “Eflatun ile Aristoteles’in
Görüşlerinin Uzlaştırılması” başlığıyla Türkçe’ye tercüme edilmiş, 1984'de yaynlanmıştır.
9. el-İbâne 'an garazi Aristotâlîs fî Kitâbi Mâ Ba'de't-tabî'a... Fârâbî, dört sayfa
tutan bu risâleyi Aristo’nun Metafizika adlı eserini tanıtmak amacıyla kaleme almıştır.
Filozof, kendi döneminde birçok kimsenin Aristo’nun bu eserini kelâma dâir sanarak
okuduğunu, fakat muhtevâsını çok farklı bulunca şaşırdığını belirtir. Fârâbî’nin tesbiti
gerçekten doğrudur; zirâ İbn Sînâ dahi "Metafizika’yı kırk defa okuduğu hâlde bir türlü
kavrayamadığını, ancak Fârâbî’nin bu risâlesini gördükten sonra anlayabildiğini" söyler ki,
bu husus
İbn-i Sinâ Celsesi'nde dile gelmiştir. İlk defa Leiden'da, 1890'da yayınlanmıştır.
10. Me'âni’l-'akl ... Kaynaklarda isminin başına “kitab”, “risâle” ve “makale”
kelimeleri getirilerek zikredilen bu eserde Fârâbî akıl teriminin altı ayrı anlamı
bulunduğunu söyler. Bunlardan Aristo’nun, "II. Analitikler"i ile "De Anima"sında söz
konusu ettiği akıl kavramı üzerinde durarak, bu gücün nasıl soyutlama yaptığını,
bilginin aşama aşama nasıl meydana geldiğini anlatır. İlk defa Ortaçağ’da "De Intellectu"
başlığı altında Lâtince’ye tercüme edilen bu metni Venedik'te, 1495'de; sonra Paris'te,
1638'de, ardından Leiden'da, 1890'da yayınlanmıştır.
Eser Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin Burslan tarafından Türkçe’ye çevrilmiş, "Fârâbî"
adı altında İstanbul'da, 1940'ta yayınlanmıştır.
11. Risâle fîmâ yenbagi en yükaddem kable te'allümi’l-felsefe ... Felsefe
öğrencilerine bir kılavuz olmak üzere yazılan bu risâlede Fârâbî İlkçağ’daki yedi felsefe
ekolünü tanıttıktan sonra Aristo’nun eserlerinin tasnifini yapmakta ve bu filozofun
doktrinini anlayabilmek için uygulanması gereken yöntem üzerinde durmaktadır.
İlk defa Bonn'da. 1836'da basılmıştır.
Mahmut Kaya da “Felsefe Öğreniminden Önce Bilinmesi Gereken Konular” başlığıyla
Türkçe’ye tercüme etmiş 1987'de yayınlamıştır.
12. 'Uyûnü’l-mesâ'il ... Ahlâk ve siyâset dışında Fârâbî Felsefesi'nin özeti
sayılabilecek olan bu eser ilk defa yine Bonn'da 1836'da basılmıştır.
Mahmut Kaya “Felsefenin Temel Meseleleri” adıyla Türkçe’ye çevirerek 1984'te
yayınlamıştır.
13. Fusûsü’l-Hikem ... Genel muhtevâsı itibâriyle daha çok İşrâki bir filozofun
kaleminden çıktığı izlenimini verdiği için mevsukıyeti tartışmalı olan risâle Fârâbî’nin
eserleri arasında üzerine en çok şerh yazılanıdır. İlk defa İstanbul’da 1872'de
basılmıştır.
14. el-Mesâ'ilü’l-felsefiyye ve’l-ecvibetü 'anhâ ... İlk defa Leiden'da, 1890'da
basılmıştır. Kahire 1907, 1925; Haydarâbâd 1925, 1931; Bombay 1931. Cevâb,
Cevâbât adlarıyla da anılan
eser, Felsefe ve Mantık alanında sorulan 43 soruya verilen cevaplardan oluşmaktadır.
Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin Burslan Türkçe’ye çevirmiş, "Fârâbî" adı altında
İstanbul'da, 1940'ta yayınlamışlardır.
15. en-Nüket fîmâ yesıhhu ve mâ lâ yesıhhu min ahkâmi’n-nücûm ... İlk defa
Leiden'da,
1890'da yayınlanmıştır. Astronomi (astroloji) hakkında bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış
olmak üzere bazı bilgiler veren eser, aynı zamanda müellifin felsefesine âit temel
görüşleri de ihtiva etmektedir. Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin Burslan
“Fazîletü’l-'ulûm” başlığıyla Türkçe’ye tercüme etmişler, "Fârâbî" kitabının içinde,
İstanbul'da, 1940'ta yayınlamışlardır.
16. et-Ta'lîka ... İlk defa Haydarâbâd'da, 1927'de yayınlanmıştır. Eser,
çeşitli felsefe problemleriyle ilgili 101 kısa notun bir araya getirilmesiyle oluşmuş bir
risâledir. Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin Burslan tarafından Türkçe’ye çevrilmiş,
"Fârâbî" adı altında, İstanbul'da, 1940'ta yayınlamıştır.
17. ed-De'âva’l-kâlbiyye ... İlk defa Haydarâbâd'da 1930'da yayınlanmıştır.
Eser, konu ve muhteva itibâriyle "'Uyûnü’l-mesâ'il" gibi Fârâbî Felsefesi'nin temel
problemlerine âit bir özet niteliğini taşımaktadır. Eseri Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin
Burslan Türkçe’ye çevirmişler, "Fârâbî" kitabının içinde, İstanbul'da, 1940'ta yayınlamışlardır.
18. Risâletü Zînûni’l-kebîr ... İlk defa Haydarâbâd'da 1934'te zyayınlanmıştır.
"er-Risâletü’z-Zînûniyye" olarak da bilinir.
Fârâbî’nin, Aristo’nun talebesi Büyük Zenon ile Şeyh-i Yûnânî’ye (Plotinus [?]) âit bâzı
risâleleri Hıristiyanlar'ın şerhettiklerini, fakat hakkını veremediklerini söyleyerek
kendisinin bu risâlede daha çok Din Felsefesi'ni ilgilendiren meseleleri altı madde
hâlinde özetlediği kaydedilir. Fakat genel muhtevâsı itibâriyle bunun Fârâbî’ye âit
bir eser olduğunu söylemek zordur. Eser Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin Burslan
tarafından Türkçe’ye çevrilmiş, "Fârâbî" kitabının içinde,
İstanbul'da, 1940'ta yayınlamışlardır.
19. İs_bâtü’l-müfâra'at ... İlk defa Kahire'de,1930'da yayınlanmıştır.
Ay Üstü Âlemi'nde maddeden bağımsız şekilde bulunduğu ve gezegenlerin dinamik
olarak hareketini sağladığı kabul edilen akılların ispatını konu alan bir risâledir.
Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin Burslan’ın Türkçe’ye tercüme ettiği risâlenin
(Fârâbî, İstanbul 1940), Hüseyin Aydın tarafından yeni bir çevirisi yapılmış,
Bursa'da, 1986'da yayınlanmıştır.
ÂLEM , "alâmet ve nişan koymak” mânâsındaki "alm" veya “bilmek” anlamındaki "ilm"
kökünden türetilmiş olup, "Yaratıcısının varlığına alâmet teşkil eden, onun mevcudiyetinin
bilinmesini sağlayan" demektir.
AY ÜSTÜ ÂLEM , Melekler'in ve Faal Akl'ın olduğu Mânâ âlemi'dir. Faal Akıl derece derece
aşağıya iner. 10, Akıl Ay Altı Alêm'e âittir.
