Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

"İÇ VARLIK"TAN ALINTILAR

Şimdiye kadar değişik Medyumlar'dan ve değişik Operatörler'den Celseler naklettik. Bir de rahmetli Bedri Ruhselman ile aynı târihlerde, ama Ankara''da ve İzmir Grubu ile bağlantılı olarak çalışmalar yapan rahmetli Turgut Akkaş'ın Celseler'inden bir örnek verelim... Onun Celseler'inin zabıtları bizde yok, sâdece 6 cilt, 76 sayı olarak yayınladığı "İÇ VARLIK" mecmuasının 4 cildi var, onlardan alıntı yapacağız. Çünkü bu yayınlar pek kimsede yok. Turgut Akkaş Grubu'dan bahsedildiğine de hiç bir yerde rastlamadım. Halbuki Bedri Bey'in Medyumu Mâcit Aray İzmir'de... Onun İzmir Celseleri de var "İç Varlık"ta... O yüzden bu sayfayı ilgiyle okuyacağınızı sanıyorum... İlk Celse daha önce bahsini sık sık ettiğimiz CEHÂLET ile bağlantılı... Alıntı 1952 yılında, İzmir'de basılmış 2. Cilt, 11. sayı, sayfa 376-378'den... Yalnız uyarırız, Tebliğ ağır ve ağdalıdır. Yavaş okumak, bilmediğiniz kelimelerin mânâlarını öğrenip bir daha okumak gerekir. Biz de elimizden geldiği kadar Celse Tetkiki'ni yapacağız.

Varlık :Özcan Baba
Medyum: Verilmemiş
Tarih : 18 Eylül 1951
Hâzirûn: Muhtelif şahıslar
Yer: İzmir

İdâreci- CEHL'in ve İLM'in âfet ve nimetleri hakkında izahat rica ediyoruz.
Varlık- Bir nüvenin içinde mekân tutan Ruh, kendini hapseden bir ÂLEM-İ İMKÂN'ın
mukavemet ve tazyitleri içinde asliyetinin zamansızlık ve mekânsızlık karakteri istikametinde
inkişaf etmek mücâdelesine başlar... Vücut ve Ruh arasında tam bir âhenk ve tesânüd
teessüs etmeksizin bir hayat tecellisine imkân tasavvur edilemez... Bir nüvenin içinde
bir Tekâmül yolculuğuna başlayan Ruh, bütün maddî ve uzvî şartlar ile bir âhenk teessüs
edebildiği nisbette inkişaflar göstermeye başlar. İlk sıralarda Cehâlet, Ruh için bir
meşime-i tekevvün vazifesi gördüğü hâlde, Ruh'un inkişâfı nisbetinde bu meşime
parçalanır ve Ruh daha yeni şartların hayâtına doğar.

Her Cehâlet meşimesi içinde, geçilmesi mukadder Tekâmül istihâle devresi tam bir
âhenk dâhilinde cereyan ettiği takdirde, daha üstün mertebelerin tecellileri hiç bir
âfet olmadan tahakkuk eder. Aksi takdirde, Ruh'un zamânından önce bu meşimeden
fırlaması, zamansız doğumlar gibi felâket getirebilir.

Şimdi bir "tebliğ" böyle ağdalı ve anlaşılmaz olunca, ben önce kuşkulanırım. Varlık bizi boş lâflarla oyalıyor, aldatıyor mu diye... Sonra bilmediğim kelimeleri öğrenip, bir daha okurum. Gene bir anlam çıkaramazsam, kaldırır o "tebliğ"i atarım!... Bakalım bu ilk paragraf anlamlı bir şeyler anlatıyor mu?...

Ohoo, daha ilk cümlede az bilinen beş kelime var!.. Nasıl anlıyacaksın?.. İlk kelime NÜVE , "bir şeyin özü, çekirdek, asıl, menba" demektir.
ÂLEM-İ İMKÂN , "bizim MADDE ÂLEMİ, FARKLAR ÂLEMİ dediğimiz Dünya" demektir... Ruh'un Tekâmülü için pek çok imkân sağladığından bu adla anılmış.
MUKAVEMET , "dayanma, karşı durma, karşı koyma, direnme, direniş, dayanırlık, direnç" demektir.
TAZYİK , "sıkıştırma, darlaştırma, basınç, mânevî baskı, zorlama, zarara sokma" demektir.
ASLİYET , "özellik, kendine özgü olma" demektir.
İSTİKAMET , "doğrultu, yön, cihet" demektir. "hatt-I hareketi doğru olmak, doğruluk, nâmuslu hareket. Her işte itidâl üzere bulunmak, adâletten, doğruluktan ayrılmayıp, diyânet ve akıl içinde yürümek" gibi bir mânâsı da var. Celse'de "yön" anlamında kullanılmış.
NİSBET , "münâsebet, ilişki, yakınlık, bağ, ölçü" demektir.
TESÂNÜT , "dayanışma, omuzdaşlık" demektir.
TEESSÜS ETMEK , "kurulmak, ortaya çıkmak, kökleşmek, yerleşmek" demektir.
TECELLİ , "belirme, görünme, ortaya çıkma, zuhur etme, meydana çıkma, Tanrı'nın insanlarda ve Kâinat'ta görünmesi, alın yazısı, kader" demektir. Celse'de "ortaya çıkma, meydana gelme" mânâsına kullanılmış.
TASAVVUR ETMEK , "zihinde canlandırmak" demektir.
UZVÎ , "organik, bir doku veya organın durumu ile ilgili husus" demektir.
İNKİŞAF , "gelişme, gelişim" demektir.
MEŞİME , "döl yatağı" demektir.
TEKEVVÜN , "oluş, oluşma, vârolma, doğuş" demektir.
İSTİHÂLE , "biçim değiştirme, başkalaşmak, başkalaşım" demektir.
TAHAKKUK ETMEK , "gerçekleşmek" demektir.
Yukarıda "CELSE TETKİKİ" dedik, TETKİK kelimesinin "inceleme, araştırma, koğuşturma" anlamları vardır. Biz " inceleme" mânâsında kullandık.

Şimdi bakalım, bir mânâ çıkıyor mu?... Üstat diyor ki, " Bir çekirdeğin, yâni bedenin içinde mekân tutan Ruh, zamansızlık ve mekânsızlık yönünde gelişme mücâdelesine başlar." ... Ama bu mücâdeleyi kendi hapseden Dünya'nın sağladığı dayanma, tahammül etme imkânları veya baskılar ve imkânsızlıklar içinde yaparmış. Uzun cümleyi ikiye ayırınca anladık. Bir tek itirazımız var: Beden mi çekirdek, yoksa onun içinde farzettiğimiz Ruh mu?... Beden mi öz, Ruh mu?.. Ruh mu memba, kaynak; beden mi?.. Nüve kelimesini doğru bulmadık. "Bir bedenin içinde mekân tutmuş Ruh" deseydi, daha doğru olurdu.

Sonra Üstat diyor ki, "Ruh ve Beden arasında bir âhenk, bir uyum sağlanmadıkça hayat olmaz."... Doğru!... "Bedende Tekâmül yolculuğuna başlayan Ruh, o bedenin organları ve imkânları ile uyum sağlayabildiği ölçüde gelişme gösterir." ... Bu da doğru kabul edilebilir. "Bedenî imkânları kısıtlı kişiler fazla Ruhî Tekâmül gösteremezler" anlamında söylemiş ama, bilemeyiz, belki gösterirler.

"Ruh'un bedendeki bu Tekâmül çabasının ilk safhalarında Cehâlet, ana rahminden henüz doğmuş bir bebeğin bilgisizliği, câhilliği gibi bir başlangıç yapar ama; Ruh'un gösterdiği gelişme, Tekâmül sâyesinde o câhillik parçalanır, câhillikten sıyrılınır, ve Ruh daha başka şartlarda yol almaya başlar" demiş Üstat... Biraz karışık ama doğru... Yürümesini, konuşmasını bilmeyen bebek, Ruh'un tekâmülü'ne fazla bir katkıda bulunamaz. Fakat her bir câhilliği ortadan kaldırdıkça Tekâmül imkânı artar... Ancak ondan sonraki cümle biraz karışık... .. Üstat diyor ki, "Her cehâletten çıkışta, Tekâmül'n değişmesi bir uyum içinde olursa, üst mertebelere ulaşmak bir âfet, bir felâket, başa bir belâ gelmeden olabilir. Ama Ruh bu cehâlet devresinden vaktinden önce çıkmaya çalışırsa, başına bir felâket gelebilir. "... Doğru mu? Bir bakalım... Normal de bebekler 12. ayda yürümeye başlar. Yürüyememe câhilliği ondan sonra ortadan kalkar. Ama siz onu 6. ayda yürütmeye çalışırsanız, belki başını bir yere vuracak, belki kötü düşüp bir yerini kıracaktır... Doğru!.. Üstat diyor ki, "Cehâlet rahminden vaktinden önce doğum yapmaya kalkmayın!... Bebeği tehlikeye atarsınız!" ... Güzel bir ifâde... Devam edelim bakalım, arkası nasıl geliyor.

