Site hosted by Angelfire.com: Build your free website today!

BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI

NEYZEN TEVFİK'TEN BİR ŞİİR
VE DİĞERLERİ

Bugün 6 Ağustos 2020...
Bir süredir yazılara ara vermiştim. Maksadım site ilgi görüyor mu, yazılar okunuyor mu, inançlarda doğruya bir yönelme var mı, onu görmekti... Bir de bedava sitenin bana tanıdığı 20 MB'lık limit dolmuştu. Yeni bir adres bulmam gerekti...

Velhâsıl, daha bekleyecektim. Ancak üç okurumdan gelen ilgi dolu mektuplar siteye yeni birşeyler çıkarmam gerektiği düşüncesini uyandırdı bende. Gazâlî Celsesi'ni isteyen de vardı, Psikolojik Açıklamalar talep eden de... Artık durmak olmazdı.

Ben de kalktım, eski dosyaları karıştırdım. Taleplere cevap olmasa da, enteresan Celseler buldum. Meselâ rahmetli Neyzen Tevfik'ten bir Fincan Celsesi'nde alınmış bir şiir... Kafiyesi, vezni bâzı yerlerde bozuk olabilir. Hattâ formu da... Bâzı yerleri beyit, bâzısı kıt'a, bir de üç mısralı olanı var ama, güzel bir şiir. Derin mânâlı... Ruhlar âlemi'ni, Öbür Dünyâ'yı anlatıyor... Bakalım, siz ne diyeceksiniz.

Nedir bu Âlem-i Ervah?.. Söyliyeyim bâri
"Hiç"in içindeki âlem... "Yok"un büyük "Var"ı....

Değer bin can fedâ etmek, erişmek için bizim yurda
Esirî renk, sessiz seslerin mirâcı var burda.

Bîhûş Ruhlar7ın müteheyyiç semâı bu
Hasretlerin hülâsası, vuslat diyârı bu!
Ne zamandır bu vuslatın tahassüründe idim
CEMÂL mazharının bir fütâde bendesi bu!

Öyle bir âlem ki, mâziden eser yok, hâl yok,
Vecde daldık Sine-i Mutlak'ta, istikbâl yok!

Semâlar ederek geçti Neyzen'in Ruh'u,
Harim-i Vahdet'e vardıkta, baş kesip dedi: HUU!

Ölüm Mutlak Hakikat'ın şüpheyi boğması gibi
Esen kudsî bir rüzgârın bulutu koğması gibi
Karanlıklar arasından Güneş'in doğması gibi

Delirmiş, şiire varmıştım şuurun mâverâsında
Şiirden Ruh'a kâlboldum, şuurun tam verâsında.

Neyzen'in mâyesi mey, âleti ney sanma sakın,
Görünen mazhar odur, siz buyuran RABB'a bakın!

Ne güzel, değil mi?... Ama biraz açıklama gerekecek. Sonra sizi tekrar tekrar okuyup, üzerinde tefekküre dalmaya bırakacağım. Gene önce kelimeleri verelim... ÂLEM-İ ERVAH , "Ruhlar Âlemi" demektir.
ESÎR, "atomlar arasındaki boşluğu ve bütün Evren'in boşluğunu doldurduğu varsayılan, ağırlığı, hacmi olmayan ama ısı ve ışığı ileten cevher" demektir.
MİRAC , "yükselme çıkma, .Hz. Muhammed'in göğe yükselmesi" demektir.
BİHÛŞ , "şaşkın, sersem, aklı başında olmayan, deli, kendinden geçmiş, kendini kaybetmiş, baygın" demektir.
MÜTEHEYYİÇ , "heyecanlı" demektir.
HÜLÂSA , "öz, herhangi bir maddenin, alkol, eter vb. bir eritici ile ayrılmış veya başka bir yol ile elde edilmiş etkili özü, özet, fezleke' demektir.
VUSLAT , "sevgiliye kavuşma, ulaşma, yetişme" demektir.
TAHASSÜR , "kavuşmak istenen şey veya kimse için üzülme, özlem, pıhtılaşmak, kanın pıhtılaşması" demektir. Burada "özlem " mânâsına kullanılmış.
CEMÂL , "yüz güzelliği, Allah'ın lûtuf, ihsan, rıza sıfatlarının karşılığı, Allah'ın rahmetle tecellisi, zâhirî ve bâtınî güzellik" demektir. Celse'de "ALLAH'ın Kâinat'a yansıyan güzelliği ve rahmeti" mânâsına kullanılmış.
MAZHAR , "şereflenme, onurlanma, sâhib olma, nâil olma, bir şeyin ortaya çıktığı, göründüğü yer veya kimse" demektir.
FÜTADE , "mübtelâ, tutkun" demektir.
BENDE , "kul, köle, yürekten bağlı, esir, hizmetçi, hizmetkâr, bağlanmış kimse, tutsak" demektir.
VECDE DALMAK , "sarhoş olmak, kendinden geçmek, dinî, büyü, sihir gibi uğraşı alanlarındaki din adamlarının, büyücülerin, dervişlerin, özellikle şamanların doğaüstü güçlerle, kutsal nesnelerle özdeşleşmek; sayrıları sağaltmak, büyü yapmak, geleceği okumak vb. için gövdesel devinimlerden, kutsal sözlerden, oruçlardan, müzikten ya da uyuşturucu bitki ve ilâçlardan yararlanmak yoluyla içine düştükleri geçici rûhî duruma girmek" demektir.
SİNE , "göğüs, gönül, bağır, iç" demektir. SİNE-İ MUTLAK , "ALLAH'ın bağrı" mânâsındadır.
MÂVERÂ , "öte, bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar, görülen âlemin ötesi" demektir.
KÂLBOLMAK , "değişmek, dönüşmek" demektir.
VERÂ , " gerçek, yalan olmayan, doğru olan şey, hakiki" demektir

Hazret Âhıret'e intikâl etmiş, Ruhlar Âlemi'ni "size anlatayım" diyor... Diyor da, ilk cümlesi ile akıl karıştırıyor... Ne demek "Hiç"in içindeki âlem?.. "Yok'un Var'ı" ne demek?... Neyzen Tevfik artık bu Dünya'da "yok"... Ölmüş gitmiş... Kemikleri bile toz olmak üzere... Ama yine bizim için "yok" olan Neyzen Tevfik, Âhıret Âlemi'nde "var"... Üstelik oradan şiir bile gönderiyor.

Peygamberimiz Hz. Muhammed "O, Evvel'dir, Ahir'dir, Zahir'dir, Bâtın'dır"(Hadid Sûresi, 3. Âyet) ifadesine dayanarak, “ALLAH vardı, O'nunla birlikte başka bir şey yoktu" buyurmuş. Bu, "ALLAH, Kâinat'ı 'yok'tan yarattı" demektir. Çünkü EVVEL, "ALLAH, her şeyden öncedir" demektir. ÂHİR, "sonunda Kendisi'nden başka hiçbir şeyin kalmayacak" demektir. ZÂHİR "Görünen O'dur, , varlığı açık ve kesindir" demektir, BÂTIN "gerçek niteliği yaratılanların harika özellikleri içinde gizlidir" demektir. Kendi'nden başka bir şey yoksa, Kâinat'ı neyle yaratacak?.. "Yok"tan yaratmış!...

Neyzen diyor ki, "Başlangıçta TANRI'dan başka bir şey yoksa, sonuçta da O'ndan başka bir şey kalmayacaksa, bütün bu görünenlerin hepsi HİÇ'tir. Ama bu HİÇ'in, bu YOK'un tezâhüründe, görünüşünde öyle bir VAR vardır ki, işte o ALLAH'ın Kudreti'nin tecellisidir. Bu Dünya'da da, Öteki Dünya'da da görünenler, yaşananlar O'nun aynaya yansımasıdır... Gel de çık, işin içinden!...

"Şu bulunduğum yere erişmek için, bin cânım olsa, fedâ ederdim," diyor Neyzen... Orası öyle bir yer ki, Dünya'da görmediğimiz, bilmediğimiz renkler, sesler var. Esîr nasıl görünmez, duyulmaz, elle tutulmazsa, onlar da öyle.

Kendinden geçmiş Ruhlar'ın heybetli ve hürmet hissi uyandıran, coşturan, Mevlevîler'i andıran semâsı var orda. Bütün dervişlerin hasretini çektiği sevgiliye kavuşma diyârıdır Ruhlar Âlemi... Tabii Neyzen'in ve Üstün Ruhlar'ın bulunduğu makamlar... "Ne zamandır bu hasreti çekiyordum, ALLAH'ın güzelliğinin müptelâsı, kölesi idim, kavuştum," diyor Neyzen.

Orada ne mâzi, ne hâl, ne istikbâl var. Yâni, ne geçmişin pişmanlıkları, ne şimdiki hâlin ıstırâbı, ne de gelecek endişesi var. Çünkü Neyzen hepsinden sıyrılmış, kurtulmuş... Aslında Dünya mekân ve zamanın olduğu üç, hattâ dört boyutlu âlemdir. Âhıret Âlemi'nde mekân yoktur, zaman vardır. ALLAH için ikisi de yoktur. Mirâca çıkan işte onu hisseder.

Ölüm her türlü şüpheyi ortadan kaldırır. Herkes Mutlak Hakikat'e eremez ama, erenler için artık şüphe diye bir şey yoktur. Hakikat, Güneş gibi karşısındadır.

"Şuurumun ötesine geçince delirmiş, kendimi şiire vurmuştum. İşte o noktada gerçeğe, hakikate ulaştım," diyor Neyzen. Sonra ekliyor: "Neyzen'i coşturan içki ve ney sanma! Söylediklerini sarhoş saçması, çaldığını çingene havası zannetme. Görünen öyledir ama, siz söyleten HAKK'a bakın, ardındakini görün... Bu şiirde olduğu gibi!"