AY ALTI ÂLEM, Varlık Âlemi, diğer deyişle Kevn va Fesad Âlemi (Oluş ve Bozuluş
Âlemi) Dört Unsur'dan, Toprak, Su, Hava, Ateş'ten teşekkül etmiştir. Gök cisimleriyle
berâber, bizim içinde olduğumuz Madde Âlemi'dir.
20. Felsefetü Aristotâlîs ... Aristo’nun ahlâk ve siyâset dışındaki eserlerinin bir
kritiği mâhiyetinde olup, Muhsin Mehdî tarafından tenkitli neşri Beyrut'ta, 1961'de
yapılmış ve Hüseyin Atay tarafından Türkçe’ye çevrilerek "Fârâbî’nin Üç Eseri" içinde
(Ankara'da, 1974'te yayımlanmıştır.
21. Felsefetü Eflâtûn .... Eflâtun felsefesini tanıtmak amacıyla kaleme alınan eseri
önce Franz Rosenthal ve Richard Rudolf Walzer London'da 1943'te neşretmiştir.
Eser Hüseyin Atay tarafından Türkçe’ye çevrilmiş. "Fârâbî’nin Üç Eseri" içinde
Ankara'da 1974'te yayınlanmıştır.
22. Telhîsu Nevâmîsi Eflâtûn ... Eflâtun’un "Nomoi" (Kanunlar) adlı eserinin
hulâsası olup, ilk defa Tahran'da, 1974'te yayınlanmış, Fahrettin Olguner tarafından
"Eflâtun’un Kanunlar'ının Özeti" adıyla Türkçe’ye çevrilerek Ankara'da, 1985'te basılmıştır.
23. Kitâbü’l-Hurûf ... Aristo’nun 14 bölümden oluşan "Metafizika"sının bölümleri
Grek alfabesinden bir harf ile birbirinden ayrıldığı için, eser tercümeler döneminde
" Kitâbü’l-Hurûf" olarak da literatüre geçmiştir. Fârâbî bu eseri şerhetmek amacıyla işe
başlamış, fakat o dönemde güncel bir problem olan Mantık'la Dil ve Gramer arasındaki
ilişki konusuna ağırlık verdiğinden, kitap bir bakıma Filozof'un Dil Felsefesi alanındaki
görüşlerini içeren bağımsız bir hüviyet kazanmıştır. Buna rağmen Filozof geleneği
sürdürerek, eserine "Kitâbü’l-Hurûf" adını vermiştir. Eser ilk defa Beyrut'ta, 1970'de
basılmıştır.
24. Risâle fi’l-Halâ' ... Atomculuğa karşı Maddî Kâinat'ta boşluğun bulunmadığını
ispat etmek üzere kaleme alınan ve bilim târihi açısından büyük önem taşıyan eseri
Necati Lugal ve Aydın Sayılı'nın Türkçe çevirisiyle birlikte Ankara'da, 1951'de
yayımlamışlardır.
25. Vücûbü sınâtati’l-kimyâ' ... Aydın Sayılı tarafından “Fârâbî’nin Simya Sanatının
Lüzûmu Hakkındaki Risâlesi" başlığıyla Türkçe’ye çevrilerek metniyle birlikte
Ankara'da, 1951'de neşredilmiştir.
26. el-Elfâzü’l-müsta'mele fi’l-mantık ... Klâsik kaynaklarda adı geçmeyen kitap,
bir bakıma Fârâbî’nin Mantık alanında kaleme almış olduğu eserlerin bir hulâsası
mâhiyetindedir. Eserde daha çok Dil-Mantık ve Dil-Düşünce arasındaki ilişki üzerinde
durulmakta, sıra itibâriyle "Kitâbü’l-Makulât"tan önce gelmektedir.
İlk defa Beyrut'ta, 1968'de basılmıştır.
27. et-Tavtı'e ... Mantık'la ilgili meselelere kısa bakışlar şeklinde telif edilmiş olan
eseri önce Dunlop'un İngilizce çevirisiyle 1956'da yayanlınmış, daha sonra da Mübahat
Türker Türkçe tercümesiyle birlikte 1958'de neşretmiştir.
28. el-Fusûlü’-Hamse ... Mantığa yeni başlayanlar için özet bilgiler içeren
risâle Dunlop tarafından 1955'te, Mübahat Türker tarafından 1958'de basılmıştır.
29. Îsâgucî (el-Medhal) ... Her ne kadar Aristo’nun "Kategoriler" adlı eserine giriş
mâhiyetinde Porphirios’un (Furfûriyûs) yazdığı, beş küllîyi konu alan eseriyle aynı adı
taşıyorsa da, tertip ve muhteva itibâriyle ondan oldukça farklıdır. İlk defa Dunlop’ın
İngilizce çevirisiyle birlikte 1956'da yayımlanmıştır.
30. Kitâbü’l-Makulât ... "Kitâbü Kataguryas" olarak da bilinen eser üzerinde
Nihat Keklik 1958'de doktora çalışması yapmış ve daha sonra Dunlop tarafından
İngilizce çevirisiyle birlikte aynı yıl yayımlanmıştır.
31. Kitâbü’l-'İbâre ... "Kitâbü Barî Ermînyâs" (Peri Hermeneias) olarak da anılan
eser ilk defa Refîk el-Acem tarafından Beyrut'ta, 1985'te neşredilmiştir.
J32. Kitâbü’l-Kıyâs ... Bu eseri Refîk el-Acem Beyrut'ta, 1986'da neşretmiştir.
33. Kitâbü’l-Sıyâsi’s-Sagir ... Mübahat Türker’in Türkçe tercümesiyle birlikte
1958'de yayımladığı eserdir.
34. Kitâbü’t-Tahsîl ... Refîk el-Acem tarafından Beyrut'ta, 1986'da yayımlanmıştır.
35. Kitâbü’l-Emkineti’l-muglata ... Eseri Refîk el-Acem Beyrut'ta 1986'da
neşretmiştir.
36. Kitâbü’l-Cedel ... İlmî neşri Refîk el-Acem tarafından Beyrut'ta 1986'da
gerçekleştirilmiştir
37. Kitâbü’l-Burhân ... Mâcid Fahrî tarafından Beyrut'ta 1987'de yayımlanmıştır.
38. Kitâbü Şerâ'iti’l-yakin ... Mübahat Türker’in Türkçe tercümesiyle birlikte
Ankara'da 1965'te yayımlanmıştır.
39. Kitâbü’l-Hatâbe ... J. Langhade ve M. Grignnaschi, eserin tenkitli metnini ve
Fransızca tercümesini karşılıklı sayfalar halinde Beyrut'ta 1971'de yayımlamışlardır.
40. Risâle fî kavânîni’ş-şi'r ... Abdurrahman Bedevî tarafından Beyrut'ta 1952'de
neşredilmiştir.
41. Şerh li-Kitâbi Aristotâlîs fi’l-'İbâre ... Mantık kitapları arasında Fârâbî’nin en hacimli
eseri olup, Wilhelm Kutsch ve Stanley Marrow tarafından Beyrut'ta, 1986'da
yayımlanmıştır.
42. el-Vâhid ve’l-vahde ...
43. el-Mûsîka’l-kebîr .... Kahire'de, 1967'de basılmıştır.
2. Kitâbü İhsâ'i’l-îka'ât ... Mûsikî usûllerine dâir olan bu eserin tek nüshası 1958
yılında Ahmet Ateş tarafından Manisa İl Halk Kütüphanesi’nde tesbit edilmiştir.
Eserde îkaın terkipleri, temel usûllerin taksimâtı ve tasnifi gibi konuları inceleyerek
îkaın amelî yönünü ele alan Fârâbî, ayrıca İshak el-Mevsılî’nin "Te'lîfü’n-nagam" adlı
eserindeki bâzı görüşleriyle, Arap usûllerini bırakıp, Yunanlılar’ın usûlleriyle meşgûl
olmasından dolayı Kindî’yi de tenkit etmiştir.