Varlık- Amâ-yı beşer mahazzı lûtf-u ilâhidir. Eğer siz muhitinizdeki her şeyin hakikatını idrak
etmek kaabiliyetinde olsaydınız, tek bir zerrenin vibrasyonlarını dahi idrak ederken
Mahv-u nâbud olursunuz. İnsanlar CEHÂLET zindanında İLM'in feneri iile saadet avcılığı
yapmakla oyalanan mahlûklardır. CEHL'in fazlalığı ne kadar onu uçurumlara
sürükleyebilirse. İLM'in, kendi tâkatı üstüne çıkan fazlalığı da felâketlerin içine
fırlatabilir.
İdâreci- İşâret edilen âfetlerden korumak ve nimetlerden istifâde etmek için ne gibi
şeylere riâyet etmek lâzımdır?
V- Her yükselme bir tedric nizâmına uygun olunca tehlikeler azalır... İlerleme ve
yükselmede bir sür'at ve vüsat iltizam edildiği takdirde, bunun vâsıtaları tedârik ve
temin olunmalıdır. Bunun için her bilgiyi hayâtınızda rehber ittihaz edemiyorsunuz.
Bir çok tecrübelerden sonra tekevvün şartları kat'i bir mâhiyet alan bilgilerinizi İLİM
çerçevesi içinde topladıktan sonra bunları hayâtınızın rehberi yapmaya dikkat
ediyorsunuz. Dünyânızdaki saadet ve selâmet havası da ancak İLM'in rehberliği ile
sağlanabilir. Bu kıstası gaip ettiğiniz gün, sizi saran meçhûlâtın hercümerci içinde
boğulmaya mahkûm olursunuz.

Duralım mı?... Duralım... Önce yine kelimeler... ÂMÂ , "kör, görme engelli" demektir. BEŞER , "insan" demektir ama "kusurlu, eksik, hatâlı insan" anlamı taşır. ÂMÂ-YI BEŞER , "insanın körlüğü, gerçeği görmezliği" mânâsına kullanılmış.
MAHAZ , "suyun akacak yer" demektir.
MUHİT , "çevre, yöre, etraf, bir kimsenin sürekli ilişkide bulunduğu insanlar topluluğu, çevresi" demektir.
MAHV , "yok etme, yok olma, harâb olma, yıkılma, ortadan kalkma, çökme, bozulma" demektir.
NÂBUD , "mâdum, yok olan, bulunmayan" demektir.
TÂKAT , "bir şeyi yapabilme, başarabilme gücü, güç, hâl, derman" demektir.
TEDRİC , "azar azar, derece derece ilerleme, birisini bir şeye yavaş yavaş vardırma" demektir.
VÜSAT , "genişlik" demektir.
İLTİZAM , "kayırma, bir tarafı tutma, gerekli bulma, kendine lâzım kılma, icrâsına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma, mülâzemet etme" demektir.
TEDÂRİK , "araştırıp bulma, sağlama, elde etme, hazırlama, hazırlık" demektir.
İTTİHAZ ETMEK , "edinmek, kabullenmek 'öyle' diye bakmak, kabul etmek, saymaK, tutmaK, almaK" demektir.
KISTAS , "mîzan, ölçü, büyük terâzi Kıyamet Günü'ndeki büyük terâzi, ölçüt" demektir.
GAİP , " görünmeyen, göz önünde olmayan, hazır bulunmayan, nerede olduğu bilinmeyen. görünmez âlem" demektir.
MEÇHÛLÂT , "bilinmeyen şeyler, anlaşılmayan şeyler, meçhuller" demektir.
HERCÜMERÇ , "altüst, karmakarışık, darmadağınık, allak bullak" demektir.

Şimdi Tebliğ'i sökmeye çalışalım... Üstat diyor ki, "İnsanın câhilliği, gerçeği bilmezliği ALLAH'ın lûtuflarının aktığı yerdir." ... Yâni, O'nun lûtufları olmasa, insanın câhilliği de, körlüğü de ortadan kalkmaz. "Eğer insan etrâfındaki eşyânın hakikatini, gerçek yüzünü görecek, idrak edecek seviyede olsaydı; bırakın her şeyi, bir tek zerrenin, bir atomun titreşimlerindeki gerçeği idrak edebilseydi, kaldıramazdı, o anda yok olur giderdi" diyor Üstat.... Sonra, "İnsanlar CEHÂLET'in karanlığında İLM'in ışığı ile mutlu olmaya çalışan zavallı varlıklardır. CEHÂLET'in fazlası nasıl insanı felâkete götürürse, İLM'in kaldırabileceğinden fazlası da onu tehlikeler içine atabilir" diyor... Bizce doğru... İnsan bünyesi, insan idrâki her şeyin hakikatini kaldıracak güçte değildir. Yâni, ALLAH'ın İLM'i ile yarışamaz.

İdâreci "CEHÂLET'in âfetlerinden ve İLM'in getirebileceği felâketlerden nasıl kurtulabiliriz?" diye sorunca Üstat TEDRİC tavsiye ediyor... Yâni, derece derece, aşama aşama yükselme... Merdivenleri basamak basamak çıkma... "Eğer insan ilerlemede kendine bir sür'at, İLM'ini artırmada bir genişlik, bir yayılma tâyin etti ise, buna uygun vâsıtalar edinmelidir, yoksa hedefine ulaşamaz" diyor Üstat... Haklı... "Böyle yapmadığınız için her bilgiyi hayâtınızda kullanamıyorsunuz" "diyor... Gene haklı!... "Ancak yanıla yanıla tecrübeler edindikten sonra kopuk kopuk bilgilerinizi muntazam bir İLİM hâline getirdikten sonra kullanabiliyorsunuz" diyor... Haklı... Dünyâ'da mutluluk ve dertlerden kurtuluş ancak İLİM'le sağlanabilir. İLM'i ölçüt olarak kullanmaktan uzaklaşırsanız, Dünyâ'nın karmaşası içinde boğulur gidersiniz" diyor... Gene haklı!...

İyi gidiyor, değil mi?.. Bu son derece üslûbu güzel Tebliğ'den yararlanıyoruz... Devam edelim:

Varlık: İLM'in direksiyonu İYİ KÂLPLİLER'in elinde bulunduğu müddetçe,
bunun nimetleri HAYIR istikametinde, FENÂ TİYNETLİLER'in elinde
bulunduğu müddetçe ŞER vâdilerinde istimâl olunur... Her yeni bilgi daha üstün
selâhiyetler doğurur... Her iktisab edilen yeni kudretler ise daha üstün faide ve
menfaatlerin istihsâlinde istimâl edilirken, başkalarının menfaatleri ile çatışmaya mecbur
kalır. Bir tarafın istifâdesi, diğer tarafın zarârına tahakkuk ederken, zaif tarafın müdafaa
insiyâkı, İLM'in kapılarını zorlamaya çabalar. Felâketlerin bir İBRET MEKTEBİ olması
bundandır. CEHÂLET'in âfetleri de doğuracağı neticeler bakımından birer nimet sayılmalıdır.

Gene kelimelerle başlıyalım... TIYNET , "yaradılış, huy, maya" demektir.
İSTİ'MÂL , "kullanmak, faydalanmak" demektir.
SELÂHİYET , "yetki" demektir.
İKTİSAP ,"kazanma, edinme, kazanç, edinim" demektir.
İSTİHSÂL , "üretim. çıkarma, elde etme" demektir.
İSTİFÂDE , "faydalanmak, faide sağlamak, yararlanmak, faydalanmağa çalışmak" demektir.
ZAİF , " zayıf, güçsüz" demektir.
İNSİYAK , "gönderilmek, bir kuvvetin tesiriyle çekilip gitmek, ardı sıra gitmek, ilâhî ve mânevî sevk, mânen sevk olunma, içgüdü" demektir.