Ne muhteşem, değil mi?

*****

Rahmetli Bedri Bey'in Medyumlar'ından bâzıları ile tanışmış, sohbet etmek, hattâ birlikte çalışmak imkânı da bulmuştum. Bu vesile ile kendileri vâsıtasıyla alınmış bâzı Tebliğler elime geçti.

Yıllarca dosyalarda saklı kalan bu Tebliğler'den bir kısmını sizlere sunmak isterim. Yalnız hemen belirteyim ki, bu Tebliğler'in dili ağırdır. İkincisi, bir Sohbet şeklinde değil; bir irad, bir hutbe, yâni hitap şeklindedir. Varlığın önceden büyük bir titizlikle hazırlandığını gösterir.

Varlık: Kadri
Medyum: Recâi Ökten
Operatör: Bedri Ruhselman
Târih: 15.1.1947

- Varlıklar'ın tâkip ettikleri bir takım kanunlar ve nizamlar vardır.
Bunlar âdeta bir ders programı şeklinde ve birbirini müteâkip
yapılması hazırlanmış bir hâlde ve muntazam olarak cereyânı
temin edilmiş bir vaziyettedir.

Ne olursa olsun, bu programda hiç bir şekilde fedâkârlık icrâsına
imkân ve ihtimâl mevcut değildir. Bâzıları buna TABİAT KANUNU
derler. Fakat muhakkak ve hakiki olan bir şey varsa, bu, aksamadan
cereyan eden bir harekettir.

İşte bütün âlemler bu nizâma tâbi olarak dâima kolaydan güce
doğru bir bir takım terakkiler göstererek akıp gitmektedirler.
Bu şekilde muntazam bir terakki ve inkişaf, Varlıklar'ın yükselmelerini
ve âlemlerin nizamlarını meydana getirir.

KADER'den ve TEKÂMÜL'den bahseden bu Tebliği anlayabilmek için önce az gördüğümüz kelimelerin mânâlarını verelim.
NİZAM , "düzen, kural, usûl, kaide, kanun, sıra" demektir. Burada "düzen anlamındadır.
MÜTEÂKİP , "tâkip eden, arkadan gelen, ardı sıra" demektir.
MUNTAZAM , "düzenli, düzgün, derli toplu" demektir. Burada "düzenli" anlamında kullanılmış.
CEREYAN , "akım, akıntı, oluş, gidiş" demektir. Çoğu zaman "cereyan etmek" şeklinde kullanılır, "olmak" anlamındadır. Burada "akış" anlamındadır.
İCRÂ , bir kaç mânâsı yanında burada "yapma, yerine getirme" anlamında kullanılmış.
TERAKKİ , "ilerleme, yükselme, gelişme" demektir.
İNKİŞÂF , "gelişme, açılma, meydana çıkma" demektir. Burada o da "gelişme" anlamında kullanılmış.

Dünya Hayâtı'nda Varlıklar için bir takım İlâhî Kanunlar vardır. Bunlardan bâzılarını biz insanlar hisseder ve biliriz ve onlara TABİAT KANUNLARI deriz. Ama çoğunu bilmeyiz, ama onlara uyarak dünyâya gelir ve yaşarız. Sâdece biz değil, bütün Canlılar ve Maddeler bu kanunlara tâbidirler. Bu kanunlar bir ölçü, bir sistem içinde işler ki, bu da KADER'dir. KADER aslında ÖLÇÜ demektir. ALLAH hiçbir şeyi keyfî yapmaz. Yapabilir ama yapmaz. Her şey bir ÖLÇÜ'ye, bir NİZÂM'a tâbidir. Bu düzenli gidişten, akıştan, cereyan eden ve birbirini tâkip eden programlı olaylardan çıkıp ta başka şeyler yapmak mümkün değildir. Meselâ erkeklerin doğurması, çocuk emzirmesi gibi bir gelişme olmaz. Bâzen inanamadığımız olaylar cereyan eder ama onlar da bu programa ve nizâma tâbidir de biz o güne kadar farketmemişizdir.

Bu işleyiş, bütün bu cereyan eden olaylar terakki, inkişâf ve TEKÂMÜL içindir. TEKÂMÜL, sâdece biz insanlar için değil; bütün Canlılar ve Maddeler, hattâ uçsuz bucaksız Kâinat'taki, bilmediğimiz nice âlemlerin olduğu Mükevvenat'taki Varlıklar, Canlılar, Maddeler, Âlemler içindir. İLÂHÎ NİZÂM cümlesini kapsar.

Bu arada belirtelim, Medyum Recâi Ökten aracılığı ile Muhterem Varlık Kadri'den alınan tebliğlerin ilk kısmı "Messages From Spatium" adı altında İngilizce olarak yayınlanmıştır.

*****

KADER deyince çoğu insan fatalist bir havaya girer. Her şeyi KADER'e bağlar. Adam öldürür, hapse girer, kendini "kader mahkûmu" diye tanıtır, bütün suçu ALLAH'a atar. Yukarıdaki Tebliğ KADER'in İLÂHÎ NİZAM'dan ibâret olduğunu, her şeyin bir ÖLÇÜ içinde cereyan ettiğini anlatıyordu. Aşağıdaki Tebliğ ise, kaderciliğe meyletmemeyi, kendi hür irademizle, tercihlerimizi yapmamız gerektiğini dile getiriyor.

Hemen burada belirtelim, sâde Dünyâ'da değil; Âhıret Âlemi'nde de kaderci Ruhlar vardır. ama kasıtları başkadır. İlerde onlardan da örnekler veririz. .

Varlık: Mustafa Molla
Medyum: Mâcit Aray
Operatör: Bedri Ruhselman
Târih: 21.2.1948

- Size önceleri de tekrarladığım gibi insan buraya da kendi irâde ve
istekleri dâhilinde ve isâbetli ve isâbetsiz karar ve istekleriyle geliyor.

Hattâ buradan yukarı gitmeniz veya tekrar dünyanıza dönmeniz
gene sizin isteklerinize bağlı hadisattandır.

ALLAH nasıl olur da, sizi ancak Kendi İsteği dâhilinde çevirip, idâre eder ki?..
O takdirde, ne şahsiyetiniz, ne de hayâtınızın mânâsı kalır...

Dikkat etmiyor musunuz, sizin için ALLAH'ın HÂKİM olan tarafı değil;
fakat sâdece Kanunlar'ı vardır. Bu Kanunlar ne ALLAH'tır, ne de insan...
Hâdiselerin cereyânı ise, ne ALLAH'la, ne de böyle kablî bir hüküm
ittihâzıylle tesbit olunmuş herhangi bir şekil ve sûretle alâkadar değildir.
İnsan ilelebed hürdür!...

İyiliklerin sizi ne kadar yüksek merhalelere yükseltmekte olduğunu,
Rûhen ne kadar ve nasıl derinleşip âdeta sonsuzluğu teneffüs eder hâle
geldiğinizi pekâlâ anlıyorsunuz. O hâlde ne için tekrar fenâlıklara,
sükûta rızâ gösteriyorsunuz?... Bu da mı ALLAH'tan?..

İyi hâller ALLAH'a doğru, fakat kötü hâller kime doğrudur?..
Niçin düşünmezsiniz ki, ALLAH bize nihâyetsiz bir hürriyet-i şahsiye
ve iktidâr-ı ruhiye verdiği hâlde, bütün âmâl ve seviyelerimizi ancak
O'nunla kaabil-i ifâde görüyorsunuz?

Bu dâvâ ezelî bir cidâl safhasıdır... Yaşıyacaksınız. Pek iyi... Pek fenâ...
Fakat muhakkak gâyeye uygun düşecek seviye ve idrâki illâ istihsâl etmeniz
lâzım ve mecburîdir. İster bin kere Dünya'ya gelin, ister bir kere!...
Ne elde ederseniz, sizin içindir.

ALLAH, ALLAH'a küfredenleri helâk ediyor mu?.. Onların sizden müreffeh
olduklarına çok kere şâhit olmuyor musunuz?.. Bu ne ifâde eder?...

Cevâbı biz verelim: İnsanın tercih yapma hürriyetine işâret eder. Her türlü refah içinde yaşarken bile ALLAH'a küfrediyorsanız, bu sizin seçiminizdir, Yoksa ALLAH size baskı yapıp kendine küfür ettirmez.

Tebliğ iyi anlaşılsın diye az kullanılan kelimeleri verelim:
İRÂDE , "bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücü, istediğini yapma gücü, istek, dilek" demektir. KÜLLÎ İRÂDE dendi mi, "ALLAH'ın dilediğini yapma sonsuz Kudreti" kastedilir. Onun yarattığı insanın, hattâ her Canlı'nın, her Varlığın istediğini kapma kudretine de "CÜZ'İ İRÂDE denir. Bu konulara ve KADER'e daha önceki sayfalarda da temas etmiştik.
KABLÎ , "deneye dayanmadan, doğruluğu koşulsuz kabul edilen, dogma" demektir.
İTTİHAZ , "edinmek, kabul etmek, almak, tutmak, saymak" demektir. Celse'de "doğruluğunu araştırmadan bir değerlendirmeyi kabul etmek" tamlaması şeklinde geçiyor.
İLELEBED , "nihâyetsiz, sonsuz, sonsuza kadar" demektir.
MERHALE , "derece, basamak, aşama, evre" demektir.
TENEFFÜS , "nefes alma, solunum, dinlenmek için ara" demektir.
ÂMÂL , "işler, işlemler" demektir. Ayrıca "amel"in çoğulu A'MAL var, "ameller, işler, yapılan hayırlar" demek... Bir de "emel"in çoğulu ÂMÂL var, o da "emeller, arzular, gâyeler, dilekler, istekler" anlamındadır. Bizce Celse'de "yaptıklarınızı ve bu yaptıklarınız sonucunda ulaştığınız seviye" tamlaması şeklinde geçiyor.
EZELÎ , "çok eski, öncesiz, başlangıçsız" demektir. Celse'de "çok eski" anlamında kullanılmış.
CİDÂL , "savaş, savaşma, cenk, kavga, dövüş, mücadele, itişip kakışma, "ağız dalaşı, çekişme, sözle mücâdele, ateşli konuşma, nizâ" demektir. Celse'de ağız dalaşı, sözlü mücadele" anlamında geçiyor.
HELÂK , "ölme, öldürme, yok etme, yok olma, bitkin bir duruma gelme veya getirme, yıkılma, bitme, mahvolma" demektir. Celse'de "mahvetme, yok etme" anlamında kullanılmış.