3. Kitâb fi’l-îka'ât ... Fârâbî’nin usûllere dair ikinci eseri olup burada îkaın
prensipleri üzerinde durulmuştur. Eserin tek nüshası Topkapı Sarayı Müzesi
Kütüphanesi’ndedir.
AKIL , "potansiyel güç hâlinden kinetik güce dönüşerek fiil alanına çıkarak soyut
kavramlara ulaşma yeteneği" diye târif edilir.
FAAL AKIL , "potansiyel güç hâlindeki insan aklını, kinetik güce dönüştürerek fiil
alanına çıkaran ekin ilke" demektir. Aklı uykudan uyandırap harekete getiren ana güçtür.
Peygamberlere vahip getiren Cebrâil, Faal Akıl diye bilinir.
Buna göre tam ve doğru bilgi, gözlem ve deneyle elde edilen veriler üzerinde düşünmekle
ve bu çabanın sonucunda faal aklın aydınlatmasıyla (işrâk) gerçekleşir. Bu durumda İbn Sînâ’ya
göre düşünme zihni faal aklın etkisine hazırlamadan başka bir şey değildir. Eğer düşünme
faaliyeti sonunda bilgi kazanılamazsa, bu durum faal akıldan değil, pasif olan aklın onunla
ilişki (ittisâl) kurmadaki kusurundan kaynaklanır. İbn Sînâ da Aristo’dan beri süregelen bir
anlayışla, rasyonal bilginin kaynağını irrasyonal bir güç olan faal akla bağlamakla sezgiciliğe
(işrâk) kapı açmaktadır... Fakat bunun mistik değil rasyonel sezgi olduğu unutulmamalıdır.
İbn Sînâ, insânî nefsin bedenden ayrı bir cevher
oluşu, nefsin bedende yer tutmasının sûretin maddede yer tutmasına benzemediği,
dolayısıyla onun bedenden ayrıldıktan sonra da ölümsüz olarak varlığını devam ettiren bir
cevher olduğu, insanın gerçek varlığının ve benliğinin nefisten ibâret bulunduğu yönündeki
fikirleri ve bu konuda ortaya koyduğu delillerle düşünce târihinde önemli bir yere sâhip
olmuştur. Nefsin kendi kendisini bilen, dolayısıyla bedenden bağımsız bir cevher oluşuna
ilişkin açıklamaları dikkatle incelendiğinde, İbn Sînâ’nın Psikoloji'yi başta bilgi nazariyesi,
Mantık, Metafizik olmak üzere Ahlâk ve Din felsefesiyle de ilişkilendirdiği görülecektir.
Bu sebeple onun felsefesinde nefis nazariyesi genel felsefesi içinde merkezî bir öneme
sâhiptir.
b) Nazarî akılda birinciler kadar olmamakla birlikte amelî akılda tam yetkinleşmiş olan
zâhid ve âbidler de mutlu ve sevinçlidir.
c) Nazarî akılda yetkin oldukları halde amelî aklın gereğini yerine getirmeyenler
duyu hazlarına tutkularından dolayı bir süre mutsuz kalacaklar, fakat bu hazların etkisi
silindikten sonra mutluluğa yükseleceklerdir.
d) Nazarî akılda yetkinleşme imkânı bulamamış akıl hastaları ile çocuklar vb. nefisler
ise eğer duyu hazları tutku hâline gelmemişse, ilâhî inâyetin ve rahmetin yardımıyla mutluluğa
ereceklerdir. Bu hazlar tutku hâline gelmişse bunlar, İbn Sînâ’nın cismânî ateşten daha etkili
olduğunu söylediği ruhanî ateş elemini duyacaklardır.
e) İmkânları olduğu hâlde nazarî akılda yetkinlik kazanmayanlar, maddî hazlara dalıp
gidenler, ölümden sonra bu lezzetlerin arzusuyla yanıp tutuşacaklar ve hiçbir zaman bu
lezzetlere kavuşma imkânı bulamayacakları için, ebediyen bunların hasretini çekerek mutsuz
olacaklardır. İbn Sînâ’ya göre Metafizik varlığı (mâkul âlem) kabul etmeyen bu tip nefislerin
sayısı çok azdır. Dolayısıyla insanların büyük çoğunluğu er geç mutlu olacaktır. Şu hâlde
insan türü için söz konusu olan gerçek kötülüğün bilfiil gerçekleşme nisbeti de çok azdır
REMİZ "rumuz, sembol " demektir. REMZÎ , "sembolik ifâdelerle, benzetmeli" anlamındadır...
Üstâd'ın bu açıklaması çok doğru ve son derece önemlidir. Selefîler, Vahabîler ve din
adamlarının çoğu kelimelerin dış anlamlarına takıldıkları, SEMBOLLER'i aşıp MÂNÂ'ya inemedikleri
için ŞEKİL'de kalırlar, Âhıret Hayatı, Cennet, Cehennem, Mahşer Huri, Gılman konularında
ŞEKİLLER uydururlar da uydururlar. Bunları sorgulayanları, kendilerinden başkalarını da kâfir
sayarlar... Bunun çok yakın bir örneğini El Kaide ve IŞİD uygulamalarında gördük. Geçmişte de
Karmatîler, Bâbîler gibi pek çok örneği vardır.
İBÂDET kelimesi ABD (kul) kökünden gelir , "ALLAH'a kulluk etmek, TANRI buyruklarını
yerine getirmek, TANRI'ya yönelen saygı davranışı, tapınma" demektir. "Yaratılmışı severiz,
Yaratan'dan ötürü" sözü gibi "Yaratan'a saygı ve sevgi, O'nun yarattıklarına da saygı ve sevgi"
demek olduğu için, İnsanlar'a, Canlılar'a hizmet, Tabiat'ı korumak ve geliştirmek aslında en
büyük ibâdettir.
- Stoa Felsefesi: İnsanın temel amacı mutluluktur. Mutluluğa ulaşmak içinse doğaya
uygun yaşamak gerekir. Dolayısıyla doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimser ve
Dünya vatandaşlığını savunur.
- Hıltlar Teorisi: Pisagor'dan beri (M.Ö. 570-495) Doğa'da 4 ana yön (kuzey, güney, doğu,
batı), 4 temel eleman (ateş, hava, su, toprak)
ve bunların 4 fiziksel özelliği (sıcaklık, soğukluk, kuruluk, yaşlık), doğanın 4 ürünü
(insan, hayvan, bitki, maden), 4 mevsim (ilkbahar, yaz, sonbahar, kış) hakimdir.
Bu nedenle dörtgen ve ideal türü olan kare, asırlarca Yeryüzü'nün sembolü olarak
kullanılmıştır... Buna dayanarak 4 hılt (toprak, su, ateş ve hava), insanda 4 hılt
(kan, balgam, sarı safra ve kara safra (İslam tıbbında sevdâ)), 4 nitelik (sıcaklık, soğukluk,
kuruluk, yaşlık), 4 mizaç (demevi, balgami, safravi, sevdavi) olduğu kabul edilmiştir.
Hastalıkların da yine 4 tane niteliği ( sıcak, soğuk, nemli, kuru) vardır.
- Vezirin lâkabı NİZÂMÜLMÜLK , "mülkün, yâni Devlet'in nizâmı, Devlet'i düzene sokan"
demektir. O da Tus şehrindendir, Gerçekten de düzene koymuştur. Devlet adamlarına yol
gösteren "Siyâsetnâme" adlı bir eseri vardır. Hasan Sabbah'ın bir fedâisi tarafından öldürülmüştür.