İlk cümle açık... Üstat diyor ki, " İLİM, İyiler elinde ise iyiye, Kötüler elinde ise felâkete götürür. Atom bombası, laboratuvarda üretilen hastalık gibi... Ben Kuş Gribi ve Domuz Gribi'nin öyle olduğuna inanırım. Çünkü aşıları hemen bulundu. Zirâ hastalığı yaymalarından önce, aşısı üretilmişti. Covid 19'da daha aşı bulamadılar, tereddütlüler. (Aralık, 2020) Niye?.. Kendi icat ettikleri bir hastalık değil... Böyle diyorum da, tersi de doğru olabilir... Yâni Covid-19'u da kendileri icat ettiler, ama boylarını aştı, aşısını beceremediler. Ötekiler tabii idi, hemen aşısını buldular... Bilemiyoruz. Bunlar karışık işler...

Öte yandan her yeni bilgi yeni bir yetki, yeni bir güç sağlar. O bilgiye sâhip olmayan geri kalır, zarar görür. Ama Üstât diyor ki, "ALLAH bu geri kalanlara öyle bir savunma içgüdüsü vermiştir ki, onu harekete geçirseler, İLM'in kapıları onlara da açılır. Kötüye kullanılan İLM'in yol açtığı felâketler de, CEHÂLET'ten kaynaklanan âfetler de birer mekteptir, insana ders verir, gelişmeye sevkeder. Bu bakımdan nimet sayılmalıdırlar.

Güzel... Beğendim... Devam edelim:

İdâreci- Önümüze koyduğunuz tefekkür nizâmına göre iyi ile kötünün, hayır ile şerrin,
İLİM ile CEHL'in, velhâsıl her zıddın hududunu tâyin etmek çok güç olacak. Ve hiç bir
şeye kat'i bir mâhiyet izâfe edemiyeceğiz... Öyle mi?
Varlık- Her zıd tecellinin bir muvazene unsuru olduğunu kabul ettikten sonra onlara
müsbet veya menfi mânâlar vermek, içinde bulunduğunuz şartlara göre mânâlandırılır...
Fakat şunu muhakkak olarak bilmelisiniz ki, Kâinat'ta hiç bir hâdise mânâsız ve lûzumsuz
değildir. Bu muhayyer-ul ukul akışta her varlık derece derece bir çok refleks ve
komplekslerin icaplarına mutavaat ederek seyr-i dâimisine devam eder.
İ- Bu kadar kaadir ve kat'i nizam icapları içinde insan zekâ ve irâdesinin değeri,
günümüzde pek âdileşiyor. Ne dersiniz?
V- Bütün Tebliğlerimiz'in ruhunda size anlatılmak istenen tek şey, bu Kâinat hâdiseleri
içinde insan zekâ ve irâdesinin âdeta samedânî telâkki edilebilecek derecede yüksek bir
mâhiyet taşıdığına imân etmenizdir. Bu idrak ve tecelliye mazhar olanlardan bir kısmının
"Enel Hak" sırrına mazhar olduklarını vehmetmeleri bir âfet-i İLM- LEDÛNÎ telâkki
olunsa da, bu vâdide bir kusva-yı idrak merhalesi sayılmalıdır. Maddî ve mânevî her
sahâda ilerleme ve yükselme sizde bir hudutsuzluk istikametinde geniş liyâkatlar ve
selâhiyetler yaratsa da, sırr-ı hilkat karşısında beşerî zaaflarınız dâima bâki kalacak ve
dâima azamet-i ilâhiye içinde ihata olunduğunuzu sezeceksiniz.

Oh, nihâyet bitti... Ne kadar ağır, ağdalı ve derin mânâlı bir Tebliğ imiş. İzmir Grubu tarafından alınmış. Şimdi oralarda bundan haberi olan var mı, bilmem!

Gene kelimelerle başlayalım. Tekrarlananları vermiyoruz, yukarı bakmanız gerek.
TEFEKKÜR , "fikretmek, düşünmek fikri harekete getirmek, düşünme, düşünüş" demektir.
VELHÂSIL , "kısacası" demektir.
İZÂFE ETMEK , "bağlamak, yüklemek, mâletmek, katmak, eklemek, ilâve etmek" demektir.
MUVAZENE , "denge" demektir.
MUHAYYER-UL UKUL... UKUL , "akıl, us, akıllar" demektir. MUHAYYER , ticârette de kullanılır, "seçmeli, seçmece, beğenilmediğinde geri verilmek şartıyla alınan (eşya vb)" demektir. Böylece MUHAYYER-UL UKUL, "akıllardan birini seçme, ama gerektiğinde reddetme" demektir.
MUTAVAAT ,"boyun eğme, uyma, itaat etme" demektir.
SEYİR , "gidiş, yürüyüş, ilerleyiş"demektir. SEYR-İ DÂİMİ , "sürekli ilerleyiş" anlamındadır.
KAADİR , "bir işi yapmaya gücü yeten, kudret sâhibi ve 'her şeye gücü yeter' anlamında ALLAH'ın sıfatlarından biri" demektir.
ENEL HAK , "Ben HAKK'ım" anlamında Hallâc-ı Mansur'un sözü.
VEHMETMEK , "yersiz korkuya, kuşkuya düşmek, kuruntuya kapılmak, evhamlanmak" demektir.
İLM-İ LEDÛN , "Gizli İlimler" demektir. Ledün ilmi KUR'AN'daki âyetten adını alan ve Hz. Hızır'a âit olan özel bir gayb ve sır bilgisidir.... Ledün ilmi özel bir bilgidir, olayların iç yüzlerine vakıf olmayı sağlar ama herkes tarafından bilinmez, Çünkü insan idrâkinin dışındadır.
KUSVA , "erişilecek son nokta son sınır, nihâyet, son, son derecede bulunan" demektir. Ayrıca Peygamber Efendimiz'in devesinin adıdır.
LİYÂKAT , "yeterlilik, kifâyet, bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu, iktidar, güç; erdem" demektir.
SIRR-I HİLKAT , HİLKAT , "yaradılış, fıtrat, doğuştan gelen vasıf, huy, yaratma" demektir. SIRR-I HİLKAT "ALLAH'ın Kâinat'ı yaratma sırrı" mânâsınadır.
AZAMET , "büyüklük, ululuk, Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğü, görkem, gösteriş, heybet" demektir.
SAMEDÂNÎ , SAMED kökünden gelir. SAMED , "hiç kimseye veya hiç bir şeye şeye ihtiyâcı olmayan, ama herkesin ihtiyâcını karşılayan mutlak mâlik olan yüce ALLAH" demektir. Buna göre SAMEDÂNÎ ," ALLAH'ın insana ihtiyacını karşılayacak şekilde lûtufta bulunması" mânâsınadır.
Yalnız burada bir hususa dikkat çekmek isteriz. Kitapta SAMADÂNÎ yazılmış. Bilmediğim bir kelime, sözlükten baktım, "köpek pisliği gibi" demekmiş... Tebliğ ile hiç bağdaşmadı. Araya uğraşa, asıl kelimenin SAMEDÂNÎ olduğunu buldum... Böyle konularda yazarken çok dikkatli olmamız gerek. Aslında ben de hızlı yazdığım için çok hata yapıyorum ama, fırsat buldukça dönüp onları düzeltmeye çalışıyorum. Çok şükür, şimdiye kadar bu tarz bir hatam olmadı.

Dönelim Celse'ye.... İdâreci, "Biz bu zıtlıklar içinden çıkamıyacağız" anlamında bir sual yöneltiyor Varlığa... Üstat diyor ki, "Bir defa her zıtlıkta bir denge olduğunu kabul edin. Ondan sonra içinde bulunduğunuz şartlara göre onlara olumlu-olumsuz diye mânâ verin." ... Bu konudaki rahmetli Üstâdım Bedri Bey'in misâlini hiç unutmam. Bal iyi mi, kötü mü?... Güzel mi, çirkin mi?... Yararlı mı, zararlı mı?... Ağzına koyarsan iyi, güzel ve yararlı; saçına sürersen kötü, çirkin, pis ve zararlı... Ardından Varlık ekliyor, "Kâinat'taki hiç bir hâdise mânâsız ve lûzumsuz değildir. Siz anlamazsanız, o başka!" ... Şimdi en zor kısmı geliyor: Her aklın birbirinden farklı olduğu, her fikrin kabul veya red şeklinde tercihe açık olduğu Kâinat'taki bu Tek Hayât'ın akışında her Varlık, kendi derecesine göre reflekslerijnin ve komplekslerinin gereğine uyarak Tekâmül Yolu'nda sürekli ilerleyişine devam eder!... Doğru mu?... Evet!