Benden bu kadar... Geri kalan incelemeyi siz yapacaksınız. Aklınız yatarsa, kabul edersiniz. Yatmazsa, bana yazarsınız, muzakere ederiz. (Tartışmayız, fikirlerimizi zikrederiz, dile getiririz. Tartışma, "münâkaşa" demektir. Niye tartışalım ki?.. )

*****

Varlık: AKIN
Medyum: Nezihe Bayurgil
Operatör: Bedri Ruhselman
Târih: 14.8.1948

- Söylediğim gibi, bütün Kâinat'ın büyük bir devri ve gidişi vardır. Her şey şüphesiz
birbirine bağlıdır ve bütün hareketler hem menşeini, hem de müntehasını teşkil eder.
Hem illeti, hem de neticesidir. Bu bakımdan her şey, bütün hareketler, Kâinat'ın büün gidişi,
her tesâdüf edeceğiniz hâdise, plânlanmış ve çizilmiştir.

Tabii buradaki "plânlanmış ve çizilmiştir" ifâdesi, "bir ÖLÇÜ içinde düzenlenmiştir" anlamındadır.

Az kullanılan kelimeler:
MENŞE: , "başlangıç, bir şeyin çıktığı yer, köken, kaynak, sebep" demektir.
MÜNTEHA , "nihâyet, âkıbet, sonuç, netice, sona ermiş, bitmiş" demektir. Celse'de " sonucu" şeklinde geçmiş.
TEŞKİL ETMEK , "oluşturmak, meydana getirmek, ortaya çıkarmak" demektir.
İLLET , "sebep, neden, hastalık, bozukluk" demektir. Celse'de "sebep" anlamında kullanılmış.

*****

Varlık: FUZÛLÎ
Medyum: Mediha
Usûl: Yazı
Târih: 1963

Varlık- Fuzûlî mahlâsını seçtim... Bu adı kimsenin sevmiyeceğini
ve bu sebeple almayacağını tahmin ettiğim için, adaşlık endişesinden
kurtulmuş oldum. İşte böylece ortaklıktan hâsıl olacak incinme kapılarını
kendime kapadım. Bu sûretle intikal ve ihtilâl dağdasından kurtuldum.

Kötü adlılık, beni başkalarına karışmaktan uzak bulundurdu.
Hüner kazanmağa uzlette sebep oldu.
TANRI'ya şükür ki, fenâ sandığım iyi çıktı.
Dikenim gül, toprağım altın ve taşım inci oldu.
Gerçekten bu bakımdan mahlâsım arzuma uydu.

İlkin "zamânımın bir tânesi" olmak isterdim ve bu da mahlâsa tahakkuk etti.
Ve ferdiyetin iştirak fitnesinden kurtuldu. Sonra Ben TANRI'nın inâyetiyle
bütün ilim ve fenleri nefsinde toplamış insan geçiniyordum. Mahlâsım
bu amacımı tazammun eder.

Hemen söyleyelim, biz öyle biri gelip de "Ben Fuzulî'yim, ben Mevlâna'yım" diyenlere hemen inanmayız. Gelenin o olup olmadığını araştırırız. Ama bu hususu araştırabilmek için önce o zâtı tanımak; hayatını, eserlerini bilmek gerekir ki, kıyaslayabilesin...

Ancak önce Tebliği iyi anlayabilmek için az kullanılan kelimeleri inceliyelim de, bakalım, Tebliğ'den mantıklı birşeyler çıkıyor mu?... Bunu yapacağız. Çünkü böylece benim de kelime haznem genişliyor. Bildiğimi sandığım kelimelerin asıl mânâlarını öğreniyorum.
MAHLÂS , "şâirlerin, yazarların kullandığı takma ad" demektir.
FUZÛLÎ , "fazladan olan, lûzumsuz, haksız, yersiz, gereksiz, gereksiz işlerle uğraşan, boşboğaz" demektir. Ayrıca “yüce, üstün, erdemli” anlamına da gelmektedir. Yâni, şâir Fuzulî bir yandan tevazu gösterip kendini "gereksiz adam" diye tanıtırken, bir yandan da "üstün ve erdemli" olduğunu da belirtmiş. Bunu da "Zamânımın bir tânesi" olmak isterdim ve bu da mahlâsa tahakkuk etti. Mahlâsım bu amacımı tazammun eder" ifâdesiyle dile getirmiş.
İNTİKÂL , "bir yerden başka bir yere geçme, geçiş" mânâsı geldiği gibi, "anlama, kavrama" da demektir.
İHTİLÂL , "devrim, kargaşalık, düzensizlik, karışıklık" demektir.
DAĞDAĞA , "gürültü, patırtı, telâş, karmakarışık durum, sıkıntı, ıztırab, boş yere telâş ve zorluklar" demektir. Bu son üç kelimeyli birleştirerek bir değerlendirme yaparsak, Üstat diyor ki, " kendime bu 'gereksiz adam' mahlâsını seçtim ki, diğer şâir ve edebiyatçılarla aramda bir kargaşa, çekişme, yanlış anlama olmasın".
TAHAKKUK , "gerçekleşme, yerime gelme, olma" demektir. Üstat diyor ki, "Ben hep zamânımın bir tânesi, eşsiz olmak isterdim. Fuzulî mahlâsımla bu gerçekleşti, benden başka kimse bu adı almadı".
FERDİYET , "bireysellik" demek ama, bir de tasavvufî mânâsı var, "Cenab-I Hakk'ın birliği, Vahdet ile bütün Kâinat'a hükmeden eden Allah'ın sıfatı" demektir. Ayrıca Ferdiyet insanlara isnad edilirse, sâdece bir olup, eşi-benzeri Dünya'da bulunmayan kimsenin sıfatı olur, "sâdece Kur'andan ders alarak irşadda bulunabilen büyük velilik, evliyalık" demektir.
İŞTİRAK , "ortaklık, ortak olma, paydaşlık, katılım" demektir.
FİTNE , "sınama, deneme, imtihan, maddî ve mânevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle imtihan etme, dinî, sosyal ve siyâsî kargaşa" demektir... Yalnız bu kısmı açıklamak zor... Herhalde Üstat, " Yine benim bu mahlâsım,beni Dünyâ'da eşi-benzeri olmayan biri yaptı ama, ferdiyet yönünden TANRI'ya şirk koşma belâsından da kurtardı, çünkü ben 'gereksiz adam'ım" demek istemiş.
İNÂYET , "iyilik, insan, lûtuf" demektir.
TAZAMMUN , "kapsama, içerme, içine alma" demektir. Üstat, "Ben TANRI'nın inâyetiyle bütün ilim ve fenleri nefsinde toplamış insan geçiniyordum. Mahlâsım bu amacımı tazammun eder. Yâni, mahlâsım da 'üstün' anlamıyla bu amacıma hizmet etti" diyor.

Peki, Fuzûlî kim?... Hayatıyla ilgili bilgiler çok azdır. Asıl adının Mehmed, babasının adının Süleyman olduğu bilinmekle beraber, hangi tarihte ve nerede doğduğu hakkında kesin bilgi yoktur. Türkçe ve Farsça divanlarının mukaddimelerinde yer alan ifadelerle bir kısım şiirleri dikkate alınarak, Kerbelâ’da doğmuş olacağının gerçeğe daha yakın bulunduğu söylenebilir.Bir kasidesinde "elli yıldan beri şiir yazdığı"nı belirtmesinden hareket ederek, şâirin büyük bir ihtimâlle 1480’de veya bu tarihten birkaç yıl sonra doğmuş olduğu söylenebilir, Şâirin babasının Hille Müftüsü olduğu, ilk bilgileri babasından aldığı, daha sonra Rahmetullah adlı bir hocadan ders gördüğü, hattâ hocasının çok güzel kızına âşık olduktan sonra şiir yazmaya başladığı şeklindeki rivayetler vardır.

Fuzûlî, Akkoyunlu Türkmenleri’nin Bayat boyundandır. Şâirin mahlâsı olan Fuzûlî kelimesi, hem “kendini ilgilendirmeyen işlere karışıp lûzumsuz sözler söyleyen kimse”, hem de “yüce, üstün, erdemli” anlamına gelmektedir.

Şâir bu mahlâsı niçin seçtiğini Farsça dîvânının önsözünde şu şekilde açıklamaktadır:

- “Şiire başlarken günlerce bir mahlâs almak yolunda düşündüm.
Seçtiğim mahlâsa bir müddet sonra bir ortak çıktığı için, bir başka mahlâs alıyordum.
Nihâyet benden önce gelen şâirlerin ibâreleri değil, mahlâsları kapıştıklarını anladım.
Karışıklığı ortadan kaldırmak üzere, Fuzûlî mahlâsını seçtim.
Bu adı kimsenin sevmeyeceğini ve bu sebeple almayacağını tahmin ettiğim için
adaşlık endişesinden kurtuldum.
Ayrıca ben, ALLAH’ın inâyetiyle bütün ilim ve fenleri nefsinde toplamış
bir insan olarak geçiniyordum. Mahlâsım bu amacı da içine alır.”