- İŞRAKİYYE: İŞRAK , "şark" kökündendir, “güneşin doğuşu sırasındaki ışıma, aydınlanma,
parlama, tan ağarışı” anlarına gelir.MEŞRİK-MAŞRIK, "doğu" demektir. işrak aynı zamanda
"akıl yürütmeye veya bir bilgi vasıtasına gerek kalmadan bilginin doğrudan içe doğması,
iç aydınlanma, keşf ve zevke (mânevî tecrübe) dayanan bilgi" için kullanılır. İŞRAK, "aklî
nurların tecellisi sonucunda varlığın zuhur edip gerçeklik kazanması"dır. Yine İŞRAK,
"arınan insan nefsinin ilâhî nurların tecellisiyle aydınlanıp kemâle ermesi" şeklinde ahlâkî
anlamı da vardır. Şehâbeddin es-Sühreverdî'ye (1145-1234) dayanan bir Felsefe ekolüdür.
Mensupları aşırı akılcılıkla suçlanmışlardır.
Gazzâlî’nin hayâtında birbirinden farklı bâzı dönemlerin yer aldığı ve bu farklılığın eserlerini
de etkilediği bilinmektedir. Bundan dolayı bâzı yazarlar, onun eserlerini bu dönemlere göre
tasnif etmeyi, Düşünür'ün fikir hayâtındaki gelişmelerin tâkip edilmesi bakımından önemli
saymışlardır. Bir yandan müellifin düşünce seyrinin tâkibi, öte yandan ona âit olmayan
eserlerin ayrılması meselesi önemli tartışmalara konu olmuştur. Her şeyden önce müellifin,
başta "İhyâ'ü 'ulûmi’d-dîn" olmak üzere eserlerinin büyük bir bölümünün henüz tenkitli
neşirlerinin yapılmadığı bilinmektedir. Bununla birlikte Düşünür'ün eserlerinin doğruya
yakın bir bibliyografyası çıkarılabilmiştir.
- FIKIH , "İslam Hukuku'nda Din ve Dünya işleri ile ilgili ana kaynaklardan yararlanarak
konulmuş olan kuralların bütünü, bir şeyi gereği gibi, iyice anlayıp bilme" demektir.
2. el-Basît fi’l-fürû' ... Şâfiî fıkhının fürû kısmına ait olan ve kısaca "el-Basît" diye bilinen
eserin, Cüveynî’nin "Nihâyetü’l-matlab" adlı büyük eserinden özetlenmiştir.
On civarında yazma nüshası günümüze ulaşmıştır.
3. el-Vasît ... Şâfiî fıkhıyla ilgili olarak kaleme aldığı ikinci eserdir. Gazzâlî önsözünde,
"el-Basît"in uzun olması sebebiyle orta hacimde (vasît) bir başka eser kaleme alma ihtiyâcı
duyduğunu bildirmektedir. İlk defa Kahire'de, 1983'te neşredilmiştir.
4. el-Vecîz ... Gazzâlî’nin fıkha dair eserler serisinin üçüncüsü olup, kısa ve özlü
ifâdeleriyle daha sonraki âlimler arasında çok ilgi görmüş, şerh, hâşiye ve telhisleri yazılmış,
Abdülazîz ed-Dîrînî tarafından manzum hâle getirilmiştir. Pek çok nüshası günümüze ulaşan
eser ilk defa Kahire'de, 1900'de basılmıştır
5. el-Fetâvâ ... Gazzâlî’nin bâzı fetvalar, yâni dinî hükümler verdiği klâsik kaynaklarda
bildirilmektedir. Bunlardan biri ve en önemlisi, Murâbıt Hükümdarı Yûsuf b. Tâşfîn’in isteği
üzerine Gazzâlî ile görüşülerek elde edilen fetvadır. M. Abdullah İnân bu fetvayı Rabat’da
bularak neşretmiştir
6. el-Müstasfâ fî 'ilmi’l-usûl ... Gazzâlî’nin Nîşâbur’da iken hayâtının sonlarına doğru
kaleme aldığı sanılan kitap.. Gerek muhtevası, gerekse etkileri bakımından Düşünür'ün en
önemli eserlerinden biridir. Burada Mantık'la Fıkıh usûlünü ustaca mezcetmiş olan Gazzâlî,,
aynı zamanda yeni mantık anlayışının da doğmasına zemin hazırlamıştır. Birçok âlim tarafından
şerh ve ihtisar edilen "el-Müstasfâ" ilkin 1904'de, Bulak’ta iki cilt halinde yayımlanmış, daha
sonra çeşitli baskıları yapılmıştır.
7. Hulâsatü’l-Muhtasar ve nukavetü’l-mu'tasar ... Şâfiî fıkhının önde gelen âlimlerinden
Müzenî tarafından kaleme alınan ve İmam Şâfiî’nin "el-Üm" adlı eserinin hulâsası olan
"Muhtasar min 'ilmi’l-imâmi’n-nefîs Muhammed b. İdrîs"in özetidir. Müellifin “fıkıhla ilgili en
küçük eserim” dediği 100 varaklık bu kitabın bilinen tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde
bulunmaktadır.
8. Gayetü’l-gavr fî dirâyeti’d-devr (Gayetü’l-gavr fî mesâ'ili’d-devr) ... Gazzâlî’nin,
talâk, yâni boşanma ile ilgili olarak Şâfiî fakihlerinden Kadî İbn Süreyc’in görüşüne karşı telif ettiği bu
eserinden beş nüsha zamanımıza ulaşmıştır.
9. et-Ta'lîka fî fürû'i’l-mezheb ... Düşünür'ün öğrencilik yıllarında kaleme aldığı, büyük
bir ihtimâlle derslerde tuttuğu notlardan oluşan bu eserin kaynaklarda
haydutlar tarafından gasbedildiği nakledilen notlar olması gerekir.
10. Me'âhizü’l-hilâf ... Gazzâlî’nin Şâfiîler’le Hanefîler arasındaki ihtilâfları konu edinen bu
eseri günümüze ulaşmamıştır.
11. Tehzîbü’l-usûl ... Fıkıh usulüne dair olduğu anlaşılan bu eser de zamanımıza intikâl
etmemiştir.
2. Mihakkü’n-nazar fî 'ilmi’l-mantık ... İki bölümden oluşan eserin birinci bölümünde
kıyas teorisi, ikinci bölümünde tanımlar konusu ele alınmaktadır. Doğru tanımla doğru
kıyasın bütün ilimlerin bağlantı noktasını oluşturduğunu söyleyen Gazzâlî, mârifet ve ilim
ayırımına dikkat çektikten sonra mârifetin tanımlara, ilmin ise delil ve burhandan oluşan
kıyasa dayandığını belirtmektedir. Eser ilk defa Beyrut'ta, 1966'da yayımlanmıştır.
3. Şifâ'ü’l-galîl ... Eserin tenkitli neşri Bağdad'da, 1971'de yapılmıştır.
4. el-Kıstâsü’l-müstakim ... Câbir b. Hayyân’dan itibaren Bâtınîler’in sıkça tekrarladıkları
“mîzân” kavramı üzerinde yoğunlaşan eser, Gazzâlî’nin Bâtınîliğe karşı yazdığı bir dizi eserin
sonuncusudur. İyi okunup anlaşıldığı takdirde mâsum
imama gerek duyulmayacağının ortaya çıkacağını bildirdiği bu eseri, ilimlerin mantık
ölçülerini açıklamak amacıyla kaleme aldığını ifâde etmektedir. Eseri, XIV. Yüzyıl başlarında
Jacob İbn Machir İbrânîce’ye çevirmiştir. Bu çeviriden on kadar yazma nüsha günümüze
ulaşmıştır. Birçok defa basılmıştır.
5. Lübâbü’n-nazar ... Bazı klâsik kaynaklarda adı geçen bu eser günümüze ulaşmamıştır.
6. Tahsînü’l-me'âhz ... Bu eser de günümüze kadar gelmemiştir.
7. el-Mebâdî ve’l-gayât ... Gazzâlî’nin eserlerinde “tertibi ve muhtevası
itibariyle aklî nazar yönteminin zirvesi” olarak nitelendirdiği bu eser de kaybolmuştur.