İdâreci "ALLAH'ın Kudreti ve kesin kuralları olan bu Kâinat Nizâmı içinde bizim aklımızın, zekâmızın, irâdemizin pek bir değeri kalmıyor" diyor. Üstat buna itirâz ediyor. "Zekâyı ve idrâki, âdeta gökten size bahşedilmiş ilâhî bir nimet olduğuna imân edin, inanın" diyor. Her ne kadar "ENEL HAK" diyenler, yâni "Ben ALLAH'ım" diyecek kadar ileri gidenler olmuş ve bunlar böyle bir vehme kapılmışlarsa da... Çünkü "BEN" dediğin şey, ALLAH'ta yok olmadıkça, sen O olamazsın... O olunca da SEN kalmaz!... "Bu his, idrâkin son noktasına varmış kişinin bir Gizli İilim yanılgısı olsa da; maddî ve mânevî her sahada ilerleme ve yükselme hudutsuzdur. ANCAAK, ne kadar yetki, kudret ve bilgi edinirseniz edinin; Yaradılışın Sırrı'nı öğrenme hususundaki yine de eksik kalacaksınız, ve dâima Yüce ALLAH'ın tecellisinin büyüklüğü içinde bir zerre, bir cüz olduğunuzu sezeceksiniz" diyor. Haklı mı?... Bizce öyle...

Siz ne dersiniz?

*****


Şimdi nakledeceğimiz Celse, rahmetli Bedri Bey'in Medyum'u Mâcit Aray'dan (1910-1984) ... Mâcit Bey'in babası Hattat Hacı Mahmut Efendi idi. Elazığ İlköğretmen Okulu ve Gazi Eğitim Enstitüsü'nü bitirdikten sonra çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni olarak vazife yaptı. Atilla İlhan’ın şâirlik yönünü keşfeden öğretmenlerden biri oldu. Şâirliğinin yanı sıra aynı zamanda başarılı bir ressamdı. Şiir ve yazıları Arapgir Postası gazetesinde yer aldı.

Yeğeni Ömür Gedik kendisini şöyle anlatıyor:

- "Büyük amcam, Karşıyaka Lisesi’nin edebiyat öğretmenlerinden Macit Aray,
İzmir radyosunda "Târih Yâd Ediyor" adlı programı hazırlamış ve sunmuş.
Yine İzmir’de "Ruh ve Hayat" adlı dergiyi de çıkartmış. Babam anlatır hep,
İzmir’den hep “güzel İzmir” diye söz edermiş. Evet, İzmir, güzel İzmir..."

"Sevgi Dünyası" dergisinde ise şöyle tanıtılmaktadır:

- "Mâcit Aray, Spiritüalizm'le ilgilenmeden önce hep bir arayış içinde olmuş, âileden
gelen dogmatik inançlar içinde büyümüş, belirli bir yaşa geldiğinde; bilgisi, görgüsü
ve mantığı ilerledikçe öğrendiği mânevî konular ona efsâne gibi gelmeye başlamış.
ALLAH'a ve Öbür Dünyâ'ya karşı inancı bir hayli sarsılmış. Şöyle anlatıyor:

- "İşte ben de 1944 yılına, yani 34 yaşıma kadar dar görüşlü
din adamlarından soğumayı, dinlerden soğumaya dek götürmüş;
kimsenin çözemeyeceğine inandığım bir şüphe kördüğümü ile
sımsıkı sarılmıştım. Buna paralel olarak, iç huzursuzluğum gittikçe
artıyordu. Eğer tatmin edici bir fikir sistemi kurabilsem de Allah'ın
ya kat'i varlığının, ya da yokluğunun delillerini elime geçirebilsem
sıkıntılarım tamamen halledilecekti."

"İşte o yıllarda methini daha önce duyduğum Dr. Bedri Ruhselman'ın
İzmir'e gelişi benim için büyük bir müjde oldu. Ondan bir feyiz
alacağımı az da olsa umuyordum. 4 yıl aralıksız birlikte çalıştık. Birçok
celseye katıldım. Maalesef bunlar da kâr etmedi. Gerçeği arama bende
bir humma halini almıştı. Ruhselman'ın İzmir'den ayrılmasından iki ay
sonra 3-5 kişilik Celse topluluğumuzun dağılması da araştırmalarımı
engellememişti. Medyumluk yolunu bir de kendimde deneyeyim diye
düşündüm, aylarca uğraştım. Fakat Yukarı Âlem'den ne ses geldi, ne nefes."

"Bir gün yine ümitsiz, bir Bedensiz Dost'la temas imkânı ararken kalemin
parmaklarımın arasında irademin tamamen dışında bir yılan yavrusu gibi
harekete başladığını görünce dehşetli bir korkuya kapılarak kalemi fırlatıp
attım. Gözlerim aldandı galiba diyerek kendimi avutuyordum. Yerden
kalemi alarak beklemeye başladım. Hayret, olay aynen tekrarlanmıştı ve
bu böylece altı defa aynen böyle oldu. Kalemin parmaklarımın yönetimine
tâbi olmadığını, ben sağa çekmek isterken onun aşağıya zorladığını kesin
sûrette tespit ettim. Fakat son derece yavaş yazıyordum. Yarım saat içinde
ancak 3-5 cümlecik bir mesaj alabilmiştim. İştte bu sırada hiç ummazken
kalem birdenbire akıldışı bir hızla harekete geçti. Sayfalar dolup taşıyordu.
Öyle bir sinir dengesizliğine tutuldum ki, kendi kendime kahkahalar
atıyorken, elimin altında yeni cümleler kuruluyordu."

"Mesajı veren Varlığa yeter diye yalvardım. O kibarca devam müsaadesi
istiyordu. Yazış öyle sür'atli idi ki, nelerden bahsedildiğini bile anlamıyordum.
Derken kalem birdenbire durdu. Garipliğe bakın ki, bu defa ben devam
arzusu duymuştum. Buna rağmen bir tek kelime ilave edemedim. Anladım ki
mesaj sona ermişti. Kâğıtları okudum. 7-8 büyük sayfa üzerine olağanüstü
bir akıcılık ve rahatlıkta yazılmış birçok büyük fikirleri kapsıyordu. Bir
edebiyatçı olarak kolayca hüküm verebilirdim: Aldığım mesaj, üslûp ve
zihniyet bakımından benim kişiliğimi aşıyordu."

Macit Aray'ın kendini Mustafa Molla olarak tanıtan Bedensiz Varlık'la ilk karşılaşması
işte böyle olmuş. Ve alınan mesajlar birbirini kovalamış durmuş ve tabii bu bilgiler
Dr. Bedri Ruhselman'a da gönderilmiş. Dr. Bedri Bey, verilen bilgilere o derece hayran
olmuş ki, sırf bu Celseler için İzmir'e gidip gelmeye başlamış. Bizzat yaşadığı bu
Medyumluk olayına rağmen kuşkuları tamâmen geçmiş değil. "Acaba bilinçaltım mı,
yoksa bir Öte Âlem Varlığı mı bunları yazdırıyor?" diye düşünmekten kendini alamıyor.

Devamı şöyle anlattı Mâcit Aray:

- "Bir gün yarı uyur halde iken zihnen Mustafa Molla ile konuşmaya
başladım. Dedim ki: 'Bana kızmayınız. Çünkü hem konuşan hem
dinleyen aynı kafanın içinde nasıl birleşiyor, diye haklı bir duraksama
geçiriyorum. Benimle, benden ayrı bir Varlık olarak konuştuğunuzu
kanıtlamalısınız."