Şaşırdınız mı?... Bizim Celse'de aldığımızı, Fuzûlî Üstat, Farsça dîvânında Kanunî Sultan Süleyman zamânında (1520'ler) yazmış, o dîvan 1950 yılında Ali Nihat Tarlan tarafından tercüme edilip yayınlanmış. Daha sonra 1962'de bir de Hasibe Mazıoğlu yayınlamış!

Şimdi iki ihtimâl var: Birincisi, gelen Varlık gerçekten şâir Fuzûlî... Bize geçmişteki düşünce tarzını dîvândaki ifâdeleriyle tekrarlamış.. İkincisi Medyum Mediha Hanım, o iki tercümeden birini, meselâ o tarihte yeni olan 1962 baskısını okumuş, o kısmı ezberlemiş ve Celse'de Yazı metodu ile naklederek bizi kandırmış!... İkisi de olabilir. Eldeki verilerle daha kesin bir karar veremeyiz. Biz Fuzulî'yi tanımaya devam edelim.

Türkçe dîvânının mukaddimesinde ilmî faaliyeti hakkında bazı bilgiler verirken şunları söyler:

- “Epey bir zaman hayâtımı aklî ve naklî ilimleri elde etmeye, ömrümü hikemî
ve hendesî bilgiler edinmeye harcadım. Sonra tefsir ve hadis ilimleriyle meşgûl oldum.”

Bu da ilim ve fen bakımından boş olmadığını, "TANRI'nın inâyetiyle bütün ilim ve fenleri nefsinde toplamış insan" olma gayretini gösterir.

Farsça dîvânının mukaddimesinde de "yaratılışındaki sanatkârlık kaabiliyeti dolayısıyla gençliğinde kendini şiire fazlaca kaptırdığını, fakat ilme karşı duyduğu arzunun kendisini frenlediğini" belirtir.

Şah İsmâil 1508'de Bağdat’ı ele geçirip Müşa‘şaî Devleti’ni ortadan kaldırdığı zaman Fuzûlî bilhassa edebiyat alanında oldukça gözde ve çevresinde tanınmış genç bir şâirdi. İlk eserlerinden biri olan "Beng ü Bâde"yi hayranlık ve takdir ifâde eden beyitlerle Şah İsmâil’e ithaf etmiş, eserinde bu târihî hadiseye de işârette bulunmuştur.

Kanûnî Sultan Süleyman 1527'de Bağdat’ı fethedince, “Geldi burc-ı evliyâya pâdişâh-ı nâmdâr” mısraını da ihtiva eden meşhur kasidesiyle berâber, padişaha beş kaside takdim etmiş, Sadrazam Makbul İbrâhim Paşa, Kazasker Abdülkadir Çelebi, Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi gibi şahsiyetlere de kasideler sunmuştur. Bilindiği kadarıyla onun bütün hayâtı Kerbelâ, Hille, Necef ve Bağdat’ta geçmiştir. 1556'da Bağdat ve çevresini kasıp kavuran büyük veba salgını sırasında vefat etmiştir.

Kasidelerinde söz sanatları, gazellerinde mânâ sanatları hâkimdir. Gazellerindeki sâdelik kasidelerde yoktur. Âlimane tavrını kasidelerinde, âşıkâne tarzını da gazellerinde ortaya koymuştur

ESERLERİ:
Türkçe Dîvan. Mensur bir mukaddimeden sonra 2 tevhid, 9 naat, 27 kaside, 302 gazel ile musammatlar, kıta ve rubâîlerden oluşur.
Beng ü Bâde. Afyonla şarabın karşılaştırılarak şarabın üstün tutulduğu 440 beyitlik bu mesnevidir. Fuzûlî’nin mesnevi tarzındaki ilk denemesidir.
Leylâ vü Mecnûn. Türk, İran ve Arap edebiyatlarında Fuzûlî’ye asıl şöhretini sağlayan bu eser, Türk edebiyatının klâsik döneminde yazılmış mesnevilerin en güzelidir.
Hadîs-i Erbaîn Tercümesi. Molla Câmî’nin Nadîs_-i Erba'în adlı eserinin tercümesidir.
Sohbetü’l- Esmâr. Fuzûlî’ye âit olduğu henüz kesinlik kazanmamış 200 beyitlik bir mesnevidir.
Hadîkatü’s- Suadâ. Arada bâzı manzum parçaların da yer aldığı mensur bir eserdir. Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilişi anlatılmaktadır.
Mektuplar. Fuzûlî’nin bugün elde bulunup yayımlanan mektuplarının sayısı beştir. En tanınmışı, Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye gönderilmiş olan ve edebiyat tarihlerine “Şikâyetnâme” adıyla geçen mektuptur.
Farsça Dîvan. 3 münâcât, 1 naat, 46 kaside, 410 gazelle 1 terkibibend, 2 musammat, 46 kıt'a ve 106 rubâî ihtiva eden Farsça dîvan, hacim itibariyle Türkçe dîvandan daha büyüktür.
Heft-Câm. Sâ'inâme adıyla da tanınan ve tamamı 327 beyit olan bu mesnevi,
Enîsü’l-Kalb. 134 beyitlik Farsça bir kasidedir.
Risâle-i Mu'ammeyât. Fuzûlî’nin çoğu Farsça, bir kısmı da Türkçe hayli muamması vardır. 190 adet Farsça muammayı toplayan bu esere, şairin 40 adet Türkçe muamması da eklenerek Kemal Edip Kürkçüoğlu tarafından yayımlanmıştır
Rind ü Zâhid. Mistik bir görüşle kaleme alınan eserde, Zâhid bir baba ile rind oğlu arasındaki tartışmaları ihtiva eden bu mensur eserde rind şâirin gönlünü, zâhid de düşüncesini temsil etmektedir.
Hüsn ü Aşk. Esere, "Rûhnâme" adını verenler de bulunmaktadır. Tasavvufî ve alegorik mâhiyetteki eserde ruh ve beden ilişkisi sembolik olarak ele alınmaktadır. Bu eser Fuzûlî’nin eski tıp ilmine vukûfunu göstermesi bakımından önemlidir. Kahramanları hüsn, aşk, ruh, kan, safra, balgam, sevda, mizaç, sıhhat, dimağ, maraz ve perhiz olan eserde, dervişin sülûkte ilerleyerek Fenâfillâh'a erişebilmesi için neler yapması gerektiği anlatılır.
Arapça Dîvan. Sâdece Hz. Muhammed ve Hz. Ali vasıflarında söylenmiş 11 kaside ile 1 hâtimeden meydana gelen 470 beyitlik bu küçük eser, mürettep bir dîvan niteliği göstermediği halde bu adla anılmıştır.
Matla'u’l- i'tikad fî ma'rifeti’l-mebde' ve’l-me'âd. İnsanın ancak bilgi edinmek sûretiyle Kâinat'ın sırlarını, başlangıç ve sonunu öğrenerek Tanrı’ya ulaşabileceğini anlatan mensur bir eserdir.

Hâlen notası elde bulunan, bilinen ve icrâ edilen 100’den fazla eser Fuzûlî’nin güftelerinden seçilmiştir. Bunlar arasında, “Beni candan usandırdı, cefâdan yâr usanmaz mı” güftesi 10 defa, “Öyle sermestim ki idrâk etmezem dünyâ nedir” mısraı ile başlayan şiir ise 8 defa çeşitli formlarda bestelenmiştir. Bedri Ruhselman'ın Medyumu ve Musikî Üstâdı Hüseyin Sadettin Arel, Fuzûlî’nin şiirlerinden, çoğu gazel formunda olmak üzere, en fazla beste yapan sanatçıdır, ama bestelerinin tümünü bulamadık.

*****

Varlık: FUZULÎ
Medyum: Mediha
Usûl: Yazı
Târih : 1963

- Çalışmalarının tevârüs şaibesiyle zâyi olmasını istemeyen insan, onların bütün
söylediklerine ittilâ hâsıl etmelidir.

Zaman oldu ki, geceleri sehere kadar uyanıklık zehri tatdım ve yüz ciğer kanı
pahâsına bir mazmun bulup nazma çektim. Gündüz olunca o mazmunla diğer bir şâirle
tevârüs vâki olduğunu anladığım için çizdim, onu kullanmadım.

Yine zaman oldu ki, sabahtan akşama kadar düşünceler denizine dalarak elmas gibi
sözlerle saf inciyi deldim. Bu mazmunların anlaşılmaktan uzak olduklarını ve bu lâfızların
halk arasında makbûl olmayacaklarını söyledikleri vakit hemen gözümden düştüler.
Beyaza bile çekmedim. Tuhaf hâldir. Söyleneni sırf söylenmiş olduğu yazmamalıdır.
Söylenmiyeni ise söylenmemiş olduğu için kullanmamalı!

Gel de çık işin içinden!... Kelimeleri incelemeden çıkamayız.
TEVÂRÜS , "bir kimseden miras kalma, mirasa konma, bir kimseden başkasına geçme" demektir.
ŞÂİBE , "art düşünce, hile, eksiklik, kusur, ayıp, leke" demektir. Celse'de "leke" anlamında kullanılmış.
ZÂYİ , "kayıp, yitik, kaybolma yitip gitme" demektir.
ITTILÂ , "bilgi edinme, örenme, haberi olma" demektir.
HÂSIL , "husûle gelen. ortaya çıkan, meydana gelen" demektir.
MAZMUN , "dîvan edebiyatında bazı kavramları dolaylı anlatmak için kullanılan nükteli ve sanatlı söz,
meâl, mânâ, mefhum, anlam, kavram" demektir.
NAZIM , "uyaklı söz dizisi, manzume, şiir, koşuk" demektir.
VÂKİ , ""olan, olmuş" demektir.
LÂFIZ , "söz, kelime" demektir.