2. el-İktisâd fi’l-i'tikad ... Fiyozof'un Bağdat’tan ayrılmadan önce yazdığı son eserlerden
biridir. ALLAH’ın Zâtı, Sıfatları, Fiilleri, Nübüvvet, Meâd ve İmâmet konularının ele alındığı,
ondan fazla yazma nüshası günümüze intikal eden eserin ilk baskısı 1904'te, Kahire'de
yapılmış, Ankara'da 1962'de yayınlanmıştır.
3. el-Maksadü’l-esnâ fî şerhi esmâ'illâhi’l-hüsnâ ... Allah’ın KUR'AN'da geçen 99 isminin
mânasını açıklamak üzere kaleme alınan eser Kahire’de, 1906'da basılmış, daha sonra da
baskıları tekrarlanmıştır. Raimond Lull’un bundan
faydalanarak kaleme aldığı aynı adı taşıyan eseri Ortaçağ’da çok etkili olmuştur
4. Faysalü’t-tefrika beyne’l-İslâm ve’z-zendaka ... Gazzâlî’nin "el-Münkız mine’l-dalâl"de
adını zikrettiği eser te’vil ve tekfir konularını ele almaktadır. Birçok defa basılan eser
ilk defa Bombay'da 1868'de basılmış, ayrıca çeşitli dillere tercümeleri yapılmıştır. Unutmıyalım,
Hindistan'da büyük bir Müslüman nüfus var.
5. el-Kaanûnü’l-küllî fi’t-tevvîl ... Müellif bu risâlede Şeytan'la ilgili bazı hadisleri
yorumlamaya çalışarak te’vil konusuna ışık tutmaktadır. Gazzâlî’nin eserlerinden bahseden
klasik kaynaklarda adı geçen ve iki nüshası günümüze ulaşmış bulunan eseri ilk defa A. J.
Casas y Manrique Uppsala'da, 1937'de )yayımlamıştır . Kitabın Şerafettin Yaltkaya tarafından
yapılan “Gazalî’nin Te’vil Hakkında Basılmamış Bir Eseri” adında bir Türkçe tercümesi vardır,
1930'da basılmıştır.
6. Risâle ilâ Ebi’l-Feth Ahmed b. Selâme (er-Risâletü’l-va'zıyye) ... Eser, mükellefin
inanması gerekli olan esaslar hakkında Gazzâlî’den öğüt isteyen bir kişiye hitâben yazılmış
küçük bir risâledir. İlk defa Kahire'de, 1927'de yayımlanan eserin başka baskıları da
bulunmaktadır.
7. ed-Dürretü’l-fânire fî keşfi 'ulûmi’l-âhire ... Müellif'in son yıllarında Tûs’a çekildiği
dönemin (1109-1111) ürünlerinden olan eser ölüm, kabir hayâtı ve Âhiret'le ilgili konuları
ihtiva etmektedir. Gazzâlî’ye nisbeti tartışmalı olan kitap ilk defa Kahire'de, 1865'de
basılmış olup, tenkitli neşirleri yapılmıştır.
8. İlcâmü’l-'avâm 'an 'ilmi’l-kelâm ... Müellif'in vefâtından kısa bir süre önce telif ettiği
eserde Haşviyye mezhebi mensuplarının teşbih ve tecsîme dâir görüşleri eleştirilerek
kendilerinin Selef’in temsilcisi oldukları yolundaki iddiaları reddedilmektedir. Üç bölümden
meydana gelen kitabın birinci bölümünde sahâbe ve tâbiînden oluştuğu belirtilen Selef’in
teşbih ve temsil konusundaki gerçek görüşü açıklanmakta; ikinci bölümde Selef’in
görüşünün hak, ona karşı olan görüşlerin ise bid‘at olduğu ifâde edilerek bunu destekleyen
aklî ve naklî deliller zikredilmekte; üçüncü bölümde de konuyla ilgili bâzı meseleler
tartışılmaktadır. Bu arada hadislerde teşbih ve temsili çağrıştıran kavramların neden yer
almış olabileceği, bu husustaki yanlış kanaatlerin nasıl düzeltilebileceği, tasdikin mertebeleri
gibi konulardan söz edilmektedir. İlki İstanbul’da, 1863'te olmak üzere birçok defa basılmıştır.
9. Kavâ'idü’l-'aka'id ... Gazzâlî, karşı çıktığı fikir sistemlerini birer birer ele alıp
çürütmeye çalıştıktan sonra Ehl-i sünnet görüşünü ortaya koyan bir dizi eser yazmaya karar
vermiştir. Nitekim bu niyetini "Tehâfütü’l-felâsife"nin birinci meselesi olan âlemin kıdemi
probleminin sonunda açıklamakta ve burada çürütmeye çalıştığı görüşlerin doğrusunu
daha sonra yazacağı bir kitapta ele alacağını bildirmektedir. Gazzâlî’nin daha sonra
"İhyâ'ü 'ulûmi’d-dîn"e ilâve ettiği eser bu maksatla yazılmıştır. İlk defa Beyrut'ta, 1985'te
basılmıştır. Eserin klasik kaynaklarda dört ayrı şerhinden söz edilirse de, bunlardan ancak
biri günümüze ulaşmıştır.
10. Hüccetü’l-Hak ... Müellif, Bâtınîlik’le ilgili dizinin ikincisi olan bu eseri, henüz
Bağdat’ta iken kendisinden konuyla ilgili bilgi istenmesi üzerine kaleme aldığını
belirtmektedir,1095 yılında yazıldığı anlaşılan eser günümüze kadar gelmemiştir.
11. Mufassılü’l-Hilâf ... Gazzâlî’nin Bâtınîler’e karşı yazdığı üçüncü eser olup, Müellif
Hemedan’da iken konuyla ilgili kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplardan oluşmaktadır.
12. ed-Dürcü(ed-Dercü)’l-merkum bi’l-cedâvil ... Müellif, Bâtınîliğe karşı yazdığı
reddiyelerin dördüncüsü olan bu kitabı Tûs’ta iken Bâtınîler tarafından kendisine sorulan
sorulara cevap olmak üzere kaleme aldığını bildirmektedir. Bu eser de zamanımıza
ulaşmamıştır.
13. el-Müntehal (el-Menhûl) fî 'ilmi’l-cedel ... Gazzâlî’nin hayâtından bahseden klâsik
kaynakların bir kısmında adı geçmektedir. Kayıptır.
2. Tehâfütü’l-felâsife ... Gazzâlî, filozofların amaçlarını ortaya koyduktan sonra onların
tutarsızlığını göstermek üzere bu eseri kaleme almış, kitapta Fârâbî ve İbn Sînâ gibi İslâm
filozoflarının İlâhiyyât ve Metafiziğe dâir konular hakkındaki görüşlerini eleştirmiştir.
İbn Rüşd’ün "Tehâfütü’t-Tehâfüt" adıyla bu esere yazdığı reddiyeden sonra İslâm Dünyâsı'nda
“tehâfütler tartışması” denilen yeni bir tartışma alanı ortaya çıkmış ve bu konuda onu aşkın
eser kaleme alınmıştır. XIV. Yüzyıl'da Lâtince’ye ve XV. Yüzyıl'da İbrânîce’ye çevrildikten sonra
Batı Dünyâsı'nda önemli yankılar uyandıran "Tehâfütü’l-felâsife"nin tenkitli neşri Maurice
Bouyges tarafından Beyrut'ta, 1927'de gerçekleştirilmiştir. Eseri H. Bekir Karlığa "Filozofların
Tutarsızlığı" adıyla Türkçe’ye tercüme etmiş, İstanbul'da 1980'de yayınlanmıştır. Hüseyin Saroğlu ve
Mahmut Kaya tarafından 2014 yılında yapılan bir tercümesi daha vardır.