" 'Nasıl istiyorsanız o şekilde ispata hazırız' cevâbını aldım. 'Geleceğe âit
hadiselerin önceden aynen haber verilmesi bu âlemde hiçbir maddî
vâsıta ile mümkün değildir. Bana bir yakın, yani 15 gün sonra, bir de
çok uzun zamanda olacakları rüya aracılığıyla önceden haber verirseniz,
bağımsız bir kişilik taşıdığınıza inanacağım' dedim. 'Peki bu akşamdan
itibâren bekleyiniz' vaadinde bulundu. Bu konuşmanın olduığu günün
gece yarısı karımın çok heyecanlı, telâşlı haykırışyla uyandım: 'Kalk, kalk,
deprem oluyor duymuyor musun?!' Derhal yataktan fırladım ve 'Hayır, ne
zaman? Ben duymadım' diye telâşlandım. Koşup ışığı yaktım, Aaa! Bir de
ne göreyim? Karım derin bir şekilde uyumuyor mu? Elimle omzuna
dokundum, uyanmadı. Daha ısrarlı davranınca birdenbire gözlerini açtı.
Hastalığı dolayısıyla uykuya ihtiyacı vardı. Sitemli bir tavırla: 'Ne güzel
uyuyordum, niçin uyandırdın beni?' dedi... 'Ama sen biraz önce beni
çağırmamış mıydın?' ... 'Hayır, nasıl olur? Görüyorsun ki uyuyordum'
diye yakındı. Saate baktım 2.30 idi. Depremle ilgili hiçbir işâret yoktu.
Ertesi gün radyoyu dinledim, gazetelere baktım. Hayır, deprem olmamıştı.
Bu ne biçim iş idi, anlayamadığım için konuyu takip etmez oldum... Aradan
tam 15 gün geçti. Gece yarısı aynı ses, aynı kelimelerle beni uyandırdı:
'Kalk, deprem oluyor, duymuyor musun?' Fırlayıp ışığı yaktım. Karımın
gözleri büyümüş rengi sararmıştı. 'Depremi duymadın galiba?' dedi.
Doğruydu.Odadaki tavan lambası sallanıyordu. Ve saat tam 2.30 idi!..
Mustafa Molla ilk pazarlığımızda 'Zamânı takip etmeyi ihmal etme' demişti.
Bu bakımdan olayın saati saatine tam 15 gün sonra olması benim için çok
mühimdi. Depremi unutmuş, bana verilen bu ispatın sevinciyle sarhoş
olmuştum. Yalnız anlayamadığım bir husus vardı. Hemen Celse yapıp
bunu Varlığa sordum: 'Neden bir rüya göstermediniz de, karımın sesiyle
beni uyandırarak olayı önceden bildirmek yolunu tercih ettiniz?' O son
derece ağırbaşlı Varlık, zihnimde adetâ kahkahalar atıyordu: 'Sebebini
düşünmedin mi? Siz ispatı rüya yoluyla isterken işin içine, kendi kendine telkin
ve bilinçaltı gibi bir itirazda bulunabileceğini hesâba katmamıştınız.'
Bu cevap benim için büsbütün inandırıcı bir vesika olmuştu. O şaşkın anda
Varlık'tan çok anlamsız bir istekte daha bulundum: 'Lûtfen depremi
bizzat ben de duyabilir miyim?' Yine gülümsediğini hissettim: 'Siz inanasınız
diye herkesi telâşa mı düşürelim? Ama oldu olacak bir daha tekrarı için
dilekte bulunacağım, artık yat' dedi."

"Sabahın saat 5'inde büyük bir sarsıntı ile uyandım, tepeme tavandan
topraklar dökülüyordu. Şimşek hızıyla şu düşünce geçti kafamdan:
'Ey İnsanoığlu, keşke başına topraklar dökülmeden sarsılmaz bir inanca
sâhip olabilseydin; İşte o zaman mutluluğu bulabilirdin!' "

Dr. Bedri Ruhselman yayınladığı "ALLAH" ve "Mukadderat ve İcâbat" adlı
eserlerinde Mâcit Aray'ın Medyumluğuyla alınan "Mustafa Molla" ve
"Mevlâna Celâlettin" adlı Varlıklar'ın bilgilerini kullanmıştır. Bedri Bey,
1953 senesinde yayınladığı "Mukadderat ve İcâat" adlı kıymetli eserin
önsözünde bilgilerinden yararlandığı Ruhsal Dostlar'ından Mustafa
Molla'yı bakın nasıl tanıtmış: :

- "Mustafa Molla, binlerce sayfalık bildirilerine
devam etmekte olan çok kıymetli ve çok
güvendiğimiz büyük bir Ruh Dostumuz'dur.
Bu saygıdeğer kişi diğerleri gibi insanlık
aşamasını çok zaman önce aşmış bir Varlık'tır.
Bundan dolayı onun ismi de diğerlerininki gibi,
sırf bizi bilgilendirmek amacı ile kullanılan takma
bir isimdir. Bu kıymetli Ruh'a aracılık yapan kişi
sevgili dostumuz Mâcit Aray'dır. Mâcit Aray
öğretmendir ve İzmir'de bulunmaktadır.Kendisi
hayâtının önemli bir kısmını Medyumluğunun
gereklerine bağlamış. takdir ettiğimiz bir arkadaştır."

Sanırım, 1982 yılında idi. Ankara'da, büyük bir otelin salonunda Spiritualistler toplandı. Refet Kayserilioğlu, Oruç Güvenç ve Mâcit Aray da vardı. Kendisini orada tanımıştım. ALLAH gani gani rahmet eylesin.

Eserleri:
ŞİİR: Bir Rüzgâr Eser ki (1974).
ARAŞTIRMA: Mevlânâ Konuşuyor (1955),
Ruh ve Hayat (1962),
Yunus Emre‘nin Yeni Araştırmalar Sonunda Kişiliği, Divanı, Hayatı,
Yattığı Yer ve Bunun­la İlgili Bâzı Şiirleri (1974).

Şimdi sıra geldi rahmetli Mâcit Aray'ın İzmir'de alıp ta "İç Varlık"ta yayınlanan Celse'sine... Sayı 12, sayfa 405-407'den alıntı...

Varlık: Mustafa Molla
Medyum: Mâcit Aray
Tarih : 25 Aralık 1948
Usûl : Yazı
Yer: İzmir

Sükûnet-i kâlp, en büyük ideallerin bile tahakkuku için birinci şarttır. Telâş, garip
arzulardan doğan bilinmezlik yüzünden âsap ve Ruh muvazenesini ihlâl eyleyen
tecessüsler, sizi dâima geri bıakan âmillerdir.

Doğrusu Hayat, baştan başa bütün kadrosu, teâmülleri ve çeşitli safahâtıyle, inanınız ki,.
sâdece Ruhunuzda intizar hâlinde bulunan ileri idrâkin tahakkuk ve tenemmüvünü
gâye tutmuştur. Bu derin ve üzüntülü bir devre-i intizar olduğuna göre de , üzerinde
dikkatle durulması her an ve her adımın buna göre tanzim edilmiş bulunması icâbediyor.

Görüyorsunuz, bir çok insanlar bir yığın iş ve bir sürü endişe ile yüklü ve muzdarip...
Akla hayâle sığmaz fecâi... Ümit olunmaz kimselerin ümit edilmez hareketleri ve
âkıbetleri... Kütleler hâlinde topraklara seriliş ve kütleler halinde Madde ihtirasının
yardımını temenni... Bunlar Dünyâ'yı öyle bir manzaraya îsâl ediyor ki, istenen veya
istenmesi icâbeden bu değildi.