Sizi bilmem ama, ben bu Tebliği Fuzûlî Üstâd'a yakıştırdım, Medyum konusunda şüphem azaldı. Ama Fuzûlî'nin dîvânında aynısı var mı, bilemem. O divan bende yok.

Sâdece bir kısmını açıklayıp gerisini size bırakacağım. Son kısım, "Söyleneni, sırf söylendi diye, meşhur birinin ağzından çıktı diye, saçma olsa da yazmak doğru değildir^zdenmiş... Ne yazık ki, çok yapılır. Meşhur birinin her yazdığı, meşhur bir ressamın her çizdiği, meşhur bir bestekârın her bestesi güzel sayılır, herif onu sırf para kazanmak için yaptıysa bile!.. Öte yandan söylenmeyen, zâten herkese söylenmemesi gerekendir, onun için yazılmamalıdır.

Gerisi size kalmış... Fuzûlî'yi de araştırın. Belki biz de yazarız... Yapın değerlendirmenizi, bana yazın.

*****

Yine aynı Medyum ve yine kendini FUZÛLÎ diye tanıtan Varlık... Ama yukardakinden üç yıl önce... Medyum bir Geri Varlık'la görüştükten sonra yükselir.

Varlık: FUZULÎ
Medyum: Mediha
Usûl: Yazı
Târih : 13 Ekim 1960

- Medyum- .... Ohh!... Çok Aydınlık... Güzel!... Ohh!... Kurtuldum neyse ondan...

BENİ CANDAN USANDIRDI,
CEFÂDAN YÂR USANMAZ MI?
FELEKLER YANDI ÂHIMDAN,
MURÂDIN ŞEM'İ YANMAZ MI?..

Evet... Kâfi...
İdâreci- Kiminle görüşüyoruz?
M- FUZÛLÎ....

FUZÛLÎ RİND-İ ŞEYDÂDIR
HEMİŞE HALKA RÜSVÂDIR
SORUN Kİ, BU NE SEVDÂDIR?
BU SEVDÂDAN USANMAZ MI?

DEĞİLDİM BEN SANA MÂİL,
SEN ETTİN AKLIMI ZÂİL
BANA TÂN EYLEYEN GAAFİL!
SENİ GÖRGEÇ, UTANMAZ MI?

İdâreci- Bize yeni bir şiir seyletebilir mi Medyum'a? Rica etsek, lûtfeder mi?
M-
(İdâreci'ye aldırmaz, Varlığa hitâben) Rica ediyorum. Bayılıyorum şiirlerinize... Hayrânıyım, ne olur?..

Bunu söylüyor baştan itibâren... Evet, bayılıyorum bu şiire... Bu şiire bayılıyorum. Evet. Çok seviyorum.

Öhce Fuzûlî'nin hayattayken yazdığı bu şiiri bir anlayalım, sonra değerlendirmesini yaparız... Ama anlamak için kelimelerin tam mânâsını bilmek gerek... CEFÂ , "büyük sıkıntı, çile, üzgü, eziyet, zûlüm" demektir.
FELEK, "gök, gök katı, devir, gökyüzü, sema, dünya, âlem, tâlih, baht" demektir. FELEKLER " dünyalar" anlamındadır.
MURAD , "arzu, istek, dilek. maksat meram, arzu edilen şey., İstenerek, ümit ederek beklenen şey" demektir.
ŞEM , "mum, balmumu" demektir.

Böylece şiir "Sevgilim bana çok eziyet ediyor. Feryâdımdan dünyalar yandı, ama O'nu arzulayan dilek mumu bir türlü tutuşmadı" diyor.

ŞEYDA , 2.Aşk yüzünden aklını kaybetmiş. Aşk çılgını, çok tutkun," demektir.
RİND , "kalender, aldırışsız, dünya işlerini boş veren" demektir.
HEMİŞE , "geçici olmayan, sürekli, devamlı, dâimi" demektir.
RÜSVAY , "ayıplanacak durumda olan, rezil" demektir.
MÂİL , "meyilli, , içten istekli, yetenekli. taraflı" demektir.
ZÂİL ETMEK , "yok etmek, ortadan kaldırmak" demektir.
TA'N EYLEMEK , "ktülemek, birisinin ayıp ve kusurlarını beyan etmek" demektir.

Fuzûlî diyor ki, "Senin aşkın aklımı başından aldı, derbeder biri oldum, üstelik halka da dâima rezil oldum. Sorsanıza, 'Bu ne biçim sevda? Hâlâ usanmaz mısın?' diye... Aslında ben sana başta meyletmemiştim, ama meyledince aklımı başımdan aldın. Beni bu hâlimle ayıplayanlar seni görünce, aynı hâle düşüp bana ettiklerinden utanmazlar mı?"

Aslında Medyum itîraf ediyor, Fuzûlî'yi çok seviyor, şiirlerini biliyor, seviyor. O yüzden "Fuzûlî gelip te şiir okudu" iddiasında bulunamayız. Herhangi bir Varlık gelip Medyum'un şuurundan bu şiirleri alıp vermiş olabilir. Zâten sırası da yanlış...

Şiirin aslı şöyle:

Beni candan usandırdı
Cefâdan yâr usanmaz m?ı
Felekler yandı âhımdan
Murâdım şem'i yanmaz mı?

Şeb-i bimârına canân
Deva-yı dert eder ihsan
Niçin kılmaz bana derman
Beni bimârı sanmaz mı?

Gül-i ruhsârına karşı
Gözümden kanlı akar su
Habibim, fasl-ı güldür bu
Akar sular bulanmaz mı?

Gamım pünhan tutardım ben
Dediler, yâre kıl rûşen
Desen ol bî-vefâ bilmem
Seni gör geç utanmaz mı?

Şeb-i hicran yanar cânım
Döker kan çeşm-i biryânım
Uyarır halkı efgânım
Kara bahtım uyanmaz mı?

Değilim ben sana mâil
Sen ettin aklımı zâil
Bizi ta'n eyleyen câhil
Hüdâ'sından utanmaz mı?

Fuzûlî rind-i şeydâdır
Hemişe halka rüsvâdır
Sorun ki bu ne sevdâdır?
Bu sevdadan usanmaz mı?

"Beni Candan Usandırdı" Türküsü

Bu şiiri çözmek size kalmış... Fuzûlî'nin hayâtı ise yukarıda... Onu okuyun, sonra buradan devam edin Çelse'ye.

İdâreci- Bize yeni bir şiir yazdırmaz mı? Lûtfen.
Medyum-.... "Sonraki Celse'ye diyor...
İ- Hiç olmazsa bir beyit söylesinler.
M-
(Varlığa hitâben) Ne olur, ne olur, bir beyit, bir şey söyleyin. Hayrânım size...
İ- Veya kendi devrine âit bir şey anlatsın.
M- ... Güzel bir kadın sevmiş... "Çok hâindi" diyor... "Nefret ettim ondan" diyor...
Nefret.. Nefret!...
(Varlığa hitâben) Sevginize lâyık mı idi?.. Çok güzelmiş...
"Şahâne güzeldi" diyor... Sarı saçlı, mâvi gözlü... Zâten bakın:

DEĞİLDİM BEN SANA MÂİL,
SEN ETTİN AKLIMI ZÂİL!

Evet... "Bu bahsi geç" diyor... Üzüntü duydu...
İ- Peki. Bize kendi devrine âit bir şey, bir vak'a anlatabilir mi?
M- .....
(ağlamaya başlar) .....
İ- Niçin ağlıyorsunuz?... Ne oldu?....
M- ....
( cevap vermeden ağlamaya devam eder)....
İ- Lûtfen suallerime cevap verin. Niçin üzülüyorsunuz?
M- ..... Hikâyesini anlatıyor...
İ- Bize nakletmez misiniz? Bize de söyleseniz...
M- ... Yeter!... Yeter!... Dinlemek istemiyorum... Yeter!...
(ağlamaktadır)
İ- Üzülecek bir şey yok ki... Biraz neşeli şeyler anlatsın. Rica edin.
M- ............
İ- Sözümü dinleyiniz... Cevap veriniz... Hikâyesini bize de anlatınız...
M- ... Tembih ediyor... "Aramızda kalacak, sır" diyor...
İ- Rica ediyoruz. Bize de anlatsın... Sır kalmıyacak bir vak'a anlatsın.
M- .... "Sır kalacak. kat'iyyen anlatmıyacaksın" diyor....
İ- Bir kısmını anlatsın, Lûtfen....
M- .... Beni çok sevmiş...
(gülüyor... Varlığa hitâben) Ben de sizi çok seviyorum zâten.

Celse'nin Fuzûlî kısmı burada bitiyor... Daha doğrusu, Fuzûlî diye görünen Varlığa âit kısım sona eriyor...

Söylediğim gbi, bir Varlık, ki bu muhtemelen Medyum'un Obsedör'ü, ona İmaj veriyor, şirin görünüyor, şuurundan alıp Fuzûlî şiirleri okuyor. Sonra kendi hayat hikâyesini anlatıyor. Sevdiği kadından nefret ediyor... Hiç gerçek Fuzûlî'ye yakışan bir tavır değil... Oradan yakalıyoruz, ikinci açığı... Birincisi Medyum'un ezberindeki şiirleri "tebliğ" diye okutması... Üçüncüsü, anlattığı aşk hikâyesi Medyum'u üzüyor, ama acıklı olduğundan değil... Sıkıntılı olduğundan, "Yeter, yeter" diye feryâd ediyor. Sonra foyası meydana çıkmasın diye Medyum'u tembihliyor ki, anlatmasın!... İdâreci'nin yeni şiir ve vak'a ısrarı çok yerinde... Varlık hakkında done toplanmasına yardımcı olacak, ama gelmiyor.