Yakup Özkan'ın da İbn Sînâ'ya karşı yapmış olduğu ithamları ele alan bir makalesi,
Süleyman Topsakal'ın da bir tezi vardır.
3. el-Madnûn bih 'alâ gayri ehlih ... el-Madnûnü’l-kebîr adıyla da bilinen eserin
Gazzâlî’ye âidiyeti tartışılmışsa da, gerek Müellif'in kendi ifâdesi, gerekse İbn Rüşd ve İbn
Teymiyye gibi düşünürlerin eseri ona nisbet etmeleri, bu konudaki kuşkuları giderecek
niteliktedir. . Müellif'in ALLAH, Melekler, Peygamberler, mûcize ve ölümden sonraki hayâta
dair görüşlerini ihtiva eden eserin çeşitli baskıları vardır. İlki Kahire, 1881'de basılmıştır.
4. el-Madnûn bih 'alâ ehlih ... Gazzâlî yukarıdaki kitapta aynı konuda başka bir eser
kaleme alacağını adını vererek bildirmektedir. Ruh'la ilgili konuların tartışıldığı ve sudûr
teorisinin işlendiği bu eserin de Gazzâlî’ye âidiyeti tartışmalıdır. Kitabın değişik baskıları
bulunmaktadır, ilk Kahire'de 1881'de basılmıştır.
5. er-Risâletü’l-ledünniyye ... Yine Gazzâlî’ye âidiyeti tartışmalı olan bu eser ledünnî
bilginin imkânı konusunu ele almaktadır. Gazzâlî, bir kısım dostlarının kendisine bâzı
âlimlerin tasavvufî bilgiyi inkâr ettiklerini söylemeleri üzerine bu risâleyi kaleme almıştır.
Bilginin tanımıyla başlayan eser, bilginin aracı olması sebebiyle Ruh ve nefse ilişkin
açıklamalarla devam etmektedir. İlimler şer‘î ve aklî olarak ikiye ayrıldığına göre, bilgi
edinme yolları da insânî öğretim ve Rabbânî öğretim şeklinde iki kategoride ele alınır.
Rabbânî öğretimin de vahiy ve ilham olmak üzere iki mertebesi bulunduğu, son
peygamberin gelişiyle vahiy mertebesinin sona erdiği, ilham yolunun ise sürekli açık olduğu
bildirilerek, arındırılıp aydınlatılması hâlinde nefislerin ilhama mazhar olabileceği ileri
sürülmektedir. Eserin çeşitli baskıları arasında en yaygın olanı Kahire'de, 1912'de basılandır.
6. Mişkâtü’l-envâr ... Gazzâlî’nin son dönem eserlerinden olup, felsefî muhtevasından
dolayı eleştirilmiş ve Gazzâlî’ye nisbeti tartışılmışsa da, gerek Gazzâlî’nin hayâtından
bahseden klâsik kaynaklarda zikredilmesi, gerekse İbn Rüşd ve İbn Tufeyl
gibi düşünürler tarafından yapılan atıflar sebebiyle Gazzâlî’ye âidiyeti kesinlik
kazanmaktadır. Çeşitli baskıları bulunan eser ilk defa Kahire'de 1906'da basılmıştır.
İki defa İbrânîce’ye ve bu dilden Lâtince’ye çevrilen kitap, İngilizce olarak
1924'te Londra'da basılmıştır. Süleyman Ateş tarafından da Türkçe’ye
tercüme edilmiş, İstanbul'da, 1964'te yayınlanmıştır.
7. el-Münkız mine’d-Dalâl ... Müellif'in kendi düşünce hayâtının seyrini özetlediği
bu otobiyografisi büyük yankılar uyandırmış ve özellikle aklî ilimlerden ziyâde tasavvufî
bilgiye değer vermesi sebebiyle bâzı âlimler tarafından takdir edilirken, bâzılarınca
eleştirilmiştir. Fransızca, İngilizce, Farsça, Türkçe, Hintçe, Felemenkçe gibi çeşitli dillere
çevrilen ve birçok defa basılan eserin tenkitli neşrini Cemîl Salîbâ ve Kâmil Ayyâd
Şam'da 1934'de gerçekleştirmişlerdir.
2. el-Ma'ârifü’l-'akliyye ... Eserin 8 nüshası günümüze ulaşmıştır. Dario Cabanales,
beş nüshaya dayanarak risâlenin tenkitli neşriyle birlikte İspanyolca tercümesini 1956'da,
Madrid'de yayımlamıştır.
3. İhyâ'ü 'ulûmi’d-dîn ... Gazzâlî’nin Bağdat’ı terkederek kendini tefekküre ve derûnî
bilgiye verdiği dönemin en önemli ürünü ve dinî, ahlâkî, felsefî, tasavvufî muhtevasıyla İslâm
düşüncesinin en dikkat çekici eserlerinden biridir. Dört ana bölümden meydana gelmiş olup,
altı yılda tamamlanmıştır.. Başta kardeşi Ahmed el-Gazzâlî olmak üzere birçok âlim
tarafından özetlenen eseri Seyyid Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî
şerhetmiştir. "İhyâ'" ilki Bulak, 1857'de olmak üzere birçok defa basılmışsa da
tenkitli neşri henüz yapılmamıştır. Ahmet Serdaroğlu eseri Türkçe’ye çevirmiş,
İstanbul'da 1974'te, 8 cilt olarak yayınlanmıştır.
4. Bidâyetü’l-hidâye ... Gazzâlî bu eserinde ilmin asıl amacının sâhibini doğru yola
götürmek olduğunu, bunun başlangıcının da sonunun da takvâdan geçtiğini belirtir ve
takvâ hakkında açıklamalar yapar. Kitabın sonunda kişinin diğer insanlarla ve Yaratıcısı ile
ilişkisine dâir bir bölüm yer almaktadır. Birçok şerhi ve hulâsası bulunan eser ilki Bulak,
1857'de olmak üzere defâlarca basılmış, İngilizce ve Almanca'ya tercüme edilmiştir.
Abdullah Demiray tarafından Türkçe'ye çevrilerek "Müslümanca Bir Hayat - Bidayetü'l-Hidaye"
adıyla 2013'te yayınlanmıştır. Ayrıca "Bidayetü'l Hidaye - Hidayetin Başlangıcı" adıyla da
basılmıştır.
5. Cevâhirü’l-Kur'ân ... Kur’ân-ı Kerîm’in özelliklerini, inceliklerini ve sırlarını açıklamayı
amaçlayan bir çalışmadır. Müellif eseri “öncüller” (mukaddemât, sevâbık), “amaçlar” (makasıd)
ve “ekler” (levâhik) adı altında üç bölüme ayırmaktadır. 19 alt başlığı bulunan birinci bölümde
Kur’an’ın çok değerli hazineleri saklayan bir okyanus olduğu vurgulanarak bu okyanustan
çıkan dinî ve din dışı ilimler değerlendirilmekte, bu arada Fâtiha, Âyetü’l-kürsî, İhlâs, Yâsîn
gibi bâzı âyet ve sûrelerin özellikleri anlatılmaktadır. İkinci bölümde imânın aslının ilim ve
amel olduğu, Kur’an âyetlerinin ilimle ilgili olanlarının "cevher" dizisinde yer aldığı bildirilerek
muhtelif sûrelerden seçilen 763 âyet yorumsuz olarak kaydedilmektedir. Amelle ilgili âyetlerin
ise "inci" dizisinde yer aldığı belirtilerek yine muhtelif sûrelerden seçilen 741 âyet
sıralanmaktadır. Müellif, önsözde muhtevâsına dâir ayrıntılı bilgi verdiği üçüncü bölümün
adını bildirmekte, fakat bu bölüm "Cevâhirü’l-Kur'ân"da yer almamaktadır. Müellif'in onun
başlı başına bağımsız bir kitap hâline getirdiği
anlaşılmaktadır. Kitap ilk defa Kahire'de, 1904'te yapılan baskısının dışında birçok baskısı
vardır.