Bir duralım, bakalım, anlamlı bir şeyler çıkarabilecek miyiz?.. Ben buraya kadar yazarken ne dediğini pek çıkaramadım. Bilmediğim, az bildiğim kelimelerden olsa gerek...
SÜKÛNET, benim çok kullandığım kelime, "durgunluk, dinginlik, hareketsizlik, sessizlik, huzur, rahat, dinme, yatışma, vakarlılık, ciddiyet" demektir.
TAHAKKUK , "gerçekleşme" demekti, yukarda verdik.
MUVAZENE , "denge" idi, onu da vermiştik.
ÂSAP , "sinir" demektir.
İHLÂL EYLEMEK , "bozmak, zarara uğratmak, kurala aykırı davranmak" demektir.
TECESESÜS , "belli etmeden kendini ilgilendirmeyen şeyleri öğrenmeye çalışma, merâkını gidermeye çalışma, görme, anlama merakı, gizlice araştırmak, gizlice bakmak, tetkik, tahkik" demektir.
ÂMİL , "etken, etmen, sebep, faktör" demektir. Bir de "İslâm devletlerinde zekât, vergi tahsildarı veya vâliler ve devlet memurları" anlamları var. Celse'de "sebepler" diye geçmiş.
TEÂMÜL ,"bir yerde öteden beri olagelen davranış, yapılageliş, âdet, usûl" demektir.
SAFAHAT , "safhalar, evreler" demektir.
İNTİZAR , "birinin gelmesini, bir şeyin olmasını bekleme, gözleme" demektir. Ayrıca "ilenme, beddua, inkisar" ve "adamak, nezretmek" diye iki ayrı mânâsı daha var. Celse'de "bekleme" anlamında kullanılmış.
GÂYE , "elde edilmesi gereken, ulaşılmak istenen şey, amaç, maksat, netice, son, hedef" demektir.
TENEMMÜV , "gelişip büyüme" demektir.
TANZİM ETMEK , "sıralamak, düzenlemek, düzen vermek, düzene koymak" demektir.
MUZDARİP , "sıkıntılı, ıstırap çeken, bir tarafı sızlayan, ağrıyan" demektir.
FECÂÎ , "çok acıklı şeyler, musîbetler, belâlar" demektir. FACIA'nın çoğulu...
ÂKIBET , "bir iş veya durumun sonu, sonuç, sonunda, önünde sonunda, neticede, gelecek, istikbâl, son, nihâyet" demektir.
KÜTLE , "katı maddelerin büyük parçası, küme, yığın, bir yerde toplanmış, bir araya gelmiş insan topluluğu, kitle" demektir.
İHTİRAS , "aşırı, güçlü istek, tutku" demektir.
TEMENNİ , "bir şeyin gerçekleşmesini dileme, dilek" demektir.
ÎSÂL ,"ulaştırma, ulaştırmak, vâsıl etmek. yetiştirmek" demektir.

Amma çok az bilinen veya hiç duymadığımız kelime varmış... Ee, Celse târihi 1940'lar, Medyum da Edebiyatçı olunca, onun şuurundan da yararlanarak Varlık doktürmüş... Diyor ki, "En büyük ideallerinizin bile gerçekleşmesi, kâlbinizin huzur içinde olmasına bağlıdır. Telâş, heyecan, bilinmezlik, sinirlerinizi ve Ruh dengenizi bozan lûzumsuz merak, sizin ilerlemenize mâni olan sebeplerdendir." ... Doğru mu?... Vallahi, doğru... Birinci paragraf iyi...

Sonra Mustafa Molla Üstat diyor ki, "Hayat, Ruh'ta pasif halde duran idrâki harekete geçirmeyi ve geliştirmeyi amaç edinmiştir. Bunu bütün kadrosu ile, kendine has usûlleri ile ve çeşitli safhaları ile yapar." ... Cümleyi ikiye bölünce daha kolay anladık. Ancak Üstâd'ın bahsettiği bu Hayat, kişinin kendi hayâtı değil; Kâinat'taki TEK HAYAT'tır... Bu pasif bekleme süresi üzüntü vericidir, ama üzerinde durulması gerekir ve her an her adımın bu amaca yönelik düzenli şekilde olması lâzımdır... İkinci paragraf da güzel...

Üçüncü paragraf kolay anlaşılıyor ama biz gene açalım. Üstat diyor ki, "Gördüğünüz gibi insanlar bir yığın işle, bir yığın endişe ve evhamla yüklü, ızdırap içinde. Akıl almaz bir facia yaşanıyor Dünyâ'da... Hiç beklemediğin kimselerin hiç beklemediğin davranışları ve bunun sonuçları da kötü... İnsanlar kitleler hâlinde ölüyor, ve yine büyük kitleler paradan, mal-mülkten medet umuyor. Bu durum Dünyâ'ya öyle bir görünüş veriyor ki, istenen ve o yüce gâye ile hedeflenen asla bu değildi. ... Bu da çok güzel... Merak ettim, bakalım Mustafa Molla Üstat konuyu nasıl bağlayacak?

Varlık- Görüyorsunuz!... Âleminiz, muhteşem bir putperest mâbedinden başka bir şey
değildir. Bunun acısını, kendi sialarını daraltmakla insanlar, pekâlâ ferden ve toplu hâlde
çekmektedirler. Garip olanı da, çektiklerinin mâhiyetinin asla farkında bulunmayışlarıdır.
Öyle zamanlar oluyor ki, bu kütleler ve bu fertler, sinirinden normallikle bahsediyor.
Eğlencelere, yarın daha mükemmel kalkacağı ümidiyle derin ve idealsiz uykulara
gömülüp, aynı hâlet-i rûhiyeyi yine aynı vâsıtalarla gıdalandırmaya çalışıyorlar.

İnsan Ruhu Dünyâ'da bulunuşunun cezâsını bizzat kendi ferdî mevcudiyetinin sapıklığı
yüzünden çekmektedir. Kötü ve aslında bulunmaması icâbeden parazit tezâhürleri icât
eyliyerek, yorgun ve ızdıraplar içinde muvazenesiz, şaşkın bulunuyor.

Size dâima söylenmektedir: Bu âlem bir Nizam Âlemi, bir reviş-i nâtamam olmakla beraber,
bir İdeal Âlemi'dir. Etrâfınız vâsıtaların şiârını temsil etmekle size, birer ideal gibi
görünüyor ve hep işin çarpıklığı bundan ileri geliyor.

Gene duralım mı?... Önce kelimeler... SİA , "genişlik, bolluk" demektir. Bir de elektrikle ilgili anlamı var: "bir iletkenin yük sığdırım olanağı... İletkenler ve yalıtkanlar dizgesinin erkil birimi başına sığdırabildiği yük tutarı; birimi farad'dır. Bir yoğunlacın elektrik yığma ya da bir aracın elektrik alabilme yeteneği., birim gerilimde bir nesneye sığabilen kıvıl yük niceliği" demekmiş. Ben anlamam.
MÂHİYET , "nitelik, vasıf, öz, asıl, esas, bir şeyin içyüzü, aslı, esâsı, bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, hakikatı" demektir. MAHİYET, HAKİKAT'tan daha genel bir anlam taşır.
HÂLET-İ RÛHİYE , Ruh durumu, Ruh hâli, Ruh'un keyfiyeti" demektir.
ŞİÂR , "ülkü, düstur, duyuş, düşünüş ve inanıştaki ayırıcı özellik, belgi" demektir.
REVİŞ , "gidiş, yürüyüş, üslûp, tutum, biçim, tarz, davranış, yol, hâl, tavır" demektir. Celse'de "gidiş, yürüyüş" mânâsına kullanılmış.
NÂTAMAM ,"eksik, tamamlanmamış, bitmemiş, bitmemiş, yarım kalmış" demektir.

Şimdi bakalım, açıklayabilecek miyim?.. Aşağıda söyleyecek, bir Nizam Âlemi, bir İdeâl Âlemi olması gereken Dünyânız, sizin elinizde paraya, maddeye tapan putperestlerin mâbedi hâline gelmiş!.. Bunu görmüyor musunuz?.. Bunun acısını kendi imkânlarını daraltan, bereketini kaçıran insanlar hem fert olarak, hem de toplum olarak çekmekteler ama ne çektiklerini, niye çektiklerini bilmiyorlar. Şikâyet ediyorlar ama, şikâyet ettikleri acının sebebini kendilerinde aramıyorlar. Öyle oluyor ki, bu kişiler sinirlendikleri zaman bunu normal bir şeymiş gibi algılıyorlar. Halbuki olgun insan nefsine hâkim olmasını bilir, sinirlenmez, öfkelenmez. Yine bu insanlar saçma sapan eğlencelere dalıyorlar, amaçsız, hedefsiz, idealsiz işler yapıyorlar. Sonra yorgun, bîtap hâlde, ama ertesi gün daha iyi kalkacaklarına inanarak derin uykulara dalıyorlar. Ertesi gün aynı Ruh hâli içinde, aynı vâsıtalarla tatmin olmaya çalışıyorlar, boş yere!..