Peki, biz bu Aldatmalı Celse'den ne şekilde yararlandık?.. Fuzûlî'den güzel bir şiir daha okuduk, inceledik.(siz tabii). Kurnaz bir Varlığın, Medyum'un zaafından yararlanarak nasıl sahte bir hüviyete büründüğünü gördük, tecrübemiz arttı. Nasıl ki telefonda "polisim, savcıyım, teröristler banka hesabınızı ele geçirmiş, parayı çekin, bana verin" diyene kanmıyorsak; "Andromeda Konseyi'ndenim" , "Aktruslu'm" , "Mevlâna'yım" diyenlere de aldanmıyacağız, araştıracağız

*****

Geldik daha önce bir Celse'sini naklettiğimiz Reşat Bayer'e... Ona gelen Varlık, bu sefer Celse İdârecisi'ni, onun yardımcılarını, Hâzirûn'u ve bütün insanları uyarmış... Böyle uyarılar sık sık yapılır. Hem Ruhiyatçılar sapıtmasın diye, hem de kamçılayıp çalışma sürâtini artırmak için...

Varlık: ŞAHAP
Medyum: Reşat Bayer
Operatör: Bedri Ruhselman
Târih: 1954'den önce

TAŞ, TOPRAK, SU, MADEN!...
GÜNEŞ GÖK, OT, TOPRAK , AĞAÇ!...
BALIK, BÖCEK, KUŞ, ÖKÜZ, MAYMUN, YAMYAM!...
SEN VE SİZLER.... SİZİN GİBİLER!....
CAN, CÂNÂN VE VİCDAN!...

Zulmetler içinde, şuurun yok, idrâkin mevkut,. bilginin zat-ül hareke bir davranışa
müncer olduğu diyârlarda geçirilen pervâsız, serâzad, hür ve mes'uliyetsiz asırların,
devirlerin ağızlarda bıraktığı kan kokusu buram buram tüterken ve derûnlarda o
serâzat hayatların mes'uliyetsiz sarhoşluğunun derin izleri henüz durup dururken,
doğuda görülen alaca karanlık cılız bir güneşin doğacağını müjdeleyince, başlara daha
büyük bir sarhoşluğun, daha acı bir şuursuzluğun geldiğini, ağızlardaki kokunun da
büyük bir hazımsızlığa delâlet ettiğini görüyouz, anlıyoruz.

Yıllarca karanlıklarda, zindanlarda kalanların gün ışığına çıkışında gözleri nasıl kamaşır,
hattâ görmez olursa; zulmet devrinden alaca karanlığa çıkan Varlıklar'ın da gözleri
görmüyor ve önlerinde açılan yeni ufka, ne yazık ki, yine kör olarak bakıyorlar.

Başlarının dönmemesi, gözlerinin kamaşmaması, kör olmaması için asla Güneş'e değil;
Güneş'in nurlandırdıklarına bakmak ve mümkün olduğu kadar yolunu görmeye çalışmak lâzımdır.
Doğrudan doğruya Güneş'e müteveccih, sâdece Güneş'e mâtuf gözler, belki bakarlar ama,
hiç bir şey görmezler. "Gördük" zannıyla kamaşan gözlerle kendini kaybeden başlar
dönerler, dönerler...Nurlar içinde zulmete dönerler. Zâhir ve âşikâr olanları görmezler de,
teşevvüşe düşerler. Hakikat içinde bâtıla, sür'at içinde atâlete, sâdelik ve sarahat yerine girift olana,
samimiyet ve saffet yerine riyâya, dostluk içinde düşmanlığa, tevâzu içinde nahvet ve gurura,
musavat içinde tevaffuka dönerler, dönerler... ve yürüyemezler.

Halbuki tevâzu libâsını giyip, nahvet ile kabaran başlarını önlerin eğip yollarına baksalar,
nice güneşleri, yürünen bir yolda bırakılan şehir ışıkları gibi ancak arkalarında görecekler
ve bizzat kendilerinin saçtığı nur ile arkadan gelenlere, karanlıktan çıkanlara yol gösterdiklerini
görüp anlayacaklar.

Ne muhteşem, ne edebî bir Tebliğ, değil mi?.. Nur içinde yatsın Varlık da, Medyum da...

Ama işimiz zor. Hem az bilinen kelime çok, hem de Tebliğ ağdalı... Ağır ağır, noktalama işâretlerin uyarak okumak, parça parça anlayıp sonra o anlamları birleştirmek gerek. Bakalım, içinden çıkabilecek miyiz?...

ZULMET , "karanlık, karışık, üzüntü, sıkıntı, perişanlık, yasalara, töreye uygun olmayan, gereğince anlaşılıp bilinemeyen, ne olacağı, sonu belli olmayan durum" demektir. Celse'de "karanlık, karışıklık" anlamında kullanılmış.
MEVKUT , "süreli, vakitli, peryodik, eskimiş" demektir. Celse'de herhalde "eskimiş, bir türlü yenilenememiş" anlamında kullanılmış olsa gerek.
ZAT-ÜL HAREKE , "kendi kendine hareket eden" demektir.
MÜNCER OLMAK, "bir yana çekilmek, nihâyet bulmak, sona ermek, sonuçlanmak" demektir. Celse'de "bilginin kendi kendine hareket eden bir davranış hâline dönüştüğü, yâni aranılan, peşinde koşulan bir şey olmaktan çıktığı" tamlaması içinde geçiyor.
PERVÂSIZ , "çekinmeden, korkmadan, korkusuz" demektir.
SERÂZAT , "dertsiz, tasasız, serbest, özgür, rahat" demektir.
DERÛN , "iç, içeri, öz, gönül, yürek, Ruh" demektir.
MÜTEVECCİH , "yönelmiş, dönmüş bir yere doğru yola çıkan, bir yere gitmeye, bir şeyi yapmaya karar veren" demektir.
MÂTUF , "bir yöne eğilmiş, yöneltilmiş" demektir.
ZÂHİR , pek çok anlamı var. "açık, belli, dış yüz, görünüş" anlamı da var. "Görünen, tecelli etmiş TANRI" anlamında ALLAH'ın isimlerindendir.
ÂŞİKÂR , "açık, apaçık, belli, besbelli, meydanda olan" demektir.
TEŞEVVÜŞ , "karışıklık, bulanma, şaşkınlık, bilincin sislenmesi ve uyuşma durumuna girmesi" demektir. Ruhlar'ın Âhıret'e intikal ettiklerinde yaşadıkları şaşkınlık ve bocalama da "teşevvüş" diye adlandırılır.
BÂTIL , "doğru ve haklı olmayan, çürük, temelsiz, asılsız, geçersiz" demektir.
ATÂLET , "tembellik, işsizlik, işlemezlik, eylemsizlik" demektir.
SARÂHAT , "sarih olmak, zâhir olmak. açık olma, açıklık" demektir.
GİRİFT , "birbirinin içine girip karışmış, girişik, çapraşık" demektir.
SAFFET . "saflık, arılık, temizlik" demektir.
RİYÂ , çok duyulan ama gerçek mânâları az bilinen bir kelime, "inandığı, düşündüğü gibi davranmama, özü-sözü bir olmama huyu, ikiyüzlülük, gösteriş için yapılan hareket" demektir.
TEVÂZU , "alçak gönüllülük, gösterişsizlik, kibirsizlik" demektir.
NAHVET , "kibir, gurur, kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme" demektir.
MÜSAVAT , "müsavilik, aynı hâl ve derecede olmak, eşitlik, denklik" demektir.
TEVAFFUK , "muvaffak olma, başarma" demektir. Celse'de ya yanlış kullanılmış, ya da "başarılı olup üstünlük taslama" anlamında geçmiş.
LİBÂS , "elbise, giysi" demektir.

Benden bu kadar... Tıpkı BİR TEBLİĞ sayfasındakiler gibi incelemek size kalmış. Değerlendirmenizi bize yazarsanız, üzerinde sohbet edebiliriz.

*****

Şimdi vereceğimiz Celse, Muhterem Varlık Şahap'ın Vedâ Celsesi... Her okuyuşumda sanki o an ayrılıyormuş gibi bir hüzün uyandırır bende.

Daha önce de yazdığımız gibi, hiçbir Varlığın Celseleri ilelebed sürmez. Hiçbir Medyum ilelebed Medyumluk yapamaz. Hiçbir Operatör'ün Celse faaliyeti hayâtının sonuna kadar sürmez. Bu Bedri Ruhselman'da da, Refet Kayserilioğlu'nda da, Ferhan Erkey'de de, bende de öyle olmuştur. İlk Spiritualist Çalışma diyebileceğimiz Fox kardeşler'de de İrtibat kesilmiş, bunun üzerine kızlar hileye başvurmamışlar mıydı?

Bu yüzden biz durmadan, aralıksız İrtibat'ta olduğunu iddia eden J.Z.Knight, Jani King, Lee Carroll, Bülent Çorak gibi Uyduruk Medyumlar'a hiç mi hiç inanmayız.

Neyse... Gelelim Vedâ Tebliği'ne... Buna İkinci İkaz Tebliği de diyebilirsiniz.

Varlık: ŞAHAP
Medyum: Reşat Bayer
Operatör: Bedri Ruhselman
Târih: 1953
Özelliği: Son İrtibatı

- Merhaba, ey Hâzirûn!.. Benim aziz kardeşlerim... Hepinizi muhabbetle kucaklarım, selâmlarım.