6. Kimyâ-yı Sa'âdet ... aslı Farsça olan bu eserin "İhyâ(ü 'ulûmi’d-dîn"in bu dile çevirisi
veya adaptasyonu olduğunu bildirilmektedir. "İhyâ"daki plânın aynıyla muhafaza edilerek
sâdece başlıkların değiştirildiği "Kimyâ-yı Sa'âdet" her biri 10 asıldan oluşan 4 rükünden
meydana gelmektedir. Birinci rükün ibâdet, ikinci rükün muâmelât âdâbı, üçüncü rükün
saadete giden yoldaki engeller, dördüncü rükün saadete erme ve kurtuluşa dâirdir.
Eserin Farsça aslı ilk defa Kalküta’da tarihsiz olarak basılmış, daha sonra bu baskı birçok
defa tekrarlanmıştır. Vanlı Mustafa Efendi tarafından yapılan Türkçe çeviriyi H. A. Homes,
"Alchemy of Happiness" adıyla İngilizce’ye tercüme etmiş, New York'ta 1873'te yayınlamıştır.
"Kimyâ-yı Sa'âdet" A. Faruk Meyan tarafından yeniden Türkçe’ye çevrilmiş, İstanbul'da
1979'da neşredilmiştir. .
7. Eyyühe’l-veled ... Rivâyete göre Gazzâlî’nin öğrencilerinden biri, kendisinden pek
çok alanda ilim tahsil etmiş olmakla berâber bu bilgilerden hangisinin Âhiret için faydalı
olacağını öğrenmek istemiş, bunun üzerine Düşünür de bu öğrencisine hitâben “Ey oğul”
diye başlayan bölümlerden oluşan bu risâleyi kaleme almıştır. Gazzâlî eserinde öğrencisini
çalışmaya, ibâdete, nefsini arındırmaya teşvik eder. Öğrencinin sorduğu sorulardan bir
kısmının mânevî zevkle ilgili olduğu için açıklanamayacağını, bir kısmının ise "İhyâ'ü 'ulûmi’d-
dîn"de açıklandığını belirtir. Bu arada öğrencisine dört şeyi yapıp dört şeyden kaçınmasını
tavsiye eder. Aslı Farsça olan eser adı bilinmeyen bir kişi tarafından Arapça’ya tercüme
edilmiş, ayrıca bir de özeti yapılmıştır. Eserin birçok yazma nüshası günümüze ulaşmış olup,
iki Türkçe çevirisi bulunmaktadır. İlk defa Almanca çevirisiyle birlikte
Viyana'da, 1838'de yayımlanmıştır.
8. Nasîhatü’l-mülûk ... Selçuklu Sultanı Melikşah’ın oğlu Sultan Muhammed Tapar’a
hitâben yazılmış olan bu Farsça eser, Musul atabegi adına Arapça’ya da çevrilmiştir. Türkçe
beş ayrı tercümesi vardır.Abdülcelîl b. Mollâ
Cemîl'in (ölümü 1734) tercümesi , Lambton'un çalışmasının
çevirisi, Şirazlı Sâdi'nin "Hükümdarlara Öğütler"in tercümesi, Osman Şekerci, "Mülkün
Sultanlarına Nasihat" adıyla tercümesi vardır. En tanınmışı Âşık Çelebi’ye âit
olanıdır. Eser ilk defa 1860'da Kahire’de basılmış, daha sonra da çeşitli baskıları yapılmıştır.
9. el-İmlâ' 'alâ müşkilâti’l-İhyâ' ... Gazzâlî, bilgisiz ve anlayışı kıt bâzı kimselerin "İhyâ'ü
'ulûmi’d-dîn"i kötüleyerek insanların onu okumasını önlemeye çalışmaları üzerine, bu eseri
kaleme aldığını bildirmektedir. Çoğunlukla sembolik ifâdeler, tevhidle ve bâzı tasavvufî
terimlerle ilgili açıklamaların yer aldığı eserin "İhyâ'" ile birlikte ilki Kahire'de, 1888'de
olmak üzere birçok baskısı yapılmıştır.
10. Sırrü’l-'âlemîn ... Gazzâlî’ye âidiyeti tartışılan bu eser de ilk defa Kahire'de, 1908'de basılmıştır.
11. Minhâcü’l-'âbidîn ... Müellif'in son dönem çalışmalarından olduğu sanılan eserin
yazara nisbeti tartışmalıdır. Cennet'e giden yolun engellerle dolu olduğunu belirterek
eserine başlayan Müellif, bu yolun nasıl geçilebileceğini daha önceki eserlerinde anlatmış
olmakla berâber, konuyu burada biraz daha farklı biçimde ele alacağını ifâde eder.
Bu yoldaki yedi engeli ve bu engellerden kurtulma çârelerini gösterdikten sonra, Âhiret
yolculuğunun mânevî bir yolculuk olduğunu ve bunun sonunda ALLAH’ın insana yirmisi bu
Dünyâ'da, yirmisi Âhiret'te olmak üzere kırk çeşit ihsanda bulunacağını belirtir. İlk defa
1871'de, Kahire’de basılmıştır. Farsça ve Türkçe’ye çevrilen eserin 8 kadar şerh ve telhisi
bulunmaktadır.
ii) Bu melekenin, temyiz çağında açık seçik ortaya çıkmasıyla mümkünün olabilirliği,
imkânsızın olmazlığı, ikinin birden çok olduğu, bir kimsenin aynı anda iki yerde
bulunamayacağı gibi ilk prensipler hakkında bilgiler edinme düzeyine ulaşmış şekli.
iii) Hayâtın akışı boyunca tecrübelerle kazanılan bilgiler bütünü.
iv) Bu bilgi melekesinin, çeşitli durumların ileride doğuracağı sonuçları önceden
kestirme ve duyguların tutsağı olmadan hüküm verebilme gücüne ulaşmış şekli.
BATI MADDİYATI'yla sona eren bir yol üzerinde bulunuyor... BATI'ya yaklaştığımızı
zannettiğimiz takdirde, asıl mayamız olan DOĞU MANEVİYATI'ndan tamâmiyle
soyutlanıyoruz!.. Hiç şüphesiz ki, bundan milleti ÇÖKÜNTÜ ve YOKOLMA çıkmazına
itmekten başka bir sonuç beklenemez! "
(25.9.1920)
nasihat almak, bütün işleri AVRUPA'nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri
AVRUPA'dan almak gibi bir takım sihniyetler ortaya çıktı."
PLÂNLARIYLA YÜKSELEBİLSİN!.. Târih böyle bir olay kaydetmemiştir!"
- "Yanlış yöntemlerle Din'i
destekleyenlerin ona vereceği zarar, doğru yöntemlerde Din'i eleştirenlerin vereceği zarardan
daha büyük olur."