İnsan Ruhu tekrar tekrar Dünyâ'da böyle sıkıntılar içinde bulunuşunun sebebini kendinde aramıyor, kendi noksanlarının, hatâlarının, sapıklıklarının cezâsını çektiğini anlamıyor. Kendine çâre olarak kötü, parazit gibi yapışan huylar edinerek yorgun ve ızdıraplar içinde dengesiz, şaşkın bir hayat sürüyor.

Hep söylüyoruz, yukarıda da belirttik. Bu Dünya bir Nizam Âlemi'dir, bir İdeâl Âlemi'dir... Ne var ki, etrâfınz, içinde bulunduğunuz ortam size bir ideâl hayat tarzı gibi görünüyor. Çevrenizdeki vâsıtalar, villâlar, otomobigller, mücevherler özellikleriyle ideâl bir hayat sağlar gibi geliyor, çarpıklık ta böyle başlıyor... Nasıl, oldu mu?.. İyi... Devam edelim.

Varlık- Âdât-ı beşere ittibâen yürüyor, kanunlar yapıyor, daha rahat olanlarınız da
bu nizam ve âhenk teessüs eder gibi olurken daha rüşeym hâlinde onları eziyor ve
her şeyi bir çocuk gibi dar sahâlarınıza hapsediyorsunuz.

O âlemin iğrenç veya zevkli bir âlem olduğunu size kimler söylemişlerse, aldatmışlar ve
aldanmışlardır.

Bu zevk nasıl tahakkuk edebilir ki!... Ancak iki cepheli bir hakikat vâsıtası ve sâhibisiniz.
Bunlardan birinin ihmâli, diğerinin de ancak bir başka türlü fonksiyona irkılâbını intaç
eder. Kolunuzun biri diğerinden çok fazla işlediği için, diğeri âdeta bir tenâzur vazifesi
ile mükellef bir hâlde kalır. Ama yardımlaşma işlerinde birliktedirler. Her an faal olanın
kazancını kendiniz de müşâhede edersiniz.

Hayat her zaman kısırdır, eğer onun hüviyeti sizce meçhul kalmakta devam ederse...

Hayat dâima zevktir, zirâ siz zevki bir taraflı anlamak itiyâdından vazgeçmiyecek kadar
bir baş dönmesi, bir yorgunluk, bir tezelzül içinde bulunduğunuz için...

Hayat dâima zevksizdir, zirâ son ve öte diye aklınıza hücum eden hakikatler arasında
bir âhenk, bir barıştırma tesisine imkân bulamadığınız için...

Hayat ne zevk, ne zevksizliktir. Hayat İdeâl'e doğru bir geçittir ve çok kısadır.

Burada duralım... Vallahi zorlanıyorum... Şu kelimeler olmasa belki daha kolay olurdu ama, o zaman da bu üslûp olmazdı... ÂDAT , "âdetler" demektir. Bir de "fâiz hesaplamalarında kullanılan ve fâize esas olan anapara miktârı ile gün sayısının çarpılıp, yüze bölünmesi sonucu bulunan tutar" anlamı var... ÂDÂT-I BEŞER , "İnsanoğliu'nun âdetleri, gelenekleri, görenekleri" oluyor.
İTTİBÂEN ,"tâbi olarak, ittiba ederek, uyarak" demektir.
TEESSÜS ETMEK ,"kurulmak, ortaya çıkmak, kökleşmek, yerleşmek" demektir.
RÜŞEYM , "embriyo, oğulcuk, rahimde yavrunun bütün uzuvlarının teşekkül etmiş şekli" demektir. Harekete başlayan rüşeyme, CENİN denir.
İNKILÂB, "devrim, başka tarza değişme, bir hâlden diğer hâle geçme, başka türlü olma" demektir... Aman dikkat, İNKİLÂB demeyin, yâni iki "İ" ile yazmayın, "kelbleşme, köpekleşme" anlamındadır.
İNTAÇ ETMEK , "neticelendirmek, sonuçlandırmak, bitirmek" demektir.
TENÂZUR , "bakışım, birbirine karşı olmak, simetri hâli" demektir.
MÜKELLEF , "yükümlü,vergi yükümlüsü" demektir.
MÜŞÂHEDE ETMEK , "gözlemlemek, dış dünyâdaki bir şeyi iyi bilmek için dikkati onun üzerinde tutmak," demektir.
TEZELZÜL , "sarsılma, sallanma, sarsıntı" demektir. ZELZELE ,"deprem" anlamındadır.

Sıra geldi açıklamaya... Üstat diyor ki, "Beşerî, yâni hatâlı olması muhtemel insan ve toplum geleneklerine uyarak kanunlar yapıyorsunuz, yürüyorsunuz. Yâni, yaşıyorsunuz. Aranızda daha rahat hareket edenler sanki bir düzen kuruyormuş gibi davranıyor ama, aslında kurmak istedikleri iyi düzeni daha başta yıkıyor, her şeyi bir çocuğun dar dünyâsına hapsediyorsunuz. Böyle davranırsanız, ilerleme nasıl olabilir ki? Dünyâ'nın iğrenç olduğunu söyliyenler de, zevkli bir âlem olduğunu ileri sürenler de aldanıyor ve sizi aldatıyor. Nasıl sâdece iğrenç olabilir? Bütün o kötü gördükleriniz sizi olgunluğa tekâmüle götürüyor. Nasıl sâdece zevkli olabilir? Amaç zevk almak değil ki... Ancak iki cepheli; zaman zaman ızdıraplı, zaman zaman mutlu bir hayâtın sâhibisiniz. Hakikat bu... Bunlardan biri olmasa, diğeri de başka bir fonksiyona dönüşür. Yâni hep ızdırap çekemezsiniz, mutlaka bir yerde mutluluğa dönüşür. Hep mutlu olamazsınız, yeri gelir, ızdırap çekmeye başlarsınız. Kol misâlinde olduğu gibi, biri diğerinden çok çalışsa, diğeri onun yorulduğu noktada devreye girmek için bekler, görevi devralır. Öyle olmaz mı?.. Meselâ havan dövüyorsunuz. Sağ kolunuz yorulunca, sol elinize alıp, sol kolunuzu çalıştırmaz mısınız?

Hayat hakkındaki cümleler anlaşılıyor, özellikle yavaş yavaş okuyunca... Gerçekten de hayat ne zevktir, ne de zevksizlik... İnsan Hayatı, insanı Tekâmül'e götüren kısa bir yoldur. Ömür göz açıp kayıncaya kadar geçer gider.

Varlık- Gözlerinizi açınız, zirâ bir daha dönülmez bir yoldan değil, fakat asla bir daha
dönmek istemiyeceğiniz kadar yüksek ve fevkalâde bir âlemden avdet, sizi Cehenneminiz'e
götürür.

İsteriz ki, her ânınız bir gaflet, bir perişânî-i Ruh olmaktan ziyâde, bir ıttıla ânı olsun ve
her doğan güneş, doğacak olana sizi gerçekten lâyık ve yolunuzda mesâfeler almış
bir hüviyetle teslim etmiş bulunsun.

Evet... Zevk de var, zevksizlik de var... Fakat sonlar içinde yuvarlanan küçük istecikler
üzerinde olmadıkça, yâni dâimi bir seyre mazhar olmuş bir zevke sâhipseniz...

İdeâlinizin tahakkuku diye bir şey yoktur... Zirâ siz Dünyâ'daki işler gibi bir işin
mukabilini beklemeğe alışmış olmakla, inanız ki, "karşılık" denen tezâhürü başka türlü
anlamaya yönelmişsiniz. Sizde olan değerin sizin tarafınızdan ödenmesi diye bir şey
olabilir mi?.. Bu, gariptir... Ancak sizde bir değer tahakkuku için, sizin tarafınızdan
ödenmesi icâbeden sâyi ve âmâl mevcuttur.

Yine kelimelerle başlıyalım... AVDET , "eski yere geri dönüş, dönüş, geri gelme, rücû" demektir.
PERİŞÂN , "dağınık, düzensiz, karmakarışık, acınacak durumda olan, zavallı" demektir. PERİŞÂNÎ-İ RUH , Ruh'un karmakarışık, düzensiz hâli" anlamındadır.
ITTILA , "bilgi edinme, öğrenme, haberi olma, kokulu şeyler sürünme"demektir.
İSTECİK , Varlık böyle bir kelime yaratmış, "küçük istemeler, istekler" anlamında.
SÂY ,"çalışma, emek, çalışıp çabalama, gayret sarfetme, bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma" demektir. Rahmetli Atatürk'ün Vatan Misâk-ı Millîsi gibi, bir de Say Misâk-ı Millîsi, yâni Millî Çalışma Andı vardır ki, unutulup gitmiştir. SÂY'ın ayrıca "Hac ibadeti sırasında Safa ile Merve tepeleri arasında gidip gelme" anlamı olduğu gibi, "düz, tabaka biçiminde, ince yassı taş, iri, büyük kaya" ve ""arkadaş, su kaynağı, suyun akması. elçi" şeklinde anlamları vardır. Bizi ilgilendiren "çalışma, emek" mânâsıdır.
ÂMÂL , "işler, işlemler" demektir. EMEL'in çoğulu ÂMÂL , "emeller, arzular, gâyeler, dilekler, istekler" demektir. Bir de AMEL'in çoğulu A'MAL var, o da "ameller, işler, yapılan hayırlar" anlamındadır.

Açıklamaya gelince; ilk cümle biraz karışık... Hem de çok karışık... Ben içinden çıkamadım. "Bir daha dönmek istemiyeceğiniz kadar yüksek ve fevkalâde bir âlem" ne demek?... Tekâmül'de ulaştığımız mertebe mi? Oraya niye dönmek istemiyelim, hele aşağıya düştüysek?... Galiba bir kelime eksik kalmış baskıda... "Bir daha GERİ dönmek istemiyeceğiniz kadar yüksek bir âlem" deyince cümle anlaşılıyor... Oradan daha önce bulunduğumuz yere dönmek, bize Cehennem gibi geliyormuş. Doğru!... Bunu hepimiz biliriz. "ALLAH insanı gördüğünden ayırmasın" derler. Fakirlik bir şey değil. Ama zengin olup, sonra fakirliğe düşerse insan, çok daha fazla ızdırap çeker.

Sonra Üstat diyor ki, "Biz isteriz ki, hiç bir ânınız boş geçmesin. Bir an bile gaflet, dalâlet, perişan bir Ruh hâli içinde olmayın. Her sâniye bilgi edinme, öğrenme faaliyeti içinde olun. Her doğan Güneş sizi bir sonra doğacark olan güne sizi daha ilerlemiş, daha Tekâmül etmiş olarak teslim etsin." ... Burada Peygamberimiz'in üzerinde pek durulmayan bir hadisine atıf var. "İki günü bir olan ziyandadır" diyor!... Dün nasıl idiyseniz, bugün de öyle iseniz, boşuna yaşamışsın demektir. Üstat onu belirtmiş "doğan güneş, doğacak olan güneş" ifâdeleriyle...

Hayatta zevk de var, zevksizlik de... Zevksizlik sonu gelen küçük istekler peşinde koşmak... Zevk ise dâimî bir akış, bir ilerleyiş içinde olmak...

Dördüncü paragrafın ilk cümlesini de anlamadım. İdeâllerimiz niye gerçekleşmezmiş?... Çünkü biz her yaptığımız işin karşılığını beklermişiz. Karşılık bizim beklediğimizden başka türlü gelirmiş. Bunun için "ideâl" diye bellidğimiz şey gerçekleşmezmiş. Üçüncü cümleyi de tam anlamadım. Bizim değirimiz ödecek bir bedel değildir. Tam tersine, bizim bir değer kazanabilmemiz için emek, çalışma ve müsbet faaliyetimizin şart olduğu muhakkak... yâni sizin kazandığınız değer, kazandığınız para gibi değil. O değiri harcamak iç in kazanmıyorsunuz. Sizde bir değer var da, onu bir yere ödeyeceksiniz diye bir şey yok. Değer kazanmanız için çaba gerek!... Çaba harcayacaksınız.

Varlık: Öyle ise "bu hayattan ve bu sâyiden maksat" diye de bir şey düşünülemez!..
Zirâ maksat kendindedir. Maksat tedricî ve nâ-mütenâhi revişini tâkip ediyor. Bu neye
benzer, bilir misiniz?.. Son sür'atle akan bir dereden çok susamış birinin avuçlarıyla
cereyan hâlindeki sulardan bir miktar su almak istemesine...

Bu sür'at içinde alacağınız su miktârı sizi nasıl müebbeden tatmın ederse, son sür'atle
akan su da sizinle mutmain, diğer bir gâyeye, kendinden mahrum olan bir merhaleye
koşuyor.

Siz sanır mısınız ki, mevcudiyetinizin bu koca Kâinat muvacehesinde hiç bir ehemmiyeti
yoktur?... Şu âleme ve onu istiab eden gözlerinize bakın... Ayaklarınızın altına inanıyor
da, başınızın üstüne neden inanmıyorsunuz?. .Buna dâir bir mecbûriyet-i maddiye veya
mânevîye var mıdır?.. Çıktığınız yolun nihâyeti yok diye de sizin endişelerinizin ne
mânâsı olabilir?.. Biz bu sualleri, yâni madde istekleri üzerine müesses bütün ilmî
teâmülleri, keşifleri ve faaliyetleri zarurî görüyoruz. Orada bulunuşunuzun zâten sebebi
budur. Fakat biliniz ki, yaptığınız şey bitmiş değildir. O sizde devam ediyor!.. Siz de
bitmeyen bir yolda...

Çok şükür, tamamladık... MÜEBBED , sık duyuyoruz , "ebedî, dâimî, sonsuz, ömrün sonuna kadar" demektir.
MUTMAİN , "gönülden nanmış, gönlü kanmış, emin olan" demektir. .
MUVACEHE , "yüzleşme, yüz yüze gelme, karşı, ön" demektir.
İSTİAB , "içine almak" demektir.
MERHALE ,"derece, basamak, aşama, evre, varılması istenen noktaya kadar aşılması gereken yerlerin her biri, konak, menzil" DEMEKTİR.

Yine ilk cümleyi anlamadım. "Hayâtın bir maksadı yoktur" diyor... "Emeğin, çalışmanın bir maksadı yoktur" diyor.... Sonra "Maksat kendindedir" diyor... Neyin kendinde?... Sonra maksat derece derece ama sonsuz akışını tâkip ediyormuş... Akan su ve bir avuç misâlini anlıyoruz... Oradan hareket edersek, acaba şunu mu demek istiyor: "Senin bir avuç suya benzer kişisel hayâtının ve faaliyetinin bir maksadı ve ehemmiyeti yok!.. Zirâ Kâinat'ta muazzam bir TEK HAYAT var, sonsuza akıp gidiyor. Onun anlayamadığımız ilâhî bir maksadı var. Seninki mühim değil. Sen o bir avuç su kadar hayâtınla tatmin olabilirsin, ama KÂİNAT da seninle mutlu!.. Sen Tekâmül için koşup duruyorsun, o da seninkinden farklı bir gâye ile henüz ulaşamadığı bir merhaleye koşuyor" diyor Üstat.

Üstat diyor ki, "Küçük dedik, bir avuç dedik, ama sanır msınız ki, sizin Kâinat'ta hiç öneminiz yok?.. Elbette var... Çıktığınız yolda 'bir şeyere ulaşamadım' diye endişelenmenize lûzum yok. Biz sizin maddî isteklerinizi, anlamsız alışkanlıklarınızı, uyduruk icatlarınızı, gereksiz faaliyetlerinizi dahi normal görüyoruz. Orada bulunuşunuzun sebebi de zâten bunları yaşamanız ve onlardan kurtulmanız... Ama her şey daha bitmedi. Onlar sizde, siz de onlarda devam edip gidiyorsunuz, ama sürekli Tekâmül ederek" diyor Üstat... Haklı mı?... Bu sefer siz cevap verin.

Ruhi Selman

selman@journalist.com


  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON - 1
    - REİNKARNASYON - 2
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - ZIRVA RA-KA TEBLİĞLERİ
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
    - KASYOPYA CELSELERİ'NDE ATMASYON, KITIRASYONLAR
    - RA "TEBLİĞ"LERİ
    - HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
    - VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
    - HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
    - ÜSTAT KUTHUMİ'DEN SAHTE İNCİLER
    - ARKTURUSLULAR'DAN ZIRVA MESAJLAR
    - ATLANTİS'İN KRAL RÂHİBİ THOTH'UN IVIR-ZIVIR MESAJLARI
    - BAŞMELEK METATRON ÜFÜRMELERİ