Şimdiye kadar sizlerle vâki Temâs'ımızın temâdisi boyunca yeni yeni realitelerinizin âsumânında
pervaz edişinizi, kürelerden kürelere, âlemlerden âlemlere geçişinizi, nihâyet Kâinat perdelerini
yırtıp aşmanızı, dâima memnuniyetle, bâzen de teşvik ile yakînen tâkip eyledik, tesbit eyledik.

Ancaak, şu noktayı tebârüz ettirelim ki, bu memnuniyetimizi yine dâima ve tedrîcen
büyüyen endişelerimiz, hattâ bâzen üzüntülerimiz tâkip eyledi, tenkis eyledi.

Evvelki Tebligat'ımız baştan sona kadar yeniden ele alınır ve tetkike tâbi tutulursa, bu
endişelerimizin bâriz ve âşikâr izlerine tesâdüf edilir. Bu meyanda murakabe-i nefs, samimiyet,
sevgi ve bilhassa kendi kendinizi aldatmamak bâbındaki sözlerimiz, Tebligat'ımızı
realiteleriniz âsumânında bilâfütûr pervaz etmeden daha evvel yapılacak bir çok işlerinizin
mevcudiyetini gözlerinizin önüne açıkça sermek ve biraz da bu hesapsız uçuşlarınızı frenlemek
gâyesiyle verilmiştir, söylenmiştir.

Bu sahâdaki gayretlerinize hiç bir zaman muvaffak olmuş nazarıyla maalesef bakılamaz.
Her girmek istediğiniz realite limanının kapısına bir gümrükçü edâsiyle dikilerek dağarcıklarınızı
şöyle bir yoklasak, onların bu merhaleler için ithâli memnu mevadd ile memlu olduğunu
hayretler içinde görürsünüz, anlarsınız.

"Hayretler içinde görürsünüz, anlarsınız" diyoruz, çünkü bu nurlu, rengârenk merhale kapılarını
uzaktan seyrede ede gözleriniz kamaşmış, etrâfınızı ve nerede bulunduğunuzu göremiyecek
bir hâle gelmiş, bir zulmet ile muhat olduğunuzu anlıyamıyacak bir vaziyete düşmüş bulunuyorsunuz.

Bu hâliniz her ne kadar Tekâmül arzusu ile kıvrandığınızı göstermesi bakımından şâyân-ı
takdir ise de, bir taraftan da bu Tekâmül'ü temin için lâzım gelen müşkilât ve fedâkârlıklara
katlanamadığınızı ve işin kolayına kaçtığınızı, vicdan ve nefis muvazaasında daha ziyâde
nefsin muhakemeli, mantıklı gibi görünen ısrarlı ve aldatıcı mütâalâalarına kapıldığınızı,
yâni kendi kendinizi aldattığınızı gösterir.

Çölde, susuzluktan bîtab ve perîşan yolculara benziyorsunuz... Tâ uzakta gördüğünüz ağaçlı,
sulak muhite bakıyor, ağaçların altının ne kadar serin, suların ne kadar leziz ve hayat verici
olduğunu takdir ediyor, anlata anlata bitiremiyor, kendinizi orada, ağaçların altında, suların başında
ve o leziz suları içiyormuş zannedecek kadar hayâle kaptırıyor ve nihâyet karşınızda duran
o mesut hakikatı, ne yazık ki, bizzat kendi ellerinizle bir serâba, bir hayâle tahvil ediyorsunuz.

Dostlarım!... Lâfla mesâfe katedilmez... Tabanlarınız yanmadıkça, şerha şerha olmadıkça
ve düşe-kalka yürümeden oraya, tâ ağaçların altına varamaz, o lezzetli sudan kana kana içerek
hayat bulamazsınız.

Kardeşlerim!... Bu hâle göre sizler için hakikaten bir serap olan o nurlu, rengârenk realite kapılarını
bırakınız. Bırakınız, geriye dönünüz. Dönünüz... Geride bıraktığınız nâtamam işlerinize dönünüz.
Tâ zulmetlere dönünüz. Orada, o zulmet içinde evvelâ kendinizi bulunuz.
Bu buluş sâyesinde hayâlden hakikate varacak ve yine orada elinizdeki dağarcığın boş
olmayan muhtevâsı boşaltacak ve o zaman "elde ışık, zulmete koşma"nın, "nûra koşmak olduğu"nu
lâfzan değil; bilfiil öğreneceksiniz.

Misâfirleriniz hâriç, bu sözlerimiz bilâtefrik hepinize ve bilhassa "kendilerine âit olmadığı"nı
zannedenlere - kendilerine şahsen hisse çıkarmayanlara- hitâben söylenmiş ve yine
bilhassa onlar için tertip edilmiş, terkip edilmiştir.

Önsözümüzü bitirirken her fırsatta murakabe-i nefse varmanızı ve evvelâ kendi kendinize
bütün hatâlarınızı itîraf ile işe başlamanızı ve bilâhare birbirinize hiç olmaz ise, bu sözlerimizin
tamâmen hakikat olduğunu itîraf etmenizi temenni ederiz.

Bu işteki hüsnüniyetinizin isbatını arzu eder ve ilk neşir vâsıtanızla bu önsözümüzü neşrederseniz,
bunun tarafımızdan büyük bir sevinçle karşılanacağını biliniz.

Bu hatt-ı hareketi dâima neşriyâtınızla tâkip eder ve sizlerin de kendileri gibi olduğunuzu
her fırsatta yazarsanız, dünyânızın Tekâmül'e Susamış Varlıklar'ı sizi kendilerine daha yakın
görecekler ve etrâfınıza,. birlikte yürümek üzere, daha suhûletle toplanacaklardır.

Aksi takdirde, sizlere gayrı ihtiyârî oldukça yükselmiş ve hatâlarının mühim kısımlarından
kendini tenzih etmiş birer "mürşid" sıfatını vermiş bulunanlar, bihâhare sizlerin de kendileri gibi
olduğunuzu görünce, sükût-u hayâle uğruyorlar ve bunun neticesi de çok vahim oluyor.

Sizlere bir zamanlar Cemiyetiniz'i o zamanki müşgül durumundan kurtaracak, cevher gibi
kıymetli arkadaşların geleceğini müjdelemiştik. Hakikaten bu arkadaşlar aranıza geldi. Sevkedildi.
Fakat kendileri Cemiyet'e mâl edilemedi. Lâzım gelen basiret gösterilemedi.
Çünkü bu arkadaşlar yukarda izah ettiğimiz gibi hâl ve harekâtınız karşısında sükût-u hayâle
uğradılar, kırıldılar. Şimdi hâlen bulunan ve yeniden gelecek kıymetleri aynı hatâlı yollarda
kaybetmemelisiniz.

İddialarınız münhasıran bir ilim kurmaya mâtuf olsa idi, şahıslarınızın iktisap etmiş olduğu
mânevî kıymetler mevzu-u bahs olmaz ve kimseyi alâkadar etmez idi. Halbuki ahlâkî,
daha doğrusu mânevî kıymetlerin nasıl iktisap edileceğini, sonsuz İlâhî Tekâmül Yolu'nda nasıl
sür'atle yürünüleceğini izaha çalışan mürşidler sıfatıyla, evvelemirde bizzat örnek vermenizi
beklemek, istemek elbette ki sizlerle alâkadar olanların sarih hakkıdır.

Örnek olacak bir durumu iktisap etmemiş bulunmanızın bizzat tarafınızdan açıkça ve
samimiyetle ve her fırsatta itîrafı; örnek olmaya, mürşit olmaya giden yolun muhakkak ki
ilk atılması lâzım gelen adımını teşkil eder.

Korkmayınız, dostlarım... Samimiyetle bu yolda yürüyün. Bağıra bağıra kusurlu olduğunuzu,
çok kusurlu olduğunuzu söyleyin. Bu yol sizi nûra garkedecektir.

Dost acı söyler... Bu itîbarla mâzur görüleceğimizi tahmin ederiz.

Nûr olun... Şâd olun... Allahaısmarladık.

Gördünüz mü, Varlık Bedri Bey'i ve çevresini nasıl fırçalamış?.. Ya biz ne yapalım?.. Hele nefsini terbiye edip, kendini kurtarmadan Dünyâ'yı kurtarmaya kalkanlara ne diyelim?..

Ama durun... Daha az kullanılan kelimeleri vermedik ki, Tebliği gereği gibi anlayalım. Üstelik bir süre tape hatâmız var, her sayfada olduğu gibi... Yazım hatâlarını da düzeltmek gerek.

HÂZİRÛN , "hazır bulunanlar, toplantıya katılanlar" demektir. Spiritualist tâbirle AVRA, AVRADAKİLER anlamındadır. Biz de kullanırız.
MUHABBET , sık kullanılan ama mânâsı tam bilinmeyen bir kelimedir. "sevgi, sevme, dostluk, yârenlik, dostça konuşma" konuşma demektir. Biraz daha derine inersek, o "dostça sohbet aradaki sevgiyi artırırsa, konuşanlar dinleyenler sohbetten daha mutlu ve kaynaşmış ayrılırsa "muhabbet" olur. Yoksa, "geyik muhabbeti"nden (ne demekse) öteye gitmez...

O tâbir nereden geliyor derseniz, Sultan II. Abdülhamid döneminde Ittihatçı olup dağa çıkan Resneli Niyazi hep çok sevdiği geyiğiyle fotoğraf çektirirmiş, geyiğe duyduğu sevgi, muhabbet böyle dile düşmüş. Ama tabii çarpıtılarak... Şimdiki geyik muhabbetlerinin ne geyiği var, ne de muhabbeti.

TEMÂDİ , "sürme, sürüp gitme, devam etme, uzama" demektir.
ÂSUMAN , "gök, gökyüzü, gök kubbe, semâ" demektir.
PERVAZ ETMEK , "kanat açmak, uçmak" demektir.
TEBÂRÜZ , "belirme, görünme" TEBÂRÜZ ETMEK, "belirtmek" demektir.
TEDRÎCEN , "derece derece, azar azar, giderek, gittikçe" demektir.
TENKİS , "azaltma, eksiltme, noksanlaştırma' demektir. Celse'de "memnuniyetimizi azalttı" anlamında geçiyor.
TEBLİGAT , "tebliğler, bildirim" demektir.
TETKİK , "inceleme, araştırma" demektir.
BÂRİZ , "açık, belirgin, göze çarpan" demektir.
MURAKABE-İ NEFS , "nefis kontrolü, egoyu kontrol altına alma" demektir. Çünkü MURAKABE , "denetim, gözetim, teftiş" demektir. Ayrıca tasavvufta "TANRI'ya bağlanarak çile doldurma" anlamında kullanılır.
MEYÂN , "ara, orta" demektir. Celsede "bu arada" anlamında kullanılmıştır.
BÂB , "başlık, kapı, ata, ecdat" gibi anlamları vardır. Celsede "kendini aldatmama başlığı altında" anlamında kullanılmıştır.
REALİTE , bildiğiniz gibi "hakikat, gerçek" demektir. Daha önce de söyledik herhalde, Spiritualizm'de ayrı bir mânâ taşır. Bedri Bey "hakikat" karşılığı olarak realite kelimesini, Mutlak Hakikat anlamında da "Verite"yi kullanır. İnsanlar Tekâmül ettikçe daha yüksek bir hakikat seviyesine ulaşır ama, Mutlak Hakikat, Gerçeğin Özü ancak ALLAH'ın bileceği şeydir. Bir insana göre doğru olanın başka bir insana göre yanlış sayılmasının sebebi, realitelerinin farklı olmasıdır.
BİLÂFÜTÛR , "bezginlik duymadan, umutsuzluk duymadan, usanmadan" demektir. BİLÂ olumsuzluk anlamı verir, "-siz, -sız" takısıdır.
DAĞARCIK , aslında "meşin torba" demektir, boyna takılır. Lâkin "hafıza, bellek, repertuvar, bilgi hazinesi" anlamında kullanılır.
MEMNU , "men delmiş, mâni olunmuş, yasak" demektir.
MEVADD , Arapça kökenli bu kelime "madde"nin çoğuludur, "maddeler, cisimler" anlamındadır.
MEMLU , "doldurulmuş, dolu" demektir.
MUHAT , "sarılmış, çevrilmiş, kuşatılmış" demektir.
ŞÂYÂN-I TAKDİR , "beğenilmeye lâyık" demektir.
MÜŞKİLÂT , "zorluklar, güçlükler" demektir.
MUVAZAA , "danışıklık, danışıklı işlem, bahse tutuşmak" demektir. Celse'deki "vicdan ve nefis muvazaası" kavramı, "ego ile vicdanın bahse tutuşması" şeklinde geçiyor.
MUHİT , ""çevre, yöre, etraf" demektir.
TAHVİL , "değiştirme, dönüştürme, çevirme" anlamındadır.
ŞERHA , "yara, dilim, parça" demektir.
NÂTAMAM , "tamamlanmamış, bitmemiş, yarıda kalmış, eksik" demektir. NÂ olumsuzluk anlamı verir.
MUHTEVA , "içindeki, içerik" demektir.
LÂFZEN , "sözün gelişine göre, kelime anlamına göre" demektir.
BİLFİİL , "iş olarak, iş edinerek, gerçekten, eylemli olarak, edimsel" demektir.
BİLÂTEFRİK , "ayırmadan, ayırt etmeden" demektir.
BİLHASSA , "özellikle" demektir.
TERTİP ETMEK ,"düzenlemek, sıraya koymak" demektir.
TERKİP ETMEK , "birleştirmek, bir araya getirmek" demektir.
BİLÂHARE , "daha sonra, sonradan" demektir.
TEMENNİ ETMEK , "bir şeyin gerçekleşmesini dilemek" demektir.
HÜSNÜNİYET , "iyi niyet, iyi dilek, temiz kâlplilik" demektir.
NEŞİR, "yayma, yayınlama, dağıtma, saçma" demektir. NEŞRİYAT, "yayınlar" oluyor.
HATT-I HAREKET , "hareket çizgisi, hareket tarzı" demektir.
SUHÛLET , "yumuşaklık, nâzilklik, kolaylık, uygun ortam" demektir.
GAYRI İHTİYÂRÎ , "isteğe bağlı olmayan, seçime tbağlı olmayan" demektir. GAYRI olumsuzluk ön takısıdır.
TENZİH , "kusur kondurmama, arındırma" demektir.
MÜRŞİD, "irşad eden, doğru yolu gösteren, tarikat şeyhi" anlamları vardır. Varlık, kelimeyi bizim tâbirimiz olan "Üstad" yerine kullanmış.
SÜKÛT-U HAYÂL , "hayâl kırıklığı" demektir.
VAHİM , "ağır, çok tehlikeli, korkulacak" demektir.
BASİRET , "gerçekleri yanılmadan görebilme kaabiliyeti, uzağı görme, sezgi, uyanıklık, anlayış, kavrayış" demektir.
MÜNHASIRAN , "sâdece, yalnız, özellikle" demektir.
MÂTUF , "yöneltilmiş, yönelmiş" demektir.
İKTİSAP , "kazanma, edinme" demektir.
MEVZU-U BAHS , "söz konusu" demektir.
EVVELEMİRDE , "öncelikle, ilk önce" demektir.
SARİH , "açık, belirgin, kolay anlaşılır" demektir.

Çok şükür, tamamladık. Ama ben yoruldum. Celse'yi incelemek size kaldı. Değerlendirmelerinizi bana yazın.

Ruhi Selman

selman@journalist.com


  • Önemli Sayfalar:

    - BİR SPİRİTUALİSTİN DÜNYASI - ANA SAYFA
    - BİR TEBLİĞ
    - ÖLÜM VE SONRASI
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 1
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 2
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 3
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 4
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 5
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 6
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 7
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 8
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 9
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 10
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 11
    - ÂHİRETTEN SİMÂLAR - 12
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 13
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 14
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 15
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 16
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 17
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 18
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 19
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 20
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 21
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 22
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 23
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 24
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 25
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 26
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 27
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 28
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 29
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 30
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 31
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 32
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 33
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 34
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 35
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 36
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 37
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 38
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 39
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 40
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 41
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 42
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 43
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 44
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 45
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 46
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 47
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 48
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 49
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 50
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 51
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 52
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 53
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 54
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 55
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 56
    - ÂHIRETTEN SİMÂLAR - 57
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 58
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 59
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 60
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 61
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 62
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 63
    - ÂHIRET'TEN SİMÂLAR - 64
    - İBN-İ SİNÂ CELSESİ
    - TEKÂMÜL'E GİDEN YOL
    - BİR OBSESYON VAK'ASI
    - ÖTE ÂLEM'DEN ŞİİRLER - 1
    - RÜYÂLAR - 1
    - RÜYÂLAR - 2
    - REİNKARNASYON
    - ANADOLU'DA REİNKARNASYON ŞİİRLERİ
    - İRLANDALI ŞÂİR JAMES CLARENCE MANGAN ANADOLU'DA MI YAŞADI?
    - KADIN HAKKINDA BİR TEBLİĞ
    - FİNCAN CELSELERİ - 1
    - FİNCAN CELSELERİ - 2
    - FİNCAN CELSELERİ - 3
    - EKMİNEZİ ÇALIŞMASI
    - RÛHÎ FİLİMLER - 1
    - ENTERESAN RÛHÎ OLAYLAR
    - ERGUN ARIKDAL VE SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT
    - BÜLENT ÇORAK VE DÜNYA KARDEŞLİK BİRLİĞİ SAFSATASI
    - CENAP BAŞMAN VE MARON TARİKATI
    - SAPKIN RAEL TARİKATI
    - TRANSANDANTAL MEDİTASYON KANDIRMACASI
    - SİRİUS MİSYONU ZIRVALARI
    - MELEKLER'DEN MESAJ ALDIĞINI SANAN ŞAŞKINLAR
    - ŞEYTANA TAPAN SATANİSTLER
    - KRYON "TEBLİĞ"LERİ VE LEE CARROLL'UN "MEDYUM"LUĞU
    - J. Z. KNIGHT ADLI KADIN RAMTHA "TEBLİĞ"LERİ
    - SILVER BIRCH TEBLİĞLERİ
    - MEDYUM JANİ KİNG VE VARLIK P'TAAH
    - "SÜPER İNSANLIK" DERNEĞİ VE UYDURUK "TEBLİĞ"LER
    - ZIRVA RA-KA TEBLİĞLERİ
    - SÂDIKLAR PLÂNI'NI TENKİT - 2
    - KASYOPYA CELSELERİ'NDE ATMASYON, KITIRASYONLAR
    - RA "TEBLİĞ"LERİ
    - HAYÂLÎ ANDROMEDA KONSEYİ
    - VARMIŞ GİBİ YUTTURULAN PLEİADES KONSEYİ
    - HATHOR GEZEGENİNDEN İNANDIRICI OLMAYAN MESAJLAR
    - ÜSTAT KUTHUMİ'DEN SAHTE İNCİLER
    - ARKTURUSLULAR'DAN ZIRVA MESAJLAR
    - ATLANTİS'İN KRAL RÂHİBİ THOTH'UN IVIR-ZIVIR MESAJLARI
    - BAŞMELEK METATRON ÜFÜRMELERİ