EŞ'ARİYYE MEZHEBİ: Mezhepler meselesi karışıktır. Hazret-i MUHAMMED'in vefâtından
kısa bir sonra ortaya çıkan Hâricîlik, Şia, Mu'tezile gibi görüşler Müslümanlar'ın çoğu tarafından
bid'at, "yâni "sonradan türeme, yoldan uzaklaşma" sayılmış, Hasan Basri (642-728) ile birlikte
Ehl-i Sünnet diye bildiğimiz Dört Mezhep İmamı'nın Peygamber'in yolunu gösterdiğine
inanılmıştır. Ancak bunlar da ikiye bölünmüş; İmam Mâlik (711-795) , İmam Şâfi (767-820) ,
İmam Hanbel (780-855) ve onları tâkip eden muhâfazakâr alimler Selefiye diye bilinirken,
İmam Ebu Hanife'yi (699-767) tâkip eden öğrenciler, na'sları, yâni KUR'AN'ın açık hükümlerini
esas almakta birlikte, itikadî meseleleri akıl ilkeleriyle teyit etmeyi gerekli bulan öğrenciler
ortaya çıkmıştır. Muhâfazakârlar, yâni tutucularşekilciler ve inanç sâhibi akılcılar... Selefîler'den sonra
İbn Teymiyye'nin tâkipçisi Vahâbiler, Talibanlar, IŞİD'çiler çıkmıştır. Ebû Hanîfe’den itibaren gelişen
Sünnî kelâm hareketi, Mu‘tezile içinde yetişip
bu mezhebin önemli âlimlerinden biri olan Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’nin (874-936) itikadî
ve fikrî hayatındaki değişikte önemli rol oynamıştır. Selçuklu veziri Nizâmülmülk'ün
o târihlerde Yunan Felsefesi'ne, Yahudi ve Hıristiyan inançlara
daha yakın görünen Mütezile mezhebine karşı dinî esaslara ve akla önem veren Eş'âriyye
anlayışına destek vermesi, Gazâlî'ye hâmi olmasını sağlamıştır.
- İBÂHÎLİK: İbâha, “açıklamak; serbest bırakmak, meşrû saymak” anlamına gelir.
İbâhîler, “kanunların, dinî emirlerin ve ahlâk kurallarının bağlayıcılığını kabul etmeyip,
her şeyi mubah gören kimseler” diye tanımlanır. Mülkiyet hakkını tanımadıklarını, her türlü
serveti, hattaâ kadınları bile ortak kabul ettiklerini söylenir. İslâm’dan önceki Mezdekiyye
ile İslâm’dan sonraki Bâbekiyye ve Mâzyâriyyemezhepleri İbâhî sayılır.
b) Otorite zorunluluğu... Yükümlülüklerin arkasında insan üstü bir otoritenin kabul
edilmemesi durumunda bir otorite boşluğu ve hüküm anarşisinin doğması kaçınılmazdır.
Eğer hüküm yetkisi aşkın bir otoritede görülmezse, ilke olarak insanların biri ötekinden daha
üstün olmadığından her insan bir başkasına, onun da kendisine tevcih edebileceği görevler
yüklemeye kalkar. Şu hâlde hükmü geçerli kılma yetkisi, halk (yaratma) ve emir kendisine âit
olan ALLAH’a özgüdür. Peygamber, devlet, ebeveyn gibi öteki otoriteler görev yüklerlerse
de, bunlara daha üst otorite olan ALLAH’ın buyruğundan dolayı itaat edilir.
b) Zekâ, anlayış ve ifâde kaabiliyetine sâhip bulunmak.
c) İyi ahlâklı, dindar ve müttaki olmak, nefsânî arzuların tesirinden kurtulmak.
- HUDUS , "yeniden meydana gelme, sonradan peyda olma, yok iken vücuda gelme"demektir.
Onun bir kısım âyetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esâsıdır.
Diğerleri ise müteşâbihtir.
Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak
ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için
ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler.
Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir;
bir de ilimde yüksek pâyeye erişenler.
Derler ki: Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.
(Bu inceliği) yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar."
(Âli İmran Sûresi, 7. Âyet)
-MUHKEM , "sağlam, sğlamlaştırılmış, tahkim edilmiş, anlamı açık, kolay anlaşılır
(ayet)" demektir.
-MÜTEŞABİH , "teşbihli, benzetmeli, mecaz ifâde, anlamı kapalı (âyet) "demektir.
-MECAZ , "benzetme sonucu gerçek anlamından farklı anlamda kullanılan kelime" demektir.
Ve ona iki yolu göstermedik mi?
Fakat o, AKABE'yi göze alamadı."
(Beled Sûresi , 9-11. Âyetler)
Köle âzat etmektir.
Veya bir kıtlık gününde yakını olan bir yetimi, yâhut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır."
(Beled Sûresi , 12-16. Âyetler)
2. Adını, üstün vasıflarını ve gösterdiği mûcizeleri duyup Müslümanlar'la münasebet
hâlinde olanlar... bunlar mülhid ve kâfirdirler.
3. Muhammed ismi kendilerine ulaşmakla birlikte, üstün özelliklerini duymayan,
hattâ aleyhte propaganda ile yanıltılanlar... Elde edilen imkân kendilerini araştırmaya
sevkedecek nitelikte olmadığından, bu üçüncü grup da birinciler gibi mâzurdur...
Buna göre Müslümanlar'dan uzak ülkelerde yaşayan Ehl-i Kitâb'ın çoğunluğu mutlak kâfir
sayılmaz. Çünkü ALLAH’a ve Âhiret gününe imân eden her Din mensubunun gerçeği
aramaktan kaçması mümkün değildir. Eğer elinden geldiği kadar araştırmaya devam
ederken ölürse, yine affa mazhar olur. Zirâ ALLAH’ın rahmeti geniştir... Yâni Gazâli,
İSLÂM'la tanışmamış herkesi "hoop!" diye Cehennem'e postalamaz. Bu anlayışı da KUR'AN'a
dayandırır:
ve Sâbiîler’den de Allah’a ve Âhiret Günü'ne inanıp
sâlih amel işleyenler için rableri katında mükâfatlar vardır.
Onlar için herhangi bir korku yoktur;
onlar üzüntü de çekmeyecekler."
(Bakara Sûresi 62. âyet)
(bunlardan) Allah’a ve Âhiret Günü'ne inanıp
Dünyâ(ya ve Âhiret'e yararlı işler yapanlara korku yoktur
ve onlar üzülecek de değillerdir."
(Mâide Sûresi , 69. Âyet)
Kelâm bölümü İslâm ansiklopedisi'nde, M. Sait Özvarlı tarafından hazırlanmıştır.
- BİR TEBLİĞ
- ÖLÜM VE SONRASI
- ÂHİRETTEN SİMÂLAR -
1
- ÂHİRETTEN SİMÂLAR -
2
- ÂHİRETTEN SİMÂLAR -
3
- ÂHİRETTEN SİMÂLAR -
4
- ÂHİRETTEN SİMÂLAR -
5
- ÂHİRETTEN SİMÂLAR -
6
- ÂHİRETTEN SİMÂLAR -
7
- ÂHİRETTEN SİMÂLAR -
8
- ÂHİRETTEN SİMÂLAR -
9
- ÂHİRETTEN SİMÂLAR -
10
- ÂHİRETTEN SİMÂLAR -
11
- ÂHİRETTEN SİMÂLAR -
12
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
13
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
14
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
15
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
16
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
17
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
18
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
19
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
20
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
21
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
22
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
23
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
24
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
25
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
26
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
27
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
28
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
29
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
30
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
31
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
32
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
33
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
34
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
35
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
36
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
37
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
38
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
39
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
40
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
41
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
42
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
43
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
44
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
45
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
46
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
47
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
48
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
49
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
50
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
51
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
52
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR -
53
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR
- 54
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR
- 55
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR
- 56
- ÂHIRETTEN SİMÂLAR
- 57
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
- ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
- NEYZEN
TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
- BİR OBSESYON VAK'ASI
- ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER
- 1
- RÜYÂLAR - 1
- RÜYÂLAR - 2
- REİNKARNASYON - 1
- REİNKARNASYON -
2
- ANADOLU'DA
REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
- İRLANDALI ŞÂİR JAMES
CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
- KADIN HAKKINDA BİR
TEBLİĞ
- FİNCAN CELSELERİ - 1
- FİNCAN CELSELERİ - 2
- FİNCAN CELSELERİ - 3
- EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
- RÛHÎ FİLİMLER - 1
- ENTERESAN RÛHÎ
OLAYLAR
- ERGUN ARIKDAL VE
SